Powered By Blogger

23 Aralık 2022 Cuma

 

  KARDAN  ADAMLAR (2006)  

Yönetmen:  M. Aytan Gönülşen,   Senaryo:  Osman Dikiciler, Onur Güven,  M. Aytan Gönülşen,   Müzik:  Sinan Zarakolu,  Onur Güven Görüntü Yönetmeni:  Levent Vural,   Yapım:  Şenol Gülbudak, M. Aytan Gönülşen, Levent Vural  Sanat Yönetmeni: Melih Boragan, Işık Şefi: Şenol Gülbudak, Efekt: Hasan Baran,  

Oyuncular: Hazım Körmükçü, Ogün Altıparmak 

Konu: İş ortağı olan Levent (Hazım Körmükçü) ve Can (Ogün Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları önemli bir müşterilerini tekrar kendileriyle çalışmaya ikna etmek amacıyla, soğuk bir kış günü, şehirlerarası bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuğu küçük bir hafta sonu kaçamağına dönüştürmek isteyen Can, Levent’in uyuyakalmasını fırsat bilerek otoyoldan sapar ve dağ yoluna girer. Beyazın hakim olduğu muhteşem bir manzara eşliğinde dağ yollarında ilerleyen cip, bir süre sonra Can’ın eğlence tutkusuyla kara saplanır. Ortağının sorumsuzca davranışlar sergilediğini düşünen Levent, ona sinirlenip bulundukları yerden uzaklaşınca birbirilerini kaybederler. Tekrar bir araya geldiklerinde, aniden bastıran tipi nedeniyle bu kez yönlerini kaybettiklerinden, ev sahipliğini yemyeşil ağaçlarla bezenmiş karlı dağların yaptığı, hiç bilmedikleri bir dünyada bulurlar kendilerini. Levent ve Can, bir yandan şiddetini gittikçe artıran doğanın karşısında hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan da birbirilerini ve yaşamla ilişkilerini sorgulamaya başlarlar. Bu mücadele onlara, zamanın hüküm sürmediği bir dünyada kendileriyle yüzleşmenin kapılarını da aralayacaktır.  

& Bir bardak suda veya bir karış karda ölüm!..   Macera tutkusu nedeniyle karlı bir doğanın içinde kaybolan iki arkadaşınöyküsünü anlatan kar Adamları, inandırıcı olmaktan uzak olsa da oyunculuklar başarılı.... Levent ve Can, rüzgâr, kar, tipi, soğuk ve ıssızlığa karşı. Bir diğer deyişle, iki kafadar doğaya karşı!.. Bir müşterilerini bulmak için Anadolu'ya açılan iki genç ve ortak işadamı, Can'ın macara tutkusu nedeniyle yollarını kaybeder ve karlı bir doğanın içinde şaşkına dönerler. Herhalde daha önce hiç kar görmemişlerdir ve ülkemizde kilometreler boyu hiç eve ve insana rastlanmayan böyle 'bakir' yerler hâlâ vardır!.. İnsanoğlunun doğaya karşı verdiği savaşım üzerine tüm bir edebiyat ve gençlik anlatısı inşa etmiş Batı kültürüne karşı, gizemi, korkuyu ve yenilgiyi yeğleyen bir Doğu bakışı.. Uludağ, Abant veya Palandöken iklimindeki bu ölüm kalım mücadelesi hiç de inandırmıyor. Evet, her şey simgesel düzeyde elbette. Tüm bu sözüm ona macera, iki kahramanın birbirleriyle ve kendileriyle baş başa kalmak ve birçok şey üzerinde kafa yormak için yönetmen tarafından içine düşürüldükleri bir sembolik tuzak. Ama inandırmıyor, doyurmuyor. 'İki gün mahsur kalınca' ölüme yaklaşma düşüncesi, hele o yaşlarda hangi felsefeyi yansıtıyor? 'Bir bardak suda fırtına' ya da 'bir karış karda ölüm' temasını mı? Genelde eliyüzü düzgün bir yönetmenlik çabası ve iki başarılı oyunculuk gösterisi, bu temel sorunu ne yazı ki unutturmaya yetmiyor. (Atilla Dorsay, Sabah Gazetesi 15.10.2006) 

& Türk sinemasının 'mahsur kalma' hikayelerini pek beceremediğini biliriz. Yeşilçam'da karakterlerin iradeleri dışında gerçekleşen 'mekana kısılıp kalma' durumu genellikle sadomazoşist bir ruh haliyle geçiştirilirdi. Bu alanda unutulmaz iki örnek Metin Erksan'ın Kuyusu ve Şerif Gören'in Deprem'inde bile toplumsal kuralların dışına çıktığında 'yola girsin' diye boyunduruk altına vurulan karakterler, top yekün bir hesaplaşma sürecine giremezlerdi. Zira o zamanlar Türk filmlerinde 'hayatta kalabilmek' fiziki bir eylemden ibaretti. Derken 90'larla beraber sinemamızda geç kalmış bir muhasebe sürecine girildi. Artık hayatından duyduğu şikayeti yerli yersiz ifade eden, kentli ahlak anlayışının yozlaştırdığı, sadece günah çıkarma derdinde olan yeni bir insan vardı. Ama bu insanın derdini anlamak imkansızdı. Nitekim, Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy'un fırsat bulsalar kariyerlerinden tamamen silecekleri Yavuz Özkan filmi Büyük Yalnızlk'ta, boşanma arifesinde yağmura yakalanmış ve bu yüzden de bir evde sıkışıp kalmış karı kocanın hesaplaşmasından tek satır bir şey anlayamadık. Mustafa Altıoklar'ın Asansöründe ise iş medya muhasebesinden başlayıp cinsel paradokslara nasıl döndü çözemedik. Aytan Gönülşen'In benzer virajlarda kayan ilk uzun metrajı Kardan Adamlar için de aynı değerlendirme yapılabilir. Film, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan 'kişiisel hesaplaşmalar' arasında boğulup gidiyor. Oysa ki yönetmenin geçtiğimiz kış çok kısa sürede yazdığı senaryosu hiç de karmaşık değil. işleri pek de iyi gitmeyen Levent (Körmükçü) ve Can (Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları bir müşterilerini ikna etmek için şehirler arası bir yolculuğa çıkıyorlar. Daha yolun başında birbirilerine sataşmalarından aralarındaki meselenin zıt karakterlere sahip olmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda bacanak da olan bu iki adamın birbirlerinin hayatları üzerinde söz sahibi olduklarını anlıyoruz. ilk önce birinin eşi diğerinin ablası, ikisinin de hayatında olan bir kadın hakkında tartışıyorlar. Sonra da her boş buldukları anda birbirlerinin yaşam şekillerini tasvip etmediklerini dile getiriyorlar. Can'ın 'zıpırlığı' sonucunda arabaları kara saplanınca ne yapacaklarını bilemeyen veo kafa karışıklığında yollarını da kaybeden ikili, bu noktadan sonra yaşamları hakkında bitmek bilmeyen bir şikayet sürecine giriyorlar. Ancak bu serzeniş hallerinde ikisinin de meselin özüne indikleri söylenemez. Bazen birbirlerine haksızlık ettiklerini itiraf edip kendi benlikleriyle hesaplaşmaya çabalıyorlar ama o halleri de teatral replikler söylemekten ibaret. Donma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları anda vasiyetlerini beyan etmek üzere ceplerinde 'kalıvermiş' video kameraya sarılıyorlar. O kadar yavan bir sahneden sonra da artık, senkronizasyon yoksunu etnik soundlara ve 'araf'ımsı dünyada çekilen monologlara gösterdiğiniz sabır tükeniveriyor. Artık yönetmen, ister filme tempo katmak amacıyla kurgu numaraları göstersin, İsterse tüm filmin özetini akıtsın nafile. Zaten "Kaybetmek bazen kendini bulmaktır" sloganlı filmdeki monologlu sahnelerin neye hizmet ettiği de açık değil. Yönetmen bu hesaplaşma halini mistik müzikler, süzme ışıklar, bonzailerle destekleyerek 'iki dünya arasında bir yere' yormuş gibi görünüyor. Zira karakterler kendilerini buldukları bu mekanda ilk önce kendilerinden vazgeçmiş olarak geliyorlar. Nihayetinde bu sahneler filmdeki o klostrofobik havayı daha da sıkıntılı bir ruh haline çevirmekten başka bir işe yaramıyor. Yoksa yönetmenin sağlamaya çalıştığı gibi bir içe dönüş ve idrak bizde de oluşmuş değil. 

Tüm bunlardan sonra karlı dağlardan kurtarılış sahnelerinin ayrıntılı gösterilmemesi doğru bir tercih olmuş. Filmin bu tip zaaflarının yanında, mektepli oyuncu Hazım Körmükçü ve alaylı taze kan Ogün Kaptanoğlu'nun soğuğa rağmen performanslarını sabit tutmaya gayret göstermeleri ve atıştıkları zamanlarda oldukça inandırıcı bir oyunculuk sergilemeleri takdir edilmeli. Yönetmenin bu iki karekter arasındaki zıtlığı iyi vurguladığı da söylenebilir.    Sonuç olarak, ilk uzun metraj denemesinde 'kendini bulmaya çalışan' şehir insanının sorunlarına eğilen Aytan Gönülşen, kısa sürede kotardığı filmiyle manasız bir arayışa girdiği gibi, Türk sinemasına da bir katkı sağlamıyor. (Film+ 2006/10)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder