Powered By Blogger

21 Ocak 2023 Cumartesi

 

SÜT (2008) 

Yönetmen: Semih Kaplanoğlu, Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal, Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken, Yapım: Kaplan Film/Semih Kaplanoğlu,, Arizona Film/Guillaume de Seille, Heimat Film/ Bettina Brokemper, Johannes Rexin Ortak yapımı Senaryoya Kastkı: Leyla İpekçi, Sanat Yönetmeni: Naz Erayda, Kurgu: Francois Quıquere, Ses ve Miksaj: Marc Nouyrigat, Frederic Thery, Işık Şefi: Ömer Zorkalkan, Set: Mustafa Şahin, Ses: Marc Nouyright, Miksaj: Frederic Thery, Makyaj Tasarım: Derya Ergün, Makyaj: Nihal Aylar, Yapım Koordinatörü: Rüya Arabacı, Prodüksiyon Amiri: Gökhan Şahin, Yönetmen Yardımcıları: Ayla Karlı Tezgören, Tülin Özen, Ahmet Küçükkayalı, Prodüksiyon Asistanları: Orçun Köksal, Muhterem Öğretici, Mehmet Deveci, Özkan Akçay, Sanat Yönetmeni Asistanı: İmad Ağababa, Focus Puller: Orçun Özkılınç, 2. kamera Asistanı: Mustafa Emin Büyükcoşkun, Boom Operatörü: Oktay Bakı, Ses Kayıt ve Kurgu Asistanı: Doğa Kılcıoğlu, Set Fotoğrafçısı: Gökçe Pehlivanoğlu, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Adnan Şahin, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Bora Büyükdikbaş,

 Oyuncular: Melih Selçuk (Yusuf), Başak Köklükaya (Zehra), Rıza Akıon (Ali hoca), Saadet Işıl Aksoy (Semra), Alev Uçarer (Kemal), Şerif Erol (istasyon şefi), Orçun Köksal (Erol), Semra Kaplanoğlu, Tülin Özen (köylü kızı), Tansu Biçer (postacı), Sahra Özdağ, Semra Kaplanoğlu, Burcu Aksoy,

 Konu: Genç Yusuf (1820), annesi Fatma'nın (3840) kasabadaki istasyon şefi ile yaşadığı gizli ilişkiyi keşfedince ne yapacağını şaşırır. İçinde yetiştiği erkek egemen kültürün gelenekleri yönünde mi davranacaktır yoksa son yıllarda Anadolu'da da yaşanan modernleşmenin getirdiği yeni bakış açısıyla mı? Yusuf ile annesi, Yusuf'un yıllar önce ölen babasından kalan ineklerin sütüyle geçinmeye çalışmaktadırlar. Yaşadıkları İç Anadolu kasabası son yıllarda etrafta kurulan sanayi tesisleri nedeniyle modernleşirken geleneksel üretim yöntemleri ve bazı meslekler hızla yok olmaktadır.

 Liseyi bitirdikten sonra üniversite imtahanını kazanamayan Yusuf'un büyük bir tutku ile yazdığı şiirler, adını sanını kimsenin duymadığı bazı edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Ama ne şiirin ne de değeri günden güne düşen sütün Fatma ve Yusuf'a bir katkısı vardır.

 Fatma, istasyon şefine duyduğu aşkla kadınlığını hatırlar ve hızla değişir. Annesinin ilgisinin kendisinden başka bir erkeğe yöneldiğini geç de olsa fark eden Yusuf, askerlik yoklaması ve muayene için apar topar büyük şehre gitmek zorunda kalır.

 Şehirde şiire meraklı, üniversiteli genç kız Semra ile tanışır ama bu heyecan kısa sürer; çocukken yaşadığı ateşli bir hastalık nedeni ile askerlik yapamayacağı ortaya çıkınca kasabaya geri döner.Hem görmezden gelmek zorunda kaldığı Fatma'nın ilişkisi hem de çürüğe çıkarılmış olmanın ağırlığı erkek kültürün egemen olduğu topraklarda Yusuf'u bir seçim yapmaya zorlar.

 Genç Yusuf değişimin acısıyla baş etmenin yolunu bulabilecek midir?

 Ödül:

Yusuf üçlemesi Serisinin ikinci filmi olan Süt ise; 3. Granada Cines Del Sur Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu

Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FİPRESCİ ve Radikal Halk Jürisinin sahibi oldu.

 Not: Semih Kaplanoğlunun Yusuf’un üzerine kurulu üçlemesinin ikinci filmi. Bakınız üçlemenin 1. Filmi “Yumurta”, 2. Filmi “Süt”, 3. Filmi “Bal

 Süt, ait olduğu üçlemenin ana karakteri Yusuf'un gençlik dönemini ve 'evden kopuş' sürecini anlatıyor. Bir yandan 'ev' ine, alışılageldiğe, tanıdık ve güvenli olana sırtını dayayan, diğer yandan da o tanıdıklıktan uzaklaşmak, dağların, binaların, çalıların ardında saklanan 'yeni'yle, bilinmeyen le yüz yüze gelmek isteyen bir gencin hikayesi bu. Semih Kaplanoğlu, filmini evin içine sığınmak ve evin dışına savrulmak ve bu iki duygunun farklı nüansları arasında gidip gelen bir hat üzerinde kurmuş. Sanki tüm film, " denizde fazla açılma" diyen annesine inat ufuk çizgisine doğru yüzmeyi sürdüren, ama arkaya dönüp baktığında tanıdığı dünyanın giderek küçüldüğünü fark eden, çevre evler arasında kendi evini seçememeye başlayan bir çocuğun, geri yüzmekle daha da açılmak arasında kaldığı, korkuyla büyülenmenin birbirine karıştığı ruh halinin bir dışavurumu.

 .Süt, Yusuf'un yetişkinliğin eşiğinde yaşadığı bu son ergenlik krizini, bir yanıyla, oldukça natüralist bir şekilde gözler önüne seriyor. Ama diğer yanıyla Süt, uykuya dalmadan önce hayatına. geçmişine dair önemli şeylerin belli belirsiz farkına varan bir zihnin içinde gezinmeye benzeyen rüyavari bir his de uyandırıyor. Filmde Yusuf'un bakışının çevrildiği her yüz, her imge, içinde bulunduğu her mekan, gözünü yakan her ışık, onun ruhundaki gel gitleri ifade eder bir nitelik kazanıyor: Yanınızda sürekli cep  telefonuyla konuşan zorlama bir sevgili adayı ve onun bir binanın tepesinde gördüğünüz silüeti; yan sokaktan gelen askerliğe uğurlama sesleri; sokak köftecisinin etrafında bir şeyler paylaşıyor olmanın hevesiyle biriken bir arkadaş grubu; maden ocağında çalışan arkadaşınızın  kıyafetleri ve tüm bu gördüğünüz/duyduğunuz şeylerin dünyasıyla sizin kendi dünyanız arasındaki uzaklık. .. Siz hayatınızın en sancılı dakikalarını yaşarken, basket sahasında yalnız başına oynayan bir çocuk .

 Süt, şimdiki zamanın yoğunluğu içinde, tüm bu imge ve ortamların , onu bir hayattan başka bir hayata taşıdığını görememiş olan; ama sonradan geçmiş yaşamına baktığında onların yön belirleyici niteliğinin farkına varan birinin gözünden anlatılıyor sanki: Kaplanoğlu'nun filmden sonraki söyleşide de değindiği üzere Yumurta'nın Yusuf'unun kendi geçmişine doğru bakan gözünden. Bu yüzden Süt'ü, zor anlaşılır bir film olarak damgalayıp ötekileştirmeden önce, filmi bir de böyle düşünmek gerekiyor: Bazen zihninizde bir yüz ya da bir durum belir. Bir lise hocanızın yüzü ya da annenizin televizyon karşısında uyuyakalmış hali. Hafızanızın içinden çıkagelip sizi ziyaret eden o yüze aradan geçen zamanın sisli perdesinin ardından bakmaya çalıştığınızda, orada bambaşka bir şeyler görürsünüz. O yüze, hayatınızın o anını yaşarken bakmış olmanın değerini fark edersiniz. Lise hocasının ilgisiz suratı, geleceğe karşı duyduğunuz korkunun, yetişkin dünyasına adım atmaktaki isteksizliğinizin; annenizin yüzü ise, evinize olan bağlılığınızın, odanızda kitaplarınızIa baş başa olmanın huzurunun şeklini alıverir zihninizde. Annenizin tüm ısrarlarına rağmen tamir etmediğiniz bir motosiklet lastiğinin, ondan kopuşunuzun ilk emaresi olduğunu anlarsınız bir anda; aynı lastiğin bir yabancı tarafından şişirilmesi ise anneoğul arasında kurulan ilksel birlikteliğin 'üçüncü' bir özne tarafından tehdit edilmeye başlandığı noktayı ifade etmeye başlar. Hayatın tüm olağanlığı içerisinde yaşanan şeyler birer simgeye dönüşür, bir hikayenin parçaları gibi görünmeye başlar. Kapla noğlu da Süt'te olaylar ...

 ve imgelere, geçmişine bu gözle bakan birinin onlara atfedebileceği bu tür anlamlar yüklüyor. Ama bunu, her olayın ardında inanılması güç rastlantılar arayarak,hayata zorla metafizik bir nitelik katmaya çalışan bir yönetmen gibi yapmıyor. Hayatın değerini artıracağım diye, o hayatı asıl değerli kılan ayrıntıları ve sıradanlıkları bir kenara fırlatmıyor. Hayatı kendi haline bırakıyor ve ne bulursa da o kendi halindelikte; olağan dışılıkla değil olağanlıkta buluyor. (Oldukça grotesk olduğu söylenebilecek yılan metaforu bile, annenin bir gün evin içinde bir yılan gördüğünü "zannetmesi"nden ve oğulun tıpkı motosikletin lastiği meselesi gibi bunu da ciddiye almayışından türüyor).

 Hayal kırıklığına uğrama korkusuyla yetişkin hayatına atılmayı geciktiren (askere alınmayınca, toplumsal statü anlamında da 'reşitliğe' erme şansını yitiren; süt satamaz olunca işini de kaybeden) Yusuf, 'üvey baba' tehdidiyle birlikte sırtını dayadığı 'ev'ini de kaybettiğini düşünmeye başlıyor. Açık denizde, hangi tarafa yüzeceğini bilemez bir halde kalakalıyor. Yusuf'un hayatın bilinmezliğine karşı bir sığınak olarak gördüğü ev fikri çatırdayınca, Kaplanoğlu filmin anlatımında da çeşitli çatlaklar oluşturmaya başlıyor. Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Ta ki Yusuf evini tümüyle geride bırakana, ta ki maden ocağında taktığı kaskın fenerinin ışığı, tek bir yönü, önündeki belirsiz geleceği işaret edene kadar Yumurta'nın Yusuf'u geçmişine nasıl bakıyorsa, biz de geri dönüp filme o şekilde baktığımızda, onun annesinden kopuş hikayesinin, filmin başında, önünde duran bir arabadan gelen bir davetle başladığının farkına varıyoruz. Süt, Yusuf'un, onu eve dönmekten alıkoyan "bir yerlere gidiyoruz, gelsene" davetiyle ve genç bir kızla gönülsüzce tanışmasıyla başlıyor ve kendi ayakları üzerinde durmayı tümden kabullendiği (maden ocağında çalışmaya başlaması) noktada sona eriyor. Annesinin evliliğiyle birlikte Yusuf kendi geleceğine, cep telefonuyla konuşup duran o genç kıza baktığı gibi bakıyor, tam da gönüllü olmadan kendini 'evin ötesi'ne, yetişkinliğin bilinmezliğine bırakıyor. Ama gözü, hep arkada, diğer evler arasında seçemez olmaya başladığı kendi evinde kalıyor. Yumurta' da geri dönüp, tanıyamayacağı kendi evinde. (Fırat Yücel ) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı 78”

 Semih Kaplanoğlu'nun son filmi Süt'ü izledikten sonra insanın aklında aynı kökten türeme birtakım kelimeler dolanıyor; hayal, tahayyül, muhayyile ... Tamamı bir hayal atmosferini çağrıştıran, karakterinin tahayyül etme biçimine göre dilini kuran ve sinemada başka bir muhayyilenin imkanını arayan bir film Süt. Başka bir muhayyile denince ilk akla gelen şey rüyalar, çünkü gündelik yaşamdaki algımızdan bambaşka bir algının mümkün olduğunu bize duyuran, kendi zihnimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olduğunu bize bildiren deneyimlerdir rüyalar. Ama rüyalarımız, en zor paylaşılan deneyimlerimizdir; bilincimizin görünmeyen yüzünü, dolayısıyla da birtakım zaaflarımızı açık edebileceği için değil sadece; rüyaların dili uyanık bilincin diline kolayca tercüme edilemediği için de. Semih Kaplanoğlu,

 Valery'nin bahsettiğine benzer bir "sanatsal gözlem"i kurarken bu türden bir zorlukla mücadele ediyor. Konuşma dili için bilinç halinin dil normları ne anlama geliyorsa, sinema için de ana akım sinema dilinin orada durduğu düşünülebilir. Bu durumda, rüyaların dilini görsel olarak temsil etme, başka bir muhayyileyi sinemada kurma çabası da, aynen rüyaları anlatırken yaşadığımıza benzer bir zorluk taşıyor. Kaplanoğlu Süt'te bu zorluğu aşmanın dilsel öğelerini arıyor. Kimi sinema izleyicisi için filmi zorlu hale getiren de bu; filmin başka bir dili, başka bir iletişim zeminini başka bir deneyim algısını arıyor.

 Kaplanoğlu, BalSütYumurta üçlemesini kronolojik olarak tersten kuruyor. Süt ise Yusuf'un yirmili yaşlarının başında henüz annesiyle yaşadığı dönemde geçiyor. Bu tersine yolculuk, yumurta'yı takip eden Süt'ü de, henüz çekilmeyen Bal'ı da birer flashback haline getiriyor. Mesela Yumurta' da Yusuf'un bir köpeğin karşısında neden öyle ağladığının cevabını bu geriye dönüşle anlıyoruz. Ama üçlemenin kurduğu sorucevap dizgisi, bilgiye odakla nan türden değil; Kaplanoğlu hiçbir filminde izleyicinin ısrarla cevabını bekleyeceği sorular ortaya atmıyor çünkü, hatta bundan kaçınıyor. Karakterini de birtakım somut olaylarla, onu kestirmeden biçimlendirecek bir takım profil bilgileriyle şekillendirmekten özellikle kaçınıyor. Ama yine de, geçmişin e döndükçe Yusuf'la yakınlığımız artıyor; onun hakkında birtakım somut bilgiler edindiğimiz için değil, ruhsal dünyasına daha çok girdiğimiz için onunla tanışıklığımız derinleşiyor. Hatta Süt'te bütün bir filmin anlatım yapısı, dolayısıyla izleyici olarak bizim görme biçimimiz onun iç dünyası dolayımıyla kuruluyor.

 Sonuçta Süt, bilgi üzerinden kurulmuyor, çünkü esas odaklandığı insanın bilinç hali değil. Örneğin Yumurta' da Yusuf'un annesini kaybettiğini öğreniyoruz, evet, ama Süt'le birlikte onun annesini asıl kaybettiği döneme dönmüş oluyoruz. Yumurta'daki kayıp, ölümle gelen, dolayısıyla apaçık ortada olan, deşilecek bir yanı olmayan bir olguyken, Süt'te ergenlikten çıkış anlamına gelen kayıp, açıkça görülemeyecek, bilgi düzeyine çıkarılmamış, bilincin uzak bölgelerine yolculuk etmeyi gerektiren bir durumdur ve Süt de tam olarak böyle bir yolculuğu görselleştirmeye çalışır.

 Süt'le birlikte anlıyoruz ki, üçlemenin şimdiki zamanı Yusuf'un Yumurta'daki halidir; diğer ikisi ise Yumurta' da dururken geçmişten hatırlananlardır. Süt'ün bir tür rüya atmosferinde geçmesi de bu yüzden. Bu anlamda rüyalarla anılar arasında da bir ilişki kurulmuş oluyor. Rüyalar nasıl bilincin görünmeyen yüzünden besleniyorsa, anılar da oralardan bir yerden besleniyor. Rüyalar ne kadar başka bir bilinç haline taşıyorsa bizi, geçmişimizi hatırlama anlarımız da o kadar gündelik bilinçten uzağa bir yere taşıyor. Bütün hikayenin bir taşra hikayesi olması da bu yüzden belki; vitrinde olmayan, her an bakılmayan, kıyıda köşede kalmış yanımıza bakan bir anlatı için en uygun yer taşra olduğu için. Süt, anıları rüyaya çok yakın bir yere yerleştirirken, Yumurta' dan oldukça farklı bir dil kuruyor. Yusuf'un geçmişini değil, Yusuf'un zihnindeki geçmişini temsil etmeye soyunduğu için, her bir mekanın 'bellekmekanına dönüştüğü, zamanın hatırlanan ana göre karakterin zihninde keyfi bir ölçeğe tabi tutulduğu bir dil kuruyor. Zamanı çeken, uzatan, anları zamanın bütünlüğünden koparıp hafızanın kendinden menkul zaman kurgusuna tercüme eden ve zamanla oynadıkça mekanı kuran bir dil bu. Bu yüzden Süt, en çok, Proust'un romanlarını getiriyor akla: "Hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür... " Valery'nin bahsettiği "mistik derinlik", Süt için, Proust'un burada tarif ettiği türden bir bellek yolculuğuna yorulabilir; bilinç düzeeyine çıkarılmamış, ama bir şekilde elbette kaydedilmiş bilgileri zamanın içinden koparıp çıkarmaya çalışan bir sinema anlayışına.

 Anılarla rüyalar birbirine bu kadar yakınlaşınca, üçlemenin karakterinin, ismini Yusuf peygamberden alması da başka bir anlam kazanıyor. Hatırlanırsa, Yumurta' da Yusuf'un isminin bir gönderme olduğunun altı filmin içinde özellikle çiziliyordu. Yusuf, rüyasında kendisini bir kuyudan çıkmaya çalışırken görüyordu, aynı kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf peygamber gibi. Yusuf peygamber, gördüğü rüyalar ve rüyaları yorumlama gücüyle anılan bir peygamber. Bu anlamda, Yusuf'un Süt'le birlikte başlayan geçmişe dönüşü, annesinin ölümünün ardından geçmişini yorumlayışı ya da bilincin "başka" yerlerine yolculuk edişi, Yusuf peygamberin rüyaları yorumlamasıyla paraleldir.

 Süt bütünüyle bir anı anlatısı gibi kurulurken, Yusuf'un epilepsi hastalığıyla gelen krizler filmin bu yapısını daha da derinleştiriyor. Altyazı'nın Kasım sayısında Fırat Yücel'in ifade ettiği gibi, "Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Anılar geçmişe dönüp bakıldığı için başka bir algı kurarken, epilepsi yaşanan anın kendisini, henüz deneyimlenirken, o bildik algı kalıplarından çıkarıyor. Bu yüzden de filmin başından itibaren anılarla motive edilen anlatım dili, artık başka bir motivasyona ulaşıyor. Bu noktadan sonra izleyiciden olayların akışını takip etmesi değil, Yusuf'un algı biçimini deneyimlenmesi bekleniyor.

 Babasız bir anne evinde büyümüş, bu yüzden biraz baba olmuş (ama annesinin serzenişlerinden bile belli ki daha çok da olamamış), ne kadar büyüyüp ne kadar büyümediğinin çelişkisini vaktinden evvel yaşamaya başlamış bir oğlan çocuğu Yusuf. Ama baba olmak istemiyor Yusuf, büyümek istemiyor. Annesinin bir anlam veremediği kitaplara, şiirlere, bakıp durduğu çiçeklere gömülmek istiyor. Ama ya askere gideceği, ya üniversiteye gideceği, sonuçta büyümek için ille taşradan başka bir yere gideceği, dolayısıyla da annesinden gideceği döneminde geçiyor filmin hikayesi. Dahası, o gitmese bile, annesinin onun bir yerlere gideceğini kavradığı bir dönemde.

 Bu dönemin insana 'ne yaptığını' anı ile, epilepsi hastalığı ile motive ederek insanın içinden bir yerlerden anlatıyor Kaplanoğlu. Filmin son sahnesinde, Yusuf'un film boyunca nasıl ince bir çizgide yürüdüğü netleşiyor. Yusuf'un başındaki madenci kaskından gelen ışık kameraya yönelip bütün ekranı süt beyazına bularken, filmin bu beyaz kadrajda biteceğini, Yusuf'un 'orada' kaldığını düşünüyorsunuz. Anneden kopuşu, tam bir bilinç düzlemi kaymasıyla yaşayan Yusuf'un, nihayetinde varabileceği son sınıra varacağını; süte batarak onu bekleyen geleceği reddedeceğini, o başka bilinçte sonsuz bir beyaza batacağın!. .. Ama öyle olmuyor; görüntü tekrar beyazdan açılırken, sütten kopup yeniden 'buralarda bir yerlerde' var olmaya devam ediyor Yusuf; Yumurta' da var olmaya devam ediyor. Rüyalarıyla, krizleriyle, anılarıyla arada bir gidip geliyor, ama sahaf dükkanını açmış yaşamaya devam ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, hangi sınırdan döndüğünü hatırlıyor; 'süt'ü hatırlıyor. Belki de Yusuf köpeğin karşısında ağlarken, aslında o anki kaybına değil, geçmişteki asıl kaybına ağlıyor. Yasını tutmanın kolay ve meşru olduğu bir ölüm sayesinde; gizli kapaklı atlatılmaya çalışılmış, insanın bilincine oyunlar oynayan bir travmanın yasını tutuyor. (Yücel Fırat) . "Oraya Buraya Bakan Çocuk", Altyazı, Kasım 2008, sayı 78, sf. 89.}

Dâhiyane bir film üzerine eskiz

Süt gerçekten de şaşırtıcı bir film. Hem itici ve soğuk, hem deha pırıltılarıyla bezeli, Kaplanoğlu'nun önceki filmlerinden belki daha 'zor', ama yine belki çıtayı daha yükseklere çıkaran bir film. Onu artık kesin olarak bir 'auteur', bir yaratıcı sinemacı, bir sanatçı kıvamına ve düzeyine yükselten...Yumurta'nın kahramanı Yusuf'un ilk gençlik yıllarını anlatan bu film, birçok açıdan sürprizlerle dolu.

 Sineması daha kapalı, daha kişisel. Ama aynı zamanda, belki çılgınlık düzeyinde bir sinemasal araştırma tadı içeren bir film. O ünlü ve amiyane deyimle 'film gibi film' arayanlar, aradıklarını katiyen bulamayacaklar, haberleri olsun. Ama, çağdaş sinemayı yalnızca bir cumartesi eğlencesi değil de majör, önemli, özgür ve görkemli bir sanat alanı sayan ve bu alanda yepyeni zihinsel ve estetik jimnastiklere açık olanlar bayılacak.

 Film, Tire kasabasında yaşayan ve sütçülük ve tezgahtarlıkla geçinen Yusuf ve annesinin hemen hiç konuşma, dolayısıyla iletişim içermeyen hayatlarına odaklanıyor. Çeşitli yan karakterler var: Yusuf'un şiirlerini gösterip akıl danıştığı alkolik edebiyat hocası, madende çalışan ve bir araya gelince şiir merakını paylaşan arkadaşı, bir lastik değiştirme esnasında tanıştığı anneyle gizli kapaklı bir ilişki kuran orta yaşlı adam, birkaç komşu, birkaç kısa süreli raslantı... Bunlardan birinin, Yusuf'un askerlik muayenesi için gittiği İzmir'de karşılaşıp randevulaştığı (ama bu randevuya gitmediği) bir genç kız, perdede ise Saadet Işıl Aksoy olması ayrı bir şaşkınlık nedeni: Aksoy, Yumurta'da ileri yaştaki Yusuf'un yıllar sonra kasabaya geri döndüğünde karşılaştığı kadın değil miydi? Yoksa yönetmen, insan, hayatı boyunca hep aynı kadına âşık olur mu demek istiyor? Tüm Kaplanoğlu filmleri gibi varoluşçu sayılabilecek film, daha çok küçük anlara, minik raslantılara, olay parçacıklarına dayalı... Hemen her şey anlatılmaktan çok sezdiriliyor, ima ediliyor. Örneğin Yusuf, annesinin yabancı bir adamla ilişkisini hep küçücük şeylerden bulup çıkarıyor, açıkça hiçbir şey görmüyor. Elbette biz de öyle... Kaplanoğlu imaların, inceliklerin, nüansların adamı. Onda kaba, kesin çizgili, belirli hiçbir şey yok.

Kaplanoğlu genel geçer seyirciyi hayli zorluyor. Hatta belki Meleğin Düşüşü'nden de çok...Örneğin tamamen karanlık saniyeler geçiyor, ya da fonda flu olarak saptanan bir duvar, öndeki iki kahramanın görüntüden çıkmasından sonra yine saniyeler boyu flu olarak gösterilmeye devam ediyor, vs.

 Yönetmen sanki seyircisini sıkı bir sinemaseverlik sınavına sokuyor. Sınavı geçemeyenler, onun için önemli değil. Seyircim az olsun, ama iyi olsun dediğini duyar gibi oluyorsunuz!..

 Buna karşılık, işte o seyirci için kimi görkemli sinema anları var. Baştaki yılan çıkarma sahnesi, evde 'ihaneti keşif' sahneleri, finale doğru avavcı bölümü, gölde dev balığı yakalama sahnesi. Ve madende geçen final. O cılız ışıkların kullanılışı, kameranın bir ara madenci başlığının önündeki parlak ışığa gelip saplanması ve uzun süre ona takılıp kalması... Sonra, yeniden bir genel plana, yani madene ve bir anlamda hayata dönüş. Tek sözcükle, dahiyane.

 İşte böyle bir film Süt. Dediğim gibi, klasik bir eleştiri yapamadım, konusunu anlatamadım. Size daha çok filmin bendeki temel izlenimlerini yazdım. Bu bir tür eskiz oldu, has sinemaseverin üzerinde çalışıp kendi görüşleriyle tamamlayabileceği... Benim yazım bu zor filme bir tür 'giriş' olabildiyse, mutlu olurum. (ATİLLA DORSAY 02.01.2009 Sabah)


 

SÜPER AJAN K 9 (2008) 

Yönetmen Bülent İşbilen Senaryo: Duygu Gelbal Görüntü Yönetmeni: Barış Işık Müzik Yakup İçöz, Hakan Yeşilkaya Yapım Elita Film / Ergun Mercan Süpervizör: Ersan Mercan, Ortak Yapımcı: Haydar Satil, Kurgu: Engin Öztürk, Senaryo Süpervizörü: Cengiz Küçükayvaz, Yardımcı yönetmen: Edgü Karadam Özdemir, Reji Asistanları: Melis Silahtaroüğlu, Zehra Demir, Semra Toramanoğlu, Sena Mühürcü, Oktay Arabacı, Yapım Koordinatörü: Hakan Danış, Yapım Sorumlusu: Özgür Düşmez, Prodüksiyon asistanları: Aysun Gümüş, Oktay Arabacı, Focus Puller: Bülent Şengül, Kamera Asistanı: Murat Karabina, Işık Şefi: Özgür Yücel, Işık Asistanı: Alpay Serbez, Zafer Kılıç, Mehmet Saçlık, Hamza Toprak, Ersin Yücel, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Kostüm: Selver Yanar, Gökçe Gürcanlı, Makyaj: Tülay Özçelik, Kuaför: İsmail Savaş, Ses Kayıt: Kaan Karlık, Bülent Kılıç, Boom Operatörü: Eren Erşipal, Set Amiri: Ertan Sımsıkı, Set Asistanları: Eren Murathan, Serkan Yelkenci, Hilmi Acar, Kenan kalkan, Ses tasarım: Bülent Taban, Seslendirme Yönetmeni: Aygül Yıldırım, Stüdyo Koordinatörü: Serkan Üstün, Negatif Yıkama: Arif Şengül, Kadir Burç, Rıdvan Kara, Emrullah Demir, Uğur Görer, Renk Düzeltme: Uğur Orbay, Film Baskı: Uğur Orbay, İlker Şen, Kopya Kontrol: Tamer Eşkazan

 Oyuncular: Mellih Ekener (süper ajan), Cengiz Küçükayvaz (deşifre), Salih Kalyon (general), Didem Erol (Ayşe Taşovalı), Züleyha Karyağdı (Zena), Erdal Tosun (namı Kemal), Atila Sarıhan (Vlademir Hasan), Haldun Boysan (anten Hulusi), Osman Gidişoğlu (Settar), Bülent Şakrak (Ajan Hüsnü), Aliona Bozbey (Paris), Fatih Altın (Kekeç), Burak Özncü (Şrek), Atilla Arcan (müdür), Hakan Türkşen (cia şefi), Serdatr Oskay (denek), Saadet Çıracı (aneanne), Erhan Koç (patlayan ajan), Ajanlar: Zehra Demir, Yıldız Erol, Fettullah Gergin, Sezer Akça, Yiğit Mercan (kayakçı .çocuk), Özlem Balcı ( spiker), Engin Çelik (güvenlik), Burak Yavuz REratalay (kameraman), Aygün Serbes (spiker), Engin Kocagöz (ajan), Murat Tavlı (kendini asan adam), Ümit Ulu (ajan), Deniz Aksu (terörist)

 Konu: Eski Sümerbank ayakkabı fabrikasında çekilen filmde olaylar şöyle gelişiyor: Amerika'da bulunan bir virüs ele geçirilir. Türkiye'de yapılacak NATO Zirvesi, bu virüsün yayılması için en ideal yerdir. Virüs NATO toplantısından bir gece önce yapılan gizli operasyonla su şişelerinin içine enjekte edilir.


FİLMİ İZLE 


 

 

SON DERS (2008) “Aşk ve Üniversite” 

Senaryo ve Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu, Iraz Okumuş, Müzik: Tolga Sünter, Emrah Anul, Görüntü Yönetmeni: Ulaş Zeybek, Colin MounierYapımcı: Mustafa Uğur Yağcıoğlu Kameraman: Sedat Koçak, Reji Asistanları: Dilan Tokan, Evrim Öktem Hakan Güner, Stajyer Reji Asist.: Aslı Oğuz, Görüntü Yönetmeni asist.: Sedat Koçak, Kurgu: Olgun Gökalp Ertunga, Kurgu Yönetmeni: Hakan Bilir, Ortak Yapımcı: Murat Kadıoğlu, Sanat Yönetmeni: Duygu Kabaçam, Sanat Yönetmeni Asistanları: Erhan Candan, Hasan Demir, Yeter Demir, Uygulayıcı Yapımcı: Mustafa Şen, Yardımcı Yönetmen: Ahmet Katıksız, Ses: Mert Özer, Genel Koordinatör: Cihat Figen, Editör: Gökalp Olgun Ertunga, Uygulayıcı Yapımcı: Mustafa Şen, Işık Şefi: Yusuf Erol, Kostüm: Tarkan Güneş, Gülden Kara, Esra, Set Amiri: Tolga Yarım, Makyaj: Gülcan Bayar, Kuaför: Sedat Aysan, Kuaför Asst.: Suat Batal, Focus Puller: Adem Güven, Mehmet Tuba Yüksel, Kamera Asistanı: Özgür Erkartal, Ses Kayıt Operatörü: Onur Albayrak, Boom Operatörü: Ömür Müldür Prodüksiyon Amiri: Nizam Veral, Prod. Asst.: Ahmet Akalın, Tekin Uğurlu, Prod. Stajyer: Atıl Anıl, Işık Asistanları: Bilgehan Perçin, Ahmet Serkan Işık, Sedat Kibar, Sadi Varol, Bülent Topaloğlu, Serdar Güneş, Panter Operatörü: Kenan Bal, Panter Operatör Asst.: Hüseyin Keleş, Birol Başar, Jimmy Jip Operatörü: Bedirhan Bağcı, Jimmy Jip Asistanı: Erdoğan Comat, Steadycam Operatörü: Zafer Sevenar, Set Fotoğrafçısı: Yahya Samancılar, Doğu Kendigelen, Post Prodüksiyon asst.: Onur Atalay Şenol, Casting: Berrin Kırımlıoğlu (Mavi Fil), Mayadrom Ajans, Slay Ajans, Golmedya, Vento, Ses Tasarım: Mert Özer, Diyalog Editör: Serdar Öngören, Kamera ve Kurgu: Deniz Nurluel, Alihan Tüfekçioğlu, Koordinatör: Turan Tokal, Final Mix: Nurkut Özdemir, Miksaj Asst.: Kerem Aktaş, Optik Ses: Eyüp Yıldız, Negatif Kayıt: Şafak Muhtaç, Renk Düzenleme: Erol Şahin, Laboratuar Teknik Sorumlu: Erkan Aktaş, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Öztek, Burak Çopur, Film Yıkama: Yahya Özgtürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Ali Korkmaz, Alt yazı Eşleme: Dila Ulutaş, Lazer Altyazı: Mürsel Gülveren, Taner Alioğlu, İsmail yeltek, Yusuf Aksoy, Fono Film İletişim: Fatma Gülveren, Ulaşım: Gürbüz Saraç, Salih Gönülal, İsmail Çam, Ali İnal, Seyfi Topal, Necdet Uğurlu, Müzisyenler: Gitarlar: Serdar Mumbuç, Deniz Beydili, Şahan Gölge (Violin), Murat Süngü (Çello), Murat Azirot (Vokal), Ses Stüdyosu: Melodika, (Fono Film Laboratuarlarında hazırlanmıştır).

 Oyuncular: Ferhan Şensoy (Saffet), Kaan Urgancıoğlu (Ulaş), Ekin Türkmen (Deren), Durul Bazan (Cem), Burak Sarımola (Veli), Ali Yaylı (Sezgin), Aylin Kontente (Hande), Deniz Baytaş (Nermin), Neriman Uğur (Melda Hoca), Burcu Okutulmuş (İpek), Ali Çoban (Komiser Kürşat), Şerif Bozkurt (Sivil Polis), Eşref Seyitoğlu (Sivil Polis), Müfit Aytekin (İşkenceci polis), Onur Buldu (Genç Sezgin), Aydın Sezgin (Genç Selim), Ufuk Ziya Bayrak (Genç Caner), Mert Karabulut (Genç Mehmet), Levent Güner (Selim), Serdar Sönmemiş (Mehmet), Erşan Utku Ölmez (Serkan), Ahad Kazmaz (Kaan), Ercüment Acar (Doğan), Tevfik Yapıcı (Sedat), İrfan Kangı (Bakkal), Deniz Ardıç (Pelin), Şive Şenözen (Yeşim), Sedat Mert (Orkun), Aytunç Şabanlı (Deniz Gezmiş), Hakan Bozyiğit (Saffet Evi Önü Polis), İnci Şen (Kuzguncuk kadın), Kerem Poyraz Kayaalp (Ertuğ), Sertaç Çelik (İsviçreli Doktor), Tuğçe Özbudak (Kübra), Güneş Sayın (Perihan), İpek Ayaz (Ebru), Mehmet Neşşar (Saffet Doktor), Ayhan Işık (Saffet Ev Sahibi), Cüneyt Arda Pamuk (İşkenceci Polis), Gökçe Eriş (Kuzguncuk Kadın 2), Onur Yıldız (TV Haber Spikeri), Su Okumuş (Caner Sekreter), Reyhan Çakır (Caner Sekreter 2), Ergül Coşkun (Sedat’ın Karısı), Filiz Bağcı (Kütüphanedeki Kız), Nigar Alkan (Türk hayat kadını), Tanya Varsilova (Ruz hayat kadını), Kumru Sipahioğlu (Rus hayat kadını 2), H. İbrahim Yılmaz (Muhtar), Fikret Altunhan (polis 1 1970 ler), İrfan Başaran (Amfideki hoca), Eşref Seyitoğlu, Neriman Uğur, Konuk

 Konu: Yurt dışından gelen bir Türk öğretim görevlisinin (Saffet Hoca) üniversiteli gençlere öğretecekleri dersle, okuldaki müfredatla sınırlı kalmayacaktır. Oysa iddiasızdır bu yeni hoca; “İlk dersimiz kimsenin buradan alınacak derse ihtiyacı olmadığı” diye başlar. Ancak ğrencilerin ve özellikle de bir tanesinin onu fark etmesi ile bambaşka bir dünya açılır önlerinde. Saffet Hoca’nın geçmişinin açığa çıkması ile birlikte Üniversite öğrencisi Ulaş (Kaan Urgancıoğlu) hayatı garip bir şekilde kesişir.

 SON DERS bu günün aşkının, üniversite hayatının, kuşak çatışmasının, önceki kuşak tarafından duyarsızlıkla suçlanan gençliğin nedenlerinin eğlenceli bir hikâyesi. Son Ders, sadece bu günün gençliğinin değil, 80 öncesi ve 70’li kuşağın da bu gün geldiği son noktanın söz aldığı bir film.


FİLMİ İZLE 

 

 SON CELLAT (2008) 

Yönetmen: Şahin Gök, Senaryo: Macit Koper, Hülya Eriş, Müzik: Mazlum Çimen, Görüntü Yönetmeni: Ali Utku, Yapım: Zebil Yapım Yönetmen Yardımcısı: Demirkan Çetinoğlu, Ayşe Esertepe, Kameraman: Barış Işık, Kurgu: Mevût Koçak, Focus Puller: Bülent Şengül, Sanat Yönetmeni: Selda Çiçek, Set Fotoğrafları: Aytaç Özbank, Kopya Bskı: Tamer Eşkazan, Renk Düzenleme: Tolga Girici, Işık Şefi: Recep Biçer, Işık Ast: Mustafa Köprülü, Sanat Yönetmeni Yrd: Davut Kanmaz, Sanat Yön. Yrd: Davut Kanmaz, Ceylan Kara, Kostüm: Canan Çayır, Sanat Ast: Meral Aktan, Makyaj: Nazan Arslan, Set Amiri: Halil Dede, Set Ast: Şehmuz Turan, Uygulayıcı Yapımcı: Mustafa Şen, Yapım Sorumlusu: Hasan Demircan,

 Oyuncular: Kadir İnanır (Bayram), Jülide Kural (Pervin) Attila Saral (Savcı Yusuf), Nihat Durukan (Hafize), İskender Bağcılar (M. Drsun), Hikmet Karagöz, K. Mümtaz), Erol Demiröz (Yaşlı Cellat), Yalçın Kaftanoğlu (Müdür), Mehmet Çepiç (avukat), Sırrı Elit (Mahmut), Alp Doğan (Şefik), Halil Kıznbaş (Emre), Bilal Yıkılmaz (Bilal), Turgut Tanülkü (Havhav Kâzım), Necdet Kökeş (Boncukçu), Cesur Yılmaz (Kibritçi), Mazlum Çimen (ampul adam), Zafer Atlı, İsmet Erten (depocu Rıza), Necla Fide (Fitnat), Özcan Varaylı (mahkum), Başak Zebil (Figen)

 Konu: Öykü, ülkenin askeri yönetimle idare edildiği bir dönemde geçer. Savcı Yusuf ile arabacı Bayram, dönemin eylemci gençlerinin de tutuklu bulunduğu bir hapishanede tanışırlar. Bu onların dostlukla başlayan ve ibretlik bir acıya dönüşen bir sürelik yaşamlarının öyküsüdür.

 Savcı Yusuf’un oğlu Emre, dönemin eylemci gençlerinden biridir ve babasıyla arasında siyasi görüş ayrılıkları vardır. Emre’nin, anne ve babasının korktuğu gibi bir çatışmada öldürülmesi anne ve babasının yollarını ayırır. Savcı, uğradığı duygusal değişim nedeniyle oğlunun evde bıraktığı “Özgürlük” afişlerini sokaklara asmaya çıkar. Bu eylem sırasında yakalanır, üstelik bu çatışmada gerçekleşen bir asker ölümünün suçu da üzerine kalır. İdamla yargılanmak üzere hapse atılır. Arabacı Bayram kendisi güç bela geçinirken, akrabası olan, çocuklu, hoppa bir kadınla evlendirilmiştir. Bayram, cinselliğine de yanıt vermeyen Hafize’yi bir gün bir adamla birlikte yatakta ölü bulur. Olaya Bayram’dan hemen sonra şahit olan küçük Ali ve polislere göre, katil Bayram’dır. Her şey bir kıskançlık cinayeti gibi görünmektedir. Savcı Yusuf hapishaneye geldiğinde, arabacı Bayram koğuşun şamar oğlanıdır. Yusuf, güçlü kişiliğinin de etkisiyle Bayram’ı korumaya alır. Bu arada devletin kendisine tayin ettiği avukat, Bayram’ı cellatlık yapmaya zorlamaktadır. Bayram cellat olmayı kabul ederse cinayet soruşturmasından kurtulacak ve özgürlüğüne kavuşacaktır. Bayram saflığının da etkisiyle kandırılır ve yaşadığı ikilemle Savcı Yusuf’un uyarılarına rağmen cellatlığı kabullenmek zorunda kalır. Son Cellat, Türkiye'yi 12 Eylül darbesine taşıyan süreçte sesini hiç çıkartmayarak devlete ve cuntacılara hizmet etmiş bir savcının, darbeden sonra aydınlanmasının ve kısmen sesini yükseltmesinin hikayesi. Burada ciddi anlamda dramatik bir malzeme var aslında: Hayatı boyunca devlet hukukunun üstünlüğüne inanmış bir insanın, hizmet ettiği ideoloJinnin ülkeyi kaosa sürükleyen asıl faktör olduğunun farkına varışı. Böylesine güçlü ve köklü bir değişim yaşayan, kendini bir anda, önceden kayıtsız şartsız bağlı olduğu "adalet"in karşı cephesinde bulan, 180 derece saf değiştiren, 'aydınlık' bildiği şeyin karanlık' olduğunu anlayan birinin dönüşümü, aynı derecede sağlam temellere dayandırılmadığı vakit, bir filmin tüm dramatik gücünün kendi aleyhine işlemesine neden olabilir. Son Cellat'ın başına gelen durum tam da bu. Filmde savcı Yusuf'un dönüşümü, sadece ve sadece, onu ülkedeki haksızlıklara karşı sesini çıkartmadığı için korkak olarak niteleyen, sol mücadeleye gönül vermiş öğrenci oğlunun devlet eliyle öldürülmesine dayandırılıyor. Filmde bunun dışında, karakterin değişimini hazırlayan herhangi bir iz ya da durum bulmak mümkün değil. Son Cellat, savcı Yusuf'un değişimine odaklanmak yerine, onun bir başkasını, siyasi idamlarda cellat olarak kullanılan arabacı Cabbar'ı değiştirme çabasına odaklanıyor. Sonuçta, hangi koşullar altında değiştiğini anlayamadığımız bir karakterin, başka bir karakteri değiştirme hikayesine ortak olmamız isteniyor. Yani filmin, "bu karakterin değişimi tam olmadı, bari başkasının değişimini hazırlayayım" der gibi bir hali var. Cabbar karakterinin karşı karşıya olduğu çelişki, Yusuf'unkinden de zayıf temellendirildiği için, film gelişmemiş bir karakterin bir başka gelişemeyen karaktere vaazlarının/ders vermelerinin bir toplamına dönüşüyor. Zira Cabbar'ın yüksek merciler tarafından niye illa cellat olarak kullanılmak istendiğini bir türlü anlayamıyoruz. Koğuştaki diğer mahkumlar tarafından nedensizce oraya buraya itilen, aşağılanan ve dışlanan Cabbar, nedensizce cellatlığa sürüklenmeye çalışılıyor. Cabbar'ın ısrarla cellat olarak kullanılmasına mantıklı bir açıkkama getiremeyen film, bu dramatik açığını Cabbar'ın mağduriyetini abartarak kapatmaya çalışıyor: Zaten koğuşta sudan sebeplerle akıl almaz biçimde aşağılanan karakterin bir de, kimin, nasıl ve neden gerçekleştirdiğini anlayamadığımız bir cinayet sahnesiyle masum olduğuna inandırılıyoruz. Sanki filmin Cabbar'ı 'mutlak mağdur' olarak resmetmesinin nedeni, onun geliştirilmemiş bir karakter tarafından eğitilmesi'ni meşru kılmak. Bu denli zavallı ve şaşkın çizilen bir karaktere, yol gösterecek, abilik yapacak bir 'eğitmen' karakterin ortaya çıkmaması mümkün değil! İşte bu noktada film, kendi ahlaki duruşuyla çelişmeye başlıyor. Koğuştakilerin Cabbar'a hayvan muamelesi yapmasını insafsızlık ve kötülük olarak işaret eden filmin kendisi de, Cabbar'a ehlileştirilmesi/eğitilmesi gereken bir hayvan gözüyle bakar bir hal alıyor. Film Cabbar'ı o kadar mağdurlaştırıyor ki, onu o kadar aciz, o kadar eğitime muhtaç bırakıyor ki, toplum tarafından mağdur edilen bir bireyin, ancak yine toplum tarafından özgür kılınabileceğini (ki burada toplumu temsil eden karakterin bir savcı olduğunun da altını çizelim!) söyleyen bir noktaya varıyor. Ki bu da, filmin başta ortaya koyduğu ahlaki ve siyasi amaçlarıyla (devletin zulmüne/yoz hukukuna karşı bireyin vicdanını sahiplenmek) tümüyle çelişen bir nokta. Sonuçta karşımızda, kendi dramatik malzemesinin keskinliğinde boğulan bir film var. (Fırat Yücel ) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, sayı 78



 

SICAK (2008) 

Yönetmen: Abdullah Oğuz, Senaryo: İbrahim Altun, Abdullah Oğuz, Görüntü Yönetmeni: Ken Kelsch Eser: İbrahim Altun, Müzik: Cem Adrin, Hazım Körmükçü, Yapım: Ans Prodüksiyon/Abdullah Oğuz Kurgu: Levent Çelebi, Yönetmen Yardımcıları (1.Asist): Aslı Gözütok, Sara Merih Ertaş, Yönetmen Yardımcıları (2. ast.): Duygu Atasoy, Evren Oğuz, 3. Yönetmen Ast.: Özkan Turna, Sanat Yönetmeni: Yelkan İşkorkutan, Uygulayıcı Yapımcı: Şebnem Ocak, Mahmut Kıyımlı, Yapım Sorumlusu: Erhan Orhanoğlu, Hakan Karademir, Kamera Asistanı: Bünyamin Durgut, Dolly Operatörü: Hakan Duvar, Kuaför: Gürhan Kalay, Ses Kayıt: Özkan Coşkun, Boom Operatörü: Orçin İnceoğlu, Uygulayıcı Yapımcı: Şebnem Ocak İlker, Mahmut Kayımtu, Yapım Asistanları: Hüseyin Apaydın, Murat Turan, Serkan İpek, Mehmet Kerim Köseoğlu, Cast Direktörü: Canan Bozkurt, Asistanı: Handan Özkubat, 1. kamera Asit.: Andaç Şahan, 2. kamera Ast.: Bünyamin Durgut, 3. kamera Ast.: Eyüp Breşli, 4. Kamera Ast.: Cihat Yeşilyurt, Işık Şefi: Şükrü Ayar, Işık 1. Ast.: Adnan Atar, Asistanlar: Ercan Akbaş, İbrahim Uzelli Renk Düzenleme: Burcu Doğanay, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa,  Sinefekt Laboratuarlarında hazırlanmıştır

 Oyuncular: Cem Özer (Niko), Ebru Akel (Meryem), Hazım Körmükçü (Yusuf), Gürgen Öz (Adem), Şafak Karali (Başçavuş), Aslı Zen (Ayşe), Agop Çavuşyan (Komutan), Burak Tamdoğan (Bekir), Taylan Işıklar (Onbaşı), İdil Tabanca (Pelayia), Aslı Zen (Ayşe), Azra Kahyaoğlu (Ayşe bebek), Yasemişn Durakçay (temizlikçi kadın), Bayram Abbasoğlu (Sabri), Erkan Yavuz (Bayram), Benan İdiz (Papaz), İbrahim Altun (tabuttaki adam), Hüseyin Apğaydın (1. sivil polis), Yahya Tomakin ( 2. sivil polis), Cem Adrian (müezzin), Gülsemin Kalanalık (dalgıç), Murat Özdemir (suçlu), Kadir Kübüç, 1. Sanat Asistanı: Gülin Topaç, 2. Sanat Ast.: Tan Yürekdurmaz, 3. sanat Ast.: Oğuzhan Oğuz, Kostüm: Sevda Kıyımlı , asisytanı: İdil Tabanca, Makyaj: Fatka Şengül, Kuaför: Savaş Göksüz, Gürhan kalay, Set Amiri: Bülent Kocataş, Set Asistanları: Murat Raddal, Yusuf Yılmaz, Serhat Koç,

 Konu: Onlar yol arkadaşıydılar… Yusuf batık gemilerin enkazını çıkartıp satan bir denizcilik firmasında çalışıyor. Güzel karısı Meryem ise özel ders veren mütevazı bir öğretmen ve iki aylık hamile. Karıkoca, Bozcaada açıklarındaki batık gemi projesi için çıktıkları bu kısacık yolculuğun, hiç tanımadıkları bir kadının bıraktığı mektup yüzünden bir karabasana dönüşeceğinden habersizdir henüz. Aynı saatlerde, karısının başka bir adamla kaçtığını öğrenen ve yardım istemek için umutsuzca o adadaki tek dostu eski dalgıç Niko’yu arayıp duran zavallı asker Adem ise cinnetin eşiğindedir. Güneş batar, gök yarılır ve o saat geldiğinde kader ortaklarını bir araya getirir. Hayatları kesişen bu dört kişiden birine ölüm yazılmıştır o gece. Geride kalan üç kişinin kalplerine ise cehennem gibi bir sıcak…


 

SADDAM’IN ASKERLERİ (2008) 



Senaryo ve Yönetmen: Gani Şavata, Görüntü Yönetmeni; Mahir Gül, Ümit Ardabak Yapımcı: Arafat Şavata Hikayeler: Mahmut Alınak, Bahoz Şavata, Müzik: Saffet Uluçay, Kurgu: Murat Bör, İsmail Akbulut, Negatif Kurgu: Kadir Burç, Film Baskı: İlker Şen, Genel Koordinatör: Nevzat Turgay, Yusuf Özpolat, Kürşat Şavata, Yönetmen Yardımcıları: Hasan Kalender, Caner Bayram, Burcu Bayram, Prodüksiyon Amirleri: Şerafettin Kurt, Bedri Korkmaz, Bülent Ceylan, Mehmet Yaşa, Erdem Işık, Sanat Yönetmeni: Mehmet Yılmaz, Kostüm: Zübeyr Damar, Emin Akpolat, Mehmet Akgül, Makyöz: Celal Gonca, Sevil Yalçın, Kameraman: Selçuk Arkun, Kamera Asistanı: Şefik Ağırtmış, Mustafa Güllük, Kopya Baskı: Tamer Eşkazan, Renk Düzenleme : Tolga Girici, Işık Şefi: Murat Okan, Görsel Efektler : Abdullah Ercan, Ses Tasarım: Sonrer Koç, DS Nitris : Sencer Yalçın, Işık Şefi: Murat Okan, Işık Asistanları: Bülent Ceylan, Mehmet Tuna, Mehmet Özer, Post Prodüksiyon asistanı: Ender Musa Sevim, Negatif Yıkama: Arif Şengül, Kadir Burç, Rıdvan Kara, Emrullah Demir, Uğur Gürer, Renk düzeltme : Uğur Orbay, Film Baskı : Uğur Orbay, İlker Şen, Doruk Can

 Oyuncular : Gani Şavata (Avde), Tuğba Özay (Zine), Yalçın Dümer (Cemşit), Zafer Atlı, Yusuf Çetin (general),Şiro Agrehi (Şiro), Sabri Albinteal (Çavuş), Güler Işık (xane), Hüseyin Beyaz (Hüso), Ali Tutal (Miçço), Ethem Akpolat (Yılmaz), Şahin Bağcı (Nikko), Zafer Atlı ( Fikret Hakan, Kerem Alışık, Şehnaz Dilan (Meyro), Yusuf Özpolat (Numan asker), Enver Dönmez (Teyre), Mahmut Atay (Mi,llo), Serdar Attila (teğmen), Xale Nezir (çoban), , Vedat Karataş (yüzbaşı), Bekri Ferman (hoca), Cemal Aris (Zifa), Ayla Ötük (Şirin), Mehmet Yaşa ( asker), Şaziment Akkuş (ana), Neşe Can (gelin), Bedri Gaffari (asker), Dawud Orwell (memed),

Konu: Kuzey Irak’ta Saddam Hüseyin döneminde Peşmerge köylerine yapılan baskınları, işkenceleri, aşk ve acı arasındaki ince çizgiyi çarpıcı görüntü ve diyaloglarla anlatıyor.

 FİLMİ İZLE 


 

RECEP İVEDİK “2” (2008) 

Yönetmen: Togan Gökbakar Senaryo Yazarı Togan Gökbakar, Şahan Gökbakar, Müzik: Oğuz Kaplangı, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Yapım: Aksoy Film Kurgu Erkan Özekan, Sanat Yönetmeni: Savaş Özdemir, Kostüm Tasarım: Didem Umurhan, Genel Koordinatör: Servet Aksoy, Genel Koordinatör: İrfan Saruhan, Emir Nalcı, Özlem Tunç, Cansu Işık, Yardımcı Yönetmen: Gülçin Önel, Yönetmen Yardımcısı : Karin Mecelyan, Silva Delioğlu, Burcu Dabak, Kamera Asistanı: Cem Hasköylü, Kameraman: Adem Güven, Focus Puller: Serdar Güz, Dolly Operatörü : Hakan Duyar, Steadycam Operatörü: Tuncay Başpınar, Işık Şefi: Hakan Altınkök, Işık Asistanı : Adem Başkurt, Kayhan Şen İsmail Öztürk, Kostüm Asistanı : Mukadder Özal, Gül Karapınar, Makyaj : Neriman Eröz, Ses Mühendisi: Hasan Baran, Boom Operatörü: Tayfun Çolakoğlu, Cast Direktörü: Berna Türkkan, Prodüksiyon Amiri: Ali Kere: Meltem Balta, Basın

Danışmanı Filiz Öcal,

 oyuncular: Şahan Gökbakar (Recep İvedik), Gülsen Özbakan (Efe Babacan), Hakan HakanÇağrı Büyüksayar (Zeynep Çamcı (Kasiyer),Ayfer Çalgıcı (Ofis Sekreter), Asiye Dinçsoy (YakuzaYakuza)

 Konu: Recep’in tek akrabası, kendisi gibi kıllı ve oldukça yaşlı babaannesidir. Babaanne, Recep’in yaşadığı serkeş, aylak hayatı bırakıp adam olmasını ister.



 

 

PLAJDA (2008) 

Yönetmen: Murat Şeker, Senaryo: Murat Dişli ([1]) Görüntü Yönetmeni: Murat Tuncel Müzik: Serhat Ersöz, Yapım: Plato Film/Sinan Çetin, Mehmet N. Karaca Kurgu: Hamdi Deniz, Deniz Kayık, Montaj Asistanı: Can Şenyol, Reji Asistanları: Selami Genli, Onur Koçal, Serap Atalay, Deniz Tokcan, Kamera Asistanları: Özgür Gür, Barış Yiğit, Orçun Kaptan, Ses Tasarım: Nurkut Özdemir, Basın: Nejla Tiryaki, Işık Şefi: Bilal Tanrıver, Prodüksiyon Amiri: Engin Tosun, Prodüksiyon Asistanları: Cihat Onat, Peri Avunç, Öner Sayın, Dündar Kutlubay, Kostüm Sorumlusu: Elçin Canbaz, Kostüm Asistanları: Hasan Süzer, Tolga Polat, Gül Ersoy, Kuaför: Şahin Gül, Kuaför Asistanları: Suat Batal, Ömer Terzi, Mahmut Terzi, Makyöz: Ebru Kızıltan, Makyöz Asst.: Nalan Zeynep Yalgın, Ses Kayıt: Samet Yılmaz, Orhan Koçalan, Set Amiri: Kenan Baydemir, Set Asst.: Doğan Gül, Magnum Operatörü: Benan Baydemir, Mustafa Güneş, Işık Asistanları: Ahmet Cenk Acar, Eyüp tanrıver, Anıl Ercenk, Michael Angls, Ulaşım: Musa Akdağ, Mustafa Güneş, Halil Güneş, Yaşar Sözkesen, Uygulayıcı Uygulayıcı Yapımcı: Barış Ayaztaş, Koordinatör: Onur Çakaloz, İdari yapımcı: Petek Kardağ, Finansman: Turgay Akın, Taylan Çetin, Fono Film koordinatör: Turan Tokel, Ses Dizayn: Nurkut Özdemir, Atmosfer Ses Kurgu, Kerem Aktaş, Dolby Optik Ses Aktarım: Eyüp Yıldız, 35mm negatif kayıt Operatörü: Şafak Mıhlaç, Negatif Color Correction: Erol Şahin, Laboratuar Teknik Sorumlusu: Erkan Aktaş, Kopya Baskı: Zekeriya Yalçın, Osman Yıldız, Çağlar Özlek, Burak Çapur, Film Yıkama: Yahya Öztürk, M. Mustafa Oruç, Ali Komaz,

 Not: Film 1964 yılında “Fıstık Gibi Maşallah” ve 2008 yılında Plajda adıyla olmak üzere iki kez daha filme aktarılmıştır

 Oyuncular: Gürgen Öz (Can), Sarp Apak (Ali), Tuba Ünsal (Zeynep Nehir), Turgay Tanülkü, (Haydar) Güçlü Yalçıner, Aydoğan Oflu (Balyoz Remzi), Fatih Koyunoğlu, Murat Akkoyunlu, Tuğçe Ersoy (Ceyda), Seranay Sarıkaya (Asalı), Uğur Bilgin, Tuğçe Ersoy, Onur Buldu, Cumhur Öz, Yaşar Sözkesen, Yasin Gönenç, Yana Kolesnik, Yasemin Serin, Buket Yürük, Betül Yıldız,

Konu: İki kafadar olan Cem ve Ali dj'lik yaptıkları bir partide mafya hesaplaşmasının ortasında kalırlar. Ne yapacaklarını bilemeyen ikili kostüm odasinda buldukları kadın kıyafetlerini giyerek olaydan yırtmaya çalışırlar. Ama . mafyanın sapık elemanı onları alıp bir tatil köyünde alıkoyar ve ikili bir anda kendilerini bir otelde animatör olarak buluverir. Otelden kaçma girişimlerinin ilkinde güzellik yarışması için otele gelen 20 kızı gören ikili donakalır. Cennette bile bulmayacakları ortamdan uzaklaşmak istemezler. Ama kız tavlamak da kadın kılığında yaşamak da zordur. İkinci kez otelden kaçma girişimlerinde ise güzellik yarışmasını takip için otele gelen televizyon ekibinden Cansu ve Ebru'ya görür görmez aşık olan ikili yine otelde kalır. Bu arada mafya da otele gelir. Bir yanda sürekli kılık değiştirip kızları tavlamaya çalışan Cem ve Ali bir yanda güzellik yarışması diğer yanda ise tehlikeli bir mafya otelin altını üstünü getirir



[1] Michael Logan ve Robert Thoeren’in (1903-1957) birlikte yazdıkları bir hikayeden 1959 yılında Billy Wilder’in (1906-2002) yönetmenliğinde filme çekilen ve Aralık 1959 yılında Yurdumuzda Gösterilen “Some Like It Hot” (Bazıları Sıcak Sever) isimli filmden uyarlama. Bu filmin başlıca oyuncuları dünya sinemasının unutulmaz oyuncularından Marilyn Monroe (1926-1962), Tony Curtis (1925-2010), Jack Lemon (1925-2001) ve George Raft (1895-1980) bulunmaktadır.

 

 

PANDORA’NIN KUTUSU (2008) 

Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Senaryo Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz, Görntü Yönetmeni: Jacques Besse Yapımcılar: Yeşim Ustaoğlu, Muhammet Çakıral, Serkan Çakarer, Behrooz Hashemian, Setareh Farsi, Natacha Devillers, Catherine Burniaux, Michael Weber, Tobias Pausinger (Türkiye – Fransa – Belçika  Almanya ortak yapımı) Kurgu: Franck Nakache, Özgün Müzik: JeanPierre Mas, Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu Serdar Yılmaz, 1. Reji Asistanı: Seren Yüce, 2. Reji Asistanı: Jülide Gamze Çeçen, Devamlılık: Ahmet Yılmaz, Ses Operatörü: Bernd von Bassevitz, Miksaj: Bruno Tarriére, Ses Tasarımı: Philippe Bluard, Kostüm Tasarımı: Gülname Eşsiz, Makyaj ve Saç: Canan Taşkoyan “Kulis”,Yapım Sorumlusu: Ali Altan, Yapım Koordinatörü: Çiğdem Vitrinel, Yapım Asistanları: Seyfettin Tokmak, Ragıp Türk, Hakan Baytar, 1. kamera Asit.: Laurent Coltelloni, 2. kamera Ast.: Tarık Han Koç, Sanat Ast.: Gül Bursa, Erim Gayertli, Barış Yıkılmaz, Kostüm Asistanı: Gözde Kasaplar, Işık Şefi: Ferzan Yücel, Işık Ast.: İbrahim Diriöz, Ulaş Ünlü, Yasin Çatıbay, Burhan Savtekin, Tuncay Güven, Set Ekibi: Tolga Yarim, Erhan Candan, Hasan Demir,

 Oyuncular: Tsilla Chelton (Nusret), Derya Alabora (Nesrin), Övül Avkıran (Güzin), Onur Ünsal (Murat), Osman Sonant (Mehmet), Tayfun Bademsoy (Faruk), Nazmi Kırık (Hırsız), Ulaş Torun (Ozan), İlker Özyıldırım (Doktor), Aysel Ustaoğlu , Yücel Onural (hastalar), Banu Aslantaş Ertekin (Doktor, Nezahat Yaşar (Nezahat), Kamyoncular: Tuncay Atraf, Arif Aydan, Ekrem Akar, Hasan Seferoğlu, Hasan Aydın, Remzi Yılmaz, İbrahim Kaya, Feride Karaman (hastabakıcı), Demet Yekeler (hastabakıcı),

 3. Yeşilçam Ödülleri 22 Şubat 2010 (Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda)

 ►Derya Alabora “en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 Konu: ’Unutmak daha iyidir’’ diyordu, Murat (Onur Ünsal) bir an için endişeye kapılan alzheimer hastası anneannesi Nusret’e (Tsilla Chelton). Muhtemelen daha evvelden bir araya hiç gelmemiş, kayıp annelerini bulmak için yolculuğa çıkan üç kardeşin araçtaki diyaloglarını görüp de, Murat’a hak vermemek elde değil doğrusu.

 Oysa Murat yaşadığının bile farkında değildir. Hayata dair kararları hep başkaları vermiş, iplerin başkalarının (en çok da annenin) elinde olduğu bir kukladır adeta, ya da kendini öyle hissetmektedir. İşte bu yüzden kendini sık sık zincirlerinden koparıp, hiç bilmediği bir zamanda, hiç bilmediği yerlerde uyanıyor. Ancak ilk defa yaşadığını, var olduğunu, kendi deyimiyle, damarlarının varlığını bıçağı boğazına dayayan hırsız (yönetmenin ikinci uzun metrajı Güneşe Yolculuk’un Berzan’ı, Nazmi Kırık) yüzünden belki de doğru kelime ‘’sayesinde’’ olmalı fark ediyor.

 Zaten araları pek iyi olmayan anne Nesrin (Derya Alabora) ve baba Faruk (Tayfun Bademsoy) için Murat hep büyük bir sorun olmuştur. En büyük endişeleriyse çocuğun hayattan bağımsız yaşayan esrarkeş dayısına çekmesidir. Elbetteki dayıyeğen arasından da su sızmamaktadır. Murat’ın kendini dayısının yanında bulmasına Buna çok da şaşırmamak gerek. Bir tarafta kendisine dolanan zincirleri elinde tutan (yahut tutmaya çalışan) ebeveynler, öte tarafta ise terliğinin içinden bira şişesi kapağı çıkan bir dayı. Haliyle Nesrin’in kardeşi Mehmet’le (Osman Sonant) de arası iyi olduğu söylenemez. Bir diğer kardeş Güzin (Altın Portakal ödüllü Övül Avkiran) ise ablasının sahip olduğu hiçbir şeye, yani bir kocaya, bir aileye sahip olamıyor ve belki de sırf bu yüzden gerçek olmasa dahi sevgilisini her şeyden üstün tutuyor.

 Güzin’in sahip olamadığı aileye Nesrin sahiptir belki. Ancak bu Nesrin’in Güzin’den daha mutlu olduğu anlamına gelmiyor. Daima sahip olduğu değerleri korumaya, elinde tutmaya çalışan ve her defasında kocaman bir mağlubiyetle ayrılan Nesrin için zaten hayat; gerek kocasıyla yaşadığı cinsel sorunlarla, gerekse bir türlü dizginleyemediği oğluyla çekilmez bir hale gelmiştir. Dağ evinde yalnız yaşayan anneannesinin kaybolduğunu öğrendiğinde, bir mağlubiyet için daha hazırlanması ve yola çıkması gerekmektedir.

 Bir yolculuk filmi olarak da bakmak mümkündür Pandora’nın Kutusu’na. Filmin ilk yarısında bu üç kardeşin yolculuğunu izleriz. Sonraki yarısında ise torun ve anneannenin yolculuğunu. Salt bir araçla yol aldıkları yolculuk değil bu. Karakterlerin birbirilerinin dünyalarında gezinmeye başladıkları, sonrasında ise kendi iç yolculuklarındaki arayışları, hesaplaşmaları, kaybolmuşlukları,kaybetmişliklerinin yolculuğudur.

 Güzin için tıpkı ablası Nesrin gibi bir aileye sahip olmaktır mutluluk. Ebeveyn sevgisinden mahrum kaldığından olsa gerek ki, kendisi bir aile kurmaya çalışmaktadır. İşte bu sebepten ötürü, kendisini salt bir cinsel obje olarak gören, kardeşi Mehmet’in deyimiyle, kendisiyle ta.ak geçen (ve kendisini tek bir sahnede dahi görmediğimiz, ki bu sahne Ustaoğlu’nun ne kadar ileri seviyeye ulaştığının da apaçık bir kanıtıdır. Zira ilişkinin zayıflığı, hatta yalnızlığı ancak karşı cinsin sadece telefondaki adam olarak seyircinin zihninde yer etmesiyle bu kadar iyi anlatılabilirdi.) adama değer veriyor. Bir aile kurmak umudunu asla yitirmemek istiyor, kendi ailesinden vazgeçmek pahasına. Boğucu trafiğin, yüksek apartmanların hakim olduğu kapitalist dünyada rahat olmaları gerekirken, kendilerini tıpkı Nusret’in kapkaranlık kutudaki (asansör) çırpınışlarını andıracak derecede yalnızdırlar. Nusret’in yaşadığı bellek sorunuyla onların hayatlarına dokunması, hayatlarına katedecekleri yepyeni yollar çizecektir. Bu yolculuk neticesinde, tıpkı Murat’ın hastaneden dışarıya, anneannesine baktığı ustaca kotarılmış sahnede; demir parmaklıklar ardından baktığımızda hapishaneden farksız olan bu kentin sakinlerinin yalnızlıklarına şahit oluruz.

 Oysa ilkel şartlar altında Murat’ın dağ evinde anneannesiyle bin bir türlü zorluklara rağmen tekerlekli cisimle tepeden kayarak mutluluğu tatması, en az bu birbirinden farklı iki dünya Ustaoğlu, yine aynı topraklara doğru yola çıkıyor ve bu yolculukta sayısız ödülle dönüyor. 56. San Sebastian Film Festivali’nin saygın ödülü Altın İstiridye’yi kucaklayan filmin başarısının tek sahibi elbette yönetmen Ustaoğlu değil. Zira filmin oyuncu kadrosundan çıkan performanslar da takdire şayan. Özellikle de Fransız aktris Tsilla Chelton’un alkışlanası performansı (56.San Sebastian Film Festivali’in’de en iyi kadın oyuncu ödülünü Frozen River’daki performansıyla Melisa Leo ile paylaşıp, ayrıca Fransa’da düzenlenen 28. Amiens Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.), filmin en büyük kozlarından.

 Ödül

27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde

(1 – 11 Şubat İran) Kristal Simurg Jüri Özel Ödülü

►Ayrıca Kristal Simurg En İyi Oyuncu Ödülü de Derya Alabora, Övül Avkıran ve Tsilla Chelton’a verildi.

 27. Uluslararası Fajr Film Festivali’nde Mohammad Mahdi Asgarpour (İran), Majid Sheikh Ansari (İran), Andrey Zvyagintsev (Rusya), Roberto Stabile (İtalya), Mikel Olaciregui (İspanya), Marc Bashet (Fransa) ve Paul Cox’tan (Hollanda) oluşan jüri, Pandora’nın Kutusu’nu iki ödüle layık gördü.

 # Yesim Ustaoğlu'nun son filmi bir ailenin üç nesIini bir araya getiriyor. Nusret Hanım, Karadeniz' de bir dağ köyünde yalnız yaşarken bir gün kaybolur. İstanbul' da yaşayan çocukları Nesrin, Güzin ve Mehmet, aralarındaki sürtüşmeleri de bagaja atarak onu aramak üzere köye dönerler. Annelerinin yalnız yaşamasının uygun olmadığına kanaat getirip onu İstanbul'a getirirler ancak davranışlarında çeşitli tuhaflıklar farkedince bir uzmana danışırlar. Nusret Hanım, Alzheimer'a yakalanmıştır. Hastalık, kendi sürtüşmeleri, üstüne bir de Nesrin'in oğlu Murat'ın da kayıp olması eklenince ortaya alasından bir aile dramı çıkar. Filmin ilk sahnelerinden birinde Nusret Hanım'ın yüzünün ifadesinin donuklaşıp elllerinden kuşburnu tanelerinin yere dağılması gibi film, aile tarihini açıp saçar.

 Pandora'nın Kutusu, beş perdelik bir oyun gibi yaşlı ve yalnız bir annenin köydeki sakin, doğayla baş başa imgesiyle başlayıp şehirdeki dağılmış, kendileriyle meşgul çocukların kaotik yaşamıyla ilerliyor. Çocukların şehirden köye gitmeleri, annelerini alıp şehre dönmeleri filmin gelişme eksenine tekabül ediyor. Nesrin, Güzin ve Mehmet kendi meseleleriyle daha doğru dürüst yüzleşememişken, nasıl baş edeceklerini bilmedikleri bil' hastalığa yakalanmış, üstüne üstlük kırsal hayattan çıkınca iyice şaşkına dönen annelerinin bakımını nasıl paylaşacaklarını tartışırlarken, Murat'la anneannesi arasında gelişen yakınlığın pek de farkına varmıyorlar. Murat, anneannesini sonunda yatırıldığı bakımevinden kahramanca kaçırınca ikili kendilerini son perdede, yani köyde buluyor. Kurtarıcı rolünden 'bırakma, gidesi olana boyun eğme' mertebesine yükselme, Murat’ın erişkinliğe doğru attığı belki de en zor, ölüm ve yaşama dair en canlı ikinci ilki boğazına dayanan bir bıçaktı adım Filme dair söylenebilecek son şeylerden birini ilk elden söyleyelim. Tsilla Chelton (1918 doğumlu Fransız oyuncu, 1990 yapımı Tatie Danielle' deki filme adını veren karakter ile tanınıyor daha çok) tek kelime Türkçe bilmeden son derece iyi bir oyun çıkarıyor, ancak çocuklarının otuz ila kırk yaşlarında olduğunu varsayarsak rol için bir hayli yaşlı duruyor. Nesrin ve Güzin'in anneleriyle problemli olduğu kadar mesafeli de bir ilişkileri var; fakat Chelton, Alabora'yla Avkıran'ın birlikte oldukları sahnelerde mesafe ilişkiden ziyade oyuncular arasındaki etkileşimin tam da tutmamasına dayanıyor, yani anakız inandırıcılığı fazla yok.

 Öte yandan Mehmet ve Murat'ın birlikte oynadıkları sahnelerde, özellikle Mehmet'in harap bekarhanesinde üçünün esrar içip sohbet ettiği sekansta durum tam tersi. Chelton'un Karadenizli, Alzhemir hastası yaşlı Türk kadını tiplemesi kostüm seçiminden sanat yönetimi ve yapımı tasarım ekibini tebrik etmek lazım oyuncunun mimik ve jestlerini dozunda kullanmasına kadar son derece başarılı. Yeşim Ustaoğlu'nun Türkiye'den az yönetmenin cesaret ettiği bir seçim yapıp yabancı bir oyuncuya başrol oynatması da ki rol yerli bir karakter için takdire değer.

 Pandora'nın Kutusu hem biraz şablon hem de tanıdık, bildik tiplemelerden oluşuyor. Filmin ne içinde ne dışında kalan Nesrin'in kocası Faruk belki de en az geliştirilmiş karakter. Nesrin düzayak, orta sınıf bir evlilik yürütürken Güzin gazeteci, bohem, evli bir adamla ilişkisi olan kadın tipolojisiyle Nesrin'e tezat teşkil ediyor. Mehmet, yumuşak ve duygusal, belli bir iş yapmamakta, genelde fakirhanesinde esrar ve bira içmektedir; Murat ise arayış içinde, sevecen ve yalnız bir gençtir. Üç kardeş arası ilişkiler, üç kardeşin bir arada ve ayrı ayrı anneleriyle diyaloğu. Nesrin, Faruk Murat çekirdek ailesinin sorunları, Güzin'in ilişkisi, Murat'ın anneanesiyle kurduğu bağ ... Bu kadar aile içi ve nesiller arası bağ olunca filmde, Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında'sında (2006) olduğu gibi bir "doluluk' hissi ortaya çıkıyor: Her şeyden bir parça istenmiş, herkes düşünülmüş, ancak filmin dramatik gelişimi bütün bir resmi tüm inceliğiyle çerçeveleyememiş. Pandora'nın Kutusu'nda durum Yaşamın Kıyısında'da olduğu kadar vahim değil nihayetinde bir aile söz konusu. Hatta Ustaoğlu aileyi İstanbul' da ve çıkmazda bıraksaydı yani hikayeyi dairesel bir biçimde köyde nihayetine erdirmeseydi tüm o doluluk hissi tepe noktasında kalabilir, film seyirciyi alarma geçmiş bir halde bırakabilirdi. Ben filmin o karanlık noktaya anne huzurevinde, çocuklar suçluluk hissinde, Murat yeniden yalnız tırmanışını çok sağlam bir kurgu temposuna verdim. Yeşim Ustaoğlu hikayesini köye dönüşle tamamına erdiriyor erdirmesine ancak tempoyu da düşürüyor.

 Pandora'nın Kutusu, tüm bu aksaklıklarına rağmen kentli orta sınıf bir ailenin iç çalkantılarını, başarılı bir şekilde temsil ediyor. (Ayşegül Koç) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı, 78”)

 Yeşim Ustaoğlu'nun San Sebastian Film Festivali'nde 'En iyi Film' ödülünü kazanan filmi Pandora'nın Kutusu, Alzheimer hastası bir annenin öyküsünü merkeze alıp bir ailenin üç kuşağını anlatırken, günümüz kent yaşamına dair keskin gözlemlerde bulunuyor.

 Her ailenin dolabında iskeletler vardır. Aile üyelerini birbirine görünmez bağlarla bağlayan kapanmamış bu hesaplaşmalar, bir yandan aile üyelerinin kimliklerinin şekillenmesine yardımcı olurken, bir yandan da onların bu kimliklerden özgürleşmelerinin önünde ayak bağı olur. İnsanların bu zor zamanlarda çıplaklaşan 'insanlık halleri', herkesi kendi kıyametleriyle, kendi kimlik sorgulamalarıyla aniden baş başa bırakabilir. Bu sorgulamalarda kendini tanımanın en sancılı ama belki de en doğrudan yolu, kimliğin kök saldığı aile ilişkilerine dönmektir. Bellekle, acı dolu hatıralarla, dolaptaki ölülerle nasıl baş etmeli? İnsan, geçmişini didiklerken kendine yeni bir ben yaratabilir mi, yoksa geçmişten ve kimlikten özgürleşmenin tek yolu anne rolünde Tsilla Chelton'un sembolize ettiği umursamaz ruh halinden mi geçiyor?

 Pandora'nın Kutusu, bu çarpıcı soruları ele alan yalın ve gerçekçi bir film. Her geçen günle birlikte bellek kaybına uğrayan bir annenin yalnız yaşadığı Karadeniz'in dağlarında aniden ortalıktan kaybolmasıyla birlikte, ailenin üç kuşağı annenin izini sürmeye çalışırken yeniden bir 'aile' olmanın sancılı sürecinden geçerler. Nesrin, Güzin ve Mehmet kardeşler bir yandan ailevi sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken, bir yandan da savrulan hayatlarının kördüğümleriyle karşı karşıya gelirler. Olağan koşullarda bir arada fazla vakit geçirmemelerine rağmen, onları birbirine bağlayan anne imgesi etrafında yeniden kardeş olmaya ve kardeşlik ilişkisinin aynasında kendi hayatlarını gözden geçirmeye başlarlar. Her birinin kendine özgü "Pandora'nın Kutusu" içsel canavarlarını ortalığa saçarken, artık birbirlerine yabancılaşsalar da, hayatta olmak istedikleri yerde olmadıkları gerçeğini paylaşırlar.

 Hızla yalnızlaştığımız kentli hayatlarımızda, yitirdiğimiz aile bağları üzerinden insanlık hallerine ayna tutan Pandora'nın Kutusu, bunu yaparken de bellek yitimi ile özgürleşme, sadakat ile kontrol ilişkisi üzerine çarpıcı sorular soruyor. Kim olduğumuzu anlamak için ailedeki rolümüze geri dönerken küresel tüketim toplumunun etkilerinin aileye ne yaptığını da gözardı edemeyiz elbet.

 Gittikçe kardeş, anne, arkadaş, sevgiliden çok birer tüketiciye indirgendiğimiz hayatlarımızda en çok da yaşlılarımız derinleşen bir yalnızlığa mahkum oluyor. Çocuklar için olduğu gibi yaşlılar için de yaşam alanları gittikçe daralıyor. Kentte üst üste binmiş binalar arasında yalnız hayatlarımızın akışına kapılmış giderken, geniş alanların olduğu yerlerde yeniden kendimiz olabilmek ve özgürce nefes alabilmek ihtimalini bile hesaba katmıyoruz artık. Ancak 'kaybedecek bir şeyi olmamayı' göze aldığımız takdirde ipimizi koparıp kaçabilme ihtimalini değerlendirebiliyoruz. Bu da ancak büyükannenin bellek yitiminin temsil ettiği kutunun, yani benliğin, bir anlamda da kimliğin yitimiyle oluyor. Bir tür 'çocukluk' haline, hayatın hayhuyu içinde şimdiki zamanı unutan yetişkinlerin aksine, oyunbaz bir ruh haline geri dönen anneanneyi de ailenin en küçük, en anlaşılmamış bireyinin anlaması tesadüf değil.

Önüne baktığında, ona sunulan hayata tutunabiImek için henüz kendisine yeterince güçlü bir sebep verilmemiş Murat için anneannesinin, son günlerini kendi topraklarında 'kaybolarak' geçirmesi, büyük kentin sıkışık binaları arasında kaybolmuş bir alanda 'korunmasından' daha insani. Kuşaklar, dönemler açısından en uzağa düşmesine rağmen, genç Murat anneannesini herkesten daha fazla anlıyor ve daha da önemlisi kabul ediyor. Ailenin karmaşık denkleminde ailenin en yaşlı üyesiyle en genç üyesinin hayatlarının paralel olması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Henüz bir meslek, kariyer, ev, araba sahibi olmamış, yani toplumun en önemli göstergelerini tamamlamam ış genç bir insanla, bütün bunların imtiyazlarına artık ihtiyaç duymayan bir insanın özgürlük adına birbirlerine öğretecekleri çok şey var. Kentliler gibi statü, mal ve kaygı biriktirmek yerine iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla tüm kutuyu atmayı seçiyor oyunbaz 'Pandora'.

 Yeşim Ustaoğlu kutuyu filmin başından beri açık tutarak, aslında anlatı açısından da bir tür ezber bozuyor. Klasik anlatıdaki, büyüyen bir çatışma ve bizi kutunun açılmasıyla mutlak bir arınma anına götürecek bir olay örgüsü yerine anlatı beklenmedik biçimde 'serserileşiyor'. Filmin kurgusu, ulaşmaya çalıştığı nokta yerine, içinde bulunduğu zamanmekanlara odaklanıyor ve en değerli şey yaşanılan an oluyor. Anneannenin bilinçsizliği, yaşlılıkla birlikte gelen çocukluk haliyle hiçbir şeyi umursamayan, sadece o anı ve o anın içindekileri ayrıştıran bir şimdiki zaman farkındalığını doğuruyor. Sıkışmış blok apartmanların arasından sürekli kaçmaya çalışan yaşlı bir kadının umursamazlığına, artık hatırlanmamasının kaygısızlığına, bir anda tüm biriktirdiklerini toprağa atmasının gücüne hepimiz gıpta ediyor ve tüm biriktirdiklerimizden kaçma isteğini içimizde kuvvetle hissediyoruz.

 Pandora'nın Kutusu, henüz hayata atılmamış genç Murat'ın hiç tanımadığı anneannesiyle yaşadığı 'karşılaşma' ve 'kaçış'la, bizi köşeye sıkıştıran hayatlara farklı bir alternatif sunuyor. Belki de hiç doğru düzgün yüzlerine bakmadığımız anneannelerimize farklı bir bakış. Artık kaybolan bir tarih, bir varoluş biçimi, bir belleğin belki de ayrıntılarına değil ruhuna sadık kalmak. Anneannede karşılaştığımız "öteki"ni ararken, onunla kendi içimizde karşılaşmak. İçimizdeki yabancının dipsiz kuyularında kaybolurken aniden özgürleşmek. Özgürleşirken kendimizi yeniden bulmak.

 Karadeniz'in uçsuz bucaksız dağlarında bulduğumuz şey belki de tanımlı bir kimlik değil ama evsiz, faturasız, kredi kartsız, oyunbaz bir ruh hali. Belki bu uçarı, bu çocuksu ruh hali en büyük paradoksumuzun çözümünün anahtarıdır aynı zamanda. Onlarsız var olamayacağımız aile üyelerimizle kurduğumuz kalıplaşmış ilişkilerden özgürleşebilmek için yeniden çocuklaşabilmek gerekiyor. Aksi takdirde, o eski çocuk oyunlarımızı kaybede kaybede, güvenlikli kapılarımızın arkasında zaten çoktandır kaybolmuş olduğumuz gerçeğini idrak etmemiz an meselesi. (Eylem Kaftan) “” Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, Sayı 80”



 

ÖLDÜR BENİ (2008)

 Senaryo ve Yönetmen: Korhan uğur, Görüntü Yönetmeni: Ercan Özkan, Müzik: Erkan Bediroğlu, Yapım: Saygın Film/ Mustafa Saygın Senaryo Danışmanı: Şeyda Delibaşı, Kurgu: Ergun Könüman, Ortak Yapımcı: Süleyman Başoğulları, Korhan Uğur, Yapım Koordinatörü: Metin Namlıses, Yönetmen Yardımcısı: Duygu Atasoy, Yardımcı Yönetmen: Aslı Gözütok, Yapım Sorumlusu: Engin Usta, Kamera Operatörü: Andaç Şahin, Kamera Asistanı: Davut Gömeç, Kameraman: Bünyamin Durgut, Jimmy Jib: Serkan Aykın, Kamera Arkası: Burak Yıldırım, Işık Şefi: Aydın İz, Makyaj: Erol Tınmaz, Alpaslan Koyuncu, Focus Puller: Bünyamin Durgut, Işık Ekibi: Alpaslan Koyuncu, Set Amiri: Süleyman Ersin Bayduncu, Mustafa Bedük, Başoğulları, Set Ekibi: Gürkan Kahraman, Erdal Ateş, Osfis Çalışanı: Kıymet Usta, Işık: Eylül Yapım, Stilist: Hümeyra Girayalp, Koordinatör: Turan Tokel, Laboratuar Sorumlusu: Erkan Aktaş, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Özlek, Film Yıkama: Yahya Öztürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Ali Komaz, Tuncay Koçtürk, Suna Kaymakçı,( Fono film laboratuarlarında hazırlanmıştır )

 Oyuncular : Burak Sarımola )Ozan), Nihan Aslı Elmas (Duygu), Aysan Sümercan (Emine ana), Erol Alpsoykan (Hulusi), Mehmet Erbil (Attila), Gülay Denizler (Hulusi’nin eşi), Emircan Çolpay (Ahmet), Aslıhan Kıratlı (ayrancı kız), Gülay Akalın (Atilla Annesi), Engin Usta (tedaş görevlisi), Süleyman Başoğulları (tedaş görevlisi), Haluk başak (kahvedeki adam), İbrahim Kumral (1. köylü), Alpaslan Koyuncu (2. köylü), Gürsel Ata (4. köylü), Tuncay Demir (kuzu getiren köylü),

 Konu: Her insan ölümsüz olmak ister. öldür beni filmi de bu temanın tersini işliyor. Ölümsüz olmanın bedeli ve ölme arzusunu sıra dışı bir hikaye ile biz sinema severlere anlatıyor. Öldür beni filminin yönetmeni ve senaristi Korhan uğur ve bu onun ilk filmi. zaten filmin oyuncu kadrosuna bakınca da mütevazi bir kadro ile beyaz perdeye geldiğini görüyoruz. Fakat filmi diğer Türk filmlerinden ayrı kılan filmin konusu ve senaryosu. Öldür beni filminin konusu yöresel yemek tarifleri konusunda bir televizyon programı yapan iki gencin gizemli bir köye uğraması ve burada Ozan'ın sihirli bir şerbeti içmesi ile ölümsüz olmasını anlatıyor. Ozan ölümsüz olmanın bedeli olarak hayatını o köyde geçirmek zorundadır. Şerbeti içen kişi köyü terk edemez ve ölümsüz olarak köyde yaşamak zorundadır. Zamanla en yakın arkadaşı ve sevgilisi bu Gizem’den kaçar ve Ozan'ı köyde yalnız bırakır. Ozan için yapacak tek bir şey vardır. Normal insanların bir ömürlük kısa hayatlarında yapmaya zaman bulamadığı her şeyi yapmaktır. Son yıllarda oldukça sık çekilen sinema filmlerine yepyeni bir örnek Türk sinemasında böyle ilginç filmler oldukça zor açıkçası. Dram ve komedi filmleri dışında sinema salonlarında bir Türk filmi görmek insanı şaşırtıyor. Öldür beni filminin sıra dışı konusuna da bakınca insan merak ediyor ve sinemaya gidip izlemek istiyor açıkçası. Umarım bu sıra dışı hikayeyi sürükleyici kılan ve sinema severlerin filmden zevk almasını sağlayan unsurlar vardır Ozan ve Atilla köy köy gezip köy yaşantısı, yöresel yemek tarifleri gibi konuları çekerek TV programı yapan iki arkadaşlardır. Bir gün Dikili’nin gizemli bir köyüne gelirler. Orada Emine Teyzenin esrarengiz şerbetinden içen Ozan’ın hayatı değişir. Bu değişikliğe anlam veremez. Anlamaya çalışırken ölümsüz olduğunu fark eder. Köyü terk etmek isterler ama şerbetin bir etkisi de içenlerin köyü terk edememesidir. Şerbetten içmemiş olan Atilla arkadaşını orda bırakarak kaçıp gider. Ozan köyde yalnız başına kalır. Köyün muhtarı Hulusi Dede ona yardımcı olur, onu teselli eder. Bir süre sonra kız arkadaşı Duygu da yanına gelir. Fakat Ozan’ın ölümsüz olduğunu öğrenmesi yaşadığı olaylara anlam verememesi kafasını iyice karıştırır ve Ozan’ı terk edip, o da köyden gider. Bir süre sonra tek ölümsüzün kendisi olmadığını, bu köydeki herkesin Emine Teyzenin şerbetinden içmiş olduğunu fark eder. Köy muhtarı Hulusi Dedenin rehberliğiyle bu köyde yaşamanın bir fırsat olduğunu, ölümlü kısa hayatında yapmak isteyip de zaman sınırlılığından yapamadığı her şeyi burada yapabileceğini öğrenir. Bu köyde herkesin bir listesi vardır ve sırayla daha önceki hayatlarında yapamadıklarını burada yapmaya çalışmaktadırlar. Zaten başka çareleri de yoktur. Ozan da kendisine bir liste yapar ve Hulusi Dedenin yardımlarıyla listesindekileri gerçekleştirmeye başlar.

FİLMİ İZLE