(EZAN-I MUHAMMEDİYE)
Yönetmen: Çetin İnanç
Senaryo: Nuri Kırgeç
Kamera: İzzet Akay
Yapım: Osmanlı Film / Mehmet
Karahafız
Teknik
Direktör: Engin Temizer,
Oyuncular:
Türker Tekin, Nalan Çöl, Hayati
Hamzaoğlu, Reha Yurdakul, Muazzez Kurtoğlu, Atıf Kaptan, Gülten Ceylan, Kazım
Kartal
Bilal-i Habeşî, insanların boyunlarına
tasmalar takılıp çarşı-pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde
Mekke'de dünyaya gelmişti. Aslen Habeşli idi. Anne babası da köle olan
Bilal'in, ne yaşadığı gününde bir hakkı, ne de geleceği ile ilgili plânları
vardı. Olamazdı da..! Zira, onun hayatı, efendisinin lütfundan ibaretti..!
Güttüğü hayvanlarıyla eş tutulduğu anlar, adam yerine konulup lütufta
bulunulduğu en kıymetli zamanlarıydı O'nun..! Bulunduğu
evde Rasûlullah'a karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir kin, her defasında açığa
çıkan bir nefret vardı. Sürekli komplolar kurulur, davasından vazgeçirmek için
akla hayale gelmedik tuzaklardan bahsedilirdi. Hoşuna gitmese de Bilal'in,
akışı değiştirmeye ne gücü, ne de yetkisi vardı. Kendisi için çizilen çizginin
dışına çıkamaz, genelde efendisinin deve ve koyunlarını otlatır, kendi halinde,
çileli bir hayat yaşardı. İslâm gelip elinden tutmasaydı, öyle de devam edecek
ve bir köle olarak noktaladığı hayatı unutulup gidecekti.
Kim
ne derse desin Bilal, gerçek sahibini, gönlünün sultanını bulmuştu ve bir daha
da O'ndan hiç ayrılmayacaktı. Zira Bilal, artık Hakka uyanmıştı. Hem de nice
hürlerden önce..! Kullara kulluktan kurtulmuş, O'nun elçisine de gönlünü
kaptırmıştı. Birinci, ikinci, üçüncü gün derken, Ebû Cehil, durumun farkına
varmış ve böylelikle Bilal için daha zor, daha da çetin günler başlamıştı
Nurun
perde altında yayıldığı sırlı bu ilk günlerde, imanını ilân etmek bir cesaret
isterdi ve bu cesareti gösteren yedi kişiden biri de Bilal'di. Kâbe'deki
putlara söz söyleyip hakaret ettiği görülünce bir gün, hakkında söylentiler
yayılmış ve amansız bir takip başlamıştı. Sahibini sıkıştırdılar. Efendisinin
bir köle için riske girmeye hiç niyeti yoku. Zaten Bilal de, kölelerinden bir
köleydi. Minnetsizdi ve, 'Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın' deyiverdi.
Bilal, Ümeyye İbn Halef'in ellerinde, Ebû Cehil'in insafına(!) kalmıştı.
Aldılar
ve Bilal'i sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor,
omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da
gönlünün gülü Muhammed'i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı.
Bilhassa
Ebû Cehil'de, bitip tükenmek bilmeyen bir kin vardı; salyalar dökülen ağzından
bu kinini her fırsatta kusuyordu. Bir efendi olarak aklına sığıştıramıyordu;
kendi iradesi dışında bir başka güç nasıl kabul edilebilirdi? Hele bir köle..
konumuna bakmadan böyle bir kabule nasıl cür'et edebilirdi? Yüzüstü kızgın
kumlara yatırıyor ve güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Bir taraftan
da, 'Muhammed'in Rabbini inkâr et!' diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret
üstüne hakaretler yağdırıyordu. Zaten takati tükenen Bilal'in, söz söylemeye
mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: 'Ehad.. Ehad..!'
Bilal, o dünyayı da bilen birisiydi. Bugüne kadar hep onlarla
beraberdi. Dediklerini kabullenip tekrar yanlarına gitse ne değişecekti? Hayat
boyu işkence altında yaşamaktansa, bu işkenceye katlanıp ebedî huzuru yakalamak
vardı işin aslında. Onun için dişini sıkmış ve zilletle yaşamaktansa izzetle
ölümü çoktan göze almıştı. O gün Bilal'e kimse güç yetirip isteklerini kabul
ettiremedi. Bulduğu yolda sabit kadem kalmaya kararlıydı ve her türlü işkenceye
rağmen bu kararlılığından zerre kadar
taviz vermedi… (Reşit HAYLAMAZ)