20 Ekim 2024 Pazar

ŞARKI SÖYLEYEN KADINLAR (2014)

 


Senaryo ve Yönetmen
Reha Erdem Görüntü Yönetmeni Florent Herry Yapım Atlantik Film/Ömer Atay Kurgu: Reha Erdem: Ses Kurgu: Herve Guyader, Oyuncu Seçimi: Eren Kanat, Müzik : Arvo Part

Oyuncular: Binnur Kaya, Aylin Aslım, Kevork Malikyan, Philip Arditti, Deniz Hasgüler , Vedat Erincin

Konu: Muhtemel bir deprem nedeniyle İstanbul’un adalarından birinin boşaltılma kararı alınmıştır. İnsanlar akın akın oradan ayrılırlar ancak küçük bir kesim bu karara uymayarak kalmakta ayak direr. Etrafta kıyamet arifesini andıran bir atmosfer hüküm sürerken geride kalanlar için hayat koşulları günden güne zorlaşacaktır. Film, yaşamları farklı engellerle sıkıştırılmış bir grup kadının, inanç, cesaret ve enerji ile hayatın farklı boyutlarına yaptıkları insani serüvenlerine eşlik ediyor.

 

Şarkı Söyleyen Kadınlar: Saha Seyirciye Kapalı

Kendi zamanını, mekânını ve hatta insanını kurmaya çalışan kıymetlimiz bir yönetmen Reha Erdem. Seyircisi son günlerde Kosmos‘dan Jinn‘e ordan Şarkı Söyleyen Kadınlar‘a doğru kapanan bir üçgen seziyor. Kosmos ve A Ay‘a kadar olan öncesini bi yere koyup ifade gücünü sonrakilerde bulamayanlar var. Jinn ile beraber ormanından, masalından, olağanüstülüğünden sıkılan da.

Reha Erdem’in peşine düştüğü her neyse bakmak, dinlemek, anlamaya çalışmak gerek elbette. Bugüne kadar yaptıklarının hatırına deyip de seyir lütfu saymamalı bu çabayı. Varlığı sinema seyircisine armağan birinin son yaptığına durup bir göz atmalı. Fakat yine de insanın peşini bırakmayan bir duygu var Şarkı Söyleyen Kadınlar‘da. Epik ile gerçekçilik arasında biçimsel sıkışmışlık yaşayan, cümlesini bir türlü toparlayamayan bir film gibi. Halit Ergenç’in “ilahi ses”i ile Adem’in kurtarmaya çabaladığı hayatı arasındaki her şey kuru mizansen sanki. Kadınlar, yaşlı adamlar, zamparalıklar, bir adaya sıkışmış gibi. Adanın sallanmasına beş kala herkes kendi kaderini yenmek uğraşında. Belki de değil. Bir yere kıırdadıkları yok çünkü. “Suyu değiştirilmeyen havuz”un içinde debelenip duran insanların hayatı bu.

Erdem, atmosfer kurmak işimiz diyerek en iyi şekilde besliyor filmini. Mekân, büyük bir kısmı deprem ihtimali nedeniyle boşaltılmış bir ada. Felaket geleceği haber verilen bir yerde ya çaresizler ya da kendini cesur sayanlar hiçbir yere gitmiyor. Cesaret inançla ilişkiliyken, çaresizlik de evinde ölmek duygusuyla yakınlaşıyor. Bu noktada ayrışan karakter Mesut (Kevork Malikyan). Çünkü o politik gerekçelerini de katarak her şeyin adayı bitirmeyle ilişkili bir komplo olduğuna inanıyor. Köpeği, doktor arkadaşı ve ev işlerindeki yardımcısı Esma ile kaldığı yerden sürdürmeye çalışıyor hayatını. Esma ise filmin kıymetlisi. Binnur Kaya’nın canlandırdığı karakter inançları, saf aklıyla filmi bambaşka bir boyuta taşıyıp Kosmos‘la organik bir bağ kurdurma potansiyeline sahip. Mesut’un oğlu Adem (Philip Arditti) ise hayatta kalmak arzusuyla adayı boşaltanların aksine hayat bulmaya babasının evine geliyor. Erdem, senarist tarafıyla güzel bir Adem çizmiş. Erdemli biri değil karakter. Şefkat, pişmanlık, acıma, sadakat gibi duygular da taşımıyor. Taşısa da göstermiyor. Kontrollü biri de değil. Sempati duyulacak hiçbir yanı yok ama varlığını bu haliyle kabul ettirebiliyor. Belki de meziyeti bu.

Filmin karakterleri birbirleriyle konuşmayan daha çok kendi lafını söyleyen insanlar. Güzel bir anlatım dili yakalanıyor bu noktalarda. En çok Mesut, Adem ve karısının (Aylin Aslım) adadaki evde bağrışarak konuştukları anda çıkıyor ortaya bu iletişememe hali. Hatta kadınlar aynı şarkıyı bile söylemiyor birçok yerde. Kendi cümlelerini kurup duruyorlar. Kadın karakterlere yüklediği uhrevi güçler yönetmenin incelikli üslubundan payını alsa da varlığı olağanlaştırmaktan çok olağandışı bir yere taşıyor. O vakit biz “şarkı söyleyen kadınlar”ın bu dünyaya sığamayacak kadar yüce, hayatla yetinemeyecek kadar olağandışı olduğuna inandırılıyoruz. Oysa lazım gelen başka bir şeymiş sanki. Mesela kutsaldan uzakta, daldan düşen elmadan ölüm bulan bir hiçliğin içinde kıymetli olabilmek. O vakit bir kitabın, filmin, hayatın içinde basitçe ama hürmet gören bir varlık gösterebilmek. Yani gündelik ve olağan haliyle. Oysa bu filmdeki kadınlar sert bir gerçekçilik içinde rüyaya yatmış gibi. Acı yüklüler ama hayat buldukları bir koridor var ve ne yazık ki bu koridorda yetinmeyi biliyorlar. Adem’in karısı, Esma ve küçük kadın fedakârlıklar içinde, erdem altında debelenip duruyor. Birine uhrevi bir güç, diğerine dirayet, en küçüğünün payına da kabullenme düşüyor. “İlahi ses” hep onların kulağında sanki.

Cumartesi annesi saydığımız iskelede oturan kadının inlemeleri büyük bir “rahatsızlık”, filmde kurulan hayat ve bizim gerçeğimiz için. O da köşesinde kendi acılı şarkısını söylüyor. Fakat hikâyenin evreninde bir yabancılaştırma unsuru olmaktan, umutsuz atmosferi iskele tarafından destekleyip filme işlevsel bir katkı yapmaktan öteye taşınamıyor. Duygu ile durum arasında koca koca sahneler heba eden, bütün sahiciliklere mesafe koyan bir film bu. Atmosferi, karakterleri var gücüyle alışık olduğumuz hayatın, ilişkilerin, iletişimin zeminini kaydırıyor. Ve ne yazık ki bu zemin bizi tatmin edici bir dünyaya değil gürültülü ve dilini toparlayamamış bir filme taşıyor. Öyle ki seyirci seyirci kalıveriyorsunuz. Çünkü çok konuşuyor film, araya girip iki kelam edecek yer bırakmıyor insana. Oysa gönül yönetmenin zamanında, mekânında kendine de bir yer bulmak istiyor. İstiyor işte, ne yapalım. (Fatma Onat 21 Şubat 2014 Eksi Sinema)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder