Senaryo: Işıl Özgentürk (Orhan Kemal’in
Murtaza isimli romanından uyarlama),
Kamera: Ertunç Şenkay
Yapım: Asya
Film/Ali Özgentürk
Montaj:
Khadıcha
Bariha, Görevli Yapımcı: Mete Türkben, Destek Yapımcılar: Hans
Peter Mayer (ZDF), Yönetmen Yardımcıları: Leyla Özalp, Fehmi Yaşar,
Çevre Düzeni: Sadık Karamustafa, Müzik: Sarper Özsan Türküler: Arif
Sağ, Halime Halilagiç, Miksay: Alain Garnier, Miksaj Stüdyosu: GLPP (Leavallois),
Kamera Asistanları: Ali Utku, Ünal Temizyürek, Set Görevlileri: Baki
Soğukpınar, Kemal Altun, Kahraman Kırlı, Prodüksiyon Amiri: Erol Deniz,
Prodüksiyon yardımcıları: Sabit Çolak, Ahmet Kavak, Işık Yönetmeni: Şevket
Bey, Işık Yardımcısı: Kadir Çöl, Müzik Miksaj: Baha Boduroğlu,
Seslendirme Yönetmeni: Ersan Uysal, Dialog Kayıt: Ercan Okan,
Efekt Kayıt: Erkan Aktaş, Montaj Asistanı: Hamido Mekki, (Fono Film Stüdtyosu’nda seslendirilmiştir.)
Oyuncular: Müjdat Gezen (Murtaza), Güler Ökten
(Murtaza’nın karısı), Halil Ergün (Mazhar), Macit Koper (Palavracı Tefo), İhsan
Yüce (Azgın), Orhan Çağman (İbrahim Usta), Ferda Ferdağ (Akile Hala), Menderes
Samancılar (1. İsa), Neslihan Acar, Damla Coşkunoğlu (büyük kız), Neslihan
(Küçük Kız), Refik Durbaş, Nurettin Karasu (Dilsiz), Ülkü Ülker, Ajlan Aktuğ
(Ferhat), Selahattin Fırat (Nuh), Saim Yavuz (2.İsa), Nurettin Şen (3.İsa),
Reha Bilgen (Ramazan), Erdinç (Orhan),
Konu: Bekçi Murtaza, "kurs görmüş, iyi
terbiye almış" bir memur olarak, bekçiliğine atandığı fabrikaya
'disiplin' getirmeye, 'önce vazife' anlayışını yerleştirmeye çalışıyor. işine
son derece bağlı, görevine düşkün biri Murtaza... Sabah akşam yalnızca işini
düşünen, sabahın köründe gidip gece yarılarına dek çalışan, istirahat iznini
bile almak istemeyen... Temelde işine bağlı olmak görev duygusuna sahip olmak
iyi, güzel nitelikler değil mi? Birer erdem değil mi bunlar? Ne var ki Murtaza,
bu yolda dur durak bilmiyor, sınır tanımıyor. 'Vazife' duygusu, bir şizofreniye
dönüşüyor, çocukların oyunundan kadınların türkü çağırmasına, ailelerin geç
yatmasından 'kenefte en çok üç dakika kalınmasına' (!) dek her şeye karışmaya
başlıyor kahramanımız. Dedesi Kolağası Hasan Bey'in Balkan Savaşı
kahramanlıklarına sığınmak, toplumu o kahramanlık günlerine, akşamları insanların
toplanıp birbirlerine ecdatlarının savaşlarını, gözü pekliklerini anlattığı
günlere geri götürmek istiyor... Ancak dedesinin kahramanlıklarını anlatmaya
kalktığı bir sünnet düğününde alaya alınıyor... Geçmişte, geçmişin değerlerinde
yaşamak, tümüyle gününden, çağından kopmuş olmak, sonunda Murtaza'ya felaket
getiriyor... Onu gerçeğe döndürmek için, kimi dinsel efsanelerde olduğu gibi,
evladının (küçük kızının) acılı ölümü kaçınılmazdır...
ÖDÜL:
1986 yılında 14. Strasbourg
(Fransa) Film Festivali’nde
►“Bir Avuç Cenet” filmi ile
beraber ikincilik ödülü aldı.
Sinema Yazarları (SİYAD)
seçiminde
► En İyi 3. Film ödülü aldı.
► Güler Ökten “En İyi
yardımcı Kadın Oyuncu” seçildi.
*
Ali Özgentürk sinemasında en ilgimi çeken şeylerden biri, hep yeni biçim
arayışları içinde olması, yeni öz/biçim dengeleri aramasıdır.
"Hazal", kazandığı başarıya karşın, tümüyle farklı bir fılm olan
"At"a çok az şey esinlemişti. Aynı biçimde, "Bekçi" de ilk
iki filmden tümüyle farklı olmayı deniyor. Özgentürk, çok genel olarak
"yaşamın içindeki fantastiği ortaya çıkarmayı" seven ve deneyen bir
yönetmen... "At" ta da belirgin olan bu tavır, "Bekçi"de ön
plana çıkıyor. Ya doğrudan doğruya fantastik, düşsel bölümlerin filme
eklenmesiyle: işçilerin, ellerinde süpürgelerle, Murtaza'nın peşinden
gitmeleri, genelev sahnesi, ağızların bantlanması, yıkıntılarda dans bölümü,
tel örgüyle çevirme, Kolağası Hasan Bey'le konuşma gibi bölümler... Ya da,
tümüyle gerçek/gerçekçi olması gereken kimi bölümler, kaydırmalı bir yaklaşımla,
gerçek/düş arası gibi sunuluyor. Böylece Orhan Kemal'in tümüyle gerçekçi
türdeki romanı, perdede simgesel/düşsel boyutların damgasını bastığı yarı
fantastik bir denemeye dönüşüyor.
Ama Ali Özgentürk, bence, bu
karmaşık yapıyı gereği gibi kuramıyor, istediğini perdede somutlaştıramıyor.
Filmin ro-mandan da güçlü biçimde beliren temel bildirisi, aslında açık: bir
yerleri, bir şeyleri 'kurtarmak', 'disiplini kurmak' için gelenlerin, sonunda
nasıl yaşama, yaşamın özüne karşı çıkmaya başladıklarını ve baskıcı, totaliter
bir düzene giden yoldaki durakları anlatıyor film, bir bir...
Ancak bu
bildiri, zaten öykünün yapısında gereğince var. Öykü Orhan Kemal'in kurduğu
gerçekçi temelden kaydırılınca, bu bildiri bizce olsa olsa sarsılıyor,
zayıflıyor. Siyasal bir güldürü, siyasal çağrışımları güçlü bir alegori yapmak
kolay değil, belki sinemada en güç iş. Bunun için aynı zamanda güldürüye yatkın
olmak, kimi bölümleri bir tüy gibi hafif, dantel gibi ince biçimde işlemek
gerekiyor. Oysa filmde bu tür bölümler, tüy gibi hafiflik şöyle dursun, tonlar
çekiyor nerdeyse... Buna en belirli örnek, final, (daha doğrusu finaller)
bölümü. Bekçi Murtaza'nın anlamsız otoritesinin simgesi olan giysilerinin,
başta ölen kızının sevgili-si, bir avuç genç tarafından yakılması çok güzel bir
sahne... Ama bundan sonra gelen, Murtaza'nın yaralı haliyle, kanlar içinde
fabrikaya gelip koro eşliğinde (!) 'vazifenin önemi' üstüne nutuk çek-mesi,
yenilir yutulur gibi değil. Filmde bu vb. sahnelerde egemen olan bir saflık,
bir 'naif'lik duygusu var ki, her şeyden önce çok 'zeki, çok alaycı olması
gereken bir türe, siyasal alegori türüne hiç yakışmıyor. Sonuç olarak
"Bekçi", kuşkusuz yürekli tavrından özgün yapısına, Müjdat Gezen'in
ilginç kompozisyonundan tüm yan oyunculara, oyun düzeyinin yüksekliğinden,
görüntü ve müzik çalışmasının: kalitesine, yılın sıradanlıktan hemen sıyrılan,
önemli yerli filmlerinden biri... Ancak amaçladığı sonuca tam olarak ulaşamayan
ve değişik, çarpıcı bir yapı kurma çabasının bedelini oldukça ağır ödeyen bir
film... Özgentürk'ün Orhan Kemal uyarlamasından, doğrusu daha iyisini
bekliyorduk. (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf: 276)
► Bütün öykünün belirsiz bir
fabrikada, düzende geçmesi, fılmin soyut çizgisini ağırlaştırarak, somutta
genellemelere ve özdeşleşmelere gitmemize olanak tanımamaktadır. Başta
belirttiğimiz gibi, romanın ellili yılların başındaki anamalın özelleşmesi
sürecine oturtan Orhan Kemal'in, somut tabanı ve hedefi, "Murtaza"yı
özel ve özgül bir yapıt olarak görmek zorunlu olmaktadır. Müjdat Gezen de ne
yazık ki bu dar tipi giymiş üzerine. (Yavuzer Çetinkaya, Milliyet Sanat
Dergisi, S.: 140, 15 Mart 1986)