Powered By Blogger

21 Ocak 2023 Cumartesi

 

ÜÇ MAYMUN (2008) 



Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan, Senaryo: Ebru Ceylan, Ercan Kesal, Nuri Bige Ceylan, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki, Yapım: Zeyno Film/Zeynep Özbatur, Pyramide Productions (Fransa), Bim Distribuzione (İtalya) Türk-İtalyan-Fransız Ortak yapımı. Sanat Yönetmeni: Ebru Ceylan, Çekim Sesleri: Murat Şenürkmez, Renk Düzenleme: Bora Gökşingöl, Ses Kurgu: Umut Şenyol, Miksaj: Oliver Goinard, Efekt: Bora Gökşingöl , Kurgu: Nuri Bilge Ceylan, Bora Gökşingöl, Ayhan Ergürsel, Yapım Ekibi: Nuri Bilge Ceylan, Cemal Noyan, Ortak Yapımcılar: Fabienne Vonier, Valerio de Paolis, Cemal Noyan, Nuri Bilge Ceylan,

 

Oyuncular: Yavuz Bingöl (Eyüp), Hatice Aslan (Hacer), Ahmet Rıfat Şungar (İsmail), Ercan Kesal (Servet), Cafer Köse (Bayram), Gürkan Aydın (Çocuk)

 

Konu: Küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği örtbas ederek her şeye rağmen bir arada kalma çabası. Altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak adına gerçeği bilmek istememek, onu görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle “Üç Maymun”u oynamak, onun var olduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?

 

ÖDÜL:

61. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan “En İyi Yönetmen”

 Jüri Üyeleri: Sean Penn (Başkan), Sergio Castellitto, Natalie Portman, Alfonso Cuaron, Apichatpong Weerasethakul, Alexandra Maria Lara, Rachid Ceylan’ın rakipleri arasında Changeling (Clint Eastwood), The Palermo Shooting (Wim Wenders), Adoration (Atom Egoyan) gibi güçlü isimler yer almaktaydı. .

 # Üç Maymun karanlık öyküsüne, filmin adının perdede belirdiği anda kopan bir gök gürültüsüyle, anlatacağı hikayenin şiddetini duyurarak açılıyor. Filmin görsel tercihlerinin de habercisi olduğu üzere bu dünya karanlık çelişkilerin dünyasıdır; gerçekçi olamayacak kadar "keskin", ancak karakterlerin iç dünyasının yansıması olabilecek kadar "yapay" bir dünya ...

Film, karanlık ve ıssız bir yoldaki trafik kazasıyla başlar; kazanın sonucunda birisi ölmüştür. Yüzünü görmediğimiz, kim olduğunu bilmediğimiz bu kurban, filmin bütün karakterlerinin öyküsünü şekillendirir. Kazayı yapan politikacı, şoförü Eyüp'ten, para karşılığında suçu üstlenmesini ister. Eyüp kabul eder ve cezaevine girer. Böylece, suçun cezasını bulmadığı bu başlangıç noktası, "suç"un ve suçluluğun" bütün karakterlere bir şekilde bulaştığı gerilimli bir dünyaya doğru ilerler.

 Üç Maymun, öyküsünü somut bilgilerle ayrıntılandırmaz. Hikaye akışı üzerinden bakıldığında oldukça basit bir öykü, çok derinleştirilmeden aktarılıyor gibidir. Film boyunca karakterlere dair neredeyse hiçbir arka plan bilgisine sahip değilizdir, aynı şekilde Eyüp, Hacer ve oğulları İsmail' den oluşan bu ailenin ilişkilerine dair bilgimiz de yoktur. Mesela Eyüp cezaevine girmeden önce onu karısıyla yan yana gördüğümüz tek bir sahne vardır, bu sahnede de Hacer uyumaktadır ...

Dolayısıyla Hacer'in kocasını aldatmasına şahit olmamızdan önce, ne Hacer ne Eyüp tanıtılmıştır bize; ne de birbirleriyle nasıl bir ilişkileri olduğu aktarılmıştır. Ancak buna rağmen film, "herhangi bir karıkoca"nın, "herhangi bir babaoğul"un, "herhangi bir anneoğul"un hikayesi haline gelmez; filmin karakterleri birtakım bilgi parçalarıyla değil, ruh hallerini görünür kılan anlar toplamıyla kurulur. Basit bir hikayeyi, şiddet dozu yüksek bir anlatıya dönüştüren de budur.

 Film, "bilinmeyen ama hissedilen şeyler" üzerinden ilerler, bu yüzden de tekinsiz bir atmosfere sahiptir. Birbiriyle iletişim kuramayan karakterler için de, izleyici için de, bilgiye dönüşmemiş olanı aktarılabilir hale getiren şey bazen ayrıntı planlardır; bazen ses öğeleri, bazen de ağır çekimler. Herkesin konuşulmayanı duymaya, karanlıkta kalanı görmeye çalıştığı kapalı kutular deposudur bütün hikaye. O yüzden izleyici için de film izleme deneyimi, küçük mimikleri, anlık sessizlikleri, bir an donan yüz ifadelerini takip etmeye dönüşür.

 Film boyunca karakterlere olan mesafemiz iki uçta salınır; hem çok uzağızdır onlara hem de çok yakın. Bütün karakterler, filmin kendisi gibi son derece ketumdur; o anda ne hissettiklerine dair sözler neredeyse hiç çıkmaz ağızlarından. Geçmişlerine dair bir şey bilmediğimiz gibi, o anda neyi niye yaptıklarını, olanlardan nasıl etkilendiklerini de bilemeyiz. Aramızda hep eksik bilgiden doğan bir mesafe ve bu mesafeden doğan bir huzursuzluk vardır. Ancak diğer yandan, ter damlalarını tek tek görebildiğimiz kadar yakın planlarla bakarız onlara, beden sıvılarını görürüz, bir gerilim anında gözlerinin içine uzun uzun bakarız. Karakterlerle ilişkimizde sık sık öykü akışından kopup onların anına odaklanırız; odaklanma mesafesi ve süresi içsel deneyimi dışarıdan görülür hale getirmeye çalışır. Bir anın zaman akışını bölüp önünde arkasında bir şey aranamayacak hale geldiği, bir yüzün mekansızlaşıp, kadraj dışını unutturup "görülecek her şey" haline geldiği; o anda o görülenin bütün dünya haline geldiği sahnelerle doludur film. Sonuçta, izleyicinin bilgi düzeyinin bu kadar sınırlı olduğu bir yapıda karakterleri biçimlendiren de öyküyü kuran da bu anların toplamıdır.

 Trenlerin gürültüyle geçtiği, şimşeklerin çaktığı, esen rüzgarın gürültüyle pencereyi açıp bir bıçağı harekete geçirdiği bu anlatı, görsel ve işitsel bütün öğeleri tek bir merkeze toplar. O anda geçen trenin sesi bile sanki karakterlerin iç dünyasını dışa vuran bir şeymiş gibi algılanır. Görülen, duyulan her şey o an içinde bulunulan ruh halinin bir parçası olarak işler. Aldatmaya, kıskançlığa, suça, suçluluğa dair karanlığa bastırılmış olan ne varsa ayrıntı planların şiddetinde, zamansızlığın geriliminde gürültüyle patlar. (Ayça Çiftçi) “Altyazı Aylık Sinema Degisi Sayı, 78”

 Üç kişi, bir dünya, bir sinemasal zirve

Nuri Bilge beşinci filminde yeni sulara açılıyor. Onun bilinen dünyasına uzak, hatta yabancı olacağı düşünülebilecek klasik bir hikâyeye, bir aile dramına ve çok genel çizgileriyle bir melodrama yaslanıyor. Ama kişiselliğinden ve kendine özgü sinemasından ödün vermeden… Tersine, bu yeni içeriği sinemasına yeni katmanlar eklemek amacıyla kullanarak.

 Hikâyenin çıkış noktası sanki Yılmaz Güney'in Baba filmi (1972). Belediye başkanlığı için adaylığını koymuş işadamı Servet, bir gece yolda kaza yapar ve bir adamın ölümüne neden olur. İçeri girme korkusuyla dehşete düşünce, güvenilir adamı olan şoförü Eyüp'ün yardımına sığınır ve ondan, para ve gelecek karşılığı suçu yüklenmesini ister. Eyüp kabul eder ve hapse girer. Bu arada, Servet onun güzel karısı Hacer'le ilişki kurar. Durumu fark eden genç oğul İsmail, önce kanlı bir intikam tasarlar, ama bundan vazgeçer. Bir süre sonra Eyüp de hapisten çıkar ve evine döner.

 Güney'in filmi de böyle başlamış, ama sonra şiddet ve melodram yüklü bir anlatımı yeğlemişti. Oysa ilk kez içine daldığı bu tipik 'karafilm' öyküsü, Nuri Bilge için kendi dünyasını kurmanın yeni bir fırsatıdır Karakterler, kendilerini uzun konuşmalarla değil, küçük hareketler, kırık dökük sözler ve yoğun bakışlarla ele verirler. Kocanın çaresizliği ve kıskançlığına gem vurma çabası kadar, tatminsiz genç kadının aslında hayli çirkin bir adamda bulduğu geç kalmış mutluluk da iç burucudur. İsmail'inse tam bir serseri mayın halinden gelip, olasılıkla çıkar amaçlı bir sakinliği ve edilgin bir tanıklığı seçmesi, filmin adını açıklamaya yardım eder; yani, biri görmeyen, öbürü duymayan, diğeri ise ağzını açmayan üç maymun efsanesi... Ama nereye, hangi noktaya kadar?

 SİNEMAMIZ İÇİN PARLAK VE BÜYÜK BİR ADIM Nuri Bilge, asgariye indirgenmiş konuşmalarına karşın bizlere sapasağlam karakterler sunar, hepsi ilk kez sinemayı deneyen oyuncularından ise beklenmedik bir başarı elde eder. Her anıyla düşünülmüş, her sahnesi estetik bir değer taşıyan bir sinemadır karşımıza gelen... Ürkünç fırtına bulutlarına teslim olmuş bir İstanbul, Bizans surlarıyla sahil yolu arasına sıkışmış küçük apartman, sıradanlığı içinde sanki bir Yunan trajedisine sahne olan o minik daire, yönetmenin mimariyi ve coğrafyayı olduğu kadar, doğayı da kullanma ve sinemasının parçası yapma yeteneğine tanıklık eder.

Film çeşitli görsel/işitsel ipuçları ve leitmotiflerle yüklüdür. Evin yanı başından geçen trenin veya Hacer'in bir Yıldız Tilbe şarkısıyla çalıp duran telefonunun seslerine görsel planda, evin küçük yaşta boğulup ölen oğlunun hayali ve de doğa görüntüleri eşlik eder. Hele o başlı başına bir tehdit ögesi gibi duran kapkaranlık gökyüzü ve de hep oynak deniz…

 Belki bu noktada Ceylan'ın o son derece zengin, çok katmanlı ve sanatsal plastik dünyasına yeniden vurgu yapma gereği vardır.

 Onun Antalya'da sergilenen fotoğraflarına bakarken de aynı şeyi düşündüm: o fotoğrafçılığı, biraz da resimlerin üzerinde oynayarak öylesine estetik bir aleme dönüştürüyor ki! Siyahbeyaz veya renkli demeden, yalnızca gerçeği tüm ayrıntılarıyla, gözün bile göremediği boyutlarla kavramakla kalmıyor. Gerçeği biçimselliğin gözleriyle zenginleştiriyor, hatta güzelleştiriyor. Elbette bunu bir ölçüde eleştirmek ve onun bu 'estetize etme' çabasını aşırı bulmak da mümkün. Bakış açısına bağlı olarak…

 Aynı şey bu filmde de var. Ceylan bir kez daha, tüm sinema dünyasında dijital yönteme en hakim ve bu teknolojiyi adeta sınırsız bir estetiğe dönüştüren yönetmen olarak beliriyor. Ve bunu bu kez bir hikâyeye yediriyor, onun aracı kılıyor. Bu nedenle, film ayrıca önemli. Ve bu olgunluk filmin ufaktefek eksikliklerini, örneğin kadın karakterinin biraz ham ve muğlak bırakılmışlığını unutturuyor. Allah'tan bu, Hatice Aslan'ın çok nüanslı oyunuyla büyük ölçüde giderilmiş. Kuşku yok ki önemli bir film karşısındayız. Bu, Nuri Bilge Ceylan için parlak ve büyük bir adım. Elbette sinemamız için de... (ATİLLA DORSAY 24.10.2008 Sabah)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder