Powered By Blogger

21 Ocak 2023 Cumartesi

 

PANDORA’NIN KUTUSU (2008) 

Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Senaryo Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz, Görntü Yönetmeni: Jacques Besse Yapımcılar: Yeşim Ustaoğlu, Muhammet Çakıral, Serkan Çakarer, Behrooz Hashemian, Setareh Farsi, Natacha Devillers, Catherine Burniaux, Michael Weber, Tobias Pausinger (Türkiye – Fransa – Belçika  Almanya ortak yapımı) Kurgu: Franck Nakache, Özgün Müzik: JeanPierre Mas, Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu Serdar Yılmaz, 1. Reji Asistanı: Seren Yüce, 2. Reji Asistanı: Jülide Gamze Çeçen, Devamlılık: Ahmet Yılmaz, Ses Operatörü: Bernd von Bassevitz, Miksaj: Bruno Tarriére, Ses Tasarımı: Philippe Bluard, Kostüm Tasarımı: Gülname Eşsiz, Makyaj ve Saç: Canan Taşkoyan “Kulis”,Yapım Sorumlusu: Ali Altan, Yapım Koordinatörü: Çiğdem Vitrinel, Yapım Asistanları: Seyfettin Tokmak, Ragıp Türk, Hakan Baytar, 1. kamera Asit.: Laurent Coltelloni, 2. kamera Ast.: Tarık Han Koç, Sanat Ast.: Gül Bursa, Erim Gayertli, Barış Yıkılmaz, Kostüm Asistanı: Gözde Kasaplar, Işık Şefi: Ferzan Yücel, Işık Ast.: İbrahim Diriöz, Ulaş Ünlü, Yasin Çatıbay, Burhan Savtekin, Tuncay Güven, Set Ekibi: Tolga Yarim, Erhan Candan, Hasan Demir,

 Oyuncular: Tsilla Chelton (Nusret), Derya Alabora (Nesrin), Övül Avkıran (Güzin), Onur Ünsal (Murat), Osman Sonant (Mehmet), Tayfun Bademsoy (Faruk), Nazmi Kırık (Hırsız), Ulaş Torun (Ozan), İlker Özyıldırım (Doktor), Aysel Ustaoğlu , Yücel Onural (hastalar), Banu Aslantaş Ertekin (Doktor, Nezahat Yaşar (Nezahat), Kamyoncular: Tuncay Atraf, Arif Aydan, Ekrem Akar, Hasan Seferoğlu, Hasan Aydın, Remzi Yılmaz, İbrahim Kaya, Feride Karaman (hastabakıcı), Demet Yekeler (hastabakıcı),

 3. Yeşilçam Ödülleri 22 Şubat 2010 (Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda)

 ►Derya Alabora “en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 Konu: ’Unutmak daha iyidir’’ diyordu, Murat (Onur Ünsal) bir an için endişeye kapılan alzheimer hastası anneannesi Nusret’e (Tsilla Chelton). Muhtemelen daha evvelden bir araya hiç gelmemiş, kayıp annelerini bulmak için yolculuğa çıkan üç kardeşin araçtaki diyaloglarını görüp de, Murat’a hak vermemek elde değil doğrusu.

 Oysa Murat yaşadığının bile farkında değildir. Hayata dair kararları hep başkaları vermiş, iplerin başkalarının (en çok da annenin) elinde olduğu bir kukladır adeta, ya da kendini öyle hissetmektedir. İşte bu yüzden kendini sık sık zincirlerinden koparıp, hiç bilmediği bir zamanda, hiç bilmediği yerlerde uyanıyor. Ancak ilk defa yaşadığını, var olduğunu, kendi deyimiyle, damarlarının varlığını bıçağı boğazına dayayan hırsız (yönetmenin ikinci uzun metrajı Güneşe Yolculuk’un Berzan’ı, Nazmi Kırık) yüzünden belki de doğru kelime ‘’sayesinde’’ olmalı fark ediyor.

 Zaten araları pek iyi olmayan anne Nesrin (Derya Alabora) ve baba Faruk (Tayfun Bademsoy) için Murat hep büyük bir sorun olmuştur. En büyük endişeleriyse çocuğun hayattan bağımsız yaşayan esrarkeş dayısına çekmesidir. Elbetteki dayıyeğen arasından da su sızmamaktadır. Murat’ın kendini dayısının yanında bulmasına Buna çok da şaşırmamak gerek. Bir tarafta kendisine dolanan zincirleri elinde tutan (yahut tutmaya çalışan) ebeveynler, öte tarafta ise terliğinin içinden bira şişesi kapağı çıkan bir dayı. Haliyle Nesrin’in kardeşi Mehmet’le (Osman Sonant) de arası iyi olduğu söylenemez. Bir diğer kardeş Güzin (Altın Portakal ödüllü Övül Avkiran) ise ablasının sahip olduğu hiçbir şeye, yani bir kocaya, bir aileye sahip olamıyor ve belki de sırf bu yüzden gerçek olmasa dahi sevgilisini her şeyden üstün tutuyor.

 Güzin’in sahip olamadığı aileye Nesrin sahiptir belki. Ancak bu Nesrin’in Güzin’den daha mutlu olduğu anlamına gelmiyor. Daima sahip olduğu değerleri korumaya, elinde tutmaya çalışan ve her defasında kocaman bir mağlubiyetle ayrılan Nesrin için zaten hayat; gerek kocasıyla yaşadığı cinsel sorunlarla, gerekse bir türlü dizginleyemediği oğluyla çekilmez bir hale gelmiştir. Dağ evinde yalnız yaşayan anneannesinin kaybolduğunu öğrendiğinde, bir mağlubiyet için daha hazırlanması ve yola çıkması gerekmektedir.

 Bir yolculuk filmi olarak da bakmak mümkündür Pandora’nın Kutusu’na. Filmin ilk yarısında bu üç kardeşin yolculuğunu izleriz. Sonraki yarısında ise torun ve anneannenin yolculuğunu. Salt bir araçla yol aldıkları yolculuk değil bu. Karakterlerin birbirilerinin dünyalarında gezinmeye başladıkları, sonrasında ise kendi iç yolculuklarındaki arayışları, hesaplaşmaları, kaybolmuşlukları,kaybetmişliklerinin yolculuğudur.

 Güzin için tıpkı ablası Nesrin gibi bir aileye sahip olmaktır mutluluk. Ebeveyn sevgisinden mahrum kaldığından olsa gerek ki, kendisi bir aile kurmaya çalışmaktadır. İşte bu sebepten ötürü, kendisini salt bir cinsel obje olarak gören, kardeşi Mehmet’in deyimiyle, kendisiyle ta.ak geçen (ve kendisini tek bir sahnede dahi görmediğimiz, ki bu sahne Ustaoğlu’nun ne kadar ileri seviyeye ulaştığının da apaçık bir kanıtıdır. Zira ilişkinin zayıflığı, hatta yalnızlığı ancak karşı cinsin sadece telefondaki adam olarak seyircinin zihninde yer etmesiyle bu kadar iyi anlatılabilirdi.) adama değer veriyor. Bir aile kurmak umudunu asla yitirmemek istiyor, kendi ailesinden vazgeçmek pahasına. Boğucu trafiğin, yüksek apartmanların hakim olduğu kapitalist dünyada rahat olmaları gerekirken, kendilerini tıpkı Nusret’in kapkaranlık kutudaki (asansör) çırpınışlarını andıracak derecede yalnızdırlar. Nusret’in yaşadığı bellek sorunuyla onların hayatlarına dokunması, hayatlarına katedecekleri yepyeni yollar çizecektir. Bu yolculuk neticesinde, tıpkı Murat’ın hastaneden dışarıya, anneannesine baktığı ustaca kotarılmış sahnede; demir parmaklıklar ardından baktığımızda hapishaneden farksız olan bu kentin sakinlerinin yalnızlıklarına şahit oluruz.

 Oysa ilkel şartlar altında Murat’ın dağ evinde anneannesiyle bin bir türlü zorluklara rağmen tekerlekli cisimle tepeden kayarak mutluluğu tatması, en az bu birbirinden farklı iki dünya Ustaoğlu, yine aynı topraklara doğru yola çıkıyor ve bu yolculukta sayısız ödülle dönüyor. 56. San Sebastian Film Festivali’nin saygın ödülü Altın İstiridye’yi kucaklayan filmin başarısının tek sahibi elbette yönetmen Ustaoğlu değil. Zira filmin oyuncu kadrosundan çıkan performanslar da takdire şayan. Özellikle de Fransız aktris Tsilla Chelton’un alkışlanası performansı (56.San Sebastian Film Festivali’in’de en iyi kadın oyuncu ödülünü Frozen River’daki performansıyla Melisa Leo ile paylaşıp, ayrıca Fransa’da düzenlenen 28. Amiens Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.), filmin en büyük kozlarından.

 Ödül

27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde

(1 – 11 Şubat İran) Kristal Simurg Jüri Özel Ödülü

►Ayrıca Kristal Simurg En İyi Oyuncu Ödülü de Derya Alabora, Övül Avkıran ve Tsilla Chelton’a verildi.

 27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde Mohammad Mahdi Asgarpour (İran), Majid Sheikh Ansari (İran), Andrey Zvyagintsev (Rusya), Roberto Stabile (İtalya), Mikel Olaciregui (İspanya), Marc Bashet (Fransa) ve Paul Cox’tan (Hollanda) oluşan jüri, Pandora’nın Kutusu’nu iki ödüle layık gördü.

 # Yesim Ustaoğlu'nun son filmi bir ailenin üç nesIini bir araya getiriyor. Nusret Hanım, Karadeniz' de bir dağ köyünde yalnız yaşarken bir gün kaybolur. İstanbul' da yaşayan çocukları Nesrin, Güzin ve Mehmet, aralarındaki sürtüşmeleri de bagaja atarak onu aramak üzere köye dönerler. Annelerinin yalnız yaşamasının uygun olmadığına kanaat getirip onu İstanbul'a getirirler ancak davranışlarında çeşitli tuhaflıklar farkedince bir uzmana danışırlar. Nusret Hanım, Alzheimer'a yakalanmıştır. Hastalık, kendi sürtüşmeleri, üstüne bir de Nesrin'in oğlu Murat'ın da kayıp olması eklenince ortaya alasından bir aile dramı çıkar. Filmin ilk sahnelerinden birinde Nusret Hanım'ın yüzünün ifadesinin donuklaşıp elllerinden kuşburnu tanelerinin yere dağılması gibi film, aile tarihini açıp saçar.

 Pandora'nın Kutusu, beş perdelik bir oyun gibi yaşlı ve yalnız bir annenin köydeki sakin, doğayla baş başa imgesiyle başlayıp şehirdeki dağılmış, kendileriyle meşgul çocukların kaotik yaşamıyla ilerliyor. Çocukların şehirden köye gitmeleri, annelerini alıp şehre dönmeleri filmin gelişme eksenine tekabül ediyor. Nesrin, Güzin ve Mehmet kendi meseleleriyle daha doğru dürüst yüzleşememişken, nasıl baş edeceklerini bilmedikleri bil' hastalığa yakalanmış, üstüne üstlük kırsal hayattan çıkınca iyice şaşkına dönen annelerinin bakımını nasıl paylaşacaklarını tartışırlarken, Murat'la anneannesi arasında gelişen yakınlığın pek de farkına varmıyorlar. Murat, anneannesini sonunda yatırıldığı bakımevinden kahramanca kaçırınca ikili kendilerini son perdede, yani köyde buluyor. Kurtarıcı rolünden 'bırakma, gidesi olana boyun eğme' mertebesine yükselme, Murat’ın erişkinliğe doğru attığı belki de en zor, ölüm ve yaşama dair en canlı ikinci ilki boğazına dayanan bir bıçaktı adım Filme dair söylenebilecek son şeylerden birini ilk elden söyleyelim. Tsilla Chelton (1918 doğumlu Fransız oyuncu, 1990 yapımı Tatie Danielle' deki filme adını veren karakter ile tanınıyor daha çok) tek kelime Türkçe bilmeden son derece iyi bir oyun çıkarıyor, ancak çocuklarının otuz ila kırk yaşlarında olduğunu varsayarsak rol için bir hayli yaşlı duruyor. Nesrin ve Güzin'in anneleriyle problemli olduğu kadar mesafeli de bir ilişkileri var; fakat Chelton, Alabora'yla Avkıran'ın birlikte oldukları sahnelerde mesafe ilişkiden ziyade oyuncular arasındaki etkileşimin tam da tutmamasına dayanıyor, yani anakız inandırıcılığı fazla yok.

 Öte yandan Mehmet ve Murat'ın birlikte oynadıkları sahnelerde, özellikle Mehmet'in harap bekarhanesinde üçünün esrar içip sohbet ettiği sekansta durum tam tersi. Chelton'un Karadenizli, Alzhemir hastası yaşlı Türk kadını tiplemesi kostüm seçiminden sanat yönetimi ve yapımı tasarım ekibini tebrik etmek lazım oyuncunun mimik ve jestlerini dozunda kullanmasına kadar son derece başarılı. Yeşim Ustaoğlu'nun Türkiye'den az yönetmenin cesaret ettiği bir seçim yapıp yabancı bir oyuncuya başrol oynatması da ki rol yerli bir karakter için takdire değer.

 Pandora'nın Kutusu hem biraz şablon hem de tanıdık, bildik tiplemelerden oluşuyor. Filmin ne içinde ne dışında kalan Nesrin'in kocası Faruk belki de en az geliştirilmiş karakter. Nesrin düzayak, orta sınıf bir evlilik yürütürken Güzin gazeteci, bohem, evli bir adamla ilişkisi olan kadın tipolojisiyle Nesrin'e tezat teşkil ediyor. Mehmet, yumuşak ve duygusal, belli bir iş yapmamakta, genelde fakirhanesinde esrar ve bira içmektedir; Murat ise arayış içinde, sevecen ve yalnız bir gençtir. Üç kardeş arası ilişkiler, üç kardeşin bir arada ve ayrı ayrı anneleriyle diyaloğu. Nesrin, Faruk Murat çekirdek ailesinin sorunları, Güzin'in ilişkisi, Murat'ın anneanesiyle kurduğu bağ ... Bu kadar aile içi ve nesiller arası bağ olunca filmde, Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında'sında (2006) olduğu gibi bir "doluluk' hissi ortaya çıkıyor: Her şeyden bir parça istenmiş, herkes düşünülmüş, ancak filmin dramatik gelişimi bütün bir resmi tüm inceliğiyle çerçeveleyememiş. Pandora'nın Kutusu'nda durum Yaşamın Kıyısında'da olduğu kadar vahim değil nihayetinde bir aile söz konusu. Hatta Ustaoğlu aileyi İstanbul' da ve çıkmazda bıraksaydı yani hikayeyi dairesel bir biçimde köyde nihayetine erdirmeseydi tüm o doluluk hissi tepe noktasında kalabilir, film seyirciyi alarma geçmiş bir halde bırakabilirdi. Ben filmin o karanlık noktaya anne huzurevinde, çocuklar suçluluk hissinde, Murat yeniden yalnız tırmanışını çok sağlam bir kurgu temposuna verdim. Yeşim Ustaoğlu hikayesini köye dönüşle tamamına erdiriyor erdirmesine ancak tempoyu da düşürüyor.

 Pandora'nın Kutusu, tüm bu aksaklıklarına rağmen kentli orta sınıf bir ailenin iç çalkantılarını, başarılı bir şekilde temsil ediyor. (Ayşegül Koç) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı, 78”)

 Yeşim Ustaoğlu'nun San Sebastian Film Festivali'nde 'En iyi Film' ödülünü kazanan filmi Pandora'nın Kutusu, Alzheimer hastası bir annenin öyküsünü merkeze alıp bir ailenin üç kuşağını anlatırken, günümüz kent yaşamına dair keskin gözlemlerde bulunuyor.

 Her ailenin dolabında iskeletler vardır. Aile üyelerini birbirine görünmez bağlarla bağlayan kapanmamış bu hesaplaşmalar, bir yandan aile üyelerinin kimliklerinin şekillenmesine yardımcı olurken, bir yandan da onların bu kimliklerden özgürleşmelerinin önünde ayak bağı olur. İnsanların bu zor zamanlarda çıplaklaşan 'insanlık halleri', herkesi kendi kıyametleriyle, kendi kimlik sorgulamalarıyla aniden baş başa bırakabilir. Bu sorgulamalarda kendini tanımanın en sancılı ama belki de en doğrudan yolu, kimliğin kök saldığı aile ilişkilerine dönmektir. Bellekle, acı dolu hatıralarla, dolaptaki ölülerle nasıl baş etmeli? İnsan, geçmişini didiklerken kendine yeni bir ben yaratabilir mi, yoksa geçmişten ve kimlikten özgürleşmenin tek yolu anne rolünde Tsilla Chelton'un sembolize ettiği umursamaz ruh halinden mi geçiyor?

 Pandora'nın Kutusu, bu çarpıcı soruları ele alan yalın ve gerçekçi bir film. Her geçen günle birlikte bellek kaybına uğrayan bir annenin yalnız yaşadığı Karadeniz'in dağlarında aniden ortalıktan kaybolmasıyla birlikte, ailenin üç kuşağı annenin izini sürmeye çalışırken yeniden bir 'aile' olmanın sancılı sürecinden geçerler. Nesrin, Güzin ve Mehmet kardeşler bir yandan ailevi sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken, bir yandan da savrulan hayatlarının kördüğümleriyle karşı karşıya gelirler. Olağan koşullarda bir arada fazla vakit geçirmemelerine rağmen, onları birbirine bağlayan anne imgesi etrafında yeniden kardeş olmaya ve kardeşlik ilişkisinin aynasında kendi hayatlarını gözden geçirmeye başlarlar. Her birinin kendine özgü "Pandora'nın Kutusu" içsel canavarlarını ortalığa saçarken, artık birbirlerine yabancılaşsalar da, hayatta olmak istedikleri yerde olmadıkları gerçeğini paylaşırlar.

 Hızla yalnızlaştığımız kentli hayatlarımızda, yitirdiğimiz aile bağları üzerinden insanlık hallerine ayna tutan Pandora'nın Kutusu, bunu yaparken de bellek yitimi ile özgürleşme, sadakat ile kontrol ilişkisi üzerine çarpıcı sorular soruyor. Kim olduğumuzu anlamak için ailedeki rolümüze geri dönerken küresel tüketim toplumunun etkilerinin aileye ne yaptığını da gözardı edemeyiz elbet.

 Gittikçe kardeş, anne, arkadaş, sevgiliden çok birer tüketiciye indirgendiğimiz hayatlarımızda en çok da yaşlılarımız derinleşen bir yalnızlığa mahkum oluyor. Çocuklar için olduğu gibi yaşlılar için de yaşam alanları gittikçe daralıyor. Kentte üst üste binmiş binalar arasında yalnız hayatlarımızın akışına kapılmış giderken, geniş alanların olduğu yerlerde yeniden kendimiz olabilmek ve özgürce nefes alabilmek ihtimalini bile hesaba katmıyoruz artık. Ancak 'kaybedecek bir şeyi olmamayı' göze aldığımız takdirde ipimizi koparıp kaçabilme ihtimalini değerlendirebiliyoruz. Bu da ancak büyükannenin bellek yitiminin temsil ettiği kutunun, yani benliğin, bir anlamda da kimliğin yitimiyle oluyor. Bir tür 'çocukluk' haline, hayatın hayhuyu içinde şimdiki zamanı unutan yetişkinlerin aksine, oyunbaz bir ruh haline geri dönen anneanneyi de ailenin en küçük, en anlaşılmamış bireyinin anlaması tesadüf değil.

Önüne baktığında, ona sunulan hayata tutunabiImek için henüz kendisine yeterince güçlü bir sebep verilmemiş Murat için anneannesinin, son günlerini kendi topraklarında 'kaybolarak' geçirmesi, büyük kentin sıkışık binaları arasında kaybolmuş bir alanda 'korunmasından' daha insani. Kuşaklar, dönemler açısından en uzağa düşmesine rağmen, genç Murat anneannesini herkesten daha fazla anlıyor ve daha da önemlisi kabul ediyor. Ailenin karmaşık denkleminde ailenin en yaşlı üyesiyle en genç üyesinin hayatlarının paralel olması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Henüz bir meslek, kariyer, ev, araba sahibi olmamış, yani toplumun en önemli göstergelerini tamamlamam ış genç bir insanla, bütün bunların imtiyazlarına artık ihtiyaç duymayan bir insanın özgürlük adına birbirlerine öğretecekleri çok şey var. Kentliler gibi statü, mal ve kaygı biriktirmek yerine iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla tüm kutuyu atmayı seçiyor oyunbaz 'Pandora'.

 Yeşim Ustaoğlu kutuyu filmin başından beri açık tutarak, aslında anlatı açısından da bir tür ezber bozuyor. Klasik anlatıdaki, büyüyen bir çatışma ve bizi kutunun açılmasıyla mutlak bir arınma anına götürecek bir olay örgüsü yerine anlatı beklenmedik biçimde 'serserileşiyor'. Filmin kurgusu, ulaşmaya çalıştığı nokta yerine, içinde bulunduğu zamanmekanlara odaklanıyor ve en değerli şey yaşanılan an oluyor. Anneannenin bilinçsizliği, yaşlılıkla birlikte gelen çocukluk haliyle hiçbir şeyi umursamayan, sadece o anı ve o anın içindekileri ayrıştıran bir şimdiki zaman farkındalığını doğuruyor. Sıkışmış blok apartmanların arasından sürekli kaçmaya çalışan yaşlı bir kadının umursamazlığına, artık hatırlanmamasının kaygısızlığına, bir anda tüm biriktirdiklerini toprağa atmasının gücüne hepimiz gıpta ediyor ve tüm biriktirdiklerimizden kaçma isteğini içimizde kuvvetle hissediyoruz.

 Pandora'nın Kutusu, henüz hayata atılmamış genç Murat'ın hiç tanımadığı anneannesiyle yaşadığı 'karşılaşma' ve 'kaçış'la, bizi köşeye sıkıştıran hayatlara farklı bir alternatif sunuyor. Belki de hiç doğru düzgün yüzlerine bakmadığımız anneannelerimize farklı bir bakış. Artık kaybolan bir tarih, bir varoluş biçimi, bir belleğin belki de ayrıntılarına değil ruhuna sadık kalmak. Anneannede karşılaştığımız "öteki"ni ararken, onunla kendi içimizde karşılaşmak. İçimizdeki yabancının dipsiz kuyularında kaybolurken aniden özgürleşmek. Özgürleşirken kendimizi yeniden bulmak.

 Karadeniz'in uçsuz bucaksız dağlarında bulduğumuz şey belki de tanımlı bir kimlik değil ama evsiz, faturasız, kredi kartsız, oyunbaz bir ruh hali. Belki bu uçarı, bu çocuksu ruh hali en büyük paradoksumuzun çözümünün anahtarıdır aynı zamanda. Onlarsız var olamayacağımız aile üyelerimizle kurduğumuz kalıplaşmış ilişkilerden özgürleşebilmek için yeniden çocuklaşabilmek gerekiyor. Aksi takdirde, o eski çocuk oyunlarımızı kaybede kaybede, güvenlikli kapılarımızın arkasında zaten çoktandır kaybolmuş olduğumuz gerçeğini idrak etmemiz an meselesi. (Eylem Kaftan) “” Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, Sayı 80”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder