Yönetmen: Memduh Ün
Eser: Yaşar Kemal
Senaryo: Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu,
Memduh Ün,
Görüntü Yönetmeni:Gani Turanlı
Müzik: Yalçın Tural
Yapım: Uğur Film/Memduh Ün
Oyuncular: Fatma Girik, Hakan Balamir, Hayati Hamzaoğlu, Reha Yurdakul,
Atıf Kaptan, Yavuz Selekman, Reha Yurda-kul, Hüseyin Peyda, ıhsan Yüce, Coşkun
Göğen, Hikmet Taşdemir, Baki Tamer, Nuran Aksoy, Ömer Kahraman, , Giray Alpan,
Ata Saka, Cemal Gonca, Erdo-ğan Seren, Yadigar Ejder
Konu: Bir padişah olan zalim Mahmut hanın atı çoban Ahmet’in kapısına
gelir töre geleneğine göre at Ahmet’in olması lazımdır fakat Mahmut Han atı
Ahmete vermez bu arada çoban Ah-met paşa kızı Gülbahar’a sevdala-nır fakat Aahmet
zindana atılır zindancı çoban Ahmet’i serbest bırakır zindancı kendisini
paşanın öldüreceği için canına kıyar.
* …Memduh Ün'ün "Ağrı Dağı Efsanesi" filmi, Yaşar Kemal'in
romanından (veya destanından, veya masalından) sinemamızın bugünkü koşulları
içinde yapılabilecek olan en başarılı uyarlamaya bir hayli yakındır. Daha
iyisini yapmak, Yaşar Kemal'in tüm lirizmini ve masal havasını sinemaya
getirmek için, bir dehanın soluğu gerekirdi. Ün ise bir "dahi
sinemacı" değil, yalnızca işini çok iyi bilen bir profesyonel senaryo ve
yönetmendir. Onun için "Ağrı Dağı Efsanesi" bir başyapıt, yıllarca
anılacak bir film değilse bile çok temiz, çok dürüst, çok özenilmiş bir
çalışmadır ve sinemamızın bugünkü ortamı içinde de yüz ağartacak bir filmdir...
"Ağrı Dağı Efsanesi' Yaşar Kemal'in ro-manları arasında
"masal" niteliğini en çok taşıyanlardan biridir. Yaşar Kemal'in
romanlarından röportajlarına ne denli "gerçekçi" bir yazar olduğu,
gerçeğe çok daha yakın olması gereken röportaj türünde bile hayale, hayal
gücüne nasıl bir yer ayırdığı tartışılabilir. (Zaten tartışılıyor). Biz,
konumuz ve yet-kimiz dışına çıkan bu tartışmaya karışmak durumunda değiliz.
Ancak, "Ağrı Dağı Efsanesi"nin zaten isminin de belirttiği ölçüde bir
"efsane" olduğu, gerçeği vermek savında kesinlikle bulun-madığını
belirtelim bir kez daha... Kemal'in olayları belli bir döneme oturtmak için
çaba göstermemiş olmasının yanı sıra, şiire, şiirselliğe çok yaklaşan üslubu
da, eserin bu niteliğini pekiştirmektedir.
Ağrı Dağı Efsanesi", Osmanlı'nın en parlak dönemini izleyen
bir dönemde geçmektedir denebilir. Olayların geçtiği yerler de kesinlikle
belirlidir: Doğu Anadolu... Ağrı Dağı, coğrafik yörenin merkezini oluşturduğu
gibi, öykünün gelişiminde de bir merkez oluşturur: Yüksekliği, ululuğu,
erişilmezliği, insancıl oranların dışına taşan boyutları ile, insanların bitmez tükenmez
didişmelerine yukarılardan tanıklık eder... Giderek- sonunda olaylara daha
yakından karışır... Kötü yürekli Mah mut Han'ın Ahmet'i sınamasını iyiliğin ve
iyilerin lehine sonuçlandırmak için, hiçbir canlıya yapmadığını Ahmet'e yapar,
herkesten esirgediğini ondan esirgemez: Onun kimselerin erişemediği doruğuna
çıkmasına, ateşi yakmasına ve insanların arasına geri dönmesine izin verir…
Öykünün çeşitli kişileri, Osmanlı düzeninin değişik zümrelerini,
toplumsal kat-manlarını temsil ederler... Halk çocuğu Ahmet'le bey kızı
Gülbahar'ın trajik öykülerine, Osmanlı soyluları, Osmanlı yöneticileri,
(beyler, paşalar,) devlet dışı dinsel gücü simgeleyen Kervan Şeyhi, halk
bilgeleri (demirci Hüso, yaşlı ermiş Sofi) ve "gelgitten sonraki bir deniz
gibi" olan halk karışır... Ama, Osmanlı toplumundaki çeşitli katmanları
temsil etmelerine karşılık, tüm bu kişiler, Yaşar Kemal'in romanına yine de
gerçekçi bir boyut vermeğe yetmezler kuşkusuz (romanın böyle bir savı da yoktur
zaten). Çünkü, tüm bu kişiler, insanları eyleme yönelten tüm Senaryo ve
Yönetmenal ve ekonomik nedenleri bir yana bırakmışlardır; tüm davranışlarının
merkezi ve çıkış noktası, Gülbahar ile Ahmet'in aşk öyküleri ve ona bağlı
olarak da Mahmut Han'ın akıl almaz zulmüdür. Yani tüm bu kişiler, asıl öykünün
birer figüranı olmaktan çıkıp da gerçek yaşamlarını yaşamazlar...
Ve "Ağrı Dağı Efsanesi"ne egemen olan, trajik
duygusudur... Kemal, doğanın şiirini söyler... Ağrı Dağı'nın, Küp gölünün,
Mahmut Han'ın kır atının, insan/insan, insan/hayvan, insan/doğa ilişkilerinin
şiirini söyler... Ama doğaya sevecenlikle ve iyimserlikle bakan gözlerin
ardında, tam bir trajik duygusu gizlidir. Bu duygu, tüm eser boyunca okuyucuya
duyurulur... Gelişim, bir trajedi gelişimidir
Okuyucu, kişilerin trajik bir yazgısı olduğunu sezer, bir acılı
sonu bekler... Kemal de okuyucusunu düş kırıklığına uğrat-maz... Ama bunu
ozancasına yapar... "Ağrı Dağı Efsanesi"nin belki de en güzel yeri
sonudur romanda... Belirsiz bir sondur bu, sözcüklerin yarı saydam bir tül gibi
örüldüğü ve gerçek olayı okuyucu-dan gölgeli biçimde sak-ladıkları... Gülbahar
Ahmet'i sahiden vurur mu? Kıyar mı ona? Bu son, Yaşar Kemal'in eşsiz
Türkçesiyle bir bilmece gibi okuyucunun kendi yorumuna bırakılmıştır...
Memduh Ün işte bu nitelikleri içeren bir yazıyı sinemalaştırmak
işini yüklenmişti. Romanın taşıdığı şiir yükü oranında sine-malaştırması da
güçlü kuşkusuz. Çok tutucu bir Yaşar Kemal hayranı (veya edebiyat canlısı)
olunduğunda filmi tümüyle olumsuz bulmak olanaklıdır... Ama sinema ile edebiyat
bir yerde aynı şeylerdir. Sözcüklerin verdiğini sinema aynen veremez. Ama
sözcüklerin verdiğine kendisinden çok şey de ekleyebilir. Ün'ün filminde bu
gerçeğin bir kez daha doğrulandığını görmemek Olanaksız.
Ün'ün çok özenli sinema/kurgu çalışma-sıyla romana kattıklarını
görmeye çalışalım önce... Film, sinemanın niteliği gereği, zengin görsel
boyutlar ekleyebilmiştir esere... Ün öncelikle, "mekan" sorununu çok
başarılı biçimde çözümlemiştir. Doğa Beyazıt'taki ünlü İshakpaşa saray/ camii,
Topkapı Sarayı, Rumelihisarı ve stüdyo mekanından oluşan dörtlü mekan olanaklarını
hiç aksatmadan, seyirciyi yadırgatmadan birbirine bağlayabilmiştir...
Filmin çok özenli kurgusu, bazı bölümlerin etkisini
güçlendirmektedir. Bir örnek ve-reyim. Demirci Hüso'nun atı getirmesi beklenen
günden önceki gece... Herkes, tüm kahramanlar, uykusuz, sabahı beklemektedir.
Ün, kahramanları göster-diği karelerin arasına, Mahmut Han'ınkurduğu
darağacının karelerini yerleştirir. Çok iyi bir gerilim müziğiyle de
des-teklenen bu bölüm, kurgu-müzik başa-rısının bütünlenmesiyle gerilimi,
giderek romandan daha da güçlü olarak du-yurmaktadır, Aynı biçimde, Ün'ün
Gül-bahar'la Ahmet’in birleşmelerini, ro-mandaki gibi tensel birleşmenin dışına
kayan, sanki "dünyevi" olmayıp da düşsel olan bir biçimde verebildiği
de dikkatten kaçacak gibi değildir... Bu örnekler kuşkusuz çoğaltılabilir...
Film, romanın bazı bölümlerini vermekte yetersiz kalmaktadır.
Yaşar Kemal'in tasvir ettiği o büyük kalabalık, halkın o benzersiz toplanışı
yoktur filmde... Ağrı Dağında yakılan ateş inandırıcı değildir... Filmin sonu
ise tartışılabilir. Ün, Gülbahar'ın Ahmet’e kıyışını, sinemamızın son
yıllarındaki tutkusu olan "yavaşlatma" yöntemiyle çözümleme-ğe
çalışmıştır. Ama romandaki şiirsel belirsizliği verebildiği söylenemez. Bu da
elbette görsel olması nedeniyle daha "somut" olmak zorunda bulunan
sinemanın, söze karşı olan zaafından doğmaktadır.. Ün'ün filminde çok başarılı bir
noktanın da oyuncu seçimi ve yönetiminde olduğunu belirtmeliyiz. Girik ve
Balamir ikilisinin, melodrama, abartmaya kaçması ustalıkla önlenmiş. Hepsinden
söz etmek gerekir belki, böyle bir başarı karşısında: Hayati Hamzaoğlu'nu,
Hüseyin Peyda'yı, Atıf Kaptan'ı, Reha Yurdakul'u, Nuran Aksoy'u, Yavuz
Selekman'ı İıhsan Yüce'yi, hepsini zikretmek gerekir... Ve elbette ve kuşkusuz,
Gani Turanlı’nın kusursuz kamera çalışması ve Yalçın Tura'nın şimdiye dek olan
tüm başarılarını aşan müzik çalışmasını da. Ağrı Dağı Efsanesi", taşıdığı
masal ve şiir öğe-lerinin sinemalaştırılması zorluğu nedeniyle yitirdiklerini,
sinemanın kendine özgü gücü nedeniyle kazanan ilginç ve önemli bir edebiyat
uyarlama örneği. Bunun dışında da, birkaç eksikliği dışın-da olgun, özenli bir
sinema yapıtı. Ün'ün filmografisinin ise son 10 yıldaki en önemli ve başarılı
fılmi olduğu söylenebi-lir... “Atilla DORSAY “Sinemamızın Umut Yılları” syf,
172”
Memduh Ün Anlatıyor:
Yaşar Kemal'i çok seviyorum, kitaplarının çoğunu okudum. 1960
yılıydı, Orta Direk romanından film yapmak istemiştim. Mecidiyeköy'de
·oturuyordu o zaman Yaşar; gittim konuştuk. O günlerde bir filmin maliyeti
60-70 bin liraydı. Eser hakkı için 30 bin lira istedi. Kabul ettim. Yalnız
senaryo denetimden geçtikten sonra veririm dedim. Hayır, ben parayı peşin
alırım dedi. O yıllarda sansür kurulunca Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi
yazarların yapıtları çok sakıncalı görülüyordu; denetimden geçme olasılığı
zayıftı. Ben de bu nedenle göze alamadım ve çok sevdiğim o romanı çekmek bana
nasip olmadı. Sonra
okuduğum Ağrı Dağı. Efsanesi'ni de çok sevdim. Yaşar'la anlaştık. Çok iyi dost
olmuştuk yıllar içinde. Sağ kolum olan Duygu, çekme bunu dedi bana. Ticari
başarısının olmayacağını düşünüyordu. Belki de efsaneyi yansıtamayacağımı
düşünüyordu. Ben çekmeye kararlıydım, hazırlıklara başladım. Duygu senaryoyu
yazdı. Bir kez benim, bir kez de Lütfi Akad'ın elinden geçti senaryo.
Yaşar Kemal romanın finalinde, Ağrı Dağı'nın tepesindeki Küp gölü
diye bir göl anlatır. Rengarenk çiçekler ortasında bir göldür anlattığı. Çok
şiirli bir sahnedir. Ben de yörenin böyle olduğunu hayal etmiştim hep.
Çekim öncesi yer bakmak için Gani Turanlı ve Duygu Sağıroğlu'yla
birlikte Doğu Beyazıt'a gittik. Ağrı Dağı'na birkaç yerden çıkılıyor, Iğdır'dan
da, Doğu Beyazıt'tan da. Doğu Beyazıt'ta Zeki Bey isminde Kürt kökenli,
Cumhuriyet Halk Partili bir sinemacı bize çok yardımcı oldu. Zeki Bey çok aydın
bir kişiydi. Ağrı (Dağı'na çıkıp da Küp gölünü görmek istediğimizde bize atlar buldu.
Bir de Kürt bir kılavuz. Ağrı Dağı'na çıkmak kolay bir şey değildi. Tırmanırken
kayalar, çukurlar çıktı karşımıza, bir süre sonra atlardan inmek zorunda
kaldık. Yolda korkunç şeyler anlatıyordu Zeki Bey. Tırmanış sırasında
turistlerin bileğini kesip bileziğini, saatini, parmağını kesip yüzüğünün
alındığını içeren olaylar Bir süre sonra nasıl olduğunu anlayamadan hepimiz
dağıldık. Birbirimize ayak uyduramamıştık. Kılavuzla ben yan yana kalmıştım.
Zirveye de yakındık. Kayaların aralarından geçiyorduk. Kafamda hep bu kesme
biçme, çalma alma hikayeleri dönüp duruyordu. Bu Kürt dağın başında, üzeri-me
saldırmasın, beni de kesmesin endi-şesiyle buzullara kadar geldik. Neyse Duygu,
Gani ve Zeki beyle yeniden bu-luştuk bu düzlükte. Küp gölünü aradıkbirlikte. Bir
gölcüğe de rastladık, ama çevresi karla kaplıydı. Toprak görmeye olanak yoktu.
Biz çekime gelinceye kadar karlar kalkacak romanda Yaşar'ın anlattığı gibi
rengarenk çiçekler, laleler fışkıracak diye düşündük. Çıktığı-mız gibi bin bir
eziyetle indik. Kolay mı, Ağrı Dağıydı.
İkinci kez geldiğimizde erimişti. Göle baktığımızda dehşete
düştük. Çapı elli metre olan bir su birikintisiydi sadece. Çevresinde değil
çiçek, yeşil çimen bile yoktu. Dağdan kopan kırmızımtırak kayalarla doluydu
Çıldırıyordum az kalsın. Yaşar Kemal'in çizdiği görüntüyle en küçük bir
benzerlik taşımıyordu. Yaşar Kemal görmeden bir göl üretmişti hayalinde. Oysa
filmin finaliydi bu: Film de her şey oraya göre pompalanmıştı. Sıkıntıdan
ölecektim. Birden, gölgemin düştüğünü gördüm suya. Hem de pırıl pırıl. Kafamda
bir ışık çaktı. Ağrı'nın gazabını kavalla çalacak olan çobanları, gölgeleri
suya düşecek şekilde gölün kenarına oturttum. Sahneye çobanların suya düşen
yansımalarından başlayıp sonra yakın planlar yaparak, idare ettim. “Memduh Ün Filmlerini
Anlatıyor” , Kabalcı yayınları, Ağustos 2009 - İstanbul”
a