BARDA (2006)
Senaryo ve Yönetmen: Serdar Akar, Müzik: Selim Demirdelen, Kamera: Mehmet Aksın, Yapım: Öger Prodüksiyon, Markasokak/Serdar Akar, Alev Gezer, Güner Koralı Yönetmen Yardımcısı: Seda Gürel, Ses Tasarımı: Umut Şenyol, Alternatif Kamera Arkası: Serkan Yıldırım, Sanat Ekibi Stajyer: Serkan Yıldırım, Sanat Yönetmeni: Yavuz Fazlıoğlu, Sanat Ekibi: Budak Akalın, Kameraman: Mehmet Zengin, Yönetmen Yardımcısı: Racia Adar, Senaryo Yazımı: Emre Özdur, Volkan Sümbül, Sertaç Akar, Sanat Ekibi: Türker İşçi, Ahmet Vahapoğlu, Sertaç Akar, Tuba Erdem, Kostüm Sorumlusu: Görkem Bütün, Kostüm Asistanı: Deniz Aybar, Kurgu: Aziz İmamoğlu, Kurgu Asistanı: Muammer Koçak, Makyöz: Mine Övgü, Özel Makyaj: Lynda Armstrong, Makyaj Asistanı: Grace Brewster, Emine Türk, Saç: İsmail Acar, Yapım Koordinatörü: Serdar Temizkan, Strateji Danışmanı: Ebru Köktürk Koralı, Yönetmen Yardımcısı: Beyza Göçmen, Burcu Ay, Reji Koordinasyon: Tolga Karayılan, Prodüksiyon Amiri: Birol Temizyer, Prodüksiyon Asistanı: Mustafa Saygın, Korhan Uğur, Kamera: Ekibi: Ethem Dağ, Ceren Yıldız Burçak, Mustafa Doğan, Ses Operatörü: Duygu Çelikol, Boom Operatörü: Zafer Şişman, Timur Serengil, Cast: Harika Uygur, Figürasyon: Hacı Yılmaz, Işık Şefi: Feramuz Tuna, Işık Asistanı: Mehmet Tuna, Ceyhun Parlak, Koray Demiray, Kayhan Şen, Arif Kamber, Set Amiri: Mustafa Boduroğlu, Set Asistanı: Sezgin Kaba, Avni Erdoğan,İrfan Dinler, Panther Operatörü: İhsan Polat, İbrahim Sızmaz, Kamera Arkası: Esra Pöge, Set Fotoğrafçısı: Murat Akay, Set Fotoğrafçısı Asistanı: Murat Irkkan, Set Çevirmen: Yaprak Karadeniz, Futbolcu Dublör: Murat Barutçu, Basın İlişkileri: Günfer Günaydın, Senaryo Hukuk Danışmanı: Akif Kurtuluş, Sanat Ekibi Stajyer: Serhat Ozan, Kamera: Ekibi Stajyer: Özgür Korkmaz, Özden Uzun Kostüm Ekibi Stajyer: Yusuf Arık, Prodüksiyon Ekibi Stajyer, Ece Palaz, Didem Yüksel, Web Tasarım: Gülhan Gülez, Laboratuar: Fono Film, Filmakar, Grafik Tasarım: Markasokak,
Oyuncular: Nejat İşler
(Selim), Hakan Boyav (Patlak), Serdar Orçin, Erdal Beşikçioğlu (Nasır), Volga
Sorgu (Çırak), Doğu Alpan (Nail), Burak Altay, (TGG), Melis Birkan (Nil),
Nergis Öztürk (Sevgi), Sezen Aray (Pelin), Meltem Parlak (Aynur), Şamil Kafkas
(Aliş), Salih Bademci (Cenk), Sarp Aydınoğlu (Barbo), Eray Özbal (Savcı),
Yıldız Durucan (Hemşire), Didem Yalınay (Muayenehanedeki Kız), Aytuğ Civan (Bar
Görevli), Ece Palaz (Kayıt Yaptıran Kız), Aydoğan Akdemir (Gardiyan), Mehmet
Ali Yurdakul (Baba), Haldun Çalışkan (Komiser), Fahri Çiftçi (Hakim), Zeki
Demirkubuz (Mahkum), Çağan Irmak (Mahkum), Cemal Şan (Mahkum), Selim Demirdelen
(Mahkum), Serdar Akar (Mahkum), Şebnem Köstem (Avukat), İsmail İncekara
(Hakim), Teoman (Bardaki Adam), Yeşim Büber (Bardaki Kadın)
Konu: Nail, Nil, TGG, Aynur, Aliş,
Sevgi, Pelin ve Cenk, yaşları 18 ile 25 arasında değişen genç bir arkadaş
grubudur. Günlük hayatın akışı içinde huzurlu ve neşeli bir hayat sürmektedir.
Her birinin kendilerine ait sıkıntıları ve çözmek zorunda olduğu problemler
olsa da gençliğin getirdiği umutla hayata sımsıkı bağlıdırlar. Kimi evlilik,
kimi mezuniyet, kimi düzenli bir hayata adım atma hayalleri içinde olan bu
gençler, birden bire hayatlarının tam ortasına giren nedensiz şiddetle büyük
bir yıkım yaşarlar.
Bir gece yarısı,
arkadaşlarının işlettiği barda son biralarını içip eve dönecekken içeri giren
beş kişilik bir grup tarafından silahla alıkonulurlar. Elleri, ayakları,
ağızları bağlanan gençler sabaha kadar dayak, işkence ve tecavüze maruz
kalırlar. Kendilerini alıkoyan grubun görünürde hiçbir amacı yoktur. Yaşları 20
ile 45 arasında değişen bu grup, hayatlarında eksik kalan her şeyin hesabını
hiç tanımadıkları bu gençlerden çıkartırlar. Gerek şiddeti uygulayan, gerekse
maruz kalanlar için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Şehrin
göbeğinde şiddet var!...
Beyoğlu’nun adım başındaki
modern bar’larından biri.. Buralarda, sert müzik eşliğinde sürekli bira
tüketen, dans yerine ayakta sallanıp duran gençler var. Okul durumundan
kadınerkek ilişkilerine, meslek seçiminden cinselliğe tüm yaşdaşlarının ortak
kaygı ve sorunlarını yaşayan genç insanlar.
Bir gece, sıkı bir alkol tüketiminden sonra “son bir bira” için gecikince, içeri dalan beş genç adamla ölümcül bir dansa başlıyor, genç kahramanlarımız... Çünkü içeri dalanlar, alt sınıflardan ve hemen hepsi manyaklık düzeyinde dengesiz, üstelik hapla kafayı bulmuş tehlikeli insanlardır. Bunun üzerine, türlüçeşitli sadizm ve işkence seansları, giderek cinayetler başlıyor. Acaba kahramanlarımızın kaçı bu şiddet gecesinin kurbanı olmaktan kurtulacaktır?
“Gemide”, “Dar Alanda Kısa
Paslaşmalar” gibi filmlerin umut veren yönetmeni Serdar Akar, uzunca süre TV
dizileriyle vakit kaybedip para kazandıktan sonra, yeniden iddialı bir filmle
karşımıza geliyor. Filmde “Gemide”nin serseri ruhlu, hayata karşı asi
kahramanları ve o tipik metropol gecesi atmosferi var. Ayrıca o filme rahmet
okutacak kadar çok küfür ve de “Kurtlar Vadisi”nden ödünç alınmış yüksek dozda
şiddette...
Kimi Amerikan filmlerini ve biraz da Haneke’nin “Ölümcül Oyunlar”ını düşündüren hikaye, aslında şiddetin bizde de hızla yükseldiği ve seri katil vb. Amerikanvari kavramlarla yeni yeni tanıştığımız şu günlerde, hayli güncel. Üstelik Akar’ın artık beş sinema filmine ulaşmış deneyimi de var. Yönetmen beyazperdeyi şiddetin rengine, yani kana boyamaktan kaçınmıyor ve seyri oldukça zor sahneler yaratıyor. Ankara’da 5 yıl önce gerçekten yaşanmış bir olaydan alındığı belirtilen olayın sınıfsal ve ekonomik nedenlerini de gösteriyor. Karakterlerin en azından bir bölümü iyi çizilmiş ve başta Nejat İşler ve Serdar Orçin, hemen tüm oyuncular tarafından da iyi oynanmış.
Ama film, asıl düşünsel yaklaşımıyla
irkiltiyor. Çünkü Akar, olaylarla iç içe verdiği sonraki yargılama, hüküm ve de
hapishane sahnelerinde, ne demek istediğini çok iyi anlatamıyor. Örneğin
sanıkların en ağır cezaya çarptırılmalarını isteyen duran savcı, acaba müebbet
ya da 2025 yıllık mahkumiyetleri az bulup Türkiye’de yeniden idam cezası
konmasını mı öneriyor? Ancak yasalara göre karar vereceğini söyleyip duran
hakime eleştirel gözüken yaklaşım, yasa dışı kararlar mı bekliyor
yargıçlarımızdan? Ya da, o savcının aslında kurbanlardan biriyle olan ilişkisi
(babası mı?), onun inatçı çabasını kişisel bir konuma bağlayarak doğru bir iş
mi yapıyor?
Ve en önemlisi, finaldeki “hapishanelerde infaz” sahneleri, filmde
özellikle adalete karşı öfkesi kabarması çok olası seyirciyi yatıştırmak amacı
mı güdüyor? “Türkiye’de adalet işlemez, onun için hatta kimi zaman savcılar
eliyle gerçek ceza, içerde verilir” mesajı mı iletiliyor? Tüm bu mesajlar
doğrusu sürekli kafa karıştırıyor ve filmi hem adli, hem de etik açıdan şüpheli
bir konuma getiriyor. (Atilla Dorsay)
. Afla salıverilmiş bir toplumda yaşıyoruz!
çoğumuz böyle düşünmek için yeterince akla yakın ve güncel örnek bulabiliriz.
Toplumsal olayları ve onun bireysel tezahürlerini medyanın dilinden arındırmak
ve başka bir dille yeniden tanımlamak gerekir. Her birimiz kendi sosyal ve
ekonomik koşulları içinde masum bir hayat sürüyor olabiliriz ancak dahil
olduğumuz zümrenin toplamında açığa çıkan vahşetten ne ölçüde bağışık
olduğumuzu düşünmek zorundayız. Kendi halinde işine gidip gelen, ailesiyle ve
çocuklarıyla ilgilenen, genel kurallara uyan ve başkalarına zarar vermeyen
insanlar olarak bizim gibi insanlardan oluşan bir topluluğun genel karakterinde
açığa çıkan vahşetten sorumludur. Aksi takdirde, başkalarının dramından
yalnızca ders çıkaran ve davranışlarına çeki düzen veren, benzer felaketleri
açığa çıkaran koşulların üzerine gitmektense kendini korumayı seçen insanların
soğuk vicdanı dünyamızı soğutmaya devam eder. Kötülük, başkalarının
eylemlerinde açığa çıkan bir durum olarak algılandıkça kendi payımızı teslim
edemeyiz. Oysa, olup biten her şeyde payımız mutlaka vardır. İnsanlar eğlenmek
için kapalı, dar mekanları seçiyorlar. Dar mekanlar vahşeti çağıran, onu
gizleyen ve meşru kılan çarpık bir sosyalliğin oluşmasına izin verirler aynı
zamanda. Buradaki bastırılmış şiddetin açığa çıkması için dışarıdan bir
müdahale gerekir çoğu zaman tıpkı insanın içindeki şiddetin açığa çıkması gibi.
Politik çağrışımlarla yüklü açık alanlar insanlara yasaklandığından beri ya da
politikanın dili sokaktan çekildiğinden beri yer altına inmiş ve dar mekanlara
hapsedilmiş bir sosyalleşme biçiminin tezahürleriyle karşı karşıyayız. Kent
hayatında meydanlar insanların hızla geçip gitmek istedikleri bir koridor
işlevi görürler: Bu koridorlar kentsel yaşamın bölünmüş kompartımanlarını
birbirine bağlar, insanlar tesadüfen bu geçitlerde karşılaşırlar ve sonra her
biri kendi odacığına ulaşır. Politik çağrışımını kaybeden sokaklar adi ve kaba
suçun teslim aldığı mekanlara dönüşürler. Televizyon ve gazete haberleri her
gün sokaklarla ilgili dehşet verici haberler verirler. Kimi zaman küçük bir kız
çocuğu kapağı çalınmış bir kuyuya düşer, kimi zaman yaşlı bir kadın emekli
aylığını hırsızlara kaptırır, kimi zaman da suça eğilimi ve niyeti olmayan
sürücüler birer canavara dönüşerek dehşet saçarlar. Odasından dünyayı seyreden
insanları bekleyen en büyük tehlike herkesin beklenmedik bir anda suçun ve
vahşetin hem öznesi hem de nesnesi olma ihtimalidir. Sokaklarda rastgele
dolaşmak, insanlarla konuşmak, denizi seyretmek, günün batışını beklemek geçmiş
yılların şairlerine özgü bir davranışa dönüşmüştür. Sokağa çıkmak gayri resmi
bir biçimde yasaklanmaktadır aslında. Gazeteler, televizyonlar sokaklardan
hızlıca geçmemizi, fazla oyalanmadan istediğimiz yere ulaşmamızı tavsiye
ederler. Elbette bu durum ne bize ne de bugün~ özgüdür. Üretimi merkezileştiren
ve kentleşmeyi kaçınılmaz olarak destekleyen kapitalistleşme süreci boyunca
kentler her dönem sıradan insan için tehlike, korku ve yalnızlık anlamına
gelmiştir. Ancak kentlerin tarihi yalnızca endüstrileşmenin neden olduğu
çarpık, adaletsiz, acımasız gelişmeyle, karanlık, umut kırıcı, sefil varoşlarla
değil aynı zamanda politik mücadelelerle, sokak çatışmalarıyla, barikatlarla
oluşmuştur. Fakat bugün büyük kentler camdan binalarla karanlık varoşlar
arasındaki apolitik, gerici gerilimin yarattığı bir dönemden geçiyor. Varoşlar
camdan binalarda kendi karanlık yüzlerinin aksini göre göre geleceklerine dair
hiçbir umut taşımadan yaşamaya çalışıyorlar. Sokağın zorunlu sakinleri çoğu
zaman bir tehdit olarak algılanıyorlar ve öyleler de, ama kim ve ne için?
Onların mevcut düzen için bir tehlike taşımadıkları, aksine, insanları evlerine
kapatmanın bir aracı olarak önemli bir işlev gördükleri apaçık. Barda dehşet
saçan adamlar sokakların hakimi artık ve onlardan korkan diğerlerini evlerine
ve yer altı eğlencelerine hapsedenler de onlar. Yine de insanı evinde ya da
eğlendiği barda bulup öçlerini alıyorlar.
Yıllar önce Ankara'da bir evi basarak
orada bulunan genç insanlara her türlü işkenceyi uygulayan insanlar toplumun
vi
cdanında kısa süren bir rahatsızlığa neden olmuştu o zamanlar. Başta bu
vahşetin mağdurları olmak üzere herkes bu olayı unutmanın en iyisi olacağını
düşündü. Unutmak çözüm değil ve tekrar olasılığını ortadan kaldırmıyor. Nitekim
daha bu olaydan birkaç yıl önce Sivas'ta insanlarımız diri diri yakılmışlar ve
o zaman da toplumun vicdanı Madımak otelinden yükselen dumanlar nedeniyle önünü
bile görememişti. Sivas'tan birkaç yıl sonra benzeri bir vahşet Ankara'nın bir
köşesinde genç insanları kıskıvrak yakaladığında insanı kahreden şeyler
yaşanmış ve sonra hemen unutulmuştu. Bir tarafta politik arka plana sahip bir
vahşet diğer tarafta ise münferit, bireysel bir başka türü aynı on yıl
içerisinde peş peşe yaşandı. İkisi arasında bir bağ muhakkak vardır.
Şiddete maruz kalan insanların
bunu hak etmiş olabileceklerine dair gizli bir inanç da oluştu toplumda. Kimi
zaman politik ya da dinsel görüş farklılığı (Sivas'ta), kimi zaman adi bir
olayda yaşanan tedbirsizlik (Ankara'da) şiddeti bir biçimde
meşrulaştırmaktadır.
Barda ya da Ankara'da yaşananlar sivil işkencenin bir türüdür. Sivil toplumun sivil vatandaşlarının uyguladığı bir işkence türü. Bunun daha sistematik ve politik biçimine dünya solu Arjantin'de, Şili'de ve başka ülkelerde yıllarca maruz kaldı. Olympia Garajı ya da Eve Dönüş filmindeki işkencecilerle Barda gençlere işkence eden varoş delikanlıları arasındaki benzerliklere dikkat etmek gerekir. Kurumsal, sivil ya da münferit işkence yöntemleri birbirine o kadar yakın ki. Her ikisinde de işkenceciler hap almadan, uyuşturulmadan eylemde bulunamayan güvensiz, karanlık insanlardır. İşkence yöntemleri, küfürleri, mağdurla kurdukları ilişkinin biçimi yb. birbirine çok benzer. Barda'ki adamlar Şili'de rahatlıkla işkenceci kontenjanından işe bile alınabilirler. Binlerce evladını işkencelerde kaybetmiş, işkencecilerden hesap soramamış bu ülke benzeri münferit olaylara da aynı duyarsızlıkla yaklaşmıştır. Bugün, Barda filmini izleyenleri rahatsız eden şey yalnızca aynı şeyin kendi başlarına da gelebileceği korkusu değil aynı zamanda bu biçimde kaybedilmiş, karartılmış yaşamlara karşı gerekli vicdani sorumluluğu yerine getirmemiş olmanın verdiği suçluluk duygusudur. Film dolaylı olarak işkencecileri cezalandırarak izleyiciyi bir nebze rahatlatmışsa da gerçeğin farklı olduğunu herkes biliyor. İşkencenin insanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü bozarak onu insanlığından çıkarmayı amaçladığı biliniyor. İşkenceyi politik bilince taşımak gerekmektedir. İşkence bireysel değil ancak toplumsal bir mücadeleyle yenilebilir.
Sinema izleyicisi bu sezon iki filmle
birlikte işkenceyle yüzleşmek zorunda kaldı. Eve Dönüş filmi sistematik
işkenceyi ele alırken Barda filmi aynı iklimden beslenen münferit ama
çoğaltılabilir bir olayı gündeme taşıdı. Eve Dönüş'te işçi Mustafa, Barda ya da
Ankara'da bir grup genç insan benzeri şeyleri yaşadılar. Barda, uzaktan
izledikleri hayata ve kadınlara ancak zorla sahip olabileceğini bilen bir grup
varoş delikanlısı fırsatını bulduğu anda alkolün ve uyuşturucunun da yardımıyla
yıllardır içlerinde taşıdıkları nefreti açığa çıkarırlar. Filmin sonunda
işkenceciyle mağdurun daha önce sokakta karşılaştıklarını görürüz. Biri
diğerine saati sorar, aldığı yanıt üzerine hemen oradan uzaklaşır. Varoş
delikanlılarının barın çevresinde dolaştıkları, buradaki gençlere uzaktan ama
nefretle baktıkları anlaşılır. Onlar da buralara başka türlü giremeyeceklerini,
herkes gibi eğlenemeyeceklerini bilmektedirler. Barda diğerleriyle baş başa
kaldıklarında bunu bir kez daha görürler ve bildikleri tek yönteme, kaba
kuvvete yönelirler. Şiddet aslında iki grup arasındaki uçurumdan doğar.
Aralarında hiçbir ortak dil, bağ, temas yoktur. İki tarafta sokaktaki zorunlu
karşılaşmalar dışında birbirlerine tamamen yabancıdırlar. Sokaklar hızla
geçilip gidilmesi gereken tehlikeli yerler olduğundan bu zorunlu karşılaşma
birbirini tanımaya, anlamaya, ortak bir sosyallik geliştirmeye elverişli
değildir. Birbirine yabancı bu iki taraf karşılaştığında birlikte ne
yapabileceklerini bilemezler. Ortak hiçbir, şeyleri olmadığı için insanca bir
şeyler paylaşamazlar; zaten buna niyetleri de yoktur. Geriye tek bir şey kalır
o zaman; filmde yaşananlar. Aynı durumu aydınlarımıza, üniversiteli gençlere
yöneItilmiş şiddete defalarca yaşadık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder