Powered By Blogger

25 Kasım 2022 Cuma

YOLCU (1993)

Senaryo ve Yönetmen: Başar Sabuncu Nazım Hikmet’in “Yolcu” isimli eserinden), Görüntü Yönetmeni: Hüseyin Özşahin, Yapım: Belge Film/Sabahattin Çetin Yönetmen Yardımcıları: Ayşegül Gökçe, Ümit Ziya Işık, Sanat Yönetmeni: Mete Yılmaz, Kurgu: Aytuğ Aydın, Yapım Sorumlusu: Veli Salman, Set Ekibi: İsmail Kündem “Şef”, Recai Sümer, Ahmet Topal, Hikmet Dilaver, Işık Ekibi: Hayri Çölaşan “Şef”, Ata Kaygusuz, Yaşar Ünlü, Kamera Ekibi: Hüseyin Devrim “Görü.Yön.yard.”, Yusuf Güven “steadycam”, Atilla İpek “dolly/cinejyb”, Yerinde ses Kayıt: Engin Apak, Makyöz: Arzu Tatarer, Set Fotoğrafçıları: Fethi Çelebi, Hüseyin Öğretmen, Jeneratör Operatörü: Halil İbrahim Boz, Ulaşım: Behçet Özbek, İlhami Ataseven, Musa Güleç, Negatif Yıkama: Yener Tomaç, Köksal Baytemur, Deniz Toker, Yusuf Katı, Negatif Kurgu: Beylan Ünal, Bilgi Kalebek, Proses Kontrol: Handan Erdoğan, Mustafa Polat, Laboratuar Sorumlusu: Gülseren Öz, Stüdyo ses Kayıt: Said Ildız, Stüdyo Efektleri: Sudi Yılmaz, Atilla Ertüz, Doğal Efektler: Hüseyin Yazıcı, Korkmaz Çakar, Aktarma: Birol Bıçakçı, Uğur Demet, Miksaj: Selahattin Sepçi, Seslendirme Yönetmeni: Rıdvan Çelebi, Mustafa Aslan, Ud


Sanatçısı:
Serkan Ün, Optik Kayıt: Erkan Esenboğa, Optik Yıkama: Ekrem Şen, Arif Şengül, Renk Düzeltme: Türker Vatan, Uğur Orbay, Kopya Baskısı: Veli Burç, Uğur Orbay, Jenerik: Özkan Sevinç, Semiha Sevinç, Müjde Ar’ın Giyimi: Annie G. Pertan, Afiş Fotoğrafı: Ersin Pertan, Afiş: Yurdaer Altıntaş (“TRT ve Şafak Film stüdyo ve laboratuarlarında işlenmiştir)

 Oyuncular: Tarık Akan, Halil Ergün, Müjde Ar, Berhan Şimşek,

Konu: Gençlik yılları İstanbul’da geçiren makinist 1. Dünya Savaşı sırasında doğuda bir istasyona istasyon şefi olarak atanır. İstasyon şefi, eşi ve makasçı aynı evi paylaşır. İstasyon şefinin karısı bu ücra hayattan sıkılır ve sürekli kaçma planları yapar be bir gece makasçıyla kaçmaya karar verir. Kardan dolayı gidemezler, geri dönerler. Bu üç insan birbirinin neler yaptığını ve düşündüğünü bilir. İstasyon şefi karısının kendisini makasçı ile aldattığının farkındadır. Köyüne dönerken atı yaralanan bir asker istasyon şefinin evine sığınır. İstasyon şefinin karısı bu sefer de bu askerle kaçmak ister. Asker kadının tavrından rahatsız olur ve biran önce yola koyulmak ister. Bir gece istasyon kasasındaki altınları çalmak için eşkıyalar evi basar. Lakin kasada hiç para yoktur. Eşkıyaların sıktığı kurşunlardan biri istasyon şefine isabet eder. İstasyon şefi ölür. Baharın gelmesiyle karlar erir, savaş devam eder. İstasyon şefinin karısı ve makasçı askerlerle birlikte trene binerek bu doğu istasyonundan ayrılır.

ÖDÜL:

30. Antalya Altın Portakal Film Fesstivali'nde (1993)

► Müjde Ar "En İyi kaadın Oyuncu".

SİYAD (Sinema Yazarlaarı Derneği"nin seçiminde (1994)

► "En İyi 3. Film",

Kültür Bakanlığı (1994) "Sinema Başarı Ödülü".

Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1994)

► Halil Ergün "En İyi Oyuncu",
     6.Ankara Uluslararası Film Festivaali'nde
    ► Berhan Şimşek "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu".

&  Kargadan başka kuş tanımam. Nazım, dendi mi, önünde kafamla eğilirim. Bu bakımdan benim gibi düşünen pek çok kişinin merakla beklediği Yolcu vizyonda. Ne mutlu Nazım'a... İnşallah sıra vatandaşlıkta. Ama sonuç da ortada. Yönetmen Başar Sabuncu, filmin galasında, "İlk Nazım oyununu Şehir Tiyatroları'nda ben sahneye koydum. Sonra da bedelini 1402'lik olarak ödedim. Bakalım, bunun bedelini nasıl ödeyeceğim." diye konuşmuştu. Sanıyorum bedel, gala sonrası konuştuğum pek çok kişinin paylaştığı ortak görüş ve seyircinin ilgisi. Nitekim Yolcu'nun vizyon gördüğü hafta sonu üç gün içinde 1000 kişi izlemiş. Bunu izleyen günlerde bir seyirci patlamasını beklemek ise hayal.

Ben bir film eleştirmeni değilim, hatta eleştirmenlik kurumunu kabul etmekle birlikte eleştiri yazanların bu cesareti nereden aldıklarını hala anlamış değilim. Yolcu ile ilgili ilk yazı Antrakt'ın Haziran sayısında çıkmıştı. Tesadüf, aynı sayıda "Beğeninin kişiselliği ve film eleştirmenleri" başlıklı, yukarıda değindiğim konuyu ele alan bir yazı yer almıştı. Şimdi, yaratıcılarının affına sığınarak, çünkü çok iyi biliyorum hangi zor koşullarda gerçekleştirdiler bu filmi ve ne kadar iyi niyetliydiler bir iki eleştirel laf etmek istiyorum.

Anladığım kadarıyla film yapımcılarının geniş seyirci kitlelerine ulaşmak gibi bir dertleri yok. Yönetmen Sabuncu Antrakt'ın Haziran sayısında yer alan söyleşisinin bir yerinde şöyle demiş: "Taşyerinde ağırdır. Kişilikli, sahici her sinema seyircisini er geç bulur gibime geliyor. Türk sineması zamanında hor gördüğümüz kimi dönemlerde bunu başarmıştır üstelik. 'Daha önce hiç çekilmemiş planlar, hiç kullanılmamış sahneleri' bira reklamcıları düşünsün." Ben hala yüzlerce yapımı hor görenlerdenim ama "sahici sinema er geç seyircisini bulur" kaderciliğine de katılmıyorum. Sadece Nazım'ın adının bir filmi seyredilir kılamayacağı, seyirci sayısıyla ortada. (Filmin gösterime girdiği hafta sonu, İstanbul'da toplam 2300 kişi izledi Yolcu'yu. Bu da, seans başı ortalama 2025 kişi demek.) Sorun, bir tiyatro oyununu, sinemanın sağladığı dehşetli olanakları hiç kullanmaksızın peliküle aktarılması sorunu. Hem de "sinema yapmaya" elverişli sahneler çekmeye elverir olanaklar tanımasına rağmen. Sinema tarihi, tek mekan, sınırlı sayıda oyuncuyla yapılmış seyrine doyum olmayan tiyatro uyarlamalarıyla dolu. Hatta bazılarında kamera o ana dek mekandan hiç çıkmamasına rağmen ortada "sinema" vardı. Yolcu'da kimi sahneler var ki çok üzüldüm.

Örneğin Tarık Akan ve Müjde Ar bir gece yarısı kaçmaya kalkışırlar. İstasyondan uzaklaşırlar. Fakat gece, kar ve kurtlar onları geri dönmeye zorlar. Oysa filmde ne gecenin, ne karın, ne de kurtların altı çiziliyor. Neredeyse geçiştiriliyor

Bir başka örnek: Filmin finalinde istasyon sarılıyor. Peki kim sarıyor, nasıl sarıyor, dışarıda ne oluyor, kaç kişiler, hiç yok. Dolayısıyla da seyirci finale uyuz uyuz bakıyor, çünkü seyretmek eylemini boşlamış. Aynı örnekleri, bu filmle Altın Portakal kazanan Müjde Ar'a aktardım. O da daha senaryo safhasındayken benzer görüşleri Başar Sabuncu'ya aktarmış... "Fakat bu onun tercihiydi, bu filmi böyle çekmek istedi" diye anlatıyor. Hal böyle olunca, aynı şeyleri Başar Sabuncu'yla tartışmanın bir anlamı yok diye düşündüm. Seyircinin ve eleştirmenlerin bir filmi beğenip beğenmeme özgürlüğü olduğu gibi, bir yönetmenin de elindeki senaryoyu şöyle veya böyle çekme özgürlüğü var.

Filmin senaryosunu okumadım. Ancak Müjde Ar, Arabesk'ten bu yana, tam üç yıl sonra bir kez projeyi beğeniyor ve yer almak istiyorsa hatta aldığı paradan çok harcama yapma pahasına ortada iyi bir metin var, demektir. Sinemada geçerli bir söz var: "İyi bir senaryodan iyi bir film çekmek mümkün, ama kötü bir senaryodan asla iyi bir film çıkmaz." Ama…

Ben filmi AKM'nin büyük salonunda izledim. Yaratıcıları adına üzücü, ses çok kötüydü. Hele sonunda tamamen kesildi. Allahtan İngilizce alt yazı vardı da duyamadığımız yerleri okuduk. Bu bir seferliğe mahsustu. Ama özellikle Allah'ın dağında, çıt çıkmayan bir yerde film çekme olanağı elde ediyorsunuz ve sesli çekmiyorsunuz. Bu olacak iş değil.

Ne elim varıyor, ne de cesaretim. Yolcu'yla ilgili daha fazla laf etmeye izin veriyor. Sözü "Beğeninin kişiselliği ve film eleştirmenleri" başlıklı yazıyla bağlamak istiyorum:


"Bir insanın, bir başkasına herhangi bir film hakkında yapacağı tavsiyenin hiçbir anlamı yok... Sinema yazarlığını da tartışmalı bir uğraş haline getiren de tam burası. . . " Kaldı ki ben, "siz beni dinlemeyin, gidin Yolcu'yu izleyin" diyorum; en azından Nazım'ın bir eseriyle tanışın! (Turgut Yasalar “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 1993 Sayı: 2

" Aynı tarzda ki bir başka film ise Başar Sabuncu'nun Yolcu adlı son çalışması. Yolcu Nazım Hikmet'in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış, daha doğrusu uyarlanmaya çalışılmış. Ama bunda pek başarı sağlandığı söylenemez.


 Başar Sabuncu'nun tiyatro kökenli bir yönetmen olmasından mıdır nedir, film "televizyonda tiyatro" tarzında bir çalışmaya benzemiş. Daha 10'uncu dakikasından itibaren "esnemeler" başlıyor. Ne yalan söyleyelim, insan filmin sonu gelsin diye neredeyse "adak" adayacak. Tarık Akan, Müjde Ar ve Halil Ergün'ün varlıkları bile Yolcu'yu kurtarmaya yetmiyor. Berhan Şimşek'ten ise söz etmeye gerek yok. Çünkü filmin sonunda ortaya çıkıyor, oynuyor ve gidiyor. TRT bu filme de ortak. Çünkü, bol bol "kara tren" var. Kültür Bakanlığı da yine yüzlerce milyonu ile "Yolcu"nun ortakları arasında. Filmin tam olarak maliyetini bilemiyoruz ama 3 milyar civarında olduğu söyleniyor


Yolcu'nun neden bu denli başarısız olduğunu kestirebilmek güç. Bunun bir çok nedeni olabilir. Anlaşılması asıl güç olan Yolcu'nun neden sinemaya aktarılmaya çalışılması. Karla kaplı bir dağ başında adeta birbirlerine "mahkum" edilmiş biri kadın ikisi erkek üç insanın yaşadığı olaylar bu denli "can" sıkıyorsa ortada gerçekten "önemli" bir sorun var demektir.

O sorun da yukarıda sözünü ettiğimiz "anlatım" sorunudur. Yolcu bir edebiyat uyarlamasıdır ve edebiyat uyarlamaları "birebir" yapılır diye de bir şart yoktur. Oysa Başar Sabuncu, sinemaya aktarılması oldukça zor olan Yolcu'yu aynen ele almış ve filme çekmiş. İşin ilginç tarafı bunu yaparken de kendinden hiç bir şey katmamış. Oysa Yolcu'dan yola çıkılarak ve hikayenin özüne sadık kalınarak çok daha "hoş" ve rahatlıkla izlenebilir bir film yapılabilirdi.

Hepsi bu kadar da değil. Filmin bir de "müzik" sorunu var. Her nedense Yolcu müziksiz bir film. Oysa "mekan" ve "tempo" konusunda belli bir "kısırlık" içindeki bu tür filmlerde "müzik" çok önemli bir yer tutar. Hatta "müzik" yerinde ve gerektiği şekilde kullanıldığında bir filmin oyuncuları kadar önem arz eder. Ama Yolcu bu konuda oldukça şanssız. Bir müziği bile yok. Onun yerine bol "eko"lu ve kulakları "tırmalayan" ses efektleri var. Özellikle kapalı mekanlardaki ayak seslerinin en "ilkel" metotla yapıldığı apaçık ortada.

İşte bu gerçeklerden sonra Türk Sineması'nın hala en büyük sorununun "maddi" konularda olduğunu iddia edenlere şunu söylemek istiyoruz. Artık ihtiraslarınıza "gem" vurun. İnsanları kandırmaktan ve enayi yerine koymaktan vazgeçin. Çünkü sizler bu işi kıvıramıyorsunuz.


Bir işi "becerememek" ayıp değildir. Ama "beceremediğini" bile bile "becerdiğini" iddia etmek "ayıp"tır, "günah"tır. Yaptığınız filmler ortada. "Ciyak, ciyak" bağırıp, "çabalama kaptan, ben gidemem" diye inliyorlar. Seyircinin istediğine "kulak" vermediğiniz sürece de bu böyle devam edecek. Her şeyi tadında bırakmakta fayda vardır.


Aksi taktirde "elin oğlu" filmleri ile bu seyirciyi daha çok oyalar durur. Unutmayın ki seyirciyi "yabancı" filmlerin kucağına sizler ittiniz. Geri almak da sizin göreviniz. Ama bu mantıkla işinizin "çok zor" hatta "imkansız" olduğunu da bilin. Kısaca ya seyirciyi "adam" yerine koyup, istediğini verin, ya da alın filmlerinizi çekin gidin. Bizden söylemesi.


Dahası, sizin yüzünüzden "hasta adam" haline gelen Yeşilçam, şimdi "devlet"in verdiği "para" ile moral bulup, "yoğun bakım"dan çıkmış hasta misali "pembe nevresimler" içinde bir "nekahat" dönemi yaşıyor. Ama ayağa kalkacağı yok. Zaten bu yaştan sonra ayağa kalkıp da ne yapacak! Nasıl olsa "ekmek elden, su gölden". Hani tabiri caizse "yediği önünde, yemediği ardında". Ama "kaz'ın ayağı öyle değil" Yapılan filmleri gördükten sonra, insanın ister istemez içi sızlıyor. Zaten sızlamaması da mümkün değil. Sonuçta o paralar "bizim" paralarımız, halkın paraları. Ortada böylesine "bariz" bir gerçek varken, " vergi"si her ay "tıkır, tıkır" tahsil edilen bir vatandaş olarak, bu filmleri eleştirmek herhalde "en doğal" hakkımız olmalı. Artık "hamamı da, tası da" değiştirmenin zamanı geldi (Nejat Çelik “Antrakt Sinema Dergisi” Haziran 1993”


& Anadolu'nun ıssızlığında, karlar ortasında yitip gitmiş o izbe istasyon, "çölün ortasında demir atmış bir gemi" gibidir. Bu gemide, üç insanın yazgıları birbiri içinde örülüdür. 'Harbi Umumi'de bir gözünü, tüm parasını ve geleceğe olan inançlarını yitirmiş, ama gönlünün derinliklerinde namusunu ve umudunu bir gömü gibi saklamış istasyon şefi, tam bir halk adamı olan iriyarı ve topal makinist, bu iki erkeğin arasında, doğanın en zor koşullarda bile varoluşunu sürdürmesi için bin bir işve, hile ve oyunla donattığı, okuması yazması olmayan, en doğal tepkileri içinde yaşamaya ve direnmeye kararlı bir kadın ...

Uzakta bir yerlerde çakan şimşekler, patlayan gök gürlemeleri biçiminde yansıyan, zaman zaman geçip giden trenlerdeki yaralı askerler, başlarını göğe dikmiş toplar, yığılı silahlarla da kendisini gösteren bir ölüm kalım savaşı... Ve bu savaşın bağrından kopup gelmiş bir Kuvayı Millîye askerinin, dış dünyadan kendilerini tümüyle soyutlamış, kadın erkek ilişkilerinin aşk, tutku, şehvet, kıskançlık, çıkar gibi değişmez düğümleri içinde birbirlerini yiyip duran bu üç kişinin yaşamına getirdiği değişiklik ...

Yolcu, bunları ve başka şeyleri içeren bir Nazım Hikmet oyunu... "Sinemaya uygun" mu? Herhangi bir tiyatro yapıtından ne daha çok, ne de daha az... Başar Sabuncu'nun böyle bir işe sıvanması ve ilk kez Nazım'ın bir oyununu sinemalaştırmaya gitmesi (hem bizde, hem dünyada ilk kez), öncelikle altı çizilmesi gereken bir davranış Daha da ötesi, Sabuncu bu işi başarmış. Çok kolay unutuverdiğimiz yakın tarihimizin yaşamsal bir anı üzerine bu oyunu, yine çok kolay unutuverdiğimiz edebiyat birikimimizin tozları arasından çekip çıkarmış, yaşayan, güncel, sürükleyici bir iç mekan serüveni haline getirebilmiş. Antalya Şenliği'nde hepimizin o telaş içinde biraz harcadığı, hakkını yediği bu filmi ikinci kez, festival telaşından uzak olarak izleyince, başarısını daha iyi kavradım.

Sabuncu, alabildiğine yalın, ekonomik bir sinema gerçekleştirmiş. Müzik bile kullanmamış, doğanın sesini fona yerleştirmekle yetinmiş... Aşırı kamera hareketlerinden, sinirli bir kurgudan kaçınmış ... Askerlerle geçen tren motifini bile çok tutumlu biçimde kullanmış. Çok az şeyin, bu kapalı mekan dramına, tüm gücünü insan kişiliğinin özelliklerinden, ama bir ölçüde de yaşanan tarihsel anın fondaki gelişmelerinden alan bu psikolojik öykünün iç mantığına müdahale etmesine izin vermiş ...


Sonuç: Yapıta asla ihanet etmeyen, yalın, ama etkileyici bir film... Nazım'ın "bahtiyarlık tarifi" veya Tevfik Fikret'i değerlendirmesi gibi, benzersiz bir dille verilmiş yaklaşımları, bu filmi izlemek kadar "dinleyeni" de önemli ve ilginç kılıyor. Kişisel yaşam ile toplumsal yazgıların kesişmesi, oyundaki gücünü koruyor, giderek sinemadan da destek alıyor. Kuşkusuz, oyunun ve giderek tiyatronun doğası gereği, belli ve kaçınılmaz bir durağanlık ise, dikkatli ve sinemasever seyirciden belli bir hoşgörü ve dikkat yoğunluğu bekliyor.

Filmin dört oyuncusu da süper!... Benim gözdelerim, özellikle çok sağlam oyunuyla Halil Ergün ve Müjde Ar... Müjde'yi öylesine özlemişiz ki, onun dönüşüne doğrusu bayram etttik ... Umalım ki sevgili Müjde, bu dönüşü "daim" kılsın ve ancak onun canlandırabileceği böylesine kişiliklerden sinemamızı yoksun bırakmasın... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 155”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder