21 Ocak 2023 Cumartesi

 

SÜT (2008) 

Yönetmen: Semih Kaplanoğlu, Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal, Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken, Yapım: Kaplan Film/Semih Kaplanoğlu,, Arizona Film/Guillaume de Seille, Heimat Film/ Bettina Brokemper, Johannes Rexin Ortak yapımı Senaryoya Kastkı: Leyla İpekçi, Sanat Yönetmeni: Naz Erayda, Kurgu: Francois Quıquere, Ses ve Miksaj: Marc Nouyrigat, Frederic Thery, Işık Şefi: Ömer Zorkalkan, Set: Mustafa Şahin, Ses: Marc Nouyright, Miksaj: Frederic Thery, Makyaj Tasarım: Derya Ergün, Makyaj: Nihal Aylar, Yapım Koordinatörü: Rüya Arabacı, Prodüksiyon Amiri: Gökhan Şahin, Yönetmen Yardımcıları: Ayla Karlı Tezgören, Tülin Özen, Ahmet Küçükkayalı, Prodüksiyon Asistanları: Orçun Köksal, Muhterem Öğretici, Mehmet Deveci, Özkan Akçay, Sanat Yönetmeni Asistanı: İmad Ağababa, Focus Puller: Orçun Özkılınç, 2. kamera Asistanı: Mustafa Emin Büyükcoşkun, Boom Operatörü: Oktay Bakı, Ses Kayıt ve Kurgu Asistanı: Doğa Kılcıoğlu, Set Fotoğrafçısı: Gökçe Pehlivanoğlu, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Adnan Şahin, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Bora Büyükdikbaş,

 Oyuncular: Melih Selçuk (Yusuf), Başak Köklükaya (Zehra), Rıza Akıon (Ali hoca), Saadet Işıl Aksoy (Semra), Alev Uçarer (Kemal), Şerif Erol (istasyon şefi), Orçun Köksal (Erol), Semra Kaplanoğlu, Tülin Özen (köylü kızı), Tansu Biçer (postacı), Sahra Özdağ, Semra Kaplanoğlu, Burcu Aksoy,

 Konu: Genç Yusuf (1820), annesi Fatma'nın (3840) kasabadaki istasyon şefi ile yaşadığı gizli ilişkiyi keşfedince ne yapacağını şaşırır. İçinde yetiştiği erkek egemen kültürün gelenekleri yönünde mi davranacaktır yoksa son yıllarda Anadolu'da da yaşanan modernleşmenin getirdiği yeni bakış açısıyla mı? Yusuf ile annesi, Yusuf'un yıllar önce ölen babasından kalan ineklerin sütüyle geçinmeye çalışmaktadırlar. Yaşadıkları İç Anadolu kasabası son yıllarda etrafta kurulan sanayi tesisleri nedeniyle modernleşirken geleneksel üretim yöntemleri ve bazı meslekler hızla yok olmaktadır.

 Liseyi bitirdikten sonra üniversite imtahanını kazanamayan Yusuf'un büyük bir tutku ile yazdığı şiirler, adını sanını kimsenin duymadığı bazı edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Ama ne şiirin ne de değeri günden güne düşen sütün Fatma ve Yusuf'a bir katkısı vardır.

 Fatma, istasyon şefine duyduğu aşkla kadınlığını hatırlar ve hızla değişir. Annesinin ilgisinin kendisinden başka bir erkeğe yöneldiğini geç de olsa fark eden Yusuf, askerlik yoklaması ve muayene için apar topar büyük şehre gitmek zorunda kalır.

 Şehirde şiire meraklı, üniversiteli genç kız Semra ile tanışır ama bu heyecan kısa sürer; çocukken yaşadığı ateşli bir hastalık nedeni ile askerlik yapamayacağı ortaya çıkınca kasabaya geri döner.Hem görmezden gelmek zorunda kaldığı Fatma'nın ilişkisi hem de çürüğe çıkarılmış olmanın ağırlığı erkek kültürün egemen olduğu topraklarda Yusuf'u bir seçim yapmaya zorlar.

 Genç Yusuf değişimin acısıyla baş etmenin yolunu bulabilecek midir?

 Ödül:

Yusuf üçlemesi Serisinin ikinci filmi olan Süt ise; 3. Granada Cines Del Sur Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu

Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FİPRESCİ ve Radikal Halk Jürisinin sahibi oldu.

 Not: Semih Kaplanoğlunun Yusuf’un üzerine kurulu üçlemesinin ikinci filmi. Bakınız üçlemenin 1. Filmi “Yumurta”, 2. Filmi “Süt”, 3. Filmi “Bal

 Süt, ait olduğu üçlemenin ana karakteri Yusuf'un gençlik dönemini ve 'evden kopuş' sürecini anlatıyor. Bir yandan 'ev' ine, alışılageldiğe, tanıdık ve güvenli olana sırtını dayayan, diğer yandan da o tanıdıklıktan uzaklaşmak, dağların, binaların, çalıların ardında saklanan 'yeni'yle, bilinmeyen le yüz yüze gelmek isteyen bir gencin hikayesi bu. Semih Kaplanoğlu, filmini evin içine sığınmak ve evin dışına savrulmak ve bu iki duygunun farklı nüansları arasında gidip gelen bir hat üzerinde kurmuş. Sanki tüm film, " denizde fazla açılma" diyen annesine inat ufuk çizgisine doğru yüzmeyi sürdüren, ama arkaya dönüp baktığında tanıdığı dünyanın giderek küçüldüğünü fark eden, çevre evler arasında kendi evini seçememeye başlayan bir çocuğun, geri yüzmekle daha da açılmak arasında kaldığı, korkuyla büyülenmenin birbirine karıştığı ruh halinin bir dışavurumu.

 .Süt, Yusuf'un yetişkinliğin eşiğinde yaşadığı bu son ergenlik krizini, bir yanıyla, oldukça natüralist bir şekilde gözler önüne seriyor. Ama diğer yanıyla Süt, uykuya dalmadan önce hayatına. geçmişine dair önemli şeylerin belli belirsiz farkına varan bir zihnin içinde gezinmeye benzeyen rüyavari bir his de uyandırıyor. Filmde Yusuf'un bakışının çevrildiği her yüz, her imge, içinde bulunduğu her mekan, gözünü yakan her ışık, onun ruhundaki gel gitleri ifade eder bir nitelik kazanıyor: Yanınızda sürekli cep  telefonuyla konuşan zorlama bir sevgili adayı ve onun bir binanın tepesinde gördüğünüz silüeti; yan sokaktan gelen askerliğe uğurlama sesleri; sokak köftecisinin etrafında bir şeyler paylaşıyor olmanın hevesiyle biriken bir arkadaş grubu; maden ocağında çalışan arkadaşınızın  kıyafetleri ve tüm bu gördüğünüz/duyduğunuz şeylerin dünyasıyla sizin kendi dünyanız arasındaki uzaklık. .. Siz hayatınızın en sancılı dakikalarını yaşarken, basket sahasında yalnız başına oynayan bir çocuk .

 Süt, şimdiki zamanın yoğunluğu içinde, tüm bu imge ve ortamların , onu bir hayattan başka bir hayata taşıdığını görememiş olan; ama sonradan geçmiş yaşamına baktığında onların yön belirleyici niteliğinin farkına varan birinin gözünden anlatılıyor sanki: Kaplanoğlu'nun filmden sonraki söyleşide de değindiği üzere Yumurta'nın Yusuf'unun kendi geçmişine doğru bakan gözünden. Bu yüzden Süt'ü, zor anlaşılır bir film olarak damgalayıp ötekileştirmeden önce, filmi bir de böyle düşünmek gerekiyor: Bazen zihninizde bir yüz ya da bir durum belir. Bir lise hocanızın yüzü ya da annenizin televizyon karşısında uyuyakalmış hali. Hafızanızın içinden çıkagelip sizi ziyaret eden o yüze aradan geçen zamanın sisli perdesinin ardından bakmaya çalıştığınızda, orada bambaşka bir şeyler görürsünüz. O yüze, hayatınızın o anını yaşarken bakmış olmanın değerini fark edersiniz. Lise hocasının ilgisiz suratı, geleceğe karşı duyduğunuz korkunun, yetişkin dünyasına adım atmaktaki isteksizliğinizin; annenizin yüzü ise, evinize olan bağlılığınızın, odanızda kitaplarınızIa baş başa olmanın huzurunun şeklini alıverir zihninizde. Annenizin tüm ısrarlarına rağmen tamir etmediğiniz bir motosiklet lastiğinin, ondan kopuşunuzun ilk emaresi olduğunu anlarsınız bir anda; aynı lastiğin bir yabancı tarafından şişirilmesi ise anneoğul arasında kurulan ilksel birlikteliğin 'üçüncü' bir özne tarafından tehdit edilmeye başlandığı noktayı ifade etmeye başlar. Hayatın tüm olağanlığı içerisinde yaşanan şeyler birer simgeye dönüşür, bir hikayenin parçaları gibi görünmeye başlar. Kapla noğlu da Süt'te olaylar ...

 ve imgelere, geçmişine bu gözle bakan birinin onlara atfedebileceği bu tür anlamlar yüklüyor. Ama bunu, her olayın ardında inanılması güç rastlantılar arayarak,hayata zorla metafizik bir nitelik katmaya çalışan bir yönetmen gibi yapmıyor. Hayatın değerini artıracağım diye, o hayatı asıl değerli kılan ayrıntıları ve sıradanlıkları bir kenara fırlatmıyor. Hayatı kendi haline bırakıyor ve ne bulursa da o kendi halindelikte; olağan dışılıkla değil olağanlıkta buluyor. (Oldukça grotesk olduğu söylenebilecek yılan metaforu bile, annenin bir gün evin içinde bir yılan gördüğünü "zannetmesi"nden ve oğulun tıpkı motosikletin lastiği meselesi gibi bunu da ciddiye almayışından türüyor).

 Hayal kırıklığına uğrama korkusuyla yetişkin hayatına atılmayı geciktiren (askere alınmayınca, toplumsal statü anlamında da 'reşitliğe' erme şansını yitiren; süt satamaz olunca işini de kaybeden) Yusuf, 'üvey baba' tehdidiyle birlikte sırtını dayadığı 'ev'ini de kaybettiğini düşünmeye başlıyor. Açık denizde, hangi tarafa yüzeceğini bilemez bir halde kalakalıyor. Yusuf'un hayatın bilinmezliğine karşı bir sığınak olarak gördüğü ev fikri çatırdayınca, Kaplanoğlu filmin anlatımında da çeşitli çatlaklar oluşturmaya başlıyor. Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Ta ki Yusuf evini tümüyle geride bırakana, ta ki maden ocağında taktığı kaskın fenerinin ışığı, tek bir yönü, önündeki belirsiz geleceği işaret edene kadar Yumurta'nın Yusuf'u geçmişine nasıl bakıyorsa, biz de geri dönüp filme o şekilde baktığımızda, onun annesinden kopuş hikayesinin, filmin başında, önünde duran bir arabadan gelen bir davetle başladığının farkına varıyoruz. Süt, Yusuf'un, onu eve dönmekten alıkoyan "bir yerlere gidiyoruz, gelsene" davetiyle ve genç bir kızla gönülsüzce tanışmasıyla başlıyor ve kendi ayakları üzerinde durmayı tümden kabullendiği (maden ocağında çalışmaya başlaması) noktada sona eriyor. Annesinin evliliğiyle birlikte Yusuf kendi geleceğine, cep telefonuyla konuşup duran o genç kıza baktığı gibi bakıyor, tam da gönüllü olmadan kendini 'evin ötesi'ne, yetişkinliğin bilinmezliğine bırakıyor. Ama gözü, hep arkada, diğer evler arasında seçemez olmaya başladığı kendi evinde kalıyor. Yumurta' da geri dönüp, tanıyamayacağı kendi evinde. (Fırat Yücel ) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı 78”

 Semih Kaplanoğlu'nun son filmi Süt'ü izledikten sonra insanın aklında aynı kökten türeme birtakım kelimeler dolanıyor; hayal, tahayyül, muhayyile ... Tamamı bir hayal atmosferini çağrıştıran, karakterinin tahayyül etme biçimine göre dilini kuran ve sinemada başka bir muhayyilenin imkanını arayan bir film Süt. Başka bir muhayyile denince ilk akla gelen şey rüyalar, çünkü gündelik yaşamdaki algımızdan bambaşka bir algının mümkün olduğunu bize duyuran, kendi zihnimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olduğunu bize bildiren deneyimlerdir rüyalar. Ama rüyalarımız, en zor paylaşılan deneyimlerimizdir; bilincimizin görünmeyen yüzünü, dolayısıyla da birtakım zaaflarımızı açık edebileceği için değil sadece; rüyaların dili uyanık bilincin diline kolayca tercüme edilemediği için de. Semih Kaplanoğlu,

 Valery'nin bahsettiğine benzer bir "sanatsal gözlem"i kurarken bu türden bir zorlukla mücadele ediyor. Konuşma dili için bilinç halinin dil normları ne anlama geliyorsa, sinema için de ana akım sinema dilinin orada durduğu düşünülebilir. Bu durumda, rüyaların dilini görsel olarak temsil etme, başka bir muhayyileyi sinemada kurma çabası da, aynen rüyaları anlatırken yaşadığımıza benzer bir zorluk taşıyor. Kaplanoğlu Süt'te bu zorluğu aşmanın dilsel öğelerini arıyor. Kimi sinema izleyicisi için filmi zorlu hale getiren de bu; filmin başka bir dili, başka bir iletişim zeminini başka bir deneyim algısını arıyor.

 Kaplanoğlu, BalSütYumurta üçlemesini kronolojik olarak tersten kuruyor. Süt ise Yusuf'un yirmili yaşlarının başında henüz annesiyle yaşadığı dönemde geçiyor. Bu tersine yolculuk, yumurta'yı takip eden Süt'ü de, henüz çekilmeyen Bal'ı da birer flashback haline getiriyor. Mesela Yumurta' da Yusuf'un bir köpeğin karşısında neden öyle ağladığının cevabını bu geriye dönüşle anlıyoruz. Ama üçlemenin kurduğu sorucevap dizgisi, bilgiye odakla nan türden değil; Kaplanoğlu hiçbir filminde izleyicinin ısrarla cevabını bekleyeceği sorular ortaya atmıyor çünkü, hatta bundan kaçınıyor. Karakterini de birtakım somut olaylarla, onu kestirmeden biçimlendirecek bir takım profil bilgileriyle şekillendirmekten özellikle kaçınıyor. Ama yine de, geçmişin e döndükçe Yusuf'la yakınlığımız artıyor; onun hakkında birtakım somut bilgiler edindiğimiz için değil, ruhsal dünyasına daha çok girdiğimiz için onunla tanışıklığımız derinleşiyor. Hatta Süt'te bütün bir filmin anlatım yapısı, dolayısıyla izleyici olarak bizim görme biçimimiz onun iç dünyası dolayımıyla kuruluyor.

 Sonuçta Süt, bilgi üzerinden kurulmuyor, çünkü esas odaklandığı insanın bilinç hali değil. Örneğin Yumurta' da Yusuf'un annesini kaybettiğini öğreniyoruz, evet, ama Süt'le birlikte onun annesini asıl kaybettiği döneme dönmüş oluyoruz. Yumurta'daki kayıp, ölümle gelen, dolayısıyla apaçık ortada olan, deşilecek bir yanı olmayan bir olguyken, Süt'te ergenlikten çıkış anlamına gelen kayıp, açıkça görülemeyecek, bilgi düzeyine çıkarılmamış, bilincin uzak bölgelerine yolculuk etmeyi gerektiren bir durumdur ve Süt de tam olarak böyle bir yolculuğu görselleştirmeye çalışır.

 Süt'le birlikte anlıyoruz ki, üçlemenin şimdiki zamanı Yusuf'un Yumurta'daki halidir; diğer ikisi ise Yumurta' da dururken geçmişten hatırlananlardır. Süt'ün bir tür rüya atmosferinde geçmesi de bu yüzden. Bu anlamda rüyalarla anılar arasında da bir ilişki kurulmuş oluyor. Rüyalar nasıl bilincin görünmeyen yüzünden besleniyorsa, anılar da oralardan bir yerden besleniyor. Rüyalar ne kadar başka bir bilinç haline taşıyorsa bizi, geçmişimizi hatırlama anlarımız da o kadar gündelik bilinçten uzağa bir yere taşıyor. Bütün hikayenin bir taşra hikayesi olması da bu yüzden belki; vitrinde olmayan, her an bakılmayan, kıyıda köşede kalmış yanımıza bakan bir anlatı için en uygun yer taşra olduğu için. Süt, anıları rüyaya çok yakın bir yere yerleştirirken, Yumurta' dan oldukça farklı bir dil kuruyor. Yusuf'un geçmişini değil, Yusuf'un zihnindeki geçmişini temsil etmeye soyunduğu için, her bir mekanın 'bellekmekanına dönüştüğü, zamanın hatırlanan ana göre karakterin zihninde keyfi bir ölçeğe tabi tutulduğu bir dil kuruyor. Zamanı çeken, uzatan, anları zamanın bütünlüğünden koparıp hafızanın kendinden menkul zaman kurgusuna tercüme eden ve zamanla oynadıkça mekanı kuran bir dil bu. Bu yüzden Süt, en çok, Proust'un romanlarını getiriyor akla: "Hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür... " Valery'nin bahsettiği "mistik derinlik", Süt için, Proust'un burada tarif ettiği türden bir bellek yolculuğuna yorulabilir; bilinç düzeeyine çıkarılmamış, ama bir şekilde elbette kaydedilmiş bilgileri zamanın içinden koparıp çıkarmaya çalışan bir sinema anlayışına.

 Anılarla rüyalar birbirine bu kadar yakınlaşınca, üçlemenin karakterinin, ismini Yusuf peygamberden alması da başka bir anlam kazanıyor. Hatırlanırsa, Yumurta' da Yusuf'un isminin bir gönderme olduğunun altı filmin içinde özellikle çiziliyordu. Yusuf, rüyasında kendisini bir kuyudan çıkmaya çalışırken görüyordu, aynı kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf peygamber gibi. Yusuf peygamber, gördüğü rüyalar ve rüyaları yorumlama gücüyle anılan bir peygamber. Bu anlamda, Yusuf'un Süt'le birlikte başlayan geçmişe dönüşü, annesinin ölümünün ardından geçmişini yorumlayışı ya da bilincin "başka" yerlerine yolculuk edişi, Yusuf peygamberin rüyaları yorumlamasıyla paraleldir.

 Süt bütünüyle bir anı anlatısı gibi kurulurken, Yusuf'un epilepsi hastalığıyla gelen krizler filmin bu yapısını daha da derinleştiriyor. Altyazı'nın Kasım sayısında Fırat Yücel'in ifade ettiği gibi, "Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Anılar geçmişe dönüp bakıldığı için başka bir algı kurarken, epilepsi yaşanan anın kendisini, henüz deneyimlenirken, o bildik algı kalıplarından çıkarıyor. Bu yüzden de filmin başından itibaren anılarla motive edilen anlatım dili, artık başka bir motivasyona ulaşıyor. Bu noktadan sonra izleyiciden olayların akışını takip etmesi değil, Yusuf'un algı biçimini deneyimlenmesi bekleniyor.

 Babasız bir anne evinde büyümüş, bu yüzden biraz baba olmuş (ama annesinin serzenişlerinden bile belli ki daha çok da olamamış), ne kadar büyüyüp ne kadar büyümediğinin çelişkisini vaktinden evvel yaşamaya başlamış bir oğlan çocuğu Yusuf. Ama baba olmak istemiyor Yusuf, büyümek istemiyor. Annesinin bir anlam veremediği kitaplara, şiirlere, bakıp durduğu çiçeklere gömülmek istiyor. Ama ya askere gideceği, ya üniversiteye gideceği, sonuçta büyümek için ille taşradan başka bir yere gideceği, dolayısıyla da annesinden gideceği döneminde geçiyor filmin hikayesi. Dahası, o gitmese bile, annesinin onun bir yerlere gideceğini kavradığı bir dönemde.

 Bu dönemin insana 'ne yaptığını' anı ile, epilepsi hastalığı ile motive ederek insanın içinden bir yerlerden anlatıyor Kaplanoğlu. Filmin son sahnesinde, Yusuf'un film boyunca nasıl ince bir çizgide yürüdüğü netleşiyor. Yusuf'un başındaki madenci kaskından gelen ışık kameraya yönelip bütün ekranı süt beyazına bularken, filmin bu beyaz kadrajda biteceğini, Yusuf'un 'orada' kaldığını düşünüyorsunuz. Anneden kopuşu, tam bir bilinç düzlemi kaymasıyla yaşayan Yusuf'un, nihayetinde varabileceği son sınıra varacağını; süte batarak onu bekleyen geleceği reddedeceğini, o başka bilinçte sonsuz bir beyaza batacağın!. .. Ama öyle olmuyor; görüntü tekrar beyazdan açılırken, sütten kopup yeniden 'buralarda bir yerlerde' var olmaya devam ediyor Yusuf; Yumurta' da var olmaya devam ediyor. Rüyalarıyla, krizleriyle, anılarıyla arada bir gidip geliyor, ama sahaf dükkanını açmış yaşamaya devam ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, hangi sınırdan döndüğünü hatırlıyor; 'süt'ü hatırlıyor. Belki de Yusuf köpeğin karşısında ağlarken, aslında o anki kaybına değil, geçmişteki asıl kaybına ağlıyor. Yasını tutmanın kolay ve meşru olduğu bir ölüm sayesinde; gizli kapaklı atlatılmaya çalışılmış, insanın bilincine oyunlar oynayan bir travmanın yasını tutuyor. (Yücel Fırat) . "Oraya Buraya Bakan Çocuk", Altyazı, Kasım 2008, sayı 78, sf. 89.}

Dâhiyane bir film üzerine eskiz

Süt gerçekten de şaşırtıcı bir film. Hem itici ve soğuk, hem deha pırıltılarıyla bezeli, Kaplanoğlu'nun önceki filmlerinden belki daha 'zor', ama yine belki çıtayı daha yükseklere çıkaran bir film. Onu artık kesin olarak bir 'auteur', bir yaratıcı sinemacı, bir sanatçı kıvamına ve düzeyine yükselten...Yumurta'nın kahramanı Yusuf'un ilk gençlik yıllarını anlatan bu film, birçok açıdan sürprizlerle dolu.

 Sineması daha kapalı, daha kişisel. Ama aynı zamanda, belki çılgınlık düzeyinde bir sinemasal araştırma tadı içeren bir film. O ünlü ve amiyane deyimle 'film gibi film' arayanlar, aradıklarını katiyen bulamayacaklar, haberleri olsun. Ama, çağdaş sinemayı yalnızca bir cumartesi eğlencesi değil de majör, önemli, özgür ve görkemli bir sanat alanı sayan ve bu alanda yepyeni zihinsel ve estetik jimnastiklere açık olanlar bayılacak.

 Film, Tire kasabasında yaşayan ve sütçülük ve tezgahtarlıkla geçinen Yusuf ve annesinin hemen hiç konuşma, dolayısıyla iletişim içermeyen hayatlarına odaklanıyor. Çeşitli yan karakterler var: Yusuf'un şiirlerini gösterip akıl danıştığı alkolik edebiyat hocası, madende çalışan ve bir araya gelince şiir merakını paylaşan arkadaşı, bir lastik değiştirme esnasında tanıştığı anneyle gizli kapaklı bir ilişki kuran orta yaşlı adam, birkaç komşu, birkaç kısa süreli raslantı... Bunlardan birinin, Yusuf'un askerlik muayenesi için gittiği İzmir'de karşılaşıp randevulaştığı (ama bu randevuya gitmediği) bir genç kız, perdede ise Saadet Işıl Aksoy olması ayrı bir şaşkınlık nedeni: Aksoy, Yumurta'da ileri yaştaki Yusuf'un yıllar sonra kasabaya geri döndüğünde karşılaştığı kadın değil miydi? Yoksa yönetmen, insan, hayatı boyunca hep aynı kadına âşık olur mu demek istiyor? Tüm Kaplanoğlu filmleri gibi varoluşçu sayılabilecek film, daha çok küçük anlara, minik raslantılara, olay parçacıklarına dayalı... Hemen her şey anlatılmaktan çok sezdiriliyor, ima ediliyor. Örneğin Yusuf, annesinin yabancı bir adamla ilişkisini hep küçücük şeylerden bulup çıkarıyor, açıkça hiçbir şey görmüyor. Elbette biz de öyle... Kaplanoğlu imaların, inceliklerin, nüansların adamı. Onda kaba, kesin çizgili, belirli hiçbir şey yok.

Kaplanoğlu genel geçer seyirciyi hayli zorluyor. Hatta belki Meleğin Düşüşü'nden de çok...Örneğin tamamen karanlık saniyeler geçiyor, ya da fonda flu olarak saptanan bir duvar, öndeki iki kahramanın görüntüden çıkmasından sonra yine saniyeler boyu flu olarak gösterilmeye devam ediyor, vs.

 Yönetmen sanki seyircisini sıkı bir sinemaseverlik sınavına sokuyor. Sınavı geçemeyenler, onun için önemli değil. Seyircim az olsun, ama iyi olsun dediğini duyar gibi oluyorsunuz!..

 Buna karşılık, işte o seyirci için kimi görkemli sinema anları var. Baştaki yılan çıkarma sahnesi, evde 'ihaneti keşif' sahneleri, finale doğru avavcı bölümü, gölde dev balığı yakalama sahnesi. Ve madende geçen final. O cılız ışıkların kullanılışı, kameranın bir ara madenci başlığının önündeki parlak ışığa gelip saplanması ve uzun süre ona takılıp kalması... Sonra, yeniden bir genel plana, yani madene ve bir anlamda hayata dönüş. Tek sözcükle, dahiyane.

 İşte böyle bir film Süt. Dediğim gibi, klasik bir eleştiri yapamadım, konusunu anlatamadım. Size daha çok filmin bendeki temel izlenimlerini yazdım. Bu bir tür eskiz oldu, has sinemaseverin üzerinde çalışıp kendi görüşleriyle tamamlayabileceği... Benim yazım bu zor filme bir tür 'giriş' olabildiyse, mutlu olurum. (ATİLLA DORSAY 02.01.2009 Sabah)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder