Powered By Blogger

14 Aralık 2022 Çarşamba

 

VİZONTELE (2000) 



Yönetmen Yılmaz Erdoğan , Ömer Faruk Sorak Senaryo Yılmaz Erdoğan Görüntü Yönetmeni Ömer Faruk Sorak Müzik Kardeş Türküler Yapım BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi) Necati Akpınar Sanat Yönetmeni: Yaşar Kartoğlu, Kurgu: Mustafa Preşeva, Yapım Asistanı: Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen Yardımcısı: Doğan Ümit Karaca, Kamera Asistanı: Hakan Dinçkuyucu, PostProdüksiyon: Ali Taner Baltacı, Set Amiri: Metin Güvercin, Laboratuar: Soho Images – London)

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan (Emin), Demet Akbağ (Sıti Ana), Cem Yılmaz (Fikri), Cezmi Baskın (Latif), Salih Kalyon (Casim), Altan Erkekli (Nazmi), Bican Günalan (Sezgin), Zeynep Tokuş (Asiye), Erdal Tosun (Şeyhmuz), Zerrin Sümer, Şebnem Dönmez (Gülizar), Yeşim Salkım, İclal Aydın (Reyhan), Yaşar Akın, Şener Kökkaya (Basri), Zerrin Sümer (Zerrin), Mesut Çakarlı (Rıfat), Tolga Çevik (Nazif), Şafak Sezer (Veli), Tuncer Salman (Ahmet), Serhat Özcan (Engin) Yasemin Alkaya (Gülşen), Erkan Can (Mela Hüseyin), Köksal Engür (Tekin), Betül Arım (İsmihal), Sinan Bengier (Cevat), Yaşar Akın (İhsan), Can Kahraman, Caner Alkaya (İso), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Nevin), Yaşar Cemil Akın (İhsan), Deniz Erdoğan (Cevdet, Serrtaç Demirtaş, Şahin Yaylı (Musto), Şenol Balı (Yılmaz) , Sinan Kılıç (Aykut), Mustafa Şen,

Konu: Olaylar 1974 yılında Hakkari'nin şirin bir kasabasında geçer. Hayat dolu kasaba sakinlerinin o yıllardaki tek eğlencesi bahçe sinemasıdır. Yazlık sinema her gece dolup taşarken bazı aileler de çoluk çocuk toplanıp evlerinin damlarından filmleri izlemektedirler. Kimi çocuklar da ağaç dalları üzerinden ... O güne dek TV den ve TV yayınlarından habersiz olan kasaba halkı birden heyecanla karışık bir paniğe kapılır. Devlet yetkilileri, kasaba Belediye Başkanı'na bir TV vericisi teslim ettikten sonra gitmişlerdir. İşte asıl sorun bundan sonra başlar. Ve TV aygıtını kim ve nasıl çalıştıracaktır? Belediye Başkanı Nazmi Doğan (Altan Erkekli), hemen Deli Emin'e (Yılmaz Erdoğan) haber gönderir. Deli Emin kasabada kendine özgü ilkel buluşlarıyla radyo tamirciliği yapmaktadır. Bisikletiyle herkese yardıma koşan Emin, Başkan'ın emriyle bu kez bu görevi de üzerine alır. Deli Emin'in yönlendirmesiyle Başkan ve adamları, TV aygıtını ve diğer araç gereçleri bir kamyona yükleyip dağlara tepelere tırmanırlar. Ama bir türlü televizyondan görüntü alamazlar. Bu başarısızlık kasabalılar arasında alay konusu olmuştur. Her kafadan bir ses çıkar. Kimine göre televizyon şeytan icadı", kimine göre kasabaya mutluluk getirecek bir buluştur. Bahçe sinemasının işletmecisi (Cezmi Baskın) ise, seyircilerini elinden kaçıracağı korkusuyla bu icada karşıdır. Deli Emin ve Belediye Başkanı'nın inatçı gayretleri sonucu bu sihirli alet nihayet devreye girip çalışmaya başlar. Ne var ki televizyondan aldıkları ilk haberle kasaba halkının dünyaları kararacaktır: Başkan'ın askerdeki oğlu, Kıbrıs Harekatı sırasında yaşamını yitirmiştir. Oğlunu kaybetmenin acısıyla sarsılan Belediye Başkanı’nın eşi (Demet Akbağ), aileye uğursuzluk getiren aygıtı alıp dağlara çıkar. Deli Emin'in kazdığı çukura, kasabalıların 'vizontele' adını verdikleri aleti gömer

Not: Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak'ın ilk uzun metrajlı sinema filmi çalışmaları ve "uçan kamera" (Flying Cam) tekniği, filmin bazı sahnelerinde ilk kez uygulandı. Erdoğan'ın dedesine ve Gürdal Tosun'a adadığı "Vizontele", "Eşkıya"dan (Yavuz Turgul) sonra üç bini aşan seyirci sayısıyla son yılların en büyük gişe rekorunu kırdı. (Agâh Özgüç)

 

ÖDÜL:

38. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (2001)

► Altan Erkekli "en iyi erkek oyuncu"

►Demet Akbağ (Yeşim Salkım'la birlikte) "en iyi kadın oyuncu"

Sadri Alışık Ödülleri'nin seçiminde (2001)

► Yılmaz Erdoğan "en iyi erkek oyuncu"

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesİ'nin

► "Zirvedekiler 2001" seçiminde

► Vizontele "en beğenilen yerli film"

► Kardeş Türküler Grubu "en beğenilen yerli film müziği".


4  Hay Allah! ... Vizontele'yi nasıl yazmalı? Şimdiden Türk sinema tarihinde seyirci rekoru kıracağı belli olan bu filmi yermeli mi, övmeli mi? Yerersek, yarınöbür gün fılmin getireceği bol parayla verilecek gazete ilanlarında (şimdi mooda oldu ya!) "münafıklar, ukalalar, halktan kopuk yazarlar" türünden nitelemeleri göze almalı mı? Ama bunlar boş kaygılar. Öncelikle Vizontele'yi sevdim. Çok çok bayılmadım, ama sonuç olarak sevdim. Ayrıca Yılmaz Erdoğan öylesine sempatik ve alçakgönüllü bir kişilik ki ... Film, bize televizyonun ilk günlerini anlatıyor. Hem de Doğu' da, Hakkari'de... Burnundan kıl aldırmaz devlet memuru tavrıyla gerekli aygıtları getirip, bilgi fılan vermeden köyün ortasına bırakıp giden TRT'cilerin ardından bakakalan köy (TRT bu sahnelere biraz kızacak!), uyanık radyo tamircisi Deli Emin'in çabalarıyla ilk TV yayınına kavuşuyor. Ve ilk ağızda bir çok şey değişmeye başlıyor.

Film, başta görkemli bir çekimle hemen seyircisini tavlıyor: siyahbeyaz bir filmin oynadığı bir perdeden geriye kayan kamera, bizlere kentin tek eğlencesi olan açık hava sinemasını ve orada toplanmış kalabalığı gösteriyor. Normal seyircinin yanı sıra, ağaç dallarından veya damlardan izleyenleri de göstererek ... Böylece tartışılan bir konuya yanıt kendinden geliyor: bu ve benzeri nefis sahneler için, kameraya gerekli her türden hareketi sağlayan (uçaktan ve havadan) çekimlere harcanan paraya helal olsun! ...

Sonra fılm biraz duraklıyor, ilginç kişiliklerine, kalabalık ve yetenekli oyuncu kadrosuna karşıın, bır türlü beklenen akışı sağlayamıyor, bir tür skeçler dizisi olarak temposuz kalıyor. Sona doğru yeniden tempo yakalanıyor. Hele o beklenmedik ve seyirciyi şaşırtan, beni kendi adıma allakbullak eden hüzünlü ve dramatik final. .. Geneldeki hafifliğiyle bağdaşmasa da, son derece etkili bir finalle noktalanıyor film ...

Vizontele, TV gibi hayatımızı son 30 yılda çok etkilemiş olan bir olaya uzaklardan, Doğu'dan gelen kişisel bir bakış, çok başarılı bir tiyatro ve TV komedyeninin etrafına yine çok baarılı ekibini toplayarak yaptığı sempatik ve sımsıcak bir ilk film. Belki mükemmel değil, ama izlenmeyi ve üzerinde konuşulmaayı hak ediyor. Hoş geldin, Yılmaz Erdoğan ... Sinemada da yolun açık olsun! ...

4 Yılmaz Erdoğan, bu ilk ortak yönetmenlik denemesini, dedesi Necmi Erdoğan'la, kardeşim dediği Gürdal Tosun'un anısına ithaf etmiş. Uzun mücadeleler sonrasında tiyatro alanında elde ettiği başarı sonrasında Yılmaz Erdoğan, otobiyografik bağlantıları olan öyküsünü sinemanın anlatım zenginliklerini kullanarak işlemeyi tercih etmiş. Sahne sanatlarında oyuncu ve oyun yazarı olarak belli bir başarıyı tutturan Erdoğan, elindeki araçların belki de kendini ifade etmede yetersiz kaldığını düşünürek sinemayı da denemeye karar vermiş. Erdoğan, film yapma gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Türkiye sinemasının bugün geldiği yerrden çok hoşnut değildim. Temel dertlerimden birisi buydu. Bir de Türkiye'de film yapanlarla seyircinin derdinin çoğu zaman bir olmadığını görüyordum. Aynı sinemada, bir salonda bizim filmimiz oynuyor, bir salonda 100 milyon dolara malolmuş Amerikan filmi. Bizim bu standartı yakalamamız lazımdı. Üstelik 100 milyon dolar harcamadan da bunu yakalayabileceğimizi düşündük ve sanıyorum yakaladık"

İlk yönetmenlik denemesinde, sinema diline yabancı olduğundan yönetmenliği paylaşmayı tercih etmiş. Görüntü yönetmenliği geçmişinden gelen Ömer Faruk Sorak, aynı zamanda filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş. Aslında Vizontele'de Erdoğan'ın filmin yaratım sürecinde oyunculuk ve senaryoyu yazmak dışında, filmin yönetiminde büyük bir etkisi olduğunu düşünmek zor. Ayrıca ilk filmde böyle bir etkinin ortaya çıkmasını beklemek olanaklı da değil. Aslında Vizontele'nin sinema dilinin, ortak yönetmen olan Ömer Faruk Sorak'ın görüntü yönetmenliğinden gelmesinden kaynaklanan bazı aşırılıklar dışında iyi işlediği söylenebilir. Ama bir filmin, sinema alanında önceden parlamış bir teknik malzemeyi (flying came) filmin gerçekleşmesinde çok önemli bir yenilikmiş gibi sunmasının, aslında bir film için zararlı da olabileceğini Vizontele'de görüyoruz. Amacımız teknoloji düşmanlığı yapmak değil; ama teknolojik olanakları bir filmin anlatımında zorunluluk olmadıkça kullanmak ya da ölçülü kullanmamak filmde yama gibi durabileceği gibi, filme pozitif katkı da sağlamayabilir. Bunun dışında bir filmin gereksindiği mekanları, atmosferi yaratabilmek için Van'ın Gevaş ilçesinde büyük paralar harcanarak kurulan gerçekçi platolar, yakın tarihimizden trajikomik özellikler taşıyan olaylara, sıkıcı olmayan mizahi bir dille yaklaşma becerisi Vizontele'nin artı hanesine yazılacak özellikler. Yılmaz Erdoğan'ı en az harcayıp en çok kazanmak konusunda ince hesap yapmadan filmin gereksindiği koşulları oluşturması açısından takdir etmek gerekiyor. (Aktuğ, Radikal, 16.10.2002:20).

4  Çok uzun süredir, 'biçim'in içerigin bu kadar önene geçtiği bir yerli film seyrettiğimi anımsamıyorum. Genellikle tam tersi olur, içerik önde gider, biçim yetersiz kalırdı. Vizontele yaratıcı ekibin televizyon ve komedi tiyatrosu alışkanlıkları nedeniyle skeç;ler halinde ilerliyor. Örneğin kasabanın tatlı palavracısı rolündeki Cem Yılmaz, her sahnesinde izleyenleri kahkahadan kırıp geçiriyor, Yımaz Erdoğan Deli Emin tiplemesinin hakkını abartıya kaçmadan veriyor, Altan Erkekli, Demet Akbag, Cezmi Basskm ve digerleri iyi performanslar sergiliyorlar. Yine de toplamda bir türlü yeterli etkiyi, sarsıcılığı sağlayamıyor 'Vizontele'. Bunun en büyük nedeni, sanırım filmin karakterlerin değil tiplemelerin üzerinden akması. “2493” Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 147

Tuncer Salman 'm başarıyla canlandırdığı, Belediye Başkanı'nın işsiz güçsüz, içkici, sorumsuz oğlu sakallı Ahmet dışında, ne temel ne de yan rollerde tek bir karaktere rastlayamıyoruz. Herkes, tiplemeden ibaret. Yani, biraz Yeşilçam, biraz televizyon dizisi anlatım kalıplarının, sinemanın teknik olanaklarıyla buluşmasından doğan bir film söz konusu. Kasabadaki açık hava sineması sahibinin, yobaz din adamlarıyla aynı safta, ilerlemeye, yani televizyona direnen kötü adam' olması gibi manidar vurgulara da sahip 'Vizontele', her şeye karşın dileriz ki barındırdığı 'ilk'lere, seyirci sayısı rekorunu da ekler. (Tunca Arslan, Radikal g. 5.2. 2001)

4  Televizyon denen icatla tanışma sancıları çeken küçük bir doğu kasabasında yaşanan trajikomik 'anlar'ı beyaz perdeye taşıyan 'Vizontele', öyküyü tek parça halinde anlatmak yerine küçük parçacıklara bölüp, herkesin özel hikayelerinden oluşan bir bütün haline getiriyor. Böyle bir yaklaşım belli bölümlerinde devamlılık konusunda sıkıntılara girmesine neden oluyor. Bu sıkıntıları aşmak içinse, Erdoğan ve Sorak'ın başvurduğu yöntem, oyuncuların sırtına yüklenmekten geçiyor. Bizzat ve Erdoğan ya da Cem Yılmaz gibi isimlerin, ellerine sazı alıp durumu kurtarma çabaları giriyor devreye. "Flying Cam" tekniğinin varlığı ise, filmin güldürü unsurları arasında kendine yer bulabilecek kadar komik. Bu tekniğin kullanıldığı sahneler "alçak gönüllü" olunup da klasik kamera teknikleriyle kotarılmaya çalışılsa, değerinden kaybetmek bir yana, çok daha etkili görüntüler edinilebilirdi sanırız. Öte yandan 'Vizontele'ye kötü bir film demek haksızlık olur. (Murat Özer, Haftalık Antrakt Sinema g, s.: 15, 09 Şubat 2001)

 Senem Erdine Sinema Dergisi Şubat 2001 Sayı: 71

1970'lerde Hakkari'ye ilk televizyonun geldiği günlerde geçiyor film, yani yazarı Yılmaz Erdoğan'ın çocukluğunda, onun memleketinde. Doğunun bildik sorunlar yumağı içinde düşünmeye alıştığımız yoksul doğu illerinden birisindeyizdir yine ama bu kez kimse orada yaşamaya değer bir şey bulamadığı için büyük kente göçmeyi düşünmez. Bütün olumsuzluklarına rağmen orada ve bir arada yaşamaktan mutludur insanlar. Günün birinde önce televizyonun geleceği haberi sonra da televizyonun kendisi gelir şehre. Televizyon uzağı yakın edecektir etmesine ama yakını da uzak eyleyecektir hiç hesapta yokken. 2 milyon doları aşan bütçesinin sağladığı teknik kalitesiyle, Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz, Zeynep Tokuş, Erkan Can gibi isimlerden oluşan zengin oyuncu kadrosuyla, senaryosuyla ve hedefleriyle iddialı "Vizontele". Filmin iki yönetmeniyle görüşmek üzere yapım ortaklarından Böcek Yapım'a gittiğimizde bu iddianın heyecanıyla yorgunluğunu unutmuş keyifli bir ekiple karşılaştık. Hem filmin ne kadar eğlenceli olabileceğine hem de çalışan ekibin ne kadar eğlendiğine dair ipuçları veren kamera arkası görüntülerini izledikten sonra da "Vizontele"yi konuştuk iki genç yönetmeniyle ama daha da öncesinden başlayarak.

"Benim sinemayla ilgili amatör duygularım çok eskidir" diyor Yılmaz Erdoğan. "Sinemanın büyüsünün kuşatmadığı insan yoktur neredeyse zaten. Bizzat bu filmde anlattığım yıllarda kaptığım bir virüstür bu. Yazlık sinema yıllarını anlatıyorum biraz. Artık bir film yapmak durumundayım diyeli 45 yıl oluyor. Son iki yıl da zamanını kolladığımız bir dönemdi çünkü ben Türkiye'de sağlıklı bir sinema endüstrisi ve sağlıklı bir yapımcı profili olduğuna inanmıyorum. Dolayısıyla yapımcı da kendimiz olmak zorundayız. Türkiye'de bir iş yaparken işin araçlarını da icat etmek gibi bir sorunumuz var. Üç dört yılda hazırlandık, televizyondan parayı topladık. Allah razı olsun."

Gelelim şu iki yönetmen meselesine. Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak'a filmi birlikte çekmeyi teklif ettikten sonra iki yönetmenin ortak macerasına dönüşüyor "Vizontele". Filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenen Ömer Faruk Sorak daha önce "Asansör" filminin görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Yani "Vizontele" yönetmen olarak ilk, görüntü yönetmeni olarak da ikinci uzun metraj çalışması. Yılmaz Erdoğan'la aralarındaki işbirliği filmden önce "Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" oyununun barkovizyon çalışmalarıyla başlamış.

"Görünürde ben ve Ömer bir araya gelmişiz gibi oysa bir araya gelen iki ekip var aslında" diyor Erdoğan. "Böcek Yapım'la Beşiktaş Kültür Merkezi'nin bir ortaklığı söz konusu. Daha önce birtakım işler yaptığımız için birbirini tanıyan ekiplerdik. İki ekibin mayası o kadar iyi tuttu ki. Film yapmaya da öyle karar verdik."

İki yönetmenin filmi birlikte çekmeye karar vermelerinin sebeplerini merak ediyoruz ve ilk bakışta Ömer Faruk Sorak'ın işin teknik kısmını üstleneceği bir işbölümü gibi görünen ortaklığın hiç de göründüğü gibi olmadığını öğreniyoruz Yılmaz Erdoğan'dan.

Flying cam'i kendi ekibi geldi kullandı, diğer kameraları da Ömer kullandı. Bu filmi tek başıma ben çekseydim görüntü yönetmeni yine Ömer olacaktı ve aletleri yine o kullanacaktı. Önemli olan teknikten önce bu filmin dili nasıl bir dil olmalı meselesidir. İşbölümü kendiliğinden ortadaydı zaten. Ben senaryosunu yazmışım. Yapımcımız Necati Akpınar. Benim için önemli olan oyuncu rejisiydi ve bu benim sorumluluğumdaydı. Görüntü ve ışık meselesi Ömer'in uzmanlığı olduğu için onun sorumluluğundaydı. Onun dışında filmin anlatım dilini biz sete gitmeden önce uzun geceler süren ortak çalışmalarımız sonunda oluşturmuştuk. Filmin dilini beraber kurduk yani. Bu sahneyi nasıl çekeriz diye birlikte düşündük. Ömer'in senaryoya çok ciddi katkıları vardır, benim de görüntüye katkılarım olmuştur. Filmden sonra böyle şeyler sorulacaktır, neresi Ömer'in neresi Yılmaz'ın diye ama bilmiyoruz hakikaten. Ben Ömer'le çok iyi bir çalışma yapacağımızı düşündüğüm için bu işi Ömer'e önerdim ama benim tahminimin de üstünde bir uyum oldu hakikaten."

İşleri arap saçına çevirip, iki ekibi birbirine düşman etme riski de taşıyan iki yönetmenli bu çalışmayı uyum içinde yürütmeyi başaran ekip için bu bir tesadüf değil. "Kimse bir şeyleri kendi tarafına çekip götürmeyi düşünmedi" diyor Sorak. "Ayrı ayrı ekipler iki fraksiyona dönüşebilirdi ama hiç böyle bir endişemiz yoktu. Kimse bunların endişesiyle o sete gitmedi. Film şu masanın başında bitmişti. Sete gidildiğinde hiç kimse ne yapacağını bilmez durumda değildi."

Ve şimdi "Vizontele"yle başlayan üretimine devam etmesi planlanan bir şirket kurulmuş durumda: BKM Film. "Biz bir tek film yapıp bu konuyu kapatmak istemiyoruz." diyor Erdoğan. "BKM Film diye bir firma kurduk ve bu firma filmler üretecek. Belki bundan sonraki filmi Ömer tek başına çekecek, belki ben tek başıma çekeceğim ya da yine beraber çalışacağız ama sonuç olarak BKM Film'in şu anda sa hip olduğu iki tane yönetmen var."

"Vizontele" Türkiye'nin en pahalı prodüksiyonlarından biri. Telsim sponsorluğunda Van'ın Gevaş ilçesinde çekilen filmin bütçesinin Bir milyon doları aştığını söylemiştik. Bu bütçenin sunduğu teknik imkanlardan sonuna kadar yararlanan filmin görüntü ve ses kalitesini, Avrupa standartlarında olduğu iddia ediliyor. Televizyondan kazandığı paranın çoğunu bu filme yatıran Yılmaz Erdoğan ise bütçeden çok filmin sahip olduğu zamanı önemsiyor. Örneğin filmin mekanla. rı bir ay süren bir çalışmayla inşa edilmiş. Ayça Tar'ın kostüm çalışmaları ise bölgede yaptığı araştırmalarla beraber 4,5 ayı bulmuş.

"Türkiye'nin en pahalı filmi "Kurtuluş" falan gibi prodüksiyonların dışında tabii ama bence mesele 2 milyon dolar meselesi değil," diyor Erdoğan. "Bir filmin en büyük sermayesi sahip olduğu zamandır. Bizim filmimizde senaryoyu da bir tarafa bırakırsan epey bir hazırlık süresi vardır. Mesela sanat yönetmenine kardeşim yedi gün içinde bu seti kur denmedi. Yaşar Kartoğlu ekibiyle birlikte Mayıs ayından itibaren çalışmaya başladı, gönlünün istediğince ve bence dünya standardında bir iş çıkardı. Sinemada iyi bir şey yapmanın daha ucuz bir yolu olsaydı biz de onu yapardık ama yok.

 

Doğu'nun Öbür Yüzü,

Filmin merkezinde aynı evde yaşayan feodal, büyük bir aile var. Belediye başkanı (Altan Erkekli), karısı Siti Ana (Demet Akbağ), çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bu büyük aile merkezinde anlatılıyor hikaye. Bir de kasaba ve bu kasabada öne çıkan yaklaşık 20 karakter var filmde. Tabii, şehrin en tuhaf, en ayrıksı, en komik bulunan ve belki de en zeki adamı olan radyocu Deli Emin'i de (Yılmaz Erdoğan) unutmamak lazım.

Filmdeki bütün karakterler, birbirinden ayrı çizilmiş, başı sonu hikayesi belli olan karakterlerdir," diyor Erdoğan. "Mesela Cem Yılmaz'ın oynadığı Artiz Fikri karakteri var. Çok eğlenceli bir adam. Filmi bir daha çeksek ben onu oynamak isterdim, öyle eğlenceli bir rol. Sonra sinemacı Latif, onun oğlu Biçimsiz Veli, Manifaturacı Cevdet ve filmimizin kuğusu Asiye var. Zeynep Tokuş'un oynadığı Asiye filmimizin aşk simgesi." Film daha önce birçok filme konu olmuş doğu illerinden birinde geçer ama bu kez mesele ne kan davası ne Kürt meselesi, ne beşik kertmesi ne de göçtür. Erdoğan'a göre bunlar feodal kültürün içinden alınıp işlene işlene suyu çıkarılmış şeylerdir ve işin kötüsü çoğu da gerçeği yansıtmaz.

"Feodal kültür bu üç cümleden ibaret değildir, içinde çok güzel şeyler de vardır. Bir kültüre tümden karşı çıkmak ya da tümden savunmak hem aptallıktır, hem de faşizmdir. Kültür dediğiniz şey çok canlı bir organizmadır. Sadece bir üretici neyi seçip anlatmak istediğini iyi bilmelidir. Bizim derdimiz de zaten başka bir şey anlatmak ve bu kIişeler içine düşmeden anlatmak. Çünkü ben meseleyi çok iyi biliyorum, benim meselem. Ama sırf Hakkari'de doğdum diye değil, ben bilmediğim meseleyi yazmayan birisiyim."

Böylece bütün şehirlerarası yolculuklarının kabusu olan bir duygudan yola çıkar hikayesini yazarken Yılmaz Erdoğan. "Bu duyguyu bildiğim halde her seferinde yeniden düşünürüm. Bir dağ başından geçersin, dağın başında bir ışık görürsün. Yahu burada nasıl yaşyor insanlar, dersin. Oysa o adam için dünyanın en güzel yeridir orası eğer onun yurduysa..."

 

Hayat Hakikaten Futbola Benzer

İşte tıpkı otobüsle geçerken dağ başında gördüğümüz ışık kadar uzaktır bize hikayenin geçtiği yer. Günlük gazetelerin üç gün sonra ulaşabildiği bir doğu ilidir burası ve Yılmaz Erdoğan'a göre asıl mesele de budur işte. "Günlük gazete bir yere üç gün sonra gelirse ne olur, bu önemli benim için" diyor. "Biz orada bir şeye şaşırdığımız zaman büyük kenttekiler çoktan unutmuş oluyor, dediğimiz zaman bunun içinde Kürt meselesine varana kadar bir sürü toplumsal sorun var aslında. Dil sorunu falan nedenden çok sonuçtur. Biz hiç bunu tartışmıyoruz. Ben bununla ilgilenmiyorum. Bu kadar ilkel bir konuyu konuşmam. Neredeyse bildiğimiz dili çıkarıp üstüne damga basacak zihniyette insanlarla ben bunu tartışmam ama şunu tartışırm, bu gazeteler üç gün sonra İstanbul'a gelseydi nasıl bir hayatınız olurdu? Birinci cevap şudur: Çok mutsuz bir hayatımız olurdu. İkincisi de: Hayır canım, o boktan haberleri de duymamış olurduk, hiç de fena olmazdı. Benim tercihim de ikincisinden yanadır çünkü benim çocukluğum çok mutlu bir çocukluktur. Evet benim doğduğum yerler zatürreden, hatta burada unutulmuş hastalıklardan ölen çocukların diyarıydı ama ölüm her zaman neşesiz bir yer yapmıyor bir coğrafyayı, çünkü ölüm eğer kaçınılmazsa ve çok sık rastlanıyorsa onunla da alay etmeyi öğreniyorsun."

Ölümün sıradanlığına ya da başka acılara rağmen bir arada ve o topraklarda yaşamaktan vazgeçmeyen insanlar var filmde. "Kimse orada yaşamaya değer bir şey bulamadığı için büyük şehre göç etmeyi düşünmüyor," diyor Ömer Faruk Sorak. "Orada başlıyor orada bitiyor film. Üçkağıtçısının da karşısındakinin de orada ve bir arada yaşamaktan aslında mutlu oldukları bir film." İşte burada memleket sevgisi giriyor meseleye. Otobüsle geçerken orada nasıl yaşadığına şaştığımız dağın başındaki adamın yaşadığı yeri güzel bulması gibi. ….."Güzellik kavramı tamamen sevgiyle ilgili. Denizi sevmeyen biri için deniz manzarasının hiçbir anlamı yoktur. Hakkari'ye dağ başı dersin, halbuki benim için dünyanın en güzel yeridir. Memleket kavramı zaten böyle bir şey değil midir? İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur çünkü. Tanrı ona öyle bir şey veriyor. Bir şeyi ilk gördüğün yer meselesidir biraz da memleket, yani hayatı ilk gördüğün yeri, aslında hayatın kendisini seversin o vesileyle. Bunu neden önemsiyorum? Çünkü genellikle Kürt illerinde herhangi bir film çekildiğinde oraya bakış açısı hep dürbünledir. İstanbul'da oturup yazdığın senaryolarda orası çok zavallı, çok çirkin, yoksul bir yerdir. Ben de diyorum ki hiç öyle değildir, çok güzeldir, çok neşeli insanlar vardır, Kürtler dünyanın en geveze insanlardır. Yazılı dili çok zayıf olan bir toplum konuşur. Dolayısıyla öyle susan çok zavallı insanların filmi değil bu film. Çok eğlenceli bir film."

Yine de bu coğrafyanın hüzünlü bir tarafı olduğu inkar edilemez. "Ben bir yazar olarak hiçbir zaman iki duygudan birini seçen biri değilim, bunu artık seyirci biliyor," diyor buna karşılık Erdoğan. "Birinden birini daha değerli bulan ya da onu öne koyan birisi de değilim. Hüzün de benim için bazen çok çekici bir malzemedir ama insani dozda. Mizahta yapmadığım esnaflığı hüzünde de yapmam. İnsanları kanırtarak ağlatmak üzerine bir şey yapmam. Hayat ne kadarına izin verirse ya da benim için ne kadarı güzelse o kadar olur çünkü benim peşinde koştuğum sözcük budur güzel."

Günün birinde devlet bu şehre televizyonu gönderiyor. Filmin ilk yarısında televizyonun geleceği coğrafya anlatılıyor, ikinci yarısında ise televizyon geldikten sonrası. Yılmaz Erdoğan burada televizyonu, teknolojiyi temsil eden bir simge olarak kullanmış aslında.

 "'Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?'de başlayıp 'Vizontele'de sürdürdüğüm alt metinde bir soru var. Teknoloji iyi bir şey midir? Teknolojik gelişmeyle insani gelişme doğru orantılı mıdır? Her teknolojik yenilik insanı mutlu eder mi? Bunları tartışmalıyız, bu biraz post modernizme kadar giden bir şey aslında. Körfez Savaşı televizyonun icad edilmediği ya da bu kadar yaygın olmadığı bir dönemde olsaydı çok daha insani hüzünler yaratan bir savaş olurdu. Şimdi kime sorsan aklında bir atari oyunu canlanıyor. Konuyla ilgili yapılmış bir tek iyi film yok. Bunun sorumlusu televizyondur. İnsanoğlunun ortak zekası teknolojiyle orantılı bir şekilde gelişmiyor çünkü artık nasıl daha çok satabilirim, üzerine kurulu bir dünya var. Ucunda para olmayan hiçbir gelişmeye rastlayamıyoruz. AIDS'e çare bulsak konuyla ilgili ilaç sektörü memnun olur mu bilmiyorum. Önümüzdeki elli ya da yüz yıl teknolojiyi reddeden kimi insanların kurdukları şehirler ya da bölgeler olacaktır. Televizyonu reddedecek insanlar. Ben de onlardan bir tanesiyim korkarım ki. Denebilir ki sen bu filmi televizyon sayesinde yaptın. Doğru ama televizyondaki kirliliğin içinde gerçekten temiz bir şey yapmaya çalıştım. Bu filmi yapacak parayı da oradan kazandım. Zaten mesel e televizyon gibi mucizevi ve muhteşem bir aletin böyle kötü kullanılışıdır, yoksa televizyonu icad edenleri elinden öpüyorum bu filmin içinde de. Mesela deniyor ki teknoloji geliştiğine göre futbol da her yere kameralar koyalım hangi pozisyon ofsayt hangisi değil bilelim. Ama adamlar da diyor ki, UEFA ya da FIFA, futbol bir hata oyunudur. Futbolu lezzetli kılan, hatalar oyunu olmasıdır. İnsanların hata yaptığı ve hata yapmadığı zaman lezzetini yitirecek bir oyundur hayat. Hayat futbola benzer ama öyle değil böyle benzer. Böyle bakınca da teknolojinin insanlığı ne kadar insanlıktan çıkaran bir şey olduğunu görüyorsun. Çünkü bir insanı hayatta mutlu eden şeylerin sayısı artmıyor teknolojiyle beraber. İnsanın ömrü de çok fazla uzamıyor çünkü genellikle büyük tröstler büyük paraları cep telefonlarına küçük kameralara falan yatırıyor. Böylece herkes kulağında bir miktar radyasyonla dolaşıyor Ama Çernobil'i önleniyor. Demek ki insanlığın yararına bir kullanımı yok."

Öyleyse sorun teknoloji değil de kimlerin elinde nasıl kullanıldığı, öyle değil mi? Evet ama bu sadece bireylerin yaptığı bir hata değil, dünyanın döngüsü bunun üzerine kurulu, çünkü para orada. Uluslar arasında siyasi bir problem kalmadı çünkü siyaset de anlamını yitirmiş durumda. Ben sana ne satıyorum, sen benden ne alıyorsun, bütün mesele bu. Diyelim ki kalp krizine çare bulundu. Kalple ilgili o kadar ilaç, makine üreten bir sektör var onların çok mu hoşuna gidecek acaba? Çok komplocu bir teori olabilir ama ben böyle pek çok şeyin ortaya çıkarılmadığını düşünüyorum ve kişisel olarak reddediyorum teknolojiyi. Cep telefonu da televizyon da kullanıyorum ama bilinç olarak reddediyorum ve bu reddedişin bir anlatımıdır aslında film. Bunu bir kez daha düşünelim diyorum."

Film yapmayı düşünmeye başladığından beri çekilen bütün Türk filmlerini izlemiş Erdoğan. Birçok noktada eksiklik gördüğü Türk sinemasının en güdük bulduğu yanlarını üç noktada topluyor ve "Vizontele"ye de en çok bu üç noktada güveniyor galiba. ."(Sabah Gazetesi Şengül Balıksırtı Ağustos 2003)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder