24 Mart 2018 Cumartesi

AĞRI DAĞI EFSANESİ (1975)


Yönetmen: Memduh Ün
Eser: Yaşar Kemal
Senaryo: Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu,
Memduh Ün,
Görüntü Yönetmeni:Gani Turanlı
Müzik: Yalçın Tural
Yapım: Uğur Film/Memduh Ün

Oyuncular: Fatma Girik, Hakan Balamir, Hayati Hamzaoğlu, Reha Yurdakul, Atıf Kaptan, Yavuz Selekman, Reha Yurda-kul, Hüseyin Peyda, ıhsan Yüce, Coşkun Göğen, Hikmet Taşdemir, Baki Tamer, Nuran Aksoy, Ömer Kahraman, , Giray Alpan, Ata Saka, Cemal Gonca, Erdo-ğan Seren, Yadigar Ejder

Konu: Bir padişah olan zalim Mahmut hanın atı çoban Ahmet’in kapısına gelir töre geleneğine göre at Ahmet’in olması lazımdır fakat Mahmut Han atı Ahmete vermez bu arada çoban Ah-met paşa kızı Gülbahar’a sevdala-nır fakat Aahmet zindana atılır zindancı çoban Ahmet’i serbest bırakır zindancı kendisini paşanın öldüreceği için canına kıyar.

* …Memduh Ün'ün "Ağrı Dağı Efsanesi" filmi, Yaşar Kemal'in romanından (veya destanından, veya masalından) sinemamızın bugünkü koşulları içinde yapılabilecek olan en başarılı uyarlamaya bir hayli yakındır. Daha iyisini yapmak, Yaşar Kemal'in tüm lirizmini ve masal havasını sinemaya getirmek için, bir dehanın soluğu gerekirdi. Ün ise bir "dahi sinemacı" değil, yalnızca işini çok iyi bilen bir profesyonel senaryo ve yönetmendir. Onun için "Ağrı Dağı Efsanesi" bir başyapıt, yıllarca anılacak bir film değilse bile çok temiz, çok dürüst, çok özenilmiş bir çalışmadır ve sinemamızın bugünkü ortamı içinde de yüz ağartacak bir filmdir...

"Ağrı Dağı Efsanesi' Yaşar Kemal'in ro-manları arasında "masal" niteliğini en çok taşıyanlardan biridir. Yaşar Kemal'in romanlarından röportajlarına ne denli "gerçekçi" bir yazar olduğu, gerçeğe çok daha yakın olması gereken röportaj türünde bile hayale, hayal gücüne nasıl bir yer ayırdığı tartışılabilir. (Zaten tartışılıyor). Biz, konumuz ve yet-kimiz dışına çıkan bu tartışmaya karışmak durumunda değiliz. Ancak, "Ağrı Dağı Efsanesi"nin zaten isminin de belirttiği ölçüde bir "efsane" olduğu, gerçeği vermek savında kesinlikle bulun-madığını belirtelim bir kez daha... Kemal'in olayları belli bir döneme oturtmak için çaba göstermemiş olmasının yanı sıra, şiire, şiirselliğe çok yaklaşan üslubu da, eserin bu niteliğini pekiştirmektedir.

Ağrı Dağı Efsanesi", Osmanlı'nın en parlak dönemini izleyen bir dönemde geçmektedir denebilir. Olayların geçtiği yerler de kesinlikle belirlidir: Doğu Anadolu... Ağrı Dağı, coğrafik yörenin merkezini oluşturduğu gibi, öykünün gelişiminde de bir merkez oluşturur: Yüksekliği, ululuğu, erişilmezliği, insancıl oranların dışına taşan boyutları ile, insanların bitmez tükenmez didişmelerine yukarılardan tanıklık eder... Giderek- sonunda olaylara daha yakından karışır... Kötü yürekli Mah mut Han'ın Ahmet'i sınamasını iyiliğin ve iyilerin lehine sonuçlandırmak için, hiçbir canlıya yapmadığını Ahmet'e yapar, herkesten esirgediğini ondan esirgemez: Onun kimselerin erişemediği doruğuna çıkmasına, ateşi yakmasına ve insanların arasına geri dönmesine izin verir…

Öykünün çeşitli kişileri, Osmanlı düzeninin değişik zümrelerini, toplumsal kat-manlarını temsil ederler... Halk çocuğu Ahmet'le bey kızı Gülbahar'ın trajik öykülerine, Osmanlı soyluları, Osmanlı yöneticileri, (beyler, paşalar,) devlet dışı dinsel gücü simgeleyen Kervan Şeyhi, halk bilgeleri (demirci Hüso, yaşlı ermiş Sofi) ve "gelgitten sonraki bir deniz gibi" olan halk karışır... Ama, Osmanlı toplumundaki çeşitli katmanları temsil etmelerine karşılık, tüm bu kişiler, Yaşar Kemal'in romanına yine de gerçekçi bir boyut vermeğe yetmezler kuşkusuz (romanın böyle bir savı da yoktur zaten). Çünkü, tüm bu kişiler, insanları eyleme yönelten tüm Senaryo ve Yönetmenal ve ekonomik nedenleri bir yana bırakmışlardır; tüm davranışlarının merkezi ve çıkış noktası, Gülbahar ile Ahmet'in aşk öyküleri ve ona bağlı olarak da Mahmut Han'ın akıl almaz zulmüdür. Yani tüm bu kişiler, asıl öykünün birer figüranı olmaktan çıkıp da gerçek yaşamlarını yaşamazlar...

Ve "Ağrı Dağı Efsanesi"ne egemen olan, trajik duygusudur... Kemal, doğanın şiirini söyler... Ağrı Dağı'nın, Küp gölünün, Mahmut Han'ın kır atının, insan/insan, insan/hayvan, insan/doğa ilişkilerinin şiirini söyler... Ama doğaya sevecenlikle ve iyimserlikle bakan gözlerin ardında, tam bir trajik duygusu gizlidir. Bu duygu, tüm eser boyunca okuyucuya duyurulur... Gelişim, bir trajedi gelişimidir

Okuyucu, kişilerin trajik bir yazgısı olduğunu sezer, bir acılı sonu bekler... Kemal de okuyucusunu düş kırıklığına uğrat-maz... Ama bunu ozancasına yapar... "Ağrı Dağı Efsanesi"nin belki de en güzel yeri sonudur romanda... Belirsiz bir sondur bu, sözcüklerin yarı saydam bir tül gibi örüldüğü ve gerçek olayı okuyucu-dan gölgeli biçimde sak-ladıkları... Gülbahar Ahmet'i sahiden vurur mu? Kıyar mı ona? Bu son, Yaşar Kemal'in eşsiz Türkçesiyle bir bilmece gibi okuyucunun kendi yorumuna bırakılmıştır...
Memduh Ün işte bu nitelikleri içeren bir yazıyı sinemalaştırmak işini yüklenmişti. Romanın taşıdığı şiir yükü oranında sine-malaştırması da güçlü kuşkusuz. Çok tutucu bir Yaşar Kemal hayranı (veya edebiyat canlısı) olunduğunda filmi tümüyle olumsuz bulmak olanaklıdır... Ama sinema ile edebiyat bir yerde aynı şeylerdir. Sözcüklerin verdiğini sinema aynen veremez. Ama sözcüklerin verdiğine kendisinden çok şey de ekleyebilir. Ün'ün filminde bu gerçeğin bir kez daha doğrulandığını görmemek Olanaksız.

Ün'ün çok özenli sinema/kurgu çalışma-sıyla romana kattıklarını görmeye çalışalım önce... Film, sinemanın niteliği gereği, zengin görsel boyutlar ekleyebilmiştir esere... Ün öncelikle, "mekan" sorununu çok başarılı biçimde çözümlemiştir. Doğa Beyazıt'taki ünlü İshakpaşa saray/ camii, Topkapı Sarayı, Rumelihisarı ve stüdyo mekanından oluşan dörtlü mekan olanaklarını hiç aksatmadan, seyirciyi yadırgatmadan birbirine bağlayabilmiştir...
Filmin çok özenli kurgusu, bazı bölümlerin etkisini güçlendirmektedir. Bir örnek ve-reyim. Demirci Hüso'nun atı getirmesi beklenen günden önceki gece... Herkes, tüm kahramanlar, uykusuz, sabahı beklemektedir. Ün, kahramanları göster-diği karelerin arasına, Mahmut Han'ınkurduğu darağacının karelerini yerleştirir. Çok iyi bir gerilim müziğiyle de des-teklenen bu bölüm, kurgu-müzik başa-rısının bütünlenmesiyle gerilimi, giderek romandan daha da güçlü olarak du-yurmaktadır, Aynı biçimde, Ün'ün Gül-bahar'la Ahmet’in birleşmelerini, ro-mandaki gibi tensel birleşmenin dışına kayan, sanki "dünyevi" olmayıp da düşsel olan bir biçimde verebildiği de dikkatten kaçacak gibi değildir... Bu örnekler kuşkusuz çoğaltılabilir...

Film, romanın bazı bölümlerini vermekte yetersiz kalmaktadır. Yaşar Kemal'in tasvir ettiği o büyük kalabalık, halkın o benzersiz toplanışı yoktur filmde... Ağrı Dağında yakılan ateş inandırıcı değildir... Filmin sonu ise tartışılabilir. Ün, Gülbahar'ın Ahmet’e kıyışını, sinemamızın son yıllarındaki tutkusu olan "yavaşlatma" yöntemiyle çözümleme-ğe çalışmıştır. Ama romandaki şiirsel belirsizliği verebildiği söylenemez. Bu da elbette görsel olması nedeniyle daha "somut" olmak zorunda bulunan sinemanın, söze karşı olan zaafından doğmaktadır.. Ün'ün filminde çok başarılı bir noktanın da oyuncu seçimi ve yönetiminde olduğunu belirtmeliyiz. Girik ve Balamir ikilisinin, melodrama, abartmaya kaçması ustalıkla önlenmiş. Hepsinden söz etmek gerekir belki, böyle bir başarı karşısında: Hayati Hamzaoğlu'nu, Hüseyin Peyda'yı, Atıf Kaptan'ı, Reha Yurdakul'u, Nuran Aksoy'u, Yavuz Selekman'ı İıhsan Yüce'yi, hepsini zikretmek gerekir... Ve elbette ve kuşkusuz, Gani Turanlı’nın kusursuz kamera çalışması ve Yalçın Tura'nın şimdiye dek olan tüm başarılarını aşan müzik çalışmasını da. Ağrı Dağı Efsanesi", taşıdığı masal ve şiir öğe-lerinin sinemalaştırılması zorluğu nedeniyle yitirdiklerini, sinemanın kendine özgü gücü nedeniyle kazanan ilginç ve önemli bir edebiyat uyarlama örneği. Bunun dışında da, birkaç eksikliği dışın-da olgun, özenli bir sinema yapıtı. Ün'ün filmografisinin ise son 10 yıldaki en önemli ve başarılı fılmi olduğu söylenebi-lir... “Atilla DORSAY “Sinemamızın Umut Yılları” syf, 172”

Memduh Ün Anlatıyor:
Yaşar Kemal'i çok seviyorum, kitaplarının çoğunu okudum. 1960 yılıydı, Orta Direk romanından film yapmak istemiştim. Mecidiyeköy'de ·oturuyordu o zaman Yaşar; gittim konuştuk. O günlerde bir filmin maliyeti 60-70 bin liraydı. Eser hakkı için 30 bin lira istedi. Kabul ettim. Yalnız senaryo denetimden geçtikten sonra veririm dedim. Hayır, ben parayı peşin alırım dedi. O yıllarda sansür kurulunca Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarların yapıtları çok sakıncalı görülüyordu; denetimden geçme olasılığı zayıftı. Ben de bu nedenle göze alamadım ve çok sevdiğim o romanı çekmek bana nasip olmadı. Sonra okuduğum Ağrı Dağı. Efsanesi'ni de çok sevdim. Yaşar'la anlaştık. Çok iyi dost olmuştuk yıllar içinde. Sağ kolum olan Duygu, çekme bunu dedi bana. Ticari başarısının olmayacağını düşünüyordu. Belki de efsaneyi yansıtamayacağımı düşünüyordu. Ben çekmeye kararlıydım, hazırlıklara başladım. Duygu senaryoyu yazdı. Bir kez benim, bir kez de Lütfi Akad'ın elinden geçti senaryo.

Yaşar Kemal romanın finalinde, Ağrı Dağı'nın tepesindeki Küp gölü diye bir göl anlatır. Rengarenk çiçekler ortasında bir göldür anlattığı. Çok şiirli bir sahnedir. Ben de yörenin böyle olduğunu hayal etmiştim hep.

Çekim öncesi yer bakmak için Gani Turanlı ve Duygu Sağıroğlu'yla birlikte Doğu Beyazıt'a gittik. Ağrı Dağı'na birkaç yerden çıkılıyor, Iğdır'dan da, Doğu Beyazıt'tan da. Doğu Beyazıt'ta Zeki Bey isminde Kürt kökenli, Cumhuriyet Halk Partili bir sinemacı bize çok yardımcı oldu. Zeki Bey çok aydın bir kişiydi. Ağrı (Dağı'na çıkıp da Küp gölünü görmek istediğimizde bize atlar buldu. Bir de Kürt bir kılavuz. Ağrı Dağı'na çıkmak kolay bir şey değildi. Tırmanırken kayalar, çukurlar çıktı karşımıza, bir süre sonra atlardan inmek zorunda kaldık. Yolda korkunç şeyler anlatıyordu Zeki Bey. Tırmanış sırasında turistlerin bileğini kesip bileziğini, saatini, parmağını kesip yüzüğünün alındığını içeren olaylar Bir süre sonra nasıl olduğunu anlayamadan hepimiz dağıldık. Birbirimize ayak uyduramamıştık. Kılavuzla ben yan yana kalmıştım. Zirveye de yakındık. Kayaların aralarından geçiyorduk. Kafamda hep bu kesme biçme, çalma alma hikayeleri dönüp duruyordu. Bu Kürt dağın başında, üzeri-me saldırmasın, beni de kesmesin endi-şesiyle buzullara kadar geldik. Neyse Duygu, Gani ve Zeki beyle yeniden bu-luştuk bu düzlükte. Küp gölünü aradıkbirlikte. Bir gölcüğe de rastladık, ama çevresi karla kaplıydı. Toprak görmeye olanak yoktu. Biz çekime gelinceye kadar karlar kalkacak romanda Yaşar'ın anlattığı gibi rengarenk çiçekler, laleler fışkıracak diye düşündük. Çıktığı-mız gibi bin bir eziyetle indik. Kolay mı, Ağrı Dağıydı.

İkinci kez geldiğimizde erimişti. Göle baktığımızda dehşete düştük. Çapı elli metre olan bir su birikintisiydi sadece. Çevresinde değil çiçek, yeşil çimen bile yoktu. Dağdan kopan kırmızımtırak kayalarla doluydu Çıldırıyordum az kalsın. Yaşar Kemal'in çizdiği görüntüyle en küçük bir benzerlik taşımıyordu. Yaşar Kemal görmeden bir göl üretmişti hayalinde. Oysa filmin finaliydi bu: Film de her şey oraya göre pompalanmıştı. Sıkıntıdan ölecektim. Birden, gölgemin düştüğünü gördüm suya. Hem de pırıl pırıl. Kafamda bir ışık çaktı. Ağrı'nın gazabını kavalla çalacak olan çobanları, gölgeleri suya düşecek şekilde gölün kenarına oturttum. Sahneye çobanların suya düşen yansımalarından başlayıp sonra yakın planlar yaparak, idare ettim. “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” , Kabalcı yayınları, Ağustos 2009 - İstanbul”
a

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder