Powered By Blogger

3 Kasım 2022 Perşembe

 

SENİ SEVİYORUM ROSA (1991)


Senaryo ve Yönetmen: Işıl Özgentürk, Eser: Sevgi Soysal (“Tante Rosa” adlı romanından uyarlama) Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Yapım: Asya Film/Ali Özgentürk  Christa Saredi (Zürih) Ortak yapımı Kurgu: Mevlüt Koçak, Müzik: Thesia Panayiotou, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler,

Oyuncular: Sumru Yavrucuk, Mahir Günşıray, İsmet Ay, Halil Ergün, Kutay Köktürk, Taner Barlas, Mehmet Atak, Güzin Özipek, Müjdat Gezen, Gülümser Gülhan, Güzin Özyağcılar, Kutay Köktürk, Sedef Bediz, Hande Meşe (Küçük Rosa), Alişan Çapın(Hayal Prensi), Konuk Oyuncular:, Ayla Algan, Yaman OKay, Selçuk Erez, Ali Sirmen, Refik Durbaş, Mustafa Göçmen,

KONU: "Almanya'nın küçük bir kasabasında yetişmiş Rosa, onbir yaşında babasının ölümü üzerine, annesi bir başkası ile evlenir ve rahibeler okuluna verilir. Bedenin arzularına gem vurmadığı gerekçesi ile okuldan çıkarılır. 1. Dünya savaşı bittiğinde. komşu oğlu Hans tarafından ayartılınca 'namusu kirlenmiş bir kız olmamak için Hans ile evlenir. Evlendiğinin yedinci yılında üçüncü çocuğunu yeni doğurmuşken, yaşadığı gelenek görenek delisi kasabadan kaçar. Kilise tarafından aforoz edilir. Büyük kente gelir, gazete satıcısı olur. Bir müzisyenle yaptığı evlilikten iki çocuğu olur. Keman çalan kocası ölünce, II. Dünya savaşının telaşlı günlerinde üçüncü defa evlenir. Kocası cephede iken aşıklar edinir. Eski eşya satıcılığı, pansiyonculuk, hela bekçiliği, randevuevi kasiyerliği yaparak yaşamakta ısrar eder: Hep prensler beklemiştir, kendini düşes olarak görür; yaşlı ve yoksuldur, sokaklardan topladığı boş şişeleri satar. Ölüsü sokakta kalır. Bundan sonra çocukları ve son erkeği Mathes bulunur. Cesedi yakılır külleri vazo içinde Mathese verilir. Bir gün Rosa’dan kalan tek miras kedilerinden biri vazoyu devirir, diğeri ise dökülen küllerin üzerine işer.

"Düşsel, romantik, eski kartpostal estetiğine yakın, nostaljik Beyoğlu ve Levantenler, azınlıklar temalarını yapay ve özentili bir albüm şeklinde görüntüleyen film, karşımıza bir başka temelde problemli ve problematik kadın kişiliği çıkarır.

Evet, Rosa'yı biz de sevdik. Bir kadın olarak, bir kişilik olarak... Çok erken yaşta yitirdiğimiz Sevgi Soysal'ın tüm bir yaşam deneyiminden, bir kadın, bir aydın, duyarlı bir sanatçı olarak yaşam deneyiminden süzülüp gelmiş ilginç, kişisel, sinemalaştırılması neredeyse düşünülemez bir romandı Tante Rosa. Bu romanı sinemalaştırmak bile, ilginç bir çaba, neredeyse bir meydan okuma ...

 

İstanbul' da bir "azınlık mensubu" olarak doğup büyüyen ve yine bu kentte ölen Rosa, yaşamı gerçekler ile düşler arasında bölünmüş bir kadın. Onun yaşamında gerçek kişilerden çok, daha çocukluk düşlerinde gözüken "yakışıklı prens", gaipten haber veren falcılar, gündüz gözüyle görülen düşler yer tutuyor. Rosa, yaşamını düşlerle örüyar, hayallerin gergefinde dokuyor, yaşamın katı gerçeklerinden kaçıp rüyalara sığınıyor. Bu yüzden, fılmde en azından üç falcı kadın, gerçek ile düş arasında gidip gelen sahneler, simge kişiliklerle dolu bir anlatım var.

Işıl Özgentürk, bu ilk sinema deneyiminde özellikle iki yönetmenden esinlenmiş görünüyor: Özellikle Fellini (filmin tiyatroyla, sahneyle, büyüyle ilişkili hemen tüm ilk yarısı) ve Bunuel. Düş sahnelerinde Bunuel etkisi olduğu gibi, özellikle bir sahnede bu çok belirgin:

Rosa'nın gerdek gecesi sabahı, pencere camını kırıp çıplak göğsünü dışarıya teşhir ettiği sahne, sanki Tristana'dan fırlamış ...

Bu etkileri belirtmem, eleştirmek amacıyla değil. Böylesine büyük ustalardan etkilenmek bir kusur değil, bir erdem. Yönetmenlik denen belalı çabanın başlangıcında bu ustalardan etkilenmemek mümkün mü zaten? Işıl Özgentürk, Rosa'nın yaşamını bizlere birbirinden güzel, estetik, şık görünümlü tablolar halinde sunuyor. Bu film, insanda yaprakları birer birer, yavaş yavaş çevrilen, ilginç kartpostallarla süslü bir albüm izlenimi bırakıyor. Rosa'nın yaşamını, bu albümün tabloları (veya kartpostalları) aracılığıyla izliyor, onun umuttsuz biçimde aşkı arayışını, bu kentin karmaşık kültürü içinde yitip gidişini, hayal kırıklıklarından düşlere sığınışını belli bir estetik keyifle izliyoruz. Bir tür yerli Cabiria'nın Geceleri veya Ruhların sülyet’i var karşımızda .

Ancak Seni Seviyorum Rosa, garip bir biçimde, hiçbir anında bir film izlenimi bırakmıyor bizde. En azından, klasik film anlayışımız dahilinde bir film demeliydim. Bu, daha çok isteyeerek alışılmış anlatım kalıplarını, kurgu bağlantılarını, kamera hareketlerini bir yana iten, statikliği bilinçli olarak seçmiş bir deneme olarak gözüküyor.

Burada belki üçüncü bir etkiden, Alman ekolünden söz etmek gerekiyor. Gerçekten de Özgentürk'ün, Fellini çağrışımları içeren bir konuyu Fellini gibi barok, süslü, coşkulu bir siinema diliyle değil de, örneğin Fasbinder, ama özellikle Syberberg gibi klasik dramaturjiyi bir yana iten, sahnelerini bağımsız tablolar gibi düşünüp çeken bir anlayışla anlatması, belki de üçüncü bir esin kaynağı olarak yorumlanabilir.

Seni Seviyorum Rosa, bu açıdan klasik anlamda başarılı bir film değil. Çünkü klasik anlamda bir fılm olmaya sıvanmamış. Bu estetik kartpostallar albümüne belli ölçüde hayat veren, kusursuz bir ışıklandırma ve görüntü yönetimi çabasının yanı sıra oyuncular oluyor. Sumru Yavrucuk'un bizce yetersiz bir senaryaya karşın verdiği oyun ve yarattığı inandırıcılık olağanüstü. Hepsi değilse de, birçok oyuncu için de aynı şey söylenebilir. Yunan kökenli müzik ise biraz da azınlık İstanbul'unun tarihi olan bu film için çok uygun.

Seni Seviyorum Rosa, yineleyelim, bu açıdan klasik anlamda başarılı bir film değil. Ancak filmin istenerek oluşturulmuş farklı bir yapısı, değişik bir tadı var. "Eski ağza yeni taam" arayışı içinde olanlar mutlaka görmeli. “Atilla Dorsay, Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 134”

 Ankara Film Festivali’nde (1992)

► “En İyi 3. Film”

►İsmet Ay “ En iyi yardımcı oyuncu”

►Thesia Panayiotou “En iyi müzik”

►Ertunç Şenlkay “En iyi g örüntü yönetmeni”

 11. İstanbul Film Festivali’nde (1992)

►Jüri Özel Ödülü

► Kültür Bakanlığı “Sinema Başarı Ödülü”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder