Powered By Blogger

10 Aralık 2022 Cumartesi

 

AŞK ÜZERİNE SÖYLENMEMİŞ HER ŞEY (1995) 

10 yapımcı yönetmen tarafından kurulan Sinema Vakfı’nın Sevgi ve Hoşgörü temaları üzerine, birbirinden bağımsız 5 kısa öyküden oluşan filmlerin ilk parçası.

 Neler söylenmedi neler... Bir vakıfla alay edildi, batan bir sinemayı bir vakıf mı kurtaracak dendi, onlar sinemayı kurtarmak istiyorlarsa önce film yapmayı bıraksınlar diye sataşıldı. Kırk yılın başı bir konuda, hem de temel bir konuda anlaşıp bir araya gelebilmiş, aslında sorunlu ve bölünmüş bir camiaya destek olunacağına köstek olundu. Her alanda ancak böylesine beraberliklerle, güç ve irade birliğiyle sonuca belki yaklaşılabileceği göz ardı edildi.

Bu eleştirilerin, kötü niyetli olanlarının dışında, belki içerdikleri kimi gerçek payları vardı. Sinemayı elbette bir vakıf kurtaramazdı, ama böyle bir örgütlenme, sinemayı kurtaracak bir seferberliğin başlangıcı olabilirdi. Sinemamızın artık fazlasıyla yaşlandığı, ihtiyacı olan taze kana kavuşamadığı, son yıllarda filmleriyle nasılsa çıkış yapabilen biriki yönetmen dışında gençlere şans tanımadığı da doğru olabilirdi.

Ama eskilerin tümüyle işi bitmiş miydi, Türk sinemasının sesi soluğu tükenmiş miydi, almış başını giden Amerikan sineması karşısında sinemacılarımızın yapacak işi, söyleyecek sözü kalmamış mıydı? Böyle düşünenlerin, galada olmalarını isterdim. Hem beyazperdeye yansıyanların güzelliği, hem o coşkulu medya ilgisi, hem de tüm bu isimlerin bir araya gelebilmelerindeki heyecanı tatmaları için… ”Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 151”

& Film çekmeyi sürdürürken, yönetmenlerimizden bir bölümünün çalışmalarını kapsayan 10 kısa filmi bir arada görmenin doĞrusu çok yararı var. Yönetmenlerin ortak eğitimleıi, alışkanlıkları, eksikleri, görülebiliyor. Diğerlerine kıyasla daha başarılı duranlar da dahil, 10 filmde de görülen yetersizliklerin en başında, artık klasikleşmiş "kötü senaryo sorunu" duruyor.

 ( ... ) Ne yazık ki öykülerin neredeyse tümü başarısız. Önemli bir bölümü, seyircinin hiç ilgisini çekmiyor, çünkü yüzlerce filmde gördüğümüz insanlık durumlarını yineliyorlar. Bu sorunun, aynen diğer ortak hatalar gibi, yönetmenlerimizin, dünya sinemasından kopuk olmalarıyla ilintili olduğunu düşünüyorum. Okumayan, izlemeyen, dünya sinemasında olup bitenlerden bihaber ve daha önemlisi seyircisini hiç tanımayan 10 kişi bir araya gelince, çoğunun başarısızlığı, en temel noktadan, yani seçtikleri öyküden başlıyor doğal olarak. Usta senarist sayısının çok düşük olduğu bir ülkede, bu işe gerçekten yeteneği olanlar da dar zamanda ve iki kuruşa çalıştırılınca, başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Buna bir de, yönetmenlerimizden bir bölümünün, kim bilir hangi veriden hareketle kendisinin çok iyi bir senarist olduğunu sanmasını eklerseniz, 10 filmin tam sayı vermek gerekirse 7 sinde kötü senaryolar izlemeniz doğal.

10 filme bakılınca, garip bir gerçek göze çarpıyor: Türk sinemasının ciddi bir dar boğazdan geçtiği bu yıllar boyunca, geçmişte iyi işler çıkaran isimler de körelmiş, adeta "sinema"yı unutmuşlar ... Vakıf yönetmenlerinin, sinemanın en temelde, görselliğe ve dramaturjiye dayalı olduğunu, seyircinin öncelikle "seyir zevki"nin peşinden koştuğunu "unutmuş" oldukları ortada Hangi konuda, hangi olanaklarla çekilirse çekilsin, kim yönetirse yönetsin, dünyada, seyircisiyle iletişim kuramayan, izleyenin kılını bile kıpırdatmayan bir filmden daha kötüsü olamaz. Senaryo biraz etkileyici, yönetmen biraz yaratıcı olursa, kötü oyunculukları, teknik yetersizlikleri affetmeye eğilimlidir seyirci, yeter ki, filmi görmekten bir kazancı olsun, verdiği paranın, ayırdığı zamanın karşılığını alabilsin.

Bu 10 filmin önemli bir bölümü oyunculuktan kurguya, öyküden görüntüye, bir filmi oluşturan tüm öğeler bakımından, en alt düzeyde bir seyir zevki bile veremiyor.

Vakıf filmleri, sinemamızın başarılı olduğu genel kabul gören alanlarda da durumun pek parlak olmadığını ortaya koyuyor: Sinemamızın, güçlü oyunculara sahip olduğu, filmlerimizin en başarılı tarafının bu olduğu söylenirdi ya, buyurun izleyin bakalım, bu 10 filmdeki 30'a yakın başrolden kaçı başarılı? ..

Son dönem sinemamızın onulmaz hastalıklarından birine, bu 10 filmin birkaçında da rastlıyoruz. Yönetmenlerimiz nedense çizdikleri karakterlere "entellektüel" diyaloglar yazmayı, filmlerinde ciddi felsefi konulara girmeyi kendilerine görev edinmişler. Sinemada felsefenin, ancak "görüntüler aracılığıyla" yapılabileceğini, iki insanın karşılıklı durup, kötü diyaloglarla yaşamın anlamını tartışmasına sinema denemeyeceğini bilmedikleri için, görevlerini başaramıyorlar tabii ki.

Herhalde bu entellektüel amaca uygun olsun diye, karakterlerini de çoğunlukla aydınlar arasından seçiyorlar. Yazarlar, müzisyenler, tiyatro oyuncuları perdede resmi geçit yapıyor. 10 filmin bir başka ortak özelliği, çoğunun "uzatılmış" olması... Çağdaş sinema dili öylesine gelişmiş bir noktada ki, bu 10 öykünün çoğunu, 5 dakika uzunlukta bile çekmiyor kimse artık. Örneğin "Ona Sevdiğimi Söyle"deki bir öykü, 2 dakikalık kliplerde, 40 saniyelik reklam filmlerinde, hem de hiç diyalog kullanmadan rahatlıkla anlatılıyor . (Tamer Baran Amntrakt 98/97 yıllığı)

 

1.Buluşma (Ömer Kavur),

2. Monte Kristo (İrfan Tözüm),

3.Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli),

4. Ay Hikayeleri (Erden Kıral),

5. Hep Aynı (Zeki Ökten), Yapım: Sinema Vakfı

 

1) BULUŞMA Senaryo ve Yönetmen: Ömer Kavur, Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlüt Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Zühal Olcay, Lale Mansur, Cüneyt Türel, Nüvit Ozduğru

Konu: Aynı erkeğe farklı dönemlerde aşık olmuş iki kadın, adamın ölümünden üç yıl sonra mezarı başında karşılaşırlar.

¸ Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşeyi söyleme sayındaki ilk 5 filmlik bütünü açan Ömer Kavur'un çalışması özellikle öykü seçimi konusundaki eleştirilerimi haklı çıkaran filmlerden biri. Aynı erkekle evlenmiş iki kadın, adamın ölümünden üç yıl sonra karşılaşır, konuşurlar.

 ...Sonra' .. Sonrası belki sinema olur, ama bu hali olamıyor ne yazık ki. Karakterler yeterince işlenemediği için birbirlerinden ne açıdan farklı oldukları, merhum Selçuk Bey'in neden birinden boşanıp ötekiyle evlendiği, Olcay'ın filmin sonunda daktiloda ne yazdığı, bu finalin ne anlama geldiği, en hazini de bu filmin ne anlatmaya çalıştığı anlaşılmıyor: Böylece geriye konuşulanlar ve düş sahnesi kalıyor: Konuşulanlar pek ilgi çekmiyor; bunda kötü diyalogların, başarısız oyunculukların ve özellikle Mansurun dublajındaki sorunların da payı var. Düş sahnesinin ve sonra Olcay'ın düşteki kızı görmesinin "felsefi" açıdan ne manaya geldiğini de anlamak mümkün değil. Zaten film de, hiçbir biçimde "dramatik" değil ... "Seyir zevki" bakımından da ilgi çeken tek bölüm, "langırt" sahnesi... Onda da Kavur, nedendir bilinmez, kamerasını oyunculardan çekip, geniş bir çevrinmeyle duvarları falan gösteriyor:

 2) MONTE KRİSTO (1995) Yönetmen: İrfan Tözüm, Senaryo: Barış Pirhasan (Nazlı Eray’ın öyküsünden), Görüntü Yönetmeni: Erdal kahraman, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlut Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Hale Soygazi, Macit Koper, Taner Barlas, Figen Evren, Ahmet Okay, Emre Okay

Konu: Mutsuz bir yaşam süren ev kadını Nebile, bir gün süpürgelerin, faraşların durduğu küçük odanın duvarını tırnakları ile kazımaya başlar. "Amacı bir tünel kazıp özgürlüğüne kavuşmaktır .

 Monte Kristo, başlarda Hale Soygazi’li yeni ve kısa bir “Cazibe hanımın Gündüz Düşleri” gibi görünüyor. Ancak filmin verdiği sonsal izlenim, kaynaklandığı Nazlı Eray’ın fantezi dünyasını özgün biçimde görselleştirirken, özellikle Marcel Ayme tarzı bir “feminist söylem” filmi oluyor. Finali ise sanırım uzun zaman unutulmayacak.

¸ Şu aralar genç bir yazarla, toplumsal gerçekçi öğelere sahip bir senaryo üzerinde çalışan İrfan Tözüm, Vakıf projesine, klasik çizgisinde bir filmiyle katılıyor. Kendisine Macit Koper yerine, sinemamızın genç senaryo yazarlarından biriyle çalışmasını, Antrakt'ın Nisan 1993 tarihli sayısında ben önermiştim ama, itiraf etmeliyim, senaryoyu Barış Pirhasan'ın yazması da filmi, üstelik aynı oyuncuların rol aldığı yeni bir Cazibe Hanım ... olmaktan kurtaramamış. Zaten o yazıda kastettiğim, aynı senaryoyu A yerine B'nin yazması değil, Tözüm'ün artık farklı türlerde film yapması gerektiğiydi Çünkü görülen o ki, bu tuhaf kişiliklerden, absürd durumlardan, gerçeküstücü olaylardan ilgi çekici bir film çıkmıyor, ya da Tözüm çıkaramıyor.

Açıkçası, "Monte Kristo"yu ciddiye almak mümkün değil. Filmin tek ilginçliği, "ortak alışkanlıklar"dan birine işaret etmesi: Kavur'un langırt sanhesinde yaptığı çevrinmeyi, Tözüm de sevişme sahnesinde yapıyor...

 

3) ÇÜNKÜ ONU SEVİYORUM (1995) Senaryo ve Yönetmen: Yusuf Kurçenli, Görüntü Yönetmeni: Selçuk Taylaner, Müzik: İlhan Şeşen, Tarık Sezer, Kurgu: Mevlut Koçak Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Yakçın Dümer, Şermin Karaali, İlhan Şeşen, Kadir Avcılar, Selçuk Taylaner

Konu: Uğur ve Cem birbirlerinden oldukça farklı düşünce ve yaşayış biçimine sahiptirler. Peride'nin olanca yalınlığı, önce kocası Cem'in sonra da sevgilisi Uğur’un konumlarını sorgular

¸ Felsefe kırıntıları" ara başlığına güzel bir örnek... Hiçbir ilginçliği olmayan bir aşk üçgeni öyküsünü, son derece sıradan biçimde anlatan Yusuf Kurçenli, nedense aralara birkaç "telesekreterle" dertleşme sahnesi de koymuş. Aşık müzisyenin o sahnelerdeki "yüksek" diyaloglarının, Belty Blue tarzı final için yararlı olduğunu anlıyorum tabii ki, anlayamadığım, bu diyalogların neden bu kadar edebi olduğu ve neden bunca uzun tutulup, hatta yinelendiği ... Karşımızdaki o kadar sıradan bir öykü ki, seyirci bir bakışta kimin ne olduğunu ve ne hissettğini anlıyor zaten, yüzlerce benzer sahneyi izlemekten gelen görsel birikim, buna yetiyor, öyleyse, bu sıradanlığı, bir de o edebi diyaloglarla sürdürüp uzatmanın ne gereği var' Hele de seyirciyi şaşırtmak, değişik bir yorum getirmek gibi bir amacınız yoksa?.

 4) AY HİKÂYELERİ (1995) Yönetmen: Erden Kıral, Senaryo: Erden Kıral, Hüseyin Kuzu, Görüntü Yönetmeni: Barış Ulus, Kurgu: Mevlut Koçak, Müzik: Guiseppe Verdi (Don Carlos), Stephen Micus (Twilight Fields), Henry Purcell (King Arthur Frost) Yapım: Sinema Vakfı, Kültür Bakanlığı, Efes Pilsen Katkılarıyla

Oyuncular: Fikret Kuşkan, Güner Özkul, Vecihi Ataberk, Zeynep Kayabal

Konu: Hans Kristian Anderse’in “Ay Hikayeleri” ile Alphonse Daudet’in “Ayna” isimli öykülerinden uyarlanan bu filmde; yalnızlık çeken bir yazarın ay ile kurduğu iletişimi anlatmaktadır. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Doç. Dr. Bülent Vardar, “20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 45”

¸ Kıral, Hüseyin Kuzu'yla birlikte yazdığı senaryoda Andersen ve Alphonse Daudet'nin birer kısa öyküsünden yola çıkan iki bölümlük bir küçük film yapmış. ilki, denize saldığı bir lambanın ışığı sönmediği sürece sevgilisinin döneceğine inanan bir kızın; ikincisi ise kuzeye, soğuk ülkelere giden ve oradaki "aldatıcı güneş" karşısında zayıf bedeni onulmaz biçimde yok olmaya mahkum olan kırılgan bir genç kızın öyküsü... Bir yazarın Ay'a bakarken gördüğü iki düş, hayal ettiği iki küçük öykü…

Ama bu filmin asıl önemli yanı biçimi veya biçemi (uslubu). Kıral, bu iki Ay hikayesinde, sinemamızda az görülmüş bir plastik yakalıyor, perdede müthiş bir gece estetiğini egemen kılıyor. Bu başarının teknik yanında gencecik bir ismin, görüntü yönetmeni Barış Ulus'un bulunması ayrıca şaşırtıcı. Birkaç kez görülmeden kavranamayacak bu bölüm üzerine böyle çalakalem yazdığım için yaratıcıları beni bağışlasın... Ama, en azından bir ilk izlenim olarak, bu bölümü ne denli beğendiğimi belirtmeden edemedim. Bana Taviani kardeşlerin Kaos veya Feliini'nin Ayın Sesi filmlerini anımsatan bu küçük film, özellikle görülmeye deger.. (Atilla Dorsay, Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 153)

¸ Andersen ve Daudet'in öykülerini bilmiyorum; birer başyapıt olduklarını varsaysak bile, sinemaya uygun olmadıkları ortada Iki öyküyü birleştiren genel çerçevenin de herhangi bir ilginçliği yok, zaten bir final yazmaya bile gerek görülmemiş ... Öyküler ise, "film öyküsü" olarak hiç ilginç değiller. Bir genç kızın sevgilisinin ölüp ölmediğini anlamak için denize saldığı lambanın sönüp sönmeyeceğini beklemesi, edebiyatta çok şey ifade edebilir, ama sinemada değeri sıfır. Bu yüzden Erden Kıral, denizin üstündeki gaz lambasını dakikalarca gösteriyor, çünkü en azından 7 dakika olması gereken öykünün malzemesi, sinema diliyle 1 dakikayı geçmiyor. Bu film de, dramatik açıdan zayıf. Nasil yapıyorsa Erden Kıral da, genç bir kızın, sevgilisinin şömineyi görebilsin diye çevirdiği aynaya bakarak ölmesindeki dramatik etkiyi yok etmeyi başarmış. Filmin tek olumlu noktası da, genç görüntü yönetmeni Banş Ulus'u sinemamıza kazandırmış olması.

 

5) HEP AYNI (1995) Yönetmen: Zeki Ökten, Senaryo: Hakan Haktan, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Müzik: Oğuz Abadan, Kurgu: Mevlût Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Tarık Akan, Serap Aksoy, Nezihe Becerikli, Arda Bülbül, Ali Sunal, Arda Selvi Evren, Erol Demiröz, Nabi Turan Tekinsay,

 Konu: Filmde tek düze bir yaşamın içine hapsolmuş günümüz insanının fark etmediği ve onların çok uzağındaymış gibi olan, iki kuşağın birbirleriyle olan dayanışması anlatılmaktadır.

¸ Birbirinden kötü 4 filmin ardından gelen "Hep Aynı", seyirciye çölde bir vahaya rastlamış duygusu yaşatıyor. Hakan Haksun'un senaryosu, teknik açıdan, film içinde en başarılı çalışmalardan biri, eni konu usta işi. Sağlam bir yapıyı incelikle kuran senaryonun, öyküsü ve karakterleri de çok sıcak. Bu sıcaklığı, oyuncuların performansı da artırıyor. Yetenekli küçük canavar Arda Bülbül'ün yanı sıra Tarık Akan, herkesi aslan, kaplan diyerek idare etmeye çalışan aile reisi rolünde çok olgun bir oyun çıkarıyor. Diğer oyunculardan da sıradanın üstünde performanslar alan Ökten filmini, Vakfın en iyi çalışmalarından biri arasına sokmayı başarıyor. Bu filmin de bir kusuru var: Liseli aşıkları ve otobüsten inen Akan'ı gördüğümüz harici sahneler gereksiz. Ökten bunları atıp filmi tümüyle bir evde bitirse, daha hoş olurdu.

¸ Zeki Ökten’in “Hep Aynı”sı bana biraz acı verdi. Ökten gibi gündelik yaşamı tüm sıradanlığı ve sıradanlığın altında yatan dram malzemesiyle perdeye getirmekte böylesine usta bir yönetmenin 1988 den beri sinemadan uzak kalmış olmasının acısı. Bir ailenin bireyleri arasında gün boyu oluşan çeşitli olayları sevgi ve tahammülsüzlüğü, küçük suç ortaklıkları ve küçük savaşları bu bölüm, kendini kolay ele vermeyen, aslında çok usta işi bir sinemanın ürünü... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 152”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder