Powered By Blogger

25 Nisan 2020 Cumartesi

SAHTE CENNETE VEDA (1988)


Senaryo ve Yönetmen: Tevfik Başer
Görüntü Yönetmeni: İzzet Akay
Müzik: Claus Bantzer
Yapım: Emek Film / Türk/Alman ortak yapımı

Oyuncular: Zuhal Olcay , Brigitte Janner, Ruth Olafsdottin, Barbra Monawiecz, Ayşe Altan, Serpil İnanç, Çelik Bilge, Birgül Topçugürler

Ödül:

Strasbourg Avrupa Film Festivali’nde
► Tevfik Başer “Büyük Ödül”

KONU: Elif Almanya'da beraber olduğu kocasını öldürmüştür. Alman kadın hapishanesine kapatılmış ve çevresindeki kadınlarla ilişkiye geçmiştir. Birlikte yaşayıp, birlikte çalışır, aynı sorunları paylaşır. Anlaşabilmek için Almanca öğrenir. Dışarıdaki toplumun baskısından da kurtulmuştur. Böylece yavaş yavaş kendi kişiliğini bulmaya başlar. Bir gün tutukluluk süresi biter, ancak dışarıya çıkma cesareti yoktur. Çünkü ya Türkiye'ye gönderilecek ve orada ikinci kez tutuklanacaktır, ya da kocasının kan davalılarınca yakalanacak ve öldürülecektir. Elif, bileklerini keserek ölümü tercih ederse de gardiyan kadınlar tarafından kurtarılır. Artık Elif kendisi için tehlike dolu dış dünyanın kapısı önündedir. Akrabalarının yanında bulunan iki çocuğunu yanına alarak, onları büyütmeyi istemektedir. Acaba Elif'in gücü yetecek midir? Elif'in kişiliğini, umutlarını, korkularını ustaca canlandıran Zühal Olcay'ın bu filmdeki oyunu gerçekten mükemmeldir.
* "Yaşamadan Ölen Kadınlar" adlı romandan uyarlanan film, Almanya da yasayan Elif’in, kocasını öldürdüğü için 6 yıl ceza alarak hapse girmesini ve dilini bile anlamadığı bu ülkenin cezaevinde yaşadığı korkular ve buradaki hayatı anlatılıyor. Yabancı bir ülkede suçlu olmak, göçmen olma psikolojisi ve yabancı düşmanlığı Zuhal Olcay’ın muhteşem oyunculuğuyla anlatılıyor. Cezaevine girene kadar birey olduğunu, kadın olduğunu hissedememiş olan Elif, burada Almanca öğreniyor, çalışıyor, kitaplar okuyor, yeni insanlarla tanışıyor, hatta erkekler koğuşundan sevgilisi bile oluyor ve sürekli mı? mektuplaşıyorlar. Kocasının kardeşleri ise onu öldürmek için hapisten çıkmasını bekliyorlar. Filmin konusu gibi dikkat çekici olan adı aslında çok önemli bir soruyu içeriyor: Elif’in zorla konulduğu yer mi gerçek hapishane yoksa baskıcı çevresinin etrafına ördüğü duvar mı?

* Sahte Cennete Veda bizlere, çöküşün, intiharın eşiğinde bir Elifi göstererek başlıyor. Sonra bir geriye dönüşle Elif’i hapse düştüğünün ilk günlerinden itibaren tanımaya başlıyoruz. Daha önceki yaşamına, cinayete, onun nedenlerine ve oluşumuna pek değinilmiyor (ancak birkaç kırık dökük sözcükle). Başer, çok akıllıca bir seçimle, bizlere kocasını öldüren bir kadının değil, kendisini, birden dilini anlamadığı, kültürünü bilmediği, tümüyle yabancı bir çevrede bulan bir kadının öyküsünü anlatmayı seçmiş. Öykünün çıkış noktasını olduğu gibi varış noktasını da çok iyi belirlemiş olması, bizlere pek bir gereksiz, fazladan kare bile içermeyen, çok ekonomik ve işlevsel bir film getiriyor.

Elif, tüm kırılganlığına, çaresizliğine karşın çökmüyor, yavaş yavaş duruma uymaya ve iletişim kurmaya başlıyor. Önce biraz Almanca öğreniyor; derdini rahatça anlatacak kadar... Sonra çevresinde dostlar ediniyor, karşıdaki erkekler koğuşunda yatan bıyıklı ve onurlu bir Türk mahkumla duygusal bir yakınlık kurmayı bile başarıyor. Ancak ağabeyinin, nadir ziyaret saatlerinin birinde biraz açık bir giysiyi bahane ederek "orospu" muamelesi yaptığı, çocuklarını doğru dürüst göremeyen, çıkışında Almanya' da kalma şansı olmayan, ülkesine döndüğünde ise yeniden yargılanıp yeniden mahkum olacağını düşünen Elif (Almanya'da sadece 6 yıl ceza yemiştir), sonunda tam bir bunalıma giriyor.

Tevfik Başer'in bu ikinci filmi kesinlikle gösteriiyor ki Başer bir ayrıntılar, nesneler, atmosferler yönetmenidir. Gerçek olayların gerçek kişilerini anlatırken ve bizlere Almanya' da kırsal kesim Türk kadını üzerine çeşitlemeler sunarken kişilerin ruhsal değişimlerine ve yaşadıkları dramı ortaya çıkarmaya verdiği önemi, ele aldığı dar mekanların öyküdeki işlevine, nesneler ve madddi çevre dünyasına da aynı ölçüde vermektedir. Böylece Başer'in filmlerinde insanlar, çoğu Türk filmlerinin aksine, çevreyle tam bir ilişki, tam bir alışveriş kurmakta ve öykümekan ilişkisi hiçbir yadırgatıcılık veya yapaylığa yer bırakmadan gelişebilmektedir.

Başer'in dünyasının kısıtlı, giderek kısır olduğunu söyleyenler olabilecektir. Ama ben bunlara katılmıyorum. Önemli olan, yönetmenin anlatmak istediği şeyleri çok iyi seçmiş, saptamış olması. Almanya'daki kırsal kesim Türk insanı (kadını veya erkeğiyle) daha sayısız konunun ve dramın malzemesi olabilir. Başer, iyi bildiği bir çevreyi, sorunları anlatmayı seçiiyor. Ya ne yapsaydı? "Almanya'da bir Türk yönetmeninin yaratış sorunları" mı anlatsaydı sözgelimi? Ayakları yere basan bir yönetmen Başer... Ve kendi dünyasını kurmakta oldukça başarılı bir yere gelmiş durumda ... Sahte Cennete Veda, bir "kadınlar tutukevi" deyince akla gelebilecek (ve örneğin bir Hollywood'un eşsiz örneklerini verdiği ve de verebileceği) sansasyon, erotizm, şiddet vb. öğelere hiç yüz vermiyor. İnsanlar arası iletişimin, sevginin mümkün ve de gerekli olduğunu savunan, olası bir TürkAlman çatışmasına, olası ırkçı davranışlara yüz vermeyen film, bu yanıyyla Tunç Başaran'ın Uçurtmayı Vurmasınlar'ına büyük ölçüde yaklaşıyor. Biraz fazla iyimser mi? Uçurtma için düşünüldüğü gibi bu film için de belki düşünülebilir... Ama bu iyimserlik, sonuç olarak umutlu bir bildiriye, bir yaşama mesajına dönüşüyorsa ve sonuç olarak, öylesine karanlık bir ortamda bile bir umut ışığı ufukta beliriyorsa, buna karşı çıkmak kolay Tevfik Başer, aslında alçak gönlü ve yalın bu filme yer yer ustalıklar, incelikler yerleştirmesini de bilmiş. Örnekse, erkek mahkumun ziyaretini, konuşma yerine yanda çalan bir akordeonun müziğiyle eleştirmesi veya finale doğru intihar girişimini tümüyle sessiz vermesi gibi bölümler oldukça etkileyici. Sevgili İzzet Akay'ın "gurbet elleri"nde bu kaçıncı başarılı çalışması? Akay'ın görüntüleri, Claus Bantzer'in müziği, tüm bir yardımcı oyuncular kadrosu, Zuhal Olcay'ın başroldeki şaşırtıcı oyunuyla birleşiyor ve çok anlamlı, çok yöne çekilebilir adıyla bu Sahte Cennete Veda'yı görülmesi gereken bir film haline getiriyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 130 ”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder