Powered By Blogger

3 Aralık 2022 Cumartesi

 

AŞK ÖLÜMDEN SOĞUKTUR (1994)

 Senaryo ve Yönetmen: Canan Gerede, Görüntü Yönetmeni: Jurgen JurgensMüzik: Fuat GünerSanat Yönetmeni: Gül Oğuz, Yapım: UPF/Eliane Stutterheim Faruk Aksoy, Canan Gerede Montaj:

Albert Jurgenson, Şarkı yorumcusu: Şebnem Gördem, Yapım yönetmeni : Bahadır Atay, Ses: J. F Adora, Montaj; Albert Jurgenson, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Film Baskı: Uğur Orbay, Gaffer: Ali Salim Yaşar, Bestboy: Durmuş Demirezen İmaj: Jürgen Jürges, Prodüksiyon Müdürü: Bahadır Atay,

Oyuncular: Kadir İnanır (Ali), Bennu Gerede (Belgin), Ayşegül Ünsal (Fatma), Umur Turagay (Osman), Engin İnal, Tuncel Kurtiz (Dursun), Ersin Pertan, Ayşe Emel Mesçi, Faruk Aksoy, Kemal İnci, Kutay Köktürk, Mehmet Yankır, İlhan Arkan,

 Konu: “Aşk Ölümden Soğuktur, şarkıcı Bergen'in gerçek yaşamından esinlenerek yapılan bir film. İstanbul'un varoşlarında bir Çingene mahallesinde annesiyle birlikte yaşayan, müziğe ve dansa tutkun genç bir kız olan Belgin, bir klüpte dans ederek para kazanmaktadır. Yaşlandığı için müşterilerden rağbet görmeyen annesi, Belgin'i, içinde bulundukları zor koşullardan kurtulmanın tek aracı olarak görmektedir. Çalıştıkları kulübün polis baskınına uğraması, güçlü bir kişiliği olan kumarhane işletmecisi Ali ile tanışmalarını sağlar. Anne ve kız, bu güce sığınırlar. Ali de Belgin'i çok beğenmiştir. Toplumun kenarında yaşamaya alışmış bu iki insan arasında tutkulu bir aşk doğar ve evlenirler. Belgin hamile kalır, ancak borçlarını ödeyemeyen Ali'nin dükkanına el konulması, ilişkilerinde gerginliğe yol açar, yaşanan şiddet yüzünden, Belgin çocuğunu düşürür, Ali, Belgin'i terk eder. Belgin, biraz da annesinin zorlamasıyla müzik yapımcısı Yaşar'ın teklifini kabul eder, müzik kariyeri hızla ilerlemeye başlar, ünlü olur. Ancak Ali'yle ilişkisi tehlikeli bir boyut kazanmıştır. Sevdiği kadından ayrılmaya dayanamayan Ali, Belgin'in yüzüne kezzap atar, sonra da bıçaklar.

 Ödül:

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1995)
►Canan Gerede “En İyi Yönetmen,
►Jurgen Jurgens “En İiy Görüntü Yönetmeni”
►Kültür Bakanlığı Özel Ödülü
 ”Aşk Ölümden Soğuktur

 * "Bennu Gerede 'nin epeyi çabaladığı hatta yer yer akça pakça, mevzun bir 'sarışın dilberin masumiyetiyle karışık cazibesinin yüksek enerjisini yaydığı ve cinsel obje olarak fiziğiyle perdeyi doldurduğu ileri sürülebilirse de, bir konuşmaya başladığında Amerikalı bir şarkıcı çingene kızına dönüştüğü de açıkça ortada, son tahlilde. Keşke dublaj yapılsaymış ona. Fasbinder Wenders gibi ünlü yönetmenlerin namlı, Alman kameramanı Jürgen Jürges'in usta işi çerçevelerine ve görüntülerinde Beyoğlu'nun izbe, karanlık, arka sokaklarının müdavimleri (konsomatrisler, dönmeler, uyuşturucu satıcıları, kadın tellalları, falcı kadınlar, leş kargası medyacılar, paparazzi basını vb.) adeta resmi geçit yapıyorlar. Tabii göbek danssız ve şarkısız da olunmuyor bilindiği gibi. Gerede'nin kimi zaman Atıf Yılmaz'ı çağrıştırırcasına, pavyon, bar vb. iç mekanları iyi değerlendirerek kullandığı, belgesele selam sarkıtan, yalın ve nesnel bir üslup tutturduğu kimi sekanslara da sahip, alışılmış duyarlıklar üstüne oturtulmuş film, İnanır'ın da bayağı riskli başrolü üstlendiği katmerli bir melodram sonuçta" (Çapan, Cumhuriyet, 15.12.1995). “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç Dr. Bülent Vardar, “20. Yüzyılın Türk Sineması ”

 * Canan Gerede, ikinci konulu filminde ünlü “acıların kadını” şarkıcı Bergen’in öyküsünü anlatıyor. Hani şu kocası tarafından yüzüne kezzap atılarak bir gözü kör edilen, daha sonra da vurularak öldürülen ünlü arabesk şarkıcısı... Yakın zaman Türkiye'sinin en ilginç adliye ve cinayet olaylarından biri, ardında yalnızca ölümcül bir tutkuyu değil, tüm bir çağdaş Türkiye sosyolojisini de barındıran çarpıcı öykü.

 Ancak Gerede bu gerçek drama çok farklı biçimde yaklaşmayı seçiyor. Ateşli ve arabesk hüznüyle örülü bir melodramı da itiyor, tümüyle toplum bilimsel gözlemlere yaslanan bir yansızlığı da... Onun seçtiği tarz en çok Fassbinder' e yaklaşan ve yakışan bir tutum: melodramı küçümsemeden, tersine önemseyip yücelterek, ama ona mesafeli ve soğukkanlı, hatta basbayağı soğuk biçimde yaklaşma ve onun kendisini değilse de özünü yakalama çabası...

 Zaten bu Fassbinder “” tutkusu, hem filmin isminde (Fassbinder'in de ilk filminin adı buydu), hem de filmin bir yerinde Bergen/Belgin'in "zaten hepsinin adı Ali'dir," diyerek bir başka Fassbinder filmine göndermede bulunmasıyla da açıkça belirginleşiyor...

 Böylece ortaya ilginç, garip ve oldukça yadırgatıcı bir film çıkıyor. Çok kesin bir devamlılık içermeyen, barındırdığı melodram öğelerini tam anlamıyla değerlendirmeden kullanan, birçok sahnenin sanki kendi içinde bütünlenen tablolar gibi belli bir bağımsızlık içinde yaratıldığı bir film...

 Filmin asıl yadırgatıcılığı, kuşkusuz bizim seyircimiz için... Çünkü bir yandan filmin şarkıları gerçek bir arabesk gırtlağa ve duyarlılığa dayanmıyor, aklılar. Bergen'in ününe de hiç yakışmıyor.

 Hele şarkıcının bir aralar "devrimci müziğe" ve bilinçli parça seçimine ağırlık vermesi gibi bir tuhaflık oldukça şaşırtıcı!... Öte yandan bu rolü üstlenen ve kendisine özgü tazeliği ve sezgisiyle bence olağanüstü biçimde altından kalkan Bennu Gerede'nin yanlış Türkçe tonlamaları da, filmin gerçeklik duygusunu zedeliyor. Seyircinin beklediği melodram patlamasının bir türlü gelmemesi de ayrı bir sorun...

 Ne var ki film yine de ilgiye değer bir yapım. Gerede, birçok sahnede gerçek bir sinema duygusuna sahip olduğunu kanıtlıyor ve bu "mesafeli melodram" operasyonundan oldukça başarıyla çıkıyor. İstanbul'un gece görüntüleri, yer yer de olsa filme yansıyan lumpen duyarlılığı ve oyuncuların başarısı buna katkıda bulunuyor. Kuşkusuz önemli bir keşif olan Bennu Gerede'nin yanı sıra, ilginç tiplemesiyle Kadir İnanır ve yan oyuncular da çok iyi.. .

 Bir Türk yönetmenin bir büyük ve çağdaş yabancı yönetmenden nasıl esinlendiğini ve çok bize özgü şeylerden nasıl farklı ve evrensele uzanan bir film çıkarabildiğini merak edenler, bu filmi görmeli. . (Kyn: Manyatizma Aylık Popüler Kültür Dergisi)

 * Bir Türk filmiyle, şu koşullarda karşılaşmak ne acı: "Aşk ölümden Soğuktur", daha ilk günün ardından, Fitaş'ın orta boy salonlarından birinden en küçük salonuna geçti ve ne yazık ki, gişe görevlisinden "Sizden başka seyirci yok, film oynamayacak cümlesini duyup iki kez geri döndükten sonra, ancak üçüncü denememde filmi izleyebildim. Türk sinemasının yıllardır tartışılan sorunları ortadayken, bir seans boyunca tek bir seyirciyi bile çekememenin, gösterinin ilk gününde yalnızca 4,5 milyon lira hasılat yapmanın sorumluluğu, gayet ağır olsa gerek.

 "Aşk Ölümden Soğuktur" filminde seyirciyi ilgilendiren hiçbir şey yok mu acaba? Bu gün salonları dolduran genç seyirci kitlesinin, filmde adı Belgin olarak geçse de şarkıcı Bergen'in trajik yaşamıyla ilgilenmediğini, bu ilgisizliğini, Gerede’nin konuya yaklaşımına da yansıttığını söylemek mümkün. Kimse kusura bakmasın ama, filmi izledikten sonra, daha ilk baştan filme gitmeyi reddeden seyirciyi eleştirecek bir şey bulamadım ben. Açıkçası, bu filmi görmemekte çok Gerede'nin filmi, sinemada örneğine ender rastlanır bir "başarı"yı gerçekleştiriyor.

 Bunca dramatik malzeme içeren bir öyküden yola çıkıp, dramatik açıdan bu kadar etkisiz bir film yapmak, her babayiğidin harcı değil. Tabii ki bunun altında da senaryo sorunu yatıyor. Gerede'nin, birinci filmi "Robert's MovieRobert'ın Filmi"nde yaptığı gibi yine kendisinin kaleme aldığı senaryo, Bergen'in yaşamından daha trajik bir düzeyde. Gereken hiçbir noktada durmadan, gereken hiçbir yerde derinleşmeden, ayrıntıya girmeden öyküyü anlatıp geçmiş Gerede, aynen 1970'lere kadar gelen Yeşilçam filmlerinde yapıldığı gibi ...

 Yüzeysel kişilikler

Örneğin, önemli sorunlardan biri, Ali'nin kişiliğinin yüzeysel, Belgin'e duyduğu tutkunun tanımsız bırakılmış olması. Bir adam, evlendiği kadına neden bunca nefret duyar, yüzüne kezzap atmak, bıçaklamak gibi yollara neden başvurur bir türlü anlayamıyoruz filmde. Çünkü anlamamız için, derinlemesine bir kişilik çözümlemesi yapılması gerekiyor ve tek başına kıskançlık, bunca eylemi açıklamak için yetersiz kalıyor. Böylece Gerede, Ali gibi çok ilginç ve dramatik açıdan yoğun bir malzemeyi heba etmiş oluyor. Aynı biçimde, filmin dramatik etki taşıyabilmesi için, çoktan keşfedilip binlerce filmde uygulanmış dramatik anlatım öğelerinin belli bir mantıkla dizilmesi, inişlerçıkışlar, durgunluklarpatlamalar olması gerekiyor, tabii karşımızdaki, bu yapıyı tümüyle reddeden, kendi içinde tutarlı bir deneysel çalışma değilse Gerede'nin filmleri, deneysellik gibi bir iddiası olmadığına göre, dramatik gelişim bakımından çağdaş sinemaya daha paralel olmasını beklemek çok doğal, Ama ne yazık ki, bu beklenti karşılanmıyor, garip bir biçimde başlayan film, aynı gariplikle, adeta küt diye bitiyor.

 Gerede'nin, alt kültürlere, yaygın yaşam biçimlerinin dışında kalan insanlara, "tutunamayanlara" belli bir sempati duyduğunu ilk filminden de biliyoruz. Bunda bir sorun yok; problem, ilgi duyduğu, ele aldığı kültür ve o kültüre ait insanları, hiç tanımıyormuş gibi anlatması. Eğer o çevreleri iyi tanıyorsa, çok kötü anlatıyor demektir. Tanınmıyorsa da, anlatmaya sıvanmadan önce, araştırma yapması gerekirdi. Çünkü, tecimsel filmler gibi belli şablonlara uygun olmayan yapıtları kotarmak, sanıldığı kadar kolay değildir. İlk filminde belli bir başarısızlığa uğrayan Gerede'nin, bunu anlamış, hatalarından ders çıkarmış ve bu kez çok daha iyi hazırlanmış olması gerekirdi ...

 Bunca çaba niçin? ..

Geçen haftaki Sinema Gazetesi'nden birkaç satır alıntılamak istiyorum: " ... "Aşk Ölümden Soğuktur"un çekimleri İstanbul'da yapılmış ve 6 hafta sürmüş. Postprodüksiyon iş lemleri içirı ise 6 ay boyunca Fransa'da ve İsviçre'de çalışılmış. Eurimages'dan ve Kültür Bakanlığı'ndan destek alan filmin bütçesi ise 3.000.000 Fransız Frangı'nı (yaklaşık 33 milyar Türk Lirası) bulmuş.. Bu satırları okuyup da yazıklanmamak mümkün değil ... Tüm bu çabalar, bu emek, bunca para, bu film için mi harcanmış? .. Hemen tüm oyuncular (belki klip yönetmeni olan Umur Turagay biraz müstesna) çok kötüler, özellikle başrol oyuncusu Bennu Gerede, bazen çok abartılı, bazense çok ifadesiz kalıyor, velhasıl, yönetmenin oyuncu yönetiminden haberdar olduğunu söylemek mümkün değil. Üstelik bir de, sesli çekimden kaynaklanan diksiyon sorunları var. Bennu Gerede, Türkçe'yi uzun yıllar yurtdışında kalmış kimi pop şarkıcılarımız gibi tonluyor, fena halde Amerikan 'şivesi var. Diğer kimi oyuncularda da diksiyon sorunu olunca, başlı başına bu bile, filmden kopmanız, o filmi izlemeye geldiğiniz için kendinize lanet okumanız için yeterli oluyor.

 Ne ticaret, ne sanat ....

Bunca emek ve para bu film için mi harcanmış? ... Peki niye? Gerede'nin bu filmi yönetmesinin ne gibi bir nedeni olabilir? Para için deseniz, filmin asıl müşterisi olabilecek arabesk kültürle yetişen kenar mahalleli insanlar ortada zaten yoklar. Birinci haftadaki gösteriminde iptal edilen seanslar, böyle bir filmden para kazanılamayacağını, acı biçimde kanıtlıyor. Sahi, bu film ne için çekilmiş? Sanat adına deseniz, ortada sanat yok; bir bireyin yaşamı özelinde, Türkiye'nin sosyal sorunlarını irdeleme amacı deseniz, böyle bir hedef güdüldüğüne ilişkin en küçük bir ipucuna rastlanmıyor ...

 

Sahi Canan Gerede bu filmi niye çekmiş? .. Niye çekmiş olursa olsun, sonuçta "çok kötü" ifadesini rahatlıkla kullanabileceğimiz bir film var. "8. Saat"i izledikten sonra, "Bundan daha kötüsü yapılamaz," diye düşünmüştüm ... Şimdi ise, emin değilim ... Allahtan, Livaneli filmlerinde ve Robert'ın Filmi"nde olduğu gibi filmin görüntü yönetmenliğini Jurgen Jurgens üstlenmiş de, hiç olmazsa görüntüleri izleyebiliyorsunuz ... Yoksa? ..

 Yoksa geriye yalnızca, gerçek yaşamların ve kişilerin, kötü bir filmde, sinemasal meze olarak kullanılması kalacak. .. İnsana derin bir hüzün veren bu durum, umarım, Gerede'nin . de vicdanını sızlatıyordur. .. (Tamer Baran Antrakt, Ocak 1996 )

 * Arabeskin patlama yaptığı dönemin, beylik deyişle, gerçekten hayatı roman denilebilecek, en popüler piyasa şarkıcılarından Bergen'in trajik yaşam öyküsünden esinlenen Canan Gerede'nin "Robert's MovieRobert'ın Filmi"nden sonraki ikinci filmi "B.Aşk Ölümden Soğuktur", İstanbul'un kısaca mahalle diye tabir edilen malum semtinde, pavyonlarda çalışan annesiyle (Ayşegül Ünsal) birlikte yaşayan, ufak ufak göbekler ataraktan sahneye ayak basıp mikrofonu eline geçiren, Belgin adındaki güzel bir genç kızın melodramını anlatıyor. Artık yılların ve zorlu hayat mücadelesinin iyice yıprattığı, yaşlanmış annesinin biricik umududur Belgin (Bennu Gerede). Filmin başındaki pavyon baskınında derdest edilerek polisin eline düşen bu taze kenarın dilberiyle annesini beladan, kumarhane işletmecisi, klüpçü bitirim Ali (Kadir İnanır) kurtarır ve on anda Belgin'in filenmesini önler. Ayak yıkamakla gösterilen minnet, annesinin de çanak rutmasıyla Ali'yle Belgin'in aşkına dönüür. Ye "Seni yıldız yapacağım" diyerek kulübünde şarkı öylettiği ve kem gözlerden sakındığı Belgin'le, klarnetli, kanunlu, darbukalı, enlikli bir mahalle düğünüyle evlenir Ali. Belgin'in sesini beğenen "Sen Maksimlere layıksın" diyen bir menajerin (Engin İnal) devreye girmesiyle kafası karışan toy ve saf genç kızımız çocuğunu düşürünce, zaten işleri de kötü giden Ali, kumarhane patronu, fena halde maço ve feleğin çemberinden geçmiş, bıçkın Tuncel Kurtiz ağabeyimizin "Bırak ulan bu uğursuz karıyı!" yollu dolduruşlarına iyice gelerek genç karısını terk eder. ...

 Locarno Film Festivali'nin yarışma bölümünde gösterilmiş, Antalya'da en iyi yönetmen ve görüntü yönetmeni Qurgen ]urges) ödüllerini kazanmış "Aşk Ölümden Soğuktur", belirgin bir "Deja vu" duygusu uyandıran, şarkılıçalgılı, beylik bir arabesk melodramdan daha öteye gidemeyen bir film kanımızca. Son yıllarda özellikle ekranlar parsellenmiş, otantik Çingene kültürünü, habire yozlaştırıp sömürerek sözüm ona seyredeni güldüren, TV eğlence programlarının iyice ayağa düşürdüğü arabesk muhabbetine ilişkin düzeysizliklerin düzeyine düşmese de bu tür biyografik melodramların alışılmış kalıplarını yinelemekten geri durmayan film, Adanalı Bergen'in Belgin olarak İstanbul'a uyarlanmış versiyonu. Neredeyse herkesin ağzına sakız olmuş çılgın aşk temasıyla karışık trajik bir yaşam öyküsünü görüntülemeye sıvanan Gerede'nin yazıp yönetiği film, anlatımı ve görsellik açısından olumlu not alıyorsa da, Belgin'imizin sarı peruklu, gözü bantlı bir punk kraliçesi ya da takmış takıştırmış bir rockpop ilahesi gibi sahne alarak Aya İrini'de filan konserler verdiği son bölümlerde iyice sarkarak grotesk bir hal alıyor, darbuka ritimlerinin eşliğinde. Hele şarkılar hiç çekilmiyor. Belgin'le belalısı arasındaki ölüme varacak sadomazoşist ilişkiyi, çeşitli nedenlerle oldukça yumuşatan Gerede, doğrusu pek bilmediği sulara açılmakla iyi etmemiş bizce. İkinci filmiyle efsaneye dönüşmüş, klinik bir arabesk vakasını derinlemesine duyumsatmakta yaya kalmış, ancak bildik klişelere dayanarak kotarılmış vasat bir stil alıştırması) ortaya koymuş. Gerede'nin anlatmaya giriştiği, bol acılı trajiğin tüm yapay büyüsünü bozan bir başka hatası da BelginBennu Gerede'nin belirgin Amerikan aksanı, genelde "taze yetenek" Bennu Gerede'nin epeyi çabaladığı, hatta yer yer akça pakça, mevzun bir sarışın dilberin masumiyetiyle karışık cazibesinin yüksek enerjisini yaydığı ve cinsel obje olarak fiziğiyle perdeyi doldurduğu ileri sürülebilirse de, bir konuşmaya başladığında, Amerikalı bir şarkıcı Çingene kızına dönüştüğü de açıkça ortada, son tahlilde. Keşke dublaj yapılsaymış ona. Fassbinder, Wenders gibi ünlü yönetmenlerin namlı, Alman kameramanı Jürgen Jurges'in usta işi çerçeveleme ve görüntülerinde, Beyoğlu'nun izbe, karanlık arka sokaklarının müdavimleri konsomatrisler, dönmeler, uyuşturucu satıcıları, kadın tellalları, falcı kadınlar, leş kargası medyacılar, paparazzi basını, vb.) adeta resmi geçit yapıyorlar. Tabii göbek danssız ve şarkısız da olunmuyor bilindiği gibi. Gerede'nin kimi zaman Atıf Yılmaz'ı çağrıştırırcasına, pavyon, bar, vb. iç mekanları iyi değerlendirerek kullandığı, belgesele selam sarkıtan, yalın ve nesnel bir üslup tutturduğu kimi sekanslara da sahip, alışılmış duyarlılıklar üstüne oturtulmuş film, İnanır'ın da bayağı riskli başrolü üstlendiği, katmerli bir melodram sonuçta. Bunca emek ve çaba akıntıya gitmiş ne yazık ki. (Sungu Çapan Cumhuriyet, 15 Aralık 1995


FİLMİ İZLE 



 

 

APTALLIK REKORU (1994)

 Yönetmen: Yıldırım Yanılmaz, Senaryo: Ayla BakanayGörüntü Yönetmeni: Ergün Özdemir, Yapım Sine Film Işıklar: Sine FilmSet Ekibi: Kemal Altun, Aygün Kahraman, Müzik: Burak Can, Kurgu: Yıldırım Yanılmaz, Ses Kayıt ve Jenerik: Engin Dirmiye, Mixaj: Tarık Aydemir, Dublaj Yönetmeni: Hikmet Eldek, Sinefox stüdyolarında hazırlanmıştır

 Oyuncular: Öztürk Serengil, Ali Uyandıran, Ajlan Aktuğ, Zümrüt Erkin, Yıldırım Yanılmaz, Ercüment Balakoğlu, Nermin Parlak, Fikret Fırtına, Ebru Bıyık, Ata Tilmaç, M. Kürşad Oğuz, Kemal Oğuz, Mahmut Tekin, Bekir Çalışkan, İsmet Tunç, Yönetmen Yardımcısı: Murat Şeker, Kamera Asistanı: Erdoğan Uslu,

 Konu: Pansiyoncu Meftun Beyin pansiyonuna gelen film yönetmenlerinin, azılı gangsterlerle karıştırılması sonucu ola gelen yanlışlıklar, her şeyin anlaşılması üzerine son bulur.

 

 


AFACAN TATLI BELA (1994)

 Yönetmen: Yılmaz Atadeniz, Senaryo: Ergun Köknar, Foto Direktörü: Rafet Şiriner, Yapım Bizim Film/ Cengiz Nacaroğlu

 Oyuncular: Murat Soydan, Nazan Saatçı, Şahin Nacar (Afacan), Behçet Nacar, Süreyya Mertoğlu, Hikmet Taşdemir, Süheyl Eğriboz, Yavuz Karakaş, Ahmet Ündağ, Ayfer Özcan, Necati Er, Sadettin Durak,

 Konu: Kumar borcunu ödemek için amca, öz yeğenini kaçırır. Amacı zengin ailesinden alacağı fidye ile tüm borçlarını kapatmaktır. Bir süre sonra amca trafik kazasında ölür. Kaçırılan çocuk ise ortada kalır. Amcanın alacaklıları olan mafya bu kez devreye girer. Zengin aile ile mafya arasında kıyasıya bir çatışma başlar

 



 

ADI OSMAN (1994)

 Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Samsa, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuzu, Yapım: Yaşam Film Gazanfer Dirlik

 Oyuncular: Sibel Barış, Gani Şavata, Kazım Kartal, Atilla Ergün, Kadir Savun, Hasan Yıldız

 Konu: Bir trafik kazasında karısını ve ağabeyini kaybeden Osman, geçirdiği bunalım sonucu aklını yitirir. iki çocuğuyla zor durumda kalan Osman, ölen ağabeyinin karısına sığınır, Ancak çevrede Osman'la yengesi arasında ilişki olduğu söylentileri yayılır. Genç kadın, köylülerin çevreye yaydığı dedikodulara dayanmayarak sonunda Osman'la evlenmek zorunda kalır.

25 Kasım 2022 Cuma

 ACI ZAFER (1994) 

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Duru, Görüntü Yönetmeni: Şener Işık, Müzik: Recep Recepoğlu, Yapım: Tuğra Film/Yılmaz Duru

Oyuncular: Yılmaz Duru, Tamer Yiğit, Gabi Osmanoğlu, Lora, Aliye Rona

Konu: Olay, terörün büyük tırmanışa geçtiği 1980'li yıllarda geçer. Uzun süredir peşinde olduğu azılı bir caniyi yakalayan narkotik şube müdürü aynı günün gecesi evine döndüğünde acı bir olayla karşılaşır. Karısı ve çocuğu vahşice öldürülmüştür. Polis müdürü, ailesini öldüren dört katili teker teker bulup intikamını alır.

 NOT : Bu film hakkında açıklayıcı belge yazısı aşağıdadır. Sayın Saba Duru’nun bu açıklaması için teşekkür ederim











KLAROS YAYINLARINDAN ÇIKAN KİTABIM SATIŞA SUNULMUŞTUR.

Yalçın ÖZGÜL


Shopier mağazasında ön satışta. shopier alşveriş linki;










1994 YILINDA GÖSTERİME

GİREN FİLMLER

KLAROS YAYINLARINDAN ÇIKAN ÜÇ
KİTABIM SATIŞA SUNULMUŞTUR.
Yalçın ÖZGÜL
Shopier mağazasında ön satışta. shopier alşveriş linki;
TİYATRO VE SİNEMAIN UNUTULMA AKTÖRÜ
Klaros Yayınları İletişim;
klarosyayinlari@gmail.com
0552 522 92 15



 

 

YÜREĞİN AYNASI (1993) 


Yönetmen: Artun Yeres, Senaryo: Şermin Ölçmen, Görüntü Yönetmeni: Erkan Kaya, Yapım: Sun Film/Erol Becerir


Oyuncular: Muhammed Taflan, Gamze Tunar, Gül Vergon, Savaş Tamer, Mümtaz Alpaslan


Konu; Bir fahişenin kötü işleri bırakıp kendini dine adayışının hikayesi


_____________________________________________________






YOLCU (1993)

Senaryo ve Yönetmen: Başar Sabuncu Nazım Hikmet’in “Yolcu” isimli eserinden), Görüntü Yönetmeni: Hüseyin Özşahin, Yapım: Belge Film/Sabahattin Çetin Yönetmen Yardımcıları: Ayşegül Gökçe, Ümit Ziya Işık, Sanat Yönetmeni: Mete Yılmaz, Kurgu: Aytuğ Aydın, Yapım Sorumlusu: Veli Salman, Set Ekibi: İsmail Kündem “Şef”, Recai Sümer, Ahmet Topal, Hikmet Dilaver, Işık Ekibi: Hayri Çölaşan “Şef”, Ata Kaygusuz, Yaşar Ünlü, Kamera Ekibi: Hüseyin Devrim “Görü.Yön.yard.”, Yusuf Güven “steadycam”, Atilla İpek “dolly/cinejyb”, Yerinde ses Kayıt: Engin Apak, Makyöz: Arzu Tatarer, Set Fotoğrafçıları: Fethi Çelebi, Hüseyin Öğretmen, Jeneratör Operatörü: Halil İbrahim Boz, Ulaşım: Behçet Özbek, İlhami Ataseven, Musa Güleç, Negatif Yıkama: Yener Tomaç, Köksal Baytemur, Deniz Toker, Yusuf Katı, Negatif Kurgu: Beylan Ünal, Bilgi Kalebek, Proses Kontrol: Handan Erdoğan, Mustafa Polat, Laboratuar Sorumlusu: Gülseren Öz, Stüdyo ses Kayıt: Said Ildız, Stüdyo Efektleri: Sudi Yılmaz, Atilla Ertüz, Doğal Efektler: Hüseyin Yazıcı, Korkmaz Çakar, Aktarma: Birol Bıçakçı, Uğur Demet, Miksaj: Selahattin Sepçi, Seslendirme Yönetmeni: Rıdvan Çelebi, Mustafa Aslan, Ud


Sanatçısı:
Serkan Ün, Optik Kayıt: Erkan Esenboğa, Optik Yıkama: Ekrem Şen, Arif Şengül, Renk Düzeltme: Türker Vatan, Uğur Orbay, Kopya Baskısı: Veli Burç, Uğur Orbay, Jenerik: Özkan Sevinç, Semiha Sevinç, Müjde Ar’ın Giyimi: Annie G. Pertan, Afiş Fotoğrafı: Ersin Pertan, Afiş: Yurdaer Altıntaş (“TRT ve Şafak Film stüdyo ve laboratuarlarında işlenmiştir)

 Oyuncular: Tarık Akan, Halil Ergün, Müjde Ar, Berhan Şimşek,

Konu: Gençlik yılları İstanbul’da geçiren makinist 1. Dünya Savaşı sırasında doğuda bir istasyona istasyon şefi olarak atanır. İstasyon şefi, eşi ve makasçı aynı evi paylaşır. İstasyon şefinin karısı bu ücra hayattan sıkılır ve sürekli kaçma planları yapar be bir gece makasçıyla kaçmaya karar verir. Kardan dolayı gidemezler, geri dönerler. Bu üç insan birbirinin neler yaptığını ve düşündüğünü bilir. İstasyon şefi karısının kendisini makasçı ile aldattığının farkındadır. Köyüne dönerken atı yaralanan bir asker istasyon şefinin evine sığınır. İstasyon şefinin karısı bu sefer de bu askerle kaçmak ister. Asker kadının tavrından rahatsız olur ve biran önce yola koyulmak ister. Bir gece istasyon kasasındaki altınları çalmak için eşkıyalar evi basar. Lakin kasada hiç para yoktur. Eşkıyaların sıktığı kurşunlardan biri istasyon şefine isabet eder. İstasyon şefi ölür. Baharın gelmesiyle karlar erir, savaş devam eder. İstasyon şefinin karısı ve makasçı askerlerle birlikte trene binerek bu doğu istasyonundan ayrılır.

ÖDÜL:

30. Antalya Altın Portakal Film Fesstivali'nde (1993)

► Müjde Ar "En İyi kaadın Oyuncu".

SİYAD (Sinema Yazarlaarı Derneği"nin seçiminde (1994)

► "En İyi 3. Film",

Kültür Bakanlığı (1994) "Sinema Başarı Ödülü".

Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1994)

► Halil Ergün "En İyi Oyuncu",
     6.Ankara Uluslararası Film Festivaali'nde
    ► Berhan Şimşek "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu".

&  Kargadan başka kuş tanımam. Nazım, dendi mi, önünde kafamla eğilirim. Bu bakımdan benim gibi düşünen pek çok kişinin merakla beklediği Yolcu vizyonda. Ne mutlu Nazım'a... İnşallah sıra vatandaşlıkta. Ama sonuç da ortada. Yönetmen Başar Sabuncu, filmin galasında, "İlk Nazım oyununu Şehir Tiyatroları'nda ben sahneye koydum. Sonra da bedelini 1402'lik olarak ödedim. Bakalım, bunun bedelini nasıl ödeyeceğim." diye konuşmuştu. Sanıyorum bedel, gala sonrası konuştuğum pek çok kişinin paylaştığı ortak görüş ve seyircinin ilgisi. Nitekim Yolcu'nun vizyon gördüğü hafta sonu üç gün içinde 1000 kişi izlemiş. Bunu izleyen günlerde bir seyirci patlamasını beklemek ise hayal.

Ben bir film eleştirmeni değilim, hatta eleştirmenlik kurumunu kabul etmekle birlikte eleştiri yazanların bu cesareti nereden aldıklarını hala anlamış değilim. Yolcu ile ilgili ilk yazı Antrakt'ın Haziran sayısında çıkmıştı. Tesadüf, aynı sayıda "Beğeninin kişiselliği ve film eleştirmenleri" başlıklı, yukarıda değindiğim konuyu ele alan bir yazı yer almıştı. Şimdi, yaratıcılarının affına sığınarak, çünkü çok iyi biliyorum hangi zor koşullarda gerçekleştirdiler bu filmi ve ne kadar iyi niyetliydiler bir iki eleştirel laf etmek istiyorum.

Anladığım kadarıyla film yapımcılarının geniş seyirci kitlelerine ulaşmak gibi bir dertleri yok. Yönetmen Sabuncu Antrakt'ın Haziran sayısında yer alan söyleşisinin bir yerinde şöyle demiş: "Taşyerinde ağırdır. Kişilikli, sahici her sinema seyircisini er geç bulur gibime geliyor. Türk sineması zamanında hor gördüğümüz kimi dönemlerde bunu başarmıştır üstelik. 'Daha önce hiç çekilmemiş planlar, hiç kullanılmamış sahneleri' bira reklamcıları düşünsün." Ben hala yüzlerce yapımı hor görenlerdenim ama "sahici sinema er geç seyircisini bulur" kaderciliğine de katılmıyorum. Sadece Nazım'ın adının bir filmi seyredilir kılamayacağı, seyirci sayısıyla ortada. (Filmin gösterime girdiği hafta sonu, İstanbul'da toplam 2300 kişi izledi Yolcu'yu. Bu da, seans başı ortalama 2025 kişi demek.) Sorun, bir tiyatro oyununu, sinemanın sağladığı dehşetli olanakları hiç kullanmaksızın peliküle aktarılması sorunu. Hem de "sinema yapmaya" elverişli sahneler çekmeye elverir olanaklar tanımasına rağmen. Sinema tarihi, tek mekan, sınırlı sayıda oyuncuyla yapılmış seyrine doyum olmayan tiyatro uyarlamalarıyla dolu. Hatta bazılarında kamera o ana dek mekandan hiç çıkmamasına rağmen ortada "sinema" vardı. Yolcu'da kimi sahneler var ki çok üzüldüm.

Örneğin Tarık Akan ve Müjde Ar bir gece yarısı kaçmaya kalkışırlar. İstasyondan uzaklaşırlar. Fakat gece, kar ve kurtlar onları geri dönmeye zorlar. Oysa filmde ne gecenin, ne karın, ne de kurtların altı çiziliyor. Neredeyse geçiştiriliyor

Bir başka örnek: Filmin finalinde istasyon sarılıyor. Peki kim sarıyor, nasıl sarıyor, dışarıda ne oluyor, kaç kişiler, hiç yok. Dolayısıyla da seyirci finale uyuz uyuz bakıyor, çünkü seyretmek eylemini boşlamış. Aynı örnekleri, bu filmle Altın Portakal kazanan Müjde Ar'a aktardım. O da daha senaryo safhasındayken benzer görüşleri Başar Sabuncu'ya aktarmış... "Fakat bu onun tercihiydi, bu filmi böyle çekmek istedi" diye anlatıyor. Hal böyle olunca, aynı şeyleri Başar Sabuncu'yla tartışmanın bir anlamı yok diye düşündüm. Seyircinin ve eleştirmenlerin bir filmi beğenip beğenmeme özgürlüğü olduğu gibi, bir yönetmenin de elindeki senaryoyu şöyle veya böyle çekme özgürlüğü var.

Filmin senaryosunu okumadım. Ancak Müjde Ar, Arabesk'ten bu yana, tam üç yıl sonra bir kez projeyi beğeniyor ve yer almak istiyorsa hatta aldığı paradan çok harcama yapma pahasına ortada iyi bir metin var, demektir. Sinemada geçerli bir söz var: "İyi bir senaryodan iyi bir film çekmek mümkün, ama kötü bir senaryodan asla iyi bir film çıkmaz." Ama…

Ben filmi AKM'nin büyük salonunda izledim. Yaratıcıları adına üzücü, ses çok kötüydü. Hele sonunda tamamen kesildi. Allahtan İngilizce alt yazı vardı da duyamadığımız yerleri okuduk. Bu bir seferliğe mahsustu. Ama özellikle Allah'ın dağında, çıt çıkmayan bir yerde film çekme olanağı elde ediyorsunuz ve sesli çekmiyorsunuz. Bu olacak iş değil.

Ne elim varıyor, ne de cesaretim. Yolcu'yla ilgili daha fazla laf etmeye izin veriyor. Sözü "Beğeninin kişiselliği ve film eleştirmenleri" başlıklı yazıyla bağlamak istiyorum:


"Bir insanın, bir başkasına herhangi bir film hakkında yapacağı tavsiyenin hiçbir anlamı yok... Sinema yazarlığını da tartışmalı bir uğraş haline getiren de tam burası. . . " Kaldı ki ben, "siz beni dinlemeyin, gidin Yolcu'yu izleyin" diyorum; en azından Nazım'ın bir eseriyle tanışın! (Turgut Yasalar “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 1993 Sayı: 2

" Aynı tarzda ki bir başka film ise Başar Sabuncu'nun Yolcu adlı son çalışması. Yolcu Nazım Hikmet'in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış, daha doğrusu uyarlanmaya çalışılmış. Ama bunda pek başarı sağlandığı söylenemez.


 Başar Sabuncu'nun tiyatro kökenli bir yönetmen olmasından mıdır nedir, film "televizyonda tiyatro" tarzında bir çalışmaya benzemiş. Daha 10'uncu dakikasından itibaren "esnemeler" başlıyor. Ne yalan söyleyelim, insan filmin sonu gelsin diye neredeyse "adak" adayacak. Tarık Akan, Müjde Ar ve Halil Ergün'ün varlıkları bile Yolcu'yu kurtarmaya yetmiyor. Berhan Şimşek'ten ise söz etmeye gerek yok. Çünkü filmin sonunda ortaya çıkıyor, oynuyor ve gidiyor. TRT bu filme de ortak. Çünkü, bol bol "kara tren" var. Kültür Bakanlığı da yine yüzlerce milyonu ile "Yolcu"nun ortakları arasında. Filmin tam olarak maliyetini bilemiyoruz ama 3 milyar civarında olduğu söyleniyor


Yolcu'nun neden bu denli başarısız olduğunu kestirebilmek güç. Bunun bir çok nedeni olabilir. Anlaşılması asıl güç olan Yolcu'nun neden sinemaya aktarılmaya çalışılması. Karla kaplı bir dağ başında adeta birbirlerine "mahkum" edilmiş biri kadın ikisi erkek üç insanın yaşadığı olaylar bu denli "can" sıkıyorsa ortada gerçekten "önemli" bir sorun var demektir.

O sorun da yukarıda sözünü ettiğimiz "anlatım" sorunudur. Yolcu bir edebiyat uyarlamasıdır ve edebiyat uyarlamaları "birebir" yapılır diye de bir şart yoktur. Oysa Başar Sabuncu, sinemaya aktarılması oldukça zor olan Yolcu'yu aynen ele almış ve filme çekmiş. İşin ilginç tarafı bunu yaparken de kendinden hiç bir şey katmamış. Oysa Yolcu'dan yola çıkılarak ve hikayenin özüne sadık kalınarak çok daha "hoş" ve rahatlıkla izlenebilir bir film yapılabilirdi.

Hepsi bu kadar da değil. Filmin bir de "müzik" sorunu var. Her nedense Yolcu müziksiz bir film. Oysa "mekan" ve "tempo" konusunda belli bir "kısırlık" içindeki bu tür filmlerde "müzik" çok önemli bir yer tutar. Hatta "müzik" yerinde ve gerektiği şekilde kullanıldığında bir filmin oyuncuları kadar önem arz eder. Ama Yolcu bu konuda oldukça şanssız. Bir müziği bile yok. Onun yerine bol "eko"lu ve kulakları "tırmalayan" ses efektleri var. Özellikle kapalı mekanlardaki ayak seslerinin en "ilkel" metotla yapıldığı apaçık ortada.

İşte bu gerçeklerden sonra Türk Sineması'nın hala en büyük sorununun "maddi" konularda olduğunu iddia edenlere şunu söylemek istiyoruz. Artık ihtiraslarınıza "gem" vurun. İnsanları kandırmaktan ve enayi yerine koymaktan vazgeçin. Çünkü sizler bu işi kıvıramıyorsunuz.


Bir işi "becerememek" ayıp değildir. Ama "beceremediğini" bile bile "becerdiğini" iddia etmek "ayıp"tır, "günah"tır. Yaptığınız filmler ortada. "Ciyak, ciyak" bağırıp, "çabalama kaptan, ben gidemem" diye inliyorlar. Seyircinin istediğine "kulak" vermediğiniz sürece de bu böyle devam edecek. Her şeyi tadında bırakmakta fayda vardır.


Aksi taktirde "elin oğlu" filmleri ile bu seyirciyi daha çok oyalar durur. Unutmayın ki seyirciyi "yabancı" filmlerin kucağına sizler ittiniz. Geri almak da sizin göreviniz. Ama bu mantıkla işinizin "çok zor" hatta "imkansız" olduğunu da bilin. Kısaca ya seyirciyi "adam" yerine koyup, istediğini verin, ya da alın filmlerinizi çekin gidin. Bizden söylemesi.


Dahası, sizin yüzünüzden "hasta adam" haline gelen Yeşilçam, şimdi "devlet"in verdiği "para" ile moral bulup, "yoğun bakım"dan çıkmış hasta misali "pembe nevresimler" içinde bir "nekahat" dönemi yaşıyor. Ama ayağa kalkacağı yok. Zaten bu yaştan sonra ayağa kalkıp da ne yapacak! Nasıl olsa "ekmek elden, su gölden". Hani tabiri caizse "yediği önünde, yemediği ardında". Ama "kaz'ın ayağı öyle değil" Yapılan filmleri gördükten sonra, insanın ister istemez içi sızlıyor. Zaten sızlamaması da mümkün değil. Sonuçta o paralar "bizim" paralarımız, halkın paraları. Ortada böylesine "bariz" bir gerçek varken, " vergi"si her ay "tıkır, tıkır" tahsil edilen bir vatandaş olarak, bu filmleri eleştirmek herhalde "en doğal" hakkımız olmalı. Artık "hamamı da, tası da" değiştirmenin zamanı geldi (Nejat Çelik “Antrakt Sinema Dergisi” Haziran 1993”


& Anadolu'nun ıssızlığında, karlar ortasında yitip gitmiş o izbe istasyon, "çölün ortasında demir atmış bir gemi" gibidir. Bu gemide, üç insanın yazgıları birbiri içinde örülüdür. 'Harbi Umumi'de bir gözünü, tüm parasını ve geleceğe olan inançlarını yitirmiş, ama gönlünün derinliklerinde namusunu ve umudunu bir gömü gibi saklamış istasyon şefi, tam bir halk adamı olan iriyarı ve topal makinist, bu iki erkeğin arasında, doğanın en zor koşullarda bile varoluşunu sürdürmesi için bin bir işve, hile ve oyunla donattığı, okuması yazması olmayan, en doğal tepkileri içinde yaşamaya ve direnmeye kararlı bir kadın ...

Uzakta bir yerlerde çakan şimşekler, patlayan gök gürlemeleri biçiminde yansıyan, zaman zaman geçip giden trenlerdeki yaralı askerler, başlarını göğe dikmiş toplar, yığılı silahlarla da kendisini gösteren bir ölüm kalım savaşı... Ve bu savaşın bağrından kopup gelmiş bir Kuvayı Millîye askerinin, dış dünyadan kendilerini tümüyle soyutlamış, kadın erkek ilişkilerinin aşk, tutku, şehvet, kıskançlık, çıkar gibi değişmez düğümleri içinde birbirlerini yiyip duran bu üç kişinin yaşamına getirdiği değişiklik ...

Yolcu, bunları ve başka şeyleri içeren bir Nazım Hikmet oyunu... "Sinemaya uygun" mu? Herhangi bir tiyatro yapıtından ne daha çok, ne de daha az... Başar Sabuncu'nun böyle bir işe sıvanması ve ilk kez Nazım'ın bir oyununu sinemalaştırmaya gitmesi (hem bizde, hem dünyada ilk kez), öncelikle altı çizilmesi gereken bir davranış Daha da ötesi, Sabuncu bu işi başarmış. Çok kolay unutuverdiğimiz yakın tarihimizin yaşamsal bir anı üzerine bu oyunu, yine çok kolay unutuverdiğimiz edebiyat birikimimizin tozları arasından çekip çıkarmış, yaşayan, güncel, sürükleyici bir iç mekan serüveni haline getirebilmiş. Antalya Şenliği'nde hepimizin o telaş içinde biraz harcadığı, hakkını yediği bu filmi ikinci kez, festival telaşından uzak olarak izleyince, başarısını daha iyi kavradım.

Sabuncu, alabildiğine yalın, ekonomik bir sinema gerçekleştirmiş. Müzik bile kullanmamış, doğanın sesini fona yerleştirmekle yetinmiş... Aşırı kamera hareketlerinden, sinirli bir kurgudan kaçınmış ... Askerlerle geçen tren motifini bile çok tutumlu biçimde kullanmış. Çok az şeyin, bu kapalı mekan dramına, tüm gücünü insan kişiliğinin özelliklerinden, ama bir ölçüde de yaşanan tarihsel anın fondaki gelişmelerinden alan bu psikolojik öykünün iç mantığına müdahale etmesine izin vermiş ...


Sonuç: Yapıta asla ihanet etmeyen, yalın, ama etkileyici bir film... Nazım'ın "bahtiyarlık tarifi" veya Tevfik Fikret'i değerlendirmesi gibi, benzersiz bir dille verilmiş yaklaşımları, bu filmi izlemek kadar "dinleyeni" de önemli ve ilginç kılıyor. Kişisel yaşam ile toplumsal yazgıların kesişmesi, oyundaki gücünü koruyor, giderek sinemadan da destek alıyor. Kuşkusuz, oyunun ve giderek tiyatronun doğası gereği, belli ve kaçınılmaz bir durağanlık ise, dikkatli ve sinemasever seyirciden belli bir hoşgörü ve dikkat yoğunluğu bekliyor.

Filmin dört oyuncusu da süper!... Benim gözdelerim, özellikle çok sağlam oyunuyla Halil Ergün ve Müjde Ar... Müjde'yi öylesine özlemişiz ki, onun dönüşüne doğrusu bayram etttik ... Umalım ki sevgili Müjde, bu dönüşü "daim" kılsın ve ancak onun canlandırabileceği böylesine kişiliklerden sinemamızı yoksun bırakmasın... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 155”




 

YAŞARKEN ÖLDÜM (1993) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Yapım: As Film/Mehmet Aksu

Oyuncular: Arif Şentürk, Nazan Ayas, Bahar Mete, Samim Meriç, Halit Arkan, Hasan Yıldız, Yalçın Erkan, Yüksel Yılmaz, Doğan Esen, Rahmi Ayan, Sabrina

 KONU: Bir adamın suçluları ortaya çıkarışının öyküsüdür. Film Arif Şentürk’ün o günlerde satın aldığı Silivri taraflarındaki çiftliğinde ve Pirinçli köyünde çekilir.

 

 

YALANCI  (1993)

Senaryo ve Yönetmen: Osman Sınav, Eser: Bedii Faik, Görüntü Yönetmeni: Tevfik Şenol Yapım: TRT/Bahattin Özcan Sanat Yönetmeni: Suna Çiftçi, Müzik: Özhan Eren, Kurgu: Demir Ali Kurçin,

Oyuncular: Mehmet Aslantuğ, Fikret hakan, Tomris Oğuzalp, Bilal Duyan, Nesrin Koç, Nuran Bozkurt, Mine Kurt, Ece Uslu, Erkan Can, Salih Zeki Yorulmaz

Konu: Bir çocuğun gözüyle yaşamında unutulmaz izler bırakan dayının öyküsü.

ÖDÜL

30. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1993)
► “en iyi 3. Film”
► Mehmet Aslantuğ, “en iyi erkek oyuncu”
►Fikret Hakan “ en iyi yardımcı oyuncu”