31 Mart 2020 Salı

PRENSES (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Sinan Çetin
Kamera: Aytekin Çakmakçı
Müzik: Grup Mihenk
Kurgu: Sedat Karadeniz
Yapım: Ömür Film/Mahmut Hekimoğlu

Oyuncular: Serpil Çakmakiı, Tunç Okan, Mahmut Hekimoğlu, Mehmet Esen, Mustafa Alabora, Talat Bulut, Güzin Doğan, Mehmet Esen, Haluk Yüce

Konu: Tarık, 12 Eylül öncesi adı anarşiye karışmış sol örgüt üyelerinden biridir. Ve yeni bir görev nedeniyle sevgilisi Nevres'le (Serpil Çakmaklı) İskenderun'dan kalkıp İstanbul'a gelirler. Nevres, sevgilisi Tarık'la (Tunç Okan) gizlice yuvalandıkları evin altında oturan fotoğrafçı bir gençle tanışır. Ve fotoğrafçı Selim'le (Mahmut Hekimoğlu) giderek aralarında bir dostluk bağı kurulur. Bu ara Tarık, Nevres'i bağımlı olduğu örgütün içine sokar. O da görev alacaktır. Ne var ki örgüt üyeleri bir kadının bu işe girmesine sürekli karşı çıkarlar. Çünkü Nevres'in kişiliğinden kuşkuludurlar. Ama sonunda Tarık, Nevres'i örgüte kabul ettirebilmeyi başarır. Oysa, ideolojik düşünceye karşı olup ve yalnızca insanlara sevecenlikle yaklaşmayı amaçlayan Nevres'le, fotoğrafçı Selim arasındaki dostluk ilişkisi platonik bir aşk tutkusuna dönüşecek ve birlikte kaçmayı düşleyeceklerdir.

"Prenses"le birlikte 12 Eylülle ve onun toplumumuza getirip götürdükleriyle ilişkili dördüncü film gösterime çıkmış oluyor. "Prensesin, "Sen Türkülerini Söyle" ve "Ses"e kıyastı daha İlginç bir yanı var. O da bu filmin ilk ikisine kıyasla daha somut şeyler göstermesi ve daha somut bir bildiri vermesi. Bu, oldukça önemli... "Prenses", alabildiğine edebi, "kitabi" bir senaryo biçiminde başlıyor. İnsanı ürkütecek kadar!.. Ama bir süre sonra, hem değil mî?) görüntü (veya sinema dili) ön plana geçiyor, hem de bu oldukça süslü iç monologa alışıyorsunuz. Devrimci" bir grubun militanlarından olan ve onu sürekli siyaset, ideoloji, eylem, örgüt konularında eğitmeye çalışan sevgilisi Tarık aracılığıyla örgüte giriyor, hatta ilk eylemlerinde en önemli işi yükleniyorken, bir rastlantıyla tanıştığı uçarı, genç fotoğrafçı Selim de kadına aşık oluyor. Eylemci dostu Tarık, onu ülkeyi kurtarmak için gerekli bulduğu silahlı savaşı-mın içine ve dolayısıyla bir tür intihara doğru çekerken. Selim ona hayatı doya doya yaşamayı, her türlü toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden uzak, yalnızca kendisi ve kişisel mutluluğu için yaşamayı öneriyor. Genç kadın sonunda bir seçim yapmak, iki erkekten, dolayısıyla iki yaşam biçiminden birini seçmek zorunda kalacaktır...

Sinan Çetin'in filmi, söylemek gerekir, ilginç ve yürekli bir film. İlginç, çünkü alabildiğine yapay bir film, kişileri, durumları, tiranı atik gelişimi hemen yalnızca bir tezi, bir görüşü açıklamak, doğrulamak için yaratılmış, kurgusal bir film olduğu halde, Çetin'in sanki soluk soluğa oluşturduğu sineması nedeniyle yaşarlık kazanıyor, sanki yine soluk soluğa izleniyor. Çetin'in sırf sinemasal açıdan ele alındığında, önceki filmlerinden daha düzeyli bir anlatım tutturduğu ve kimi "tikleri"ni bile seyirciye kabul ettirebilecek bir düzeye ulaştığı söylenebilir. En az "14 Numara" kadar "biçimci” olan "Prenses" le, örneğin Nevres'in, bireysel, "küçük burjuva düşkünlüklerini simgeleyen "koltuk sevdası" (bu, politikacılarınkinden farklı bir sevda), sokaktaki vurulma sahneleri (özellikle bildiri dağılan gencin vurul-ması), finaldeki "seçim" bölümü, tadına doyulmaz sahneler.,. Elbette Çetİn'in tüm biçim denemeleri, tüm imgeleri (veya simgeleri) için aynı şey söylenemez. Örnekse, bildiri basmakla Nevres'e basmanın özdeşleştirildiği sahne, en az benim bu cümlem kadar düzeysiz ve bayağı!.. Ama "Prenses" asıl özüyle, içeriğiyle yankı ve tepki uyandıracak bir film... Sinan Çetin gamsız, sorumsuz, şen bir çocuk tavrıyla günümüz Türkiye'sinde dünden bugüne uzanan kimi önemli, yaşamsal sorunlara yaklaşmayı denemiş. (Zaten filmdeki Selim, Sinan'ın kendisi Özellikle 70'lerde ülkemizde de örgütlü mücadelede alabildiğine aşırılıklara gidilmedi mi, "topluma karşın toplumu kurtarmak" idealleri yaşanmadı mı, kimi siyasal öğretiler neredeyse hayatı bilmezden gelerek, dahası hayatı karşısına alarak uygulanmaya çalışılmadı mı diyor Çetin... Ve bunu eleştirmeye, toplumca hep birlikte yaşadığımız korkunç psikozdan, kolektif çılgınlıktan bir yansıma getirmeye kalkıyor. Bu, belki temelde yürekli bir tavır...

Ne var ki Çetin, bunu yapmayı denerken, kolay bağışlanamayacak yanlışlara düşüyor. Geçmişteki örgüt mantığını, siyasal eylemleri eleştirmek bir şey, bunlara toptan bir nefretle yaklaşmak başka bir şey... "Prenses"in gösterdiği, ağzını açtığında yığınsal naralar veya mitralyöz sesleri saçan, örgütlü mücadeleyi, her şeye, aşka, cinselliğe, duyguya, hayatın ta kendisine zıt gören, gencecik bir kıza gözünü kırpmadan ölüme gönderen eylemciler, belki sağda da solda da var oldular. Ama bunlar, tüm bu tür eylemlerin tipik kişileri miydiler, bu tür hasla tipler, tüm bir sol eylemin temsilcisi diye gösterilebilir mi? Ölüme, öldürmeye dur dediği için genel bir onayla karşılanan bir askeri müdahale, özellikle sola karşı tam bir baskı kuran bir siyasal yönetime dönüşmüşse, geçmişteki yanlışları, hem de bu tür sorumsuzca eleştirmenin yeri ve zamanı mıdır diye sorulmaz mı? Eleştiriyle nefret arasındaki ince ayrımdır ki bir insanın son tahlildeki dünya görüşünü belirleyecektir. Üstelik tüm bunların, Selim'in ağzından dile getirilen "Hiçbir düşünce uğrunda ölmeye değmez" cümlesiyle vurgulanması, bırakınız solculuğu, tüm insanlık tarihinin önemli bir bölümünü de yadsıyan bir bencilliğin, oportünizmin dışavurumu olmuyor mu? Velhasıl Sinan Çetin önemli yanlışlar yapmış, Türkiye'deki radikal solun, hatta genel bir ilerici tavrın kolay kolay hazmedemeyeceği bir yemek pişirmiş. Ama bu "Prenses"in de Sinan Çetin'in de yakılmasını gerektirmiyor bizce... Özellikle gerçek demokrasinin kurulması yolunda üstüne önemli bir tarihsel misyonu yüklenmiş gözüken solun, bu aşamada yanlış da bulsa, hatalı da olsa, hiçbir sanat yapıtına öylesine ağır biçimde saldırmasını doğru bulmuyoruz. Sinan Çetin'in "yanlış" filmine, evet bu aşamada "doğru" bir film yaparak yanıt verme olanağı belki de yok. Ama o filmi yapılabilmesine giden yol, Çetin'in ve filmin yakılması isteğinden kesinlikle geçmiyor. Demokratik solun bu konularda sağdan çok daha anlayışlı, hoşgörülü, "tahammüllü" olması gerektiğine hep ve hala inanıyorum. “Atilla Dorsay,” 12 Eylül Yılları ve Sinemamız”


PRENSES SİNAN ÇETİN

Sinemamız 12 Eylül öncesinin ve sonrasının olaylarını ve durumlarını irdelemeye devam ediyor. Şerif Gören'in Sen Türkülerini Söyle, Zeki Ökten'in Ses ve Zeki Alasya'nın Dikenli Yol filmlerinden sonra, şimdi de Sinan Çetin, Prenses ile, sinema literatürümüze "12 Eylül Filmleri" adı altında giren türe bir yenisini ekleyerek, çok yakın geçmişteki olaylara bir kez daha eğiliyor. 12 Eylül filmlerinden ilk üçü 80 öncesi olayları uzantılarını günümüze getirip bir ödeşmeye dönüştürürken, Sinan Çetin, daha öncelere giderek olayların doruk noktasına vardığı yıllarda irdelemeyi, kendine özgü eksantrik düşüncelerle yargılamayı yeğliyor. Diğer bir söyleyişle, içerdeki adamın dışarıdaki serüvenini değil de, dışarıdaki adamın içeri girmeden önceki durumunu bir takım yapay olaycıklar dizilemesiyle kendi tezinin doğruluğuna oturtmak istiyor. Tabii ortaya çıkan da, Sen Türkülerini Söyle, Ses ya da Dikenli Yol filmlerinin kahramanlarının çevresi, kendisi ve ailesiyle olan ödeşmeleri değil, bizzat Sinan Çetin'in kendisiyle ve geçmişiyle olan bir ödeşmesi şekline bürünüyor. Bu ödeşmenin de ne denli sağlıklı olduğunu, filmi irdeleyerek görmekte yarar var.

Prenses'te 12 Eylül öncesinin olaylarını kendine özgü temelsiz ve garip sayıla-bilecek düşüncelerle anlatmayı yeğleyen Sinan Çetin, karşımıza üç kahramanı çıkarıyor. Bunlardan biri Tarık (Tunç Okan). Örgütlenmiş bir sol fraksiyonun eylemci bir üyesi. Sevgilisi Nevres (Serpil Çakmaklı) ile birlikte İskenderun'dan İstanbul'a bir eyleme katılmak için geliyor. Sert, acımasız, Sinan Çetin'in çizgileriyle basmakalıp sloganlarla donatılmış, kelimenin tam anlamıyla beyni yıkanmış bir tip. Kutsal ve bilimsel bir dünya görüşü olan, ama sevgilisinin "kutsal bir şey bilimsel olur mu?" sorusunu yanıtsız bırakarak sevgiyi kökten yadsıyan, tüm bunların ötesinde tecimsel kaygılara göz kırpan, erotik sahnelerde teksir makinesi eşliğinde veya kafada değil,  sevişebilen işte öyle bir adam.

Nevres ise böylesine bir adamın gölgesinde yeterince kişiliğini ortaya koyama-yan, inancından çok sevgisiyle zoraki devrimci olan, kendi halinde bir kadın. Tek hobisi ise, aileden kalma kırmızı bir koltuğu peşinde gezdirmesi. Filmin en ilginç kişisi ise, hiç kuşku yok ki, fotoğrafçı Selim (Mahmud Hekimoğlu). Neyi, niçin savunduğu belli olmayan, yaşamı bir prenses olarak tanımlayıp da ona tapan, ara sıra Nevres'e "Önemli olan insanın güzel günleri gelecekte veya kafasında yaratması değil, yaşadığı anda bulması" ya da "Yalvarırım Prensesim hayata bağlı kalın, size yeryüzün-den de üstün umutlardan söz edenlere inanmayın" gibilerden parlak laflar söyleyen filmin yönetmeni gibi, kendine özgü bir insan.

Böylesine gerçekten soyutlanmış, iğreti, karikatürize, yoz ve abartılmış insanların 12 Eylül öncesinin kavgası içinde ne işleri var diyeceksiniz? Ya da çok yakın bir geçmişe damgasını vuran, her çeşit acıya ve baskıya boyun eğmeden düşünceleri uğruna ölen ya da tutsak edilen insanlar bunlar mı diyeceksiniz? Evet... Sinan Çetin'in 12 Eylül öncesi kahramanları bunlar. Bir çırpıda karikatürize edilen, beyni yıkanmış, sevdikleri kişileri ölüme bile sürüklemekten kaçınmayan, hatta bundan belirli belirsiz zevkler tadan, yaşamsal olan her şeyi yadsıyan; ara sıra "gerçekte savaş yoktu, ama biz ölüyorduk, kurtarmaya çalıştığımız toplumsa bir kenarda bizi izliyordu" gibisinden itiraflarda bulunan sol militanlar böyle çiziliyordu filmde.

Sinan Çetin, yalnızca kişileri mi karikatürize etmişti. Ne gezer "ancak hayata inanmayan insanlar gelecek günleri düşleyerek yaşar "ya da "biz kendi kişiliğimizi bile tanımazken, kendimizi ülkemizin sorunlarını çözmekle görevlendirilmiş buluverdik" gibi yorumlarıyla, geçmiş dönemin tüm savaşımlarımda bir çırpıda silip atıveriyordu. Ona göre, yaşamı yalnızca kırlarda çiçek toplayarak algı-layan, güzel günleri gelecekte yaşanan anda bulan bir düşünce doğruydu. Doğru bilinen bir düşünce uğruna ölmek, acı çekmek, işkence görüp hapishanelere atılmak ise Sinan Çetin'e göre saflık, aldatılmışlık ve neredeyse insanlık dışı bir suç olarak gösterilip tanımlanıyor.

Sinan Çetin, Prenses filminde çok yakın bir geçmişin gençlik olaylarını anlatmıyor; adeta bu eylemleri kökten yadsıyarak, kendisine özgü temelsiz ve asılsız düşüncelerle yargılıyor, bu yargılamanın sonucu, aslında kendi yanlışlarını, kendi düşlerini bir bakıma çürütmeye çalışıyor. Hem de toplumsallığın karşısına bireyselliği, inancın karşısına inançsızlığı, umudun karşısına boş vermişliği önererek. Sık sık yaşamdan söz ediyor ama, yaşamın en ufak bir kırpıntısını bile yakalayamıyor.

İçerik olarak böylesine zavallılıklarla dolu bir film Prenses. Ya sinemasal olarak? O da garipliklerden ve ilkellikten nasibine düşeni almış. Görüntüden çok, senaryo gevezeliğine yer veren, monologlar eşliğinde kartpostalvari görüntüleri ard arda dizen bir sinema dili egemen filme. Sözüm ona geçmişe ironik bir simgesellikle yaklaşmayı deneyen deniz kenarındaki "kelle" esprisiyle stüdyodaki "kurtarma" sahneleri ise kelimenin tam anlamıyla üçüncü sınıf bir gösteri. "İki erkek arasında safını seçmek için sokağın ortasında dakikalarca bekleyen Nevres'in görüntüleri ise, biraz Visconti'nin Beyaz Geceler'inden, biraz da Atıf Yılmaz'ın Selvi Boylum Al Yazmalım'ından esinlenmiş esinlenmiş ne kelime, aynen kopye edilmiş sahneler olarak adeta bir yama gibi kalıyor filmin bitiminde... Sinan Çetin'in filmi, her şeye rağmen, Marx'ın sözüyle başlamakta, Çetin de, Türkiye'deki devrimcilere katılmadığı halde, bir Marksist olduğunu hiç olmazsa ifade etme ihtiyacını duymaktadır. , Güneş, 20 Şubat 1987 ”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder