PANDORA’NIN KUTUSU (2008)
Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Senaryo
Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz, Görntü Yönetmeni: Jacques Besse Yapımcılar:
Yeşim Ustaoğlu, Muhammet Çakıral, Serkan Çakarer, Behrooz Hashemian,
Setareh Farsi, Natacha Devillers, Catherine Burniaux, Michael Weber, Tobias
Pausinger (Türkiye – Fransa – Belçika
Almanya ortak yapımı) Kurgu: Franck Nakache, Özgün Müzik: JeanPierre
Mas, Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu Serdar Yılmaz, 1. Reji Asistanı:
Seren Yüce, 2. Reji Asistanı: Jülide Gamze Çeçen, Devamlılık: Ahmet
Yılmaz, Ses Operatörü: Bernd von Bassevitz, Miksaj: Bruno
Tarriére, Ses Tasarımı: Philippe Bluard, Kostüm Tasarımı: Gülname
Eşsiz, Makyaj ve Saç: Canan Taşkoyan “Kulis”,Yapım Sorumlusu: Ali
Altan, Yapım Koordinatörü: Çiğdem Vitrinel, Yapım Asistanları: Seyfettin
Tokmak, Ragıp Türk, Hakan Baytar, 1. kamera Asit.: Laurent Coltelloni, 2.
kamera Ast.: Tarık Han Koç, Sanat Ast.: Gül Bursa, Erim Gayertli,
Barış Yıkılmaz, Kostüm Asistanı: Gözde Kasaplar, Işık Şefi: Ferzan
Yücel, Işık Ast.: İbrahim Diriöz, Ulaş Ünlü, Yasin Çatıbay, Burhan Savtekin,
Tuncay Güven, Set Ekibi: Tolga Yarim, Erhan Candan, Hasan Demir,
Oyuncular:
Tsilla Chelton (Nusret), Derya Alabora (Nesrin), Övül Avkıran (Güzin), Onur
Ünsal (Murat), Osman Sonant (Mehmet), Tayfun Bademsoy (Faruk), Nazmi Kırık
(Hırsız), Ulaş Torun (Ozan), İlker Özyıldırım (Doktor), Aysel Ustaoğlu , Yücel
Onural (hastalar), Banu Aslantaş Ertekin (Doktor, Nezahat Yaşar (Nezahat), Kamyoncular: Tuncay Atraf, Arif
Aydan, Ekrem Akar, Hasan Seferoğlu, Hasan Aydın, Remzi Yılmaz, İbrahim Kaya,
Feride Karaman (hastabakıcı), Demet Yekeler (hastabakıcı),
3. Yeşilçam Ödülleri 22 Şubat 2010 (Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve
Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda)
►Derya Alabora “en iyi
yardımcı kadın oyuncu”
Konu:
’Unutmak daha iyidir’’ diyordu, Murat (Onur Ünsal) bir an için endişeye kapılan
alzheimer hastası anneannesi Nusret’e (Tsilla Chelton). Muhtemelen daha
evvelden bir araya hiç gelmemiş, kayıp annelerini bulmak için yolculuğa çıkan
üç kardeşin araçtaki diyaloglarını görüp de, Murat’a hak vermemek elde değil
doğrusu.
Oysa Murat yaşadığının bile farkında
değildir. Hayata dair kararları hep başkaları vermiş, iplerin başkalarının (en
çok da annenin) elinde olduğu bir kukladır adeta, ya da kendini öyle
hissetmektedir. İşte bu yüzden kendini sık sık zincirlerinden koparıp, hiç
bilmediği bir zamanda, hiç bilmediği yerlerde uyanıyor. Ancak ilk defa
yaşadığını, var olduğunu, kendi deyimiyle, damarlarının varlığını bıçağı
boğazına dayayan hırsız (yönetmenin ikinci uzun metrajı Güneşe Yolculuk’un
Berzan’ı, Nazmi Kırık) yüzünden belki de doğru kelime ‘’sayesinde’’ olmalı fark
ediyor.
Zaten araları pek iyi olmayan anne Nesrin
(Derya Alabora) ve baba Faruk (Tayfun Bademsoy) için Murat hep büyük bir sorun
olmuştur. En büyük endişeleriyse çocuğun hayattan bağımsız yaşayan esrarkeş
dayısına çekmesidir. Elbetteki dayıyeğen arasından da su sızmamaktadır.
Murat’ın kendini dayısının yanında bulmasına Buna çok da şaşırmamak gerek. Bir
tarafta kendisine dolanan zincirleri elinde tutan (yahut tutmaya çalışan)
ebeveynler, öte tarafta ise terliğinin içinden bira şişesi kapağı çıkan bir
dayı. Haliyle Nesrin’in kardeşi Mehmet’le (Osman Sonant) de arası iyi olduğu
söylenemez. Bir diğer kardeş Güzin (Altın Portakal ödüllü Övül Avkiran) ise
ablasının sahip olduğu hiçbir şeye, yani bir kocaya, bir aileye sahip olamıyor
ve belki de sırf bu yüzden gerçek olmasa dahi sevgilisini her şeyden üstün
tutuyor.
Güzin’in sahip olamadığı aileye Nesrin sahiptir
belki. Ancak bu Nesrin’in Güzin’den daha mutlu olduğu anlamına gelmiyor. Daima
sahip olduğu değerleri korumaya, elinde tutmaya çalışan ve her defasında
kocaman bir mağlubiyetle ayrılan Nesrin için zaten hayat; gerek kocasıyla
yaşadığı cinsel sorunlarla, gerekse bir türlü dizginleyemediği oğluyla çekilmez
bir hale gelmiştir. Dağ evinde yalnız yaşayan anneannesinin kaybolduğunu
öğrendiğinde, bir mağlubiyet için daha hazırlanması ve yola çıkması
gerekmektedir.
Bir yolculuk filmi olarak da bakmak mümkündür
Pandora’nın Kutusu’na. Filmin ilk yarısında bu üç kardeşin yolculuğunu izleriz.
Sonraki yarısında ise torun ve anneannenin yolculuğunu. Salt bir araçla yol
aldıkları yolculuk değil bu. Karakterlerin birbirilerinin dünyalarında
gezinmeye başladıkları, sonrasında ise kendi iç yolculuklarındaki arayışları,
hesaplaşmaları, kaybolmuşlukları,kaybetmişliklerinin yolculuğudur.
Güzin için tıpkı ablası Nesrin gibi bir
aileye sahip olmaktır mutluluk. Ebeveyn sevgisinden mahrum kaldığından olsa
gerek ki, kendisi bir aile kurmaya çalışmaktadır. İşte bu sebepten ötürü,
kendisini salt bir cinsel obje olarak gören, kardeşi Mehmet’in deyimiyle,
kendisiyle ta.ak geçen (ve kendisini tek bir sahnede dahi görmediğimiz, ki bu
sahne Ustaoğlu’nun ne kadar ileri seviyeye ulaştığının da apaçık bir kanıtıdır.
Zira ilişkinin zayıflığı, hatta yalnızlığı ancak karşı cinsin sadece
telefondaki adam olarak seyircinin zihninde yer etmesiyle bu kadar iyi
anlatılabilirdi.) adama değer veriyor. Bir aile kurmak umudunu asla yitirmemek
istiyor, kendi ailesinden vazgeçmek pahasına. Boğucu trafiğin, yüksek
apartmanların hakim olduğu kapitalist dünyada rahat olmaları gerekirken,
kendilerini tıpkı Nusret’in kapkaranlık kutudaki (asansör) çırpınışlarını
andıracak derecede yalnızdırlar. Nusret’in yaşadığı bellek sorunuyla onların
hayatlarına dokunması, hayatlarına katedecekleri yepyeni yollar çizecektir. Bu
yolculuk neticesinde, tıpkı Murat’ın hastaneden dışarıya, anneannesine baktığı
ustaca kotarılmış sahnede; demir parmaklıklar ardından baktığımızda
hapishaneden farksız olan bu kentin sakinlerinin yalnızlıklarına şahit oluruz.
Oysa ilkel şartlar altında Murat’ın dağ
evinde anneannesiyle bin bir türlü zorluklara rağmen tekerlekli cisimle tepeden
kayarak mutluluğu tatması, en az bu birbirinden farklı iki dünya Ustaoğlu, yine
aynı topraklara doğru yola çıkıyor ve bu yolculukta sayısız ödülle dönüyor. 56.
San Sebastian Film Festivali’nin saygın ödülü Altın İstiridye’yi kucaklayan
filmin başarısının tek sahibi elbette yönetmen Ustaoğlu değil. Zira filmin
oyuncu kadrosundan çıkan performanslar da takdire şayan. Özellikle de Fransız
aktris Tsilla Chelton’un alkışlanası performansı (56.San Sebastian Film
Festivali’in’de en iyi kadın oyuncu ödülünü Frozen River’daki performansıyla
Melisa Leo ile paylaşıp, ayrıca Fransa’da düzenlenen 28. Amiens Film
Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.), filmin en büyük kozlarından.
Ödül
27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde
(1 – 11 Şubat İran) Kristal Simurg Jüri
Özel Ödülü
►Ayrıca Kristal Simurg En İyi Oyuncu Ödülü
de Derya Alabora, Övül Avkıran ve Tsilla Chelton’a verildi.
27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde Mohammad Mahdi
Asgarpour (İran), Majid Sheikh Ansari (İran), Andrey Zvyagintsev (Rusya),
Roberto Stabile (İtalya), Mikel Olaciregui (İspanya), Marc Bashet (Fransa) ve
Paul Cox’tan (Hollanda) oluşan jüri, Pandora’nın Kutusu’nu iki ödüle layık
gördü.
# Yesim Ustaoğlu'nun son filmi bir ailenin
üç nesIini bir araya getiriyor. Nusret Hanım, Karadeniz' de bir dağ köyünde
yalnız yaşarken bir gün kaybolur. İstanbul' da yaşayan çocukları Nesrin, Güzin
ve Mehmet, aralarındaki sürtüşmeleri de bagaja atarak onu aramak üzere köye
dönerler. Annelerinin yalnız yaşamasının uygun olmadığına kanaat getirip onu
İstanbul'a getirirler ancak davranışlarında çeşitli tuhaflıklar farkedince bir
uzmana danışırlar. Nusret Hanım, Alzheimer'a yakalanmıştır. Hastalık, kendi
sürtüşmeleri, üstüne bir de Nesrin'in oğlu Murat'ın da kayıp olması eklenince
ortaya alasından bir aile dramı çıkar. Filmin ilk sahnelerinden birinde Nusret
Hanım'ın yüzünün ifadesinin donuklaşıp elllerinden kuşburnu tanelerinin yere
dağılması gibi film, aile tarihini açıp saçar.
Pandora'nın Kutusu, beş perdelik bir oyun
gibi yaşlı ve yalnız bir annenin köydeki sakin, doğayla baş başa imgesiyle
başlayıp şehirdeki dağılmış, kendileriyle meşgul çocukların kaotik yaşamıyla
ilerliyor. Çocukların şehirden köye gitmeleri, annelerini alıp şehre dönmeleri
filmin gelişme eksenine tekabül ediyor. Nesrin, Güzin ve Mehmet kendi
meseleleriyle daha doğru dürüst yüzleşememişken, nasıl baş edeceklerini
bilmedikleri bil' hastalığa yakalanmış, üstüne üstlük kırsal hayattan çıkınca
iyice şaşkına dönen annelerinin bakımını nasıl paylaşacaklarını tartışırlarken,
Murat'la anneannesi arasında gelişen yakınlığın pek de farkına varmıyorlar.
Murat, anneannesini sonunda yatırıldığı bakımevinden kahramanca kaçırınca ikili
kendilerini son perdede, yani köyde buluyor. Kurtarıcı rolünden 'bırakma,
gidesi olana boyun eğme' mertebesine yükselme, Murat’ın erişkinliğe doğru
attığı belki de en zor, ölüm ve yaşama dair en canlı ikinci ilki boğazına
dayanan bir bıçaktı adım Filme dair söylenebilecek son şeylerden birini ilk
elden söyleyelim. Tsilla Chelton (1918 doğumlu Fransız oyuncu, 1990 yapımı
Tatie Danielle' deki filme adını veren karakter ile tanınıyor daha çok) tek
kelime Türkçe bilmeden son derece iyi bir oyun çıkarıyor, ancak çocuklarının
otuz ila kırk yaşlarında olduğunu varsayarsak rol için bir hayli yaşlı duruyor.
Nesrin ve Güzin'in anneleriyle problemli olduğu kadar mesafeli de bir ilişkileri
var; fakat Chelton, Alabora'yla Avkıran'ın birlikte oldukları sahnelerde mesafe
ilişkiden ziyade oyuncular arasındaki etkileşimin tam da tutmamasına dayanıyor,
yani anakız inandırıcılığı fazla yok.
Öte yandan Mehmet ve Murat'ın birlikte
oynadıkları sahnelerde, özellikle Mehmet'in harap bekarhanesinde üçünün esrar
içip sohbet ettiği sekansta durum tam tersi. Chelton'un Karadenizli, Alzhemir
hastası yaşlı Türk kadını tiplemesi kostüm seçiminden sanat yönetimi ve yapımı
tasarım ekibini tebrik etmek lazım oyuncunun mimik ve jestlerini dozunda
kullanmasına kadar son derece başarılı. Yeşim Ustaoğlu'nun Türkiye'den az
yönetmenin cesaret ettiği bir seçim yapıp yabancı bir oyuncuya başrol oynatması
da ki rol yerli bir karakter için takdire değer.
Pandora'nın Kutusu hem biraz şablon hem de
tanıdık, bildik tiplemelerden oluşuyor. Filmin ne içinde ne dışında kalan
Nesrin'in kocası Faruk belki de en az geliştirilmiş karakter. Nesrin düzayak,
orta sınıf bir evlilik yürütürken Güzin gazeteci, bohem, evli bir adamla
ilişkisi olan kadın tipolojisiyle Nesrin'e tezat teşkil ediyor. Mehmet, yumuşak
ve duygusal, belli bir iş yapmamakta, genelde fakirhanesinde esrar ve bira
içmektedir; Murat ise arayış içinde, sevecen ve yalnız bir gençtir. Üç kardeş
arası ilişkiler, üç kardeşin bir arada ve ayrı ayrı anneleriyle diyaloğu.
Nesrin, Faruk Murat çekirdek ailesinin sorunları, Güzin'in ilişkisi, Murat'ın
anneanesiyle kurduğu bağ ... Bu kadar aile içi ve nesiller arası bağ olunca
filmde, Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında'sında (2006) olduğu gibi bir
"doluluk' hissi ortaya çıkıyor: Her şeyden bir parça istenmiş, herkes
düşünülmüş, ancak filmin dramatik gelişimi bütün bir resmi tüm inceliğiyle
çerçeveleyememiş. Pandora'nın Kutusu'nda durum Yaşamın Kıyısında'da olduğu kadar
vahim değil nihayetinde bir aile söz konusu. Hatta Ustaoğlu aileyi İstanbul' da
ve çıkmazda bıraksaydı yani hikayeyi dairesel bir biçimde köyde nihayetine
erdirmeseydi tüm o doluluk hissi tepe noktasında kalabilir, film seyirciyi
alarma geçmiş bir halde bırakabilirdi. Ben filmin o karanlık noktaya anne
huzurevinde, çocuklar suçluluk hissinde, Murat yeniden yalnız tırmanışını çok
sağlam bir kurgu temposuna verdim. Yeşim Ustaoğlu hikayesini köye dönüşle
tamamına erdiriyor erdirmesine ancak tempoyu da düşürüyor.
Pandora'nın Kutusu, tüm bu aksaklıklarına
rağmen kentli orta sınıf bir ailenin iç çalkantılarını, başarılı bir şekilde
temsil ediyor. (Ayşegül Koç) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı, 78”)
Yeşim Ustaoğlu'nun San Sebastian Film
Festivali'nde 'En iyi Film' ödülünü kazanan filmi Pandora'nın Kutusu, Alzheimer
hastası bir annenin öyküsünü merkeze alıp bir ailenin üç kuşağını anlatırken,
günümüz kent yaşamına dair keskin gözlemlerde bulunuyor.
Her ailenin dolabında iskeletler vardır.
Aile üyelerini birbirine görünmez bağlarla bağlayan kapanmamış bu
hesaplaşmalar, bir yandan aile üyelerinin kimliklerinin şekillenmesine yardımcı
olurken, bir yandan da onların bu kimliklerden özgürleşmelerinin önünde ayak
bağı olur. İnsanların bu zor zamanlarda çıplaklaşan 'insanlık halleri', herkesi
kendi kıyametleriyle, kendi kimlik sorgulamalarıyla aniden baş başa
bırakabilir. Bu sorgulamalarda kendini tanımanın en sancılı ama belki de en
doğrudan yolu, kimliğin kök saldığı aile ilişkilerine dönmektir. Bellekle, acı
dolu hatıralarla, dolaptaki ölülerle nasıl baş etmeli? İnsan, geçmişini
didiklerken kendine yeni bir ben yaratabilir mi, yoksa geçmişten ve kimlikten
özgürleşmenin tek yolu anne rolünde Tsilla Chelton'un sembolize ettiği
umursamaz ruh halinden mi geçiyor?
Pandora'nın Kutusu, bu çarpıcı soruları
ele alan yalın ve gerçekçi bir film. Her geçen günle birlikte bellek kaybına
uğrayan bir annenin yalnız yaşadığı Karadeniz'in dağlarında aniden ortalıktan
kaybolmasıyla birlikte, ailenin üç kuşağı annenin izini sürmeye çalışırken
yeniden bir 'aile' olmanın sancılı sürecinden geçerler. Nesrin, Güzin ve Mehmet
kardeşler bir yandan ailevi sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken, bir
yandan da savrulan hayatlarının kördüğümleriyle karşı karşıya gelirler. Olağan
koşullarda bir arada fazla vakit geçirmemelerine rağmen, onları birbirine
bağlayan anne imgesi etrafında yeniden kardeş olmaya ve kardeşlik ilişkisinin
aynasında kendi hayatlarını gözden geçirmeye başlarlar. Her birinin kendine
özgü "Pandora'nın Kutusu" içsel canavarlarını ortalığa saçarken,
artık birbirlerine yabancılaşsalar da, hayatta olmak istedikleri yerde
olmadıkları gerçeğini paylaşırlar.
Hızla yalnızlaştığımız kentli
hayatlarımızda, yitirdiğimiz aile bağları üzerinden insanlık hallerine ayna
tutan Pandora'nın Kutusu, bunu yaparken de bellek yitimi ile özgürleşme,
sadakat ile kontrol ilişkisi üzerine çarpıcı sorular soruyor. Kim olduğumuzu
anlamak için ailedeki rolümüze geri dönerken küresel tüketim toplumunun
etkilerinin aileye ne yaptığını da gözardı edemeyiz elbet.
Gittikçe kardeş, anne, arkadaş, sevgiliden
çok birer tüketiciye indirgendiğimiz hayatlarımızda en çok da yaşlılarımız
derinleşen bir yalnızlığa mahkum oluyor. Çocuklar için olduğu gibi yaşlılar
için de yaşam alanları gittikçe daralıyor. Kentte üst üste binmiş binalar
arasında yalnız hayatlarımızın akışına kapılmış giderken, geniş alanların
olduğu yerlerde yeniden kendimiz olabilmek ve özgürce nefes alabilmek
ihtimalini bile hesaba katmıyoruz artık. Ancak 'kaybedecek bir şeyi olmamayı'
göze aldığımız takdirde ipimizi koparıp kaçabilme ihtimalini
değerlendirebiliyoruz. Bu da ancak büyükannenin bellek yitiminin temsil ettiği
kutunun, yani benliğin, bir anlamda da kimliğin yitimiyle oluyor. Bir tür
'çocukluk' haline, hayatın hayhuyu içinde şimdiki zamanı unutan yetişkinlerin
aksine, oyunbaz bir ruh haline geri dönen anneanneyi de ailenin en küçük, en
anlaşılmamış bireyinin anlaması tesadüf değil.
Önüne baktığında, ona sunulan hayata
tutunabiImek için henüz kendisine yeterince güçlü bir sebep verilmemiş Murat
için anneannesinin, son günlerini kendi topraklarında 'kaybolarak' geçirmesi,
büyük kentin sıkışık binaları arasında kaybolmuş bir alanda 'korunmasından'
daha insani. Kuşaklar, dönemler açısından en uzağa düşmesine rağmen, genç Murat
anneannesini herkesten daha fazla anlıyor ve daha da önemlisi kabul ediyor.
Ailenin karmaşık denkleminde ailenin en yaşlı üyesiyle en genç üyesinin
hayatlarının paralel olması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Henüz bir meslek,
kariyer, ev, araba sahibi olmamış, yani toplumun en önemli göstergelerini
tamamlamam ış genç bir insanla, bütün bunların imtiyazlarına artık ihtiyaç
duymayan bir insanın özgürlük adına birbirlerine öğretecekleri çok şey var.
Kentliler gibi statü, mal ve kaygı biriktirmek yerine iyisiyle kötüsüyle, günahıyla
sevabıyla tüm kutuyu atmayı seçiyor oyunbaz 'Pandora'.
Yeşim Ustaoğlu kutuyu filmin başından beri
açık tutarak, aslında anlatı açısından da bir tür ezber bozuyor. Klasik
anlatıdaki, büyüyen bir çatışma ve bizi kutunun açılmasıyla mutlak bir arınma anına
götürecek bir olay örgüsü yerine anlatı beklenmedik biçimde 'serserileşiyor'.
Filmin kurgusu, ulaşmaya çalıştığı nokta yerine, içinde bulunduğu
zamanmekanlara odaklanıyor ve en değerli şey yaşanılan an oluyor. Anneannenin
bilinçsizliği, yaşlılıkla birlikte gelen çocukluk haliyle hiçbir şeyi
umursamayan, sadece o anı ve o anın içindekileri ayrıştıran bir şimdiki zaman
farkındalığını doğuruyor. Sıkışmış blok apartmanların arasından sürekli kaçmaya
çalışan yaşlı bir kadının umursamazlığına, artık hatırlanmamasının
kaygısızlığına, bir anda tüm biriktirdiklerini toprağa atmasının gücüne hepimiz
gıpta ediyor ve tüm biriktirdiklerimizden kaçma isteğini içimizde kuvvetle
hissediyoruz.
Pandora'nın Kutusu, henüz hayata atılmamış
genç Murat'ın hiç tanımadığı anneannesiyle yaşadığı 'karşılaşma' ve 'kaçış'la,
bizi köşeye sıkıştıran hayatlara farklı bir alternatif sunuyor. Belki de hiç
doğru düzgün yüzlerine bakmadığımız anneannelerimize farklı bir bakış. Artık
kaybolan bir tarih, bir varoluş biçimi, bir belleğin belki de ayrıntılarına
değil ruhuna sadık kalmak. Anneannede karşılaştığımız "öteki"ni
ararken, onunla kendi içimizde karşılaşmak. İçimizdeki yabancının dipsiz
kuyularında kaybolurken aniden özgürleşmek. Özgürleşirken kendimizi yeniden
bulmak.
Karadeniz'in uçsuz bucaksız dağlarında
bulduğumuz şey belki de tanımlı bir kimlik değil ama evsiz, faturasız, kredi
kartsız, oyunbaz bir ruh hali. Belki bu uçarı, bu çocuksu ruh hali en büyük
paradoksumuzun çözümünün anahtarıdır aynı zamanda. Onlarsız var olamayacağımız
aile üyelerimizle kurduğumuz kalıplaşmış ilişkilerden özgürleşebilmek için
yeniden çocuklaşabilmek gerekiyor. Aksi takdirde, o eski çocuk oyunlarımızı
kaybede kaybede, güvenlikli kapılarımızın arkasında zaten çoktandır kaybolmuş
olduğumuz gerçeğini idrak etmemiz an meselesi. (Eylem Kaftan) “” Altyazı, Aylık
Sinema Dergisi, Sayı 80”