1 Nisan 2020 Çarşamba

SES (1986)


Yönetmen: Zeki Ökten
Senaryo: Fehmi Yaşar
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Müzik: Tarık Öcal
Yapım: Şeref Film/Şeref Gür

Oyuncular: Tarık Akan (Adam), Nur Sürer (Serpil), Güler Ökten (Yurdanur), Kamuran Usluer, (Ayşe’nin babası), Kamuran Yüce (Enis), Orhan Çağman (Sadık Reis), Yavuzer Çetinkaya (İsa), Ali Erdemci (Ali) Ebru Oğuz (Ayşe), Erol Özkök (Erol), Işık Aras (Ayşe’nin Annesi), Nuray Oğuz (Erol’un karısı)

Konu: Bir gün, güneydeki bir tatil köyüne genç bir adam gelir. Ürkek yüzünde geçmişin acılarını taşıyan bu suskun adamın altı yılı hapiste geçmiş ve bu süre içinde gördüğü, yaşadığı işkenceler nedeniyle bir kolu sakat kalmıştır. Genç adam (Tarık Akan), bu yabancı, ama sımsıcak insanlarla dolu sahil kasabasında, annesiyle tatile gelen ve kendisini uzaktan sürekli izleyen Serap'la (Nur Sürer) karşılaşır. Serap, bu yalnız adama büyük bir ilgi duyar. Bir süre sonra da birbirlerine sevecenlik ile yaklaşırlar. Ama bir gün genç adam, duyduğu bir sesle irkilir. Bu, hapislik günlerinde gözlerini bağlayıp işkence yapan, gençliğini alan, kolunu sakat bırakan celladının sesidir. Ve onu kaçırır. Gözlerini bağladığı adamla terk edilmiş eski bir kilise harabesi içinde trajik bir hesaplaşma başlar ...

v    Meze olmaya hazırlanan bir ahta-potun amansızca dövülüşü", hayvan öldürmek için midir, yumuşatmak için mi, yoksa yumuşatarak öldürmek İçin mi? "Ses" filminden benim aklımda kalan başlıca sahne bu oldur Deliğe tıkılmış insanların fikirlerinden, inançlarından dolayı baskıya, İşkenceye uğratılmaları eylemini pek güzel simgeliyordu, ahtapota reva görülen "yumuşatma"... Ama sonuç olarak "işkence" üstüne bir filmden insanın aklında hemen yalnız bu sahne kalıyorsa, o filmin başarılı olduğundan söz edilebilir mi?

Ege kıyılarında bir kasaba... (Gümüşlük köyü imiş). Yorgun, bezgin, gizemli tavırlara ortalarda gezinen, bu "küçük Bodrum'daki yaz konuklarının yaşamını. "Arkadaştaki Yılmaz Güney havalarında İzleyen bir "yabancı Onun çekiciliğine kapılmakta gecikmeyen bir kentli kız, Selmin,.. Satışa çıkan eski Rum evlerini birer İkişer kapatarak kapağı buraya atma hayali peşindeki işsiz güçsüz kentli takımı... Bir zamanlar âşık olduğu Rum kızını Rum havaları dinleyerek anan koca Sadık Reis... Bu topraklarda birlikte yaşamış Türk-Rum ilişkilerine, "Düşman" filmini anımsatan dostça bir yaklaşım çabası... Bu arada, çevredeki türlü çeşitli seslerden rahatsız olan, içeride geçirdiği altı yılın acılarını, gördüğü işkenceleri "sesler" aracılığıyla yeniden yaşayan gizemli gençle Selmin'in ilişki kurma girişimleri... Ve tepede mezarların çevrelediği eski, terk edilmiş bir kilisede geçmişle ve "işkence" denen çağ dışı eylemin olası sorumlusuyla bir hesaplaşma denemesi...

"Ses", işte bunları anlatıyor kabaca. Adı bilinmeyen, bir dönemin devrimci eylemlerine karışmış kahramanı, hemen hiçbir siyasal çağrışım içermeyen ilk yarıda (buna üçte iki de denebilir), bir güneybatı tatil yöresi fonu Ününde, bir tür aşk serüveni yaşıyor, filmin asıl bildirisini, mesajını vereceği varsayılan son bölümde İse, yine olanlara açık, somut, açık amacı bir yaklaşım getirilmeden, bir tür tepki, boşalım veya dışa vurum olayı yaşanıyor. Ve film, başladığı noktadan hiç de uzaklara gitmeksizin sona eriveriyor...

Nokta dergisinde Sungu Çapan arkadaşımın dediği gibi, "Sen Türkülerim Söyle" ve "Ses"le birlikte, "..ve 'devrimci' beyaz-perdede".. Kör olan şarkıcılardan, gazino patronlarından, türlü çeşitli gerzek, "inek" ve şabanlardan sonra, "devrimci" tipinin de perdeye gelmesi kuskusuz son derece ilginç, olumlu bir olay... Ama niye bu film de ağzımızda buruk bir tat, içimizde bir yarı kalmışlık duygusu bırakıyor? Niye, bir kez daha. "işkence" eylemi üstünde düşünmemizi, ona karşı tepkilerimizi, nefretimizi, isyanımızı kanalize etmeyi, somutlaştırmayı başaramıyor?

Bu konuda, hikayenin/senaryonun baştan beri seçerek aldığı bir tavrı eleştirmek mümkün. Bu "gerçekçilik" yerine "simgeselliğin" yeğlenmesi, somutun yerine soyulun geçilmesidir. Bu açıdan, tek kolu sakat kahramanımızın, filmde zaten gösterilmeyen biçimde, iri yan Kamran Usluer'i sandalından "kaçırıp" tepelere nasıl getirdiği belki de önem taşımıyor. Aynı biçimde, Usluer’in onun gerçek "işkencecisi" olup olmadığı da... Çünkü Usluer, filmde açık biçimde gösterildiği gibi, profesyonel bir işkenceci olsun vefa olmasın, özel hayatında, karısına ve çevresine karsı davranışlarında kaba, çirkin "faşizan" biridir. Onun için başına gelenleri hak etmiş, bir "simge-kişiliktir. Ancak sinemada soyutlama zor, belalı, sorumlu bir İştir. Türlüye'nin yakın uzak geçmişte yaşadığı işkence olayına somut biçimde yaklaşmak, somut, yaşa-yan, ayakları yere basan kahramanları işlemek belki kolay değil. Giderek belki mümkün de değil. Bu açıdan, sinemamızın henüz bir "Resmi Tarih" üretmesi beklenmemeli, beklenmiyor da... Ama soyutlama uğruna bu denli yapay, yaşamayan, kukla düzeyinde kişiler/İlişkiler yaratmak,"

"Ses", yürekli bir çıkış, önemli bir deneme. Ama bunun yüreğimizde uzun süre titreşimler yapacak gerçek bir protesto çığlı-ğına dönüşmediğini de İtiraf etmek zorundayız... “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”

v    Ses'te, el değmemiş her yeni konu-ya değinen ilk filmler gibi, erdemleri denli, bir takım kusurları da "bunlara yanıtsız kalan sorular da diyebiliriz" beraberinde taşıyan bir fılm. Ama benzer bir konuyu bir başka açıdan irdelemeyi amaçlayan Gören'in "Sen Türkülerini Söyle" filminden bir adım ötede. Onun hatalarından ve eksiklerinden bir kat daha fazla arınmış. Söyleyeceğini dağıtmadan, bireyselliğe indirmeden, daha geniş perspektifler içinde olduğu gibi anlatan, sessiz, durgun, yalın ama sonuçta çarpıcılığa varabilmenin üstesinden gelebilen bir film. (Burçak Evren, "Ses" bağışlamaya dönüşen öfke, Güneş, 12 Aralık 1986) “Agah Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü”

v   Fehmi Yaşar'ın senaryosu ve Zeki Ökten'in filmi başta rizikolu ama çok önemli bir geçimde bulunmuş. Mahkumun kendini arayışı sevgiye, dostluğa, kuşkuya ve düşmanlığa karşı tavrı, işkencecisiyle ve yitik gençliğiyle, ödeşmesi, dış gerçeklikten (realiteden) ve reel mantıktan alabildiğine arındırılıp soyutlanıyor. Çevresinden sıkılan, dünyayı yeni yeni tanıyan Şermin'in mahkuma neden yaklaştığı önemini yitiriyor, yaklaşmanın sonuçlan önem kazanıyor. Mahkumun işkencecisini neden, nasıl kaçırdığı (ki tek koluyla ve tek zıpkınla bu işi becermesi mümkün değil) önemli değil. Önemli olan bu iki işinin kez farklı bir konumda karşı karşıya gelmeleri ... Filmin başkişisi olan mahkum adı bile yok. Kimine göre "abi", kimine göre "delikanlı", kimine göre de "o adam"... Mahkumun giysilerinde de stilize bir hava var. (İbrahim Altınsay, Yeni Filmler Hürriyet Gösteri, S.: 73, Ara-lık 1986)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder