Senaryo ve Yönetmen: Tevfik
Başer
Görüntü Yönetmeni: İzzet
Akay
Müzik: Claus
Bantzer
Yapım: Emek
Film / Türk/Alman ortak yapımı
Oyuncular: Zuhal Olcay , Brigitte Janner, Ruth Olafsdottin, Barbra
Monawiecz, Ayşe Altan, Serpil İnanç, Çelik Bilge, Birgül Topçugürler
Ödül:
Strasbourg Avrupa Film Festivali’nde
► Tevfik Başer “Büyük Ödül”
KONU: Elif Almanya'da beraber olduğu kocasını öldürmüştür. Alman kadın
hapishanesine kapatılmış ve çevresindeki kadınlarla ilişkiye geçmiştir.
Birlikte yaşayıp, birlikte çalışır, aynı sorunları paylaşır. Anlaşabilmek için
Almanca öğrenir. Dışarıdaki toplumun baskısından da kurtulmuştur. Böylece yavaş
yavaş kendi kişiliğini bulmaya başlar. Bir gün tutukluluk süresi biter, ancak
dışarıya çıkma cesareti yoktur. Çünkü ya Türkiye'ye gönderilecek ve orada
ikinci kez tutuklanacaktır, ya da kocasının kan davalılarınca yakalanacak ve öldürülecektir.
Elif, bileklerini keserek ölümü tercih ederse de gardiyan kadınlar tarafından
kurtarılır. Artık Elif kendisi için tehlike dolu dış dünyanın kapısı önündedir.
Akrabalarının yanında bulunan iki çocuğunu yanına alarak, onları büyütmeyi
istemektedir. Acaba Elif'in gücü yetecek midir? Elif'in kişiliğini, umutlarını,
korkularını ustaca canlandıran Zühal Olcay'ın bu filmdeki oyunu gerçekten
mükemmeldir.
*
"Yaşamadan Ölen Kadınlar" adlı romandan uyarlanan film, Almanya da
yasayan Elif’in, kocasını öldürdüğü için 6 yıl ceza alarak hapse girmesini ve
dilini bile anlamadığı bu ülkenin cezaevinde yaşadığı korkular ve buradaki
hayatı anlatılıyor. Yabancı bir ülkede suçlu olmak, göçmen olma psikolojisi ve
yabancı düşmanlığı Zuhal Olcay’ın muhteşem oyunculuğuyla anlatılıyor. Cezaevine
girene kadar birey olduğunu, kadın olduğunu hissedememiş olan Elif, burada
Almanca öğreniyor, çalışıyor, kitaplar okuyor, yeni insanlarla tanışıyor, hatta
erkekler koğuşundan sevgilisi bile oluyor ve sürekli mı? mektuplaşıyorlar.
Kocasının kardeşleri ise onu öldürmek için hapisten çıkmasını bekliyorlar.
Filmin konusu gibi dikkat çekici olan adı aslında çok önemli bir soruyu
içeriyor: Elif’in zorla konulduğu yer mi gerçek hapishane yoksa baskıcı
çevresinin etrafına ördüğü duvar mı?
* Sahte
Cennete Veda bizlere, çöküşün, intiharın eşiğinde bir Elifi göstererek
başlıyor. Sonra bir geriye dönüşle Elif’i hapse düştüğünün ilk günlerinden
itibaren tanımaya başlıyoruz. Daha önceki yaşamına, cinayete, onun nedenlerine
ve oluşumuna pek değinilmiyor (ancak birkaç kırık dökük sözcükle). Başer, çok
akıllıca bir seçimle, bizlere kocasını öldüren bir kadının değil, kendisini,
birden dilini anlamadığı, kültürünü bilmediği, tümüyle yabancı bir çevrede
bulan bir kadının öyküsünü anlatmayı seçmiş. Öykünün çıkış noktasını olduğu
gibi varış noktasını da çok iyi belirlemiş olması, bizlere pek bir gereksiz,
fazladan kare bile içermeyen, çok ekonomik ve işlevsel bir film getiriyor.
Elif, tüm kırılganlığına, çaresizliğine karşın çökmüyor, yavaş
yavaş duruma uymaya ve iletişim kurmaya başlıyor. Önce biraz Almanca öğreniyor;
derdini rahatça anlatacak kadar... Sonra çevresinde dostlar ediniyor, karşıdaki
erkekler koğuşunda yatan bıyıklı ve onurlu bir Türk mahkumla duygusal bir
yakınlık kurmayı bile başarıyor. Ancak ağabeyinin, nadir ziyaret saatlerinin
birinde biraz açık bir giysiyi bahane ederek "orospu" muamelesi
yaptığı, çocuklarını doğru dürüst göremeyen, çıkışında Almanya' da kalma şansı
olmayan, ülkesine döndüğünde ise yeniden yargılanıp yeniden mahkum olacağını
düşünen Elif (Almanya'da sadece 6 yıl ceza yemiştir), sonunda tam bir bunalıma
giriyor.
Tevfik Başer'in bu ikinci filmi kesinlikle gösteriiyor ki
Başer bir ayrıntılar, nesneler, atmosferler yönetmenidir. Gerçek olayların
gerçek kişilerini anlatırken ve bizlere Almanya' da kırsal kesim Türk kadını
üzerine çeşitlemeler sunarken kişilerin ruhsal değişimlerine ve yaşadıkları
dramı ortaya çıkarmaya verdiği önemi, ele aldığı dar mekanların öyküdeki
işlevine, nesneler ve madddi çevre dünyasına da aynı ölçüde vermektedir.
Böylece Başer'in filmlerinde insanlar, çoğu Türk filmlerinin aksine, çevreyle
tam bir ilişki, tam bir alışveriş kurmakta ve öykümekan ilişkisi hiçbir
yadırgatıcılık veya yapaylığa yer bırakmadan gelişebilmektedir.
Başer'in dünyasının kısıtlı, giderek kısır olduğunu
söyleyenler olabilecektir. Ama ben bunlara katılmıyorum. Önemli olan,
yönetmenin anlatmak istediği şeyleri çok iyi seçmiş, saptamış olması.
Almanya'daki kırsal kesim Türk insanı (kadını veya erkeğiyle) daha sayısız
konunun ve dramın malzemesi olabilir. Başer, iyi bildiği bir çevreyi, sorunları
anlatmayı seçiiyor. Ya ne yapsaydı? "Almanya'da bir Türk yönetmeninin
yaratış sorunları" mı anlatsaydı sözgelimi? Ayakları yere basan bir
yönetmen Başer... Ve kendi dünyasını kurmakta oldukça başarılı bir yere gelmiş
durumda ... Sahte Cennete Veda, bir "kadınlar tutukevi" deyince akla
gelebilecek (ve örneğin bir Hollywood'un eşsiz örneklerini verdiği ve de
verebileceği) sansasyon, erotizm, şiddet vb. öğelere hiç yüz vermiyor. İnsanlar
arası iletişimin, sevginin mümkün ve de gerekli olduğunu savunan, olası bir
TürkAlman çatışmasına, olası ırkçı davranışlara yüz vermeyen film, bu yanıyyla
Tunç Başaran'ın Uçurtmayı Vurmasınlar'ına büyük ölçüde yaklaşıyor. Biraz fazla
iyimser mi? Uçurtma için düşünüldüğü gibi bu film için de belki
düşünülebilir... Ama bu iyimserlik, sonuç olarak umutlu bir bildiriye, bir
yaşama mesajına dönüşüyorsa ve sonuç olarak, öylesine karanlık bir ortamda bile
bir umut ışığı ufukta beliriyorsa, buna karşı çıkmak kolay Tevfik Başer,
aslında alçak gönlü ve yalın bu filme yer yer ustalıklar, incelikler
yerleştirmesini de bilmiş. Örnekse, erkek mahkumun ziyaretini, konuşma yerine
yanda çalan bir akordeonun müziğiyle eleştirmesi veya finale doğru intihar
girişimini tümüyle sessiz vermesi gibi bölümler oldukça etkileyici. Sevgili
İzzet Akay'ın "gurbet elleri"nde bu kaçıncı başarılı çalışması?
Akay'ın görüntüleri, Claus Bantzer'in müziği, tüm bir yardımcı oyuncular
kadrosu, Zuhal Olcay'ın başroldeki şaşırtıcı oyunuyla birleşiyor ve çok
anlamlı, çok yöne çekilebilir adıyla bu Sahte Cennete Veda'yı görülmesi gereken
bir film haline getiriyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans
Yılları” syf, 130 ”