Senaryo ve Yönetmen: Tunç
Okan
Görüntü Yönetmeni: Güneş
Karabuda
Müzik: Ömer Zülfü
Livaneli, Pierre Favre, Leon Francioli
Yapım: Pan Film/ Tunç
Okan, Utku Güngen
Işık: Hanno Heinz Fuchs,
Jean Pierre Baillod, Ses Kaydı: Carl Henrik Garstedt, Ivan Seifert,
Werner Walter, Pierre Begert, Kamera Asistanları: Aslan Mengüç, Erhan
Öner, Işık Asistanları: Jan Nilsson, Jan Alvemark, Ernest Grize,
Yönetmen yardımcısı: Ali Özdamar, Kurgu: Tunç Okan, Yönetmen
Sekreterleri: Vera Szekely, Josiane Honegger, Makyaj: Mette
Sandberg, Corinne Meyer, Set Fotoğrafçıları: Noa Andersson, Oliver
Gaille, Set Ekibi: Nuri Sezer, Sevindik Kızılkaya, Rene Meyer, Jocelyne
Schoeni, Yapım Yönetmenleri: Gudrun Zachrisson, Jean Louis Misar,
Laboratuar: Filmlabor Ab, Stockholm, Schwarz Film AG - Bern, Ses Stüdyosu:
Filmtechnik AB - Stockholm, Sonor Film AG - Bern, Özel Efektler: Probst
Film-Bern, Kurgu Danışmanı: Jean Louis Misar, Kurgu Asistanı: Christian
Bonvin, Therese Schwarz
Oyuncular:
Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Aras Ören,
Björn Gedda, Nuri Sezer, Tissou Bjoerkman, Ünal Nurkan, Oğuz Roylas, Leif
Ahrle, Hasan Gül, Pontus Platin, Sümer İşgör, Ünal Nurkan, Ake, Nadir Sütemen,
Yüksel Topçugürler, Zafer Sezer, Jan Waldenstroem, Ingmar Zachrisson, Styre
Eriksson,
Konu: Türkiye'den oldukça hurda denecek bir
otobüsle yola çıkan dokuz kaçak işçi, uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra
sınırları geçerek Stockholm'in merkezindeki büyük bir meydanın orta yerinde
park eder. işçileri kaçak olan isveç'e sokan kaçak işçi taciri olan şoför, tüm
işçilerin ülkeye giriş işlemlerini yaptırmak için hepsinin pasaportunu ve
paralarını toplar. Sonra da pasaportları bir çöpe, paraları da cebine indirerek
ortalıktan kaybolur. Perdeleri kapalı, dışarıdaki dünyadan habersiz işçil, uzun
bir süre meydanın ortasına park edilmiş 0- açılmayan kapıları ardında korku,
tedirginlik, dil bilmezlikten kaynaklanan iletişimsizliğin getirdiği yabancılık
ve de en kötüsü açlık başlar. Şoförden bir haber yoktur. Gece kararınca işçiler
otobüsün kapısından dışarıya açılan farklı bir dünyaya doğru teker teker dışarı
adım atarlar. Dışarıda o güne dek görmedikleri pırıl pırıl, farklı bir dünya
vardır. Neon ışıklarının göz kamaştıran şaşırtıcı ışıltıların yanında, porno
dükkanları, telefon kabinleri içinde sevişen çiftler, tuvaletierde eş arayan
homoseksüeller sarhoşlar, çılgın eğlencelerin yaşandığı gece kulüpleri kısacası
yeni bir dünyanın iyi kötü her bir şeyini biraz korku, biraz da yabancısı
oldukları bir kentin üzerlerine giydirdiği şaşkınlıkla izlerler. Her biri bu
dünyanın içinde kendilerini öylesine kaybederler ki, sonunda hepsi de
birbirinden koparak yok olur, bu kentin labirenti andıran gösterişli ve
kalabalık caddeleri içinde. Biri Stockohlm'un soğuna dayanamayarak donar, bir
diğeri denize düşer, biri ise seks kulübünden çıkan serseriler tarafından
bıçaklanır. Sağ kalmayı başaranların durumu ise gidenlerden daha acıdır.
Açlıktan çöp bidonlarına saldırıp karınıarı doyurmak isterler. Ama yemeğe
çalıştıkları her bir şey plastiktir. isveçliler nereden, nasıl geldikleri pek
belli olmayan bu insanların durumlarına acımazlar, aksine ilkelliklerine
gülerler, onlarla alay ederler. isveç polisi ise Stockholm meydanına park etmiş
bu hurda ve perdeleri ardına kadar kapalı garip otobüsün sırrını çözmeye çalışır.
Büyük umutlarla gidilen isveç, kaçak işçiler için, ya bitiş ya da düş
kırıklığıyla sonuçlanan acılarla kuşatılmış, yaşanmadan biten, kısa bir
yolculuğun sonu olur.
Ödüller
Taormina
Film Festivali'nde (Sicilya) Altın Charybe Büyük Ödülü Kalovy Vary'de (Çekoslavakya) Uluslararası Sanat, Edebiyat ve
Sinema Ödülü ile Dünya Sinema Kulüpleri Federasyonunun Donkişot Ödülü.
Strazbourg'da Uluslar arası
insan Haklan Film Festivali Ödülü.
Portekiz'de Santarem
Festivali büyük Ödülü ile Sinema Eleştirmenleri Özel Ödülü.
► “Sinema Eleştirmenleri”
Özel Ödülü
► Tunç
Okan'ın ilk yönetmenlik denemesi Otobüs 1974 yılında İsveç'te son derece
yetersiz bir bütçeyle başlayan filmin çekimleri uzadıkça Okan'a bir
deneme-yanılma metoduyla filmi kotarma olanağı doğmuştu. Sonuçta, daha önce rol
aldığı birkaç filmin senaryosuna yaptığı minik katkıdan başka teknik anlamda
sinemada çalışması olmayan Okan'dan böyle çarpıcı bir film çıkması Yeşilçam'ı
ve yerli basını şaşırtmış, film büyük sürpriz olarak yorumlanmıştı. Okan, bir
takım eksiklere karşın, bir ilk film için üstün denebilecek bir dille,
Anadolu'dan kalkıp bambaşka bir gerçeğin içine düşmüş insanların dramını
anlatmış, yer yer simgesel sinemadan tatlar sunmayı da becermiş, kapitalist
toplumun, uygarlık denen yutturmacanın kişileri ne derece bencilleştirerek
birbirlerine yabancılaştırdığını, acımasız ve materyalist hale getirdiğini,
teknoloji karşısında kır kökenli insanın çaresizliğini naif bir gözle vermişti.
Ancak Avrupa'nın bağrında
çöp kutularından artık yiyen ya da yürüyen merdivene kendini tersten kaptırıp
gülünç duruma düşen Anadolulu göçmen figürü sansürcü anlayışın hoşuna gitmemiş
olacak ki filmin Türkiye'de gösterimi yasaklanmış, daha sonra Danıştay
kararıyla izlenebilmişti. Aslında Tunç Okan, Batı'yla Doğu'nun gerçeğini uç
noktalarda yansıtırken uygarlık maskesine gizlenmiş Batı toplumundaki yoz
düzene daha fazla yükleniyor, sonunda tercihini bir parça da olsa Doğu'dan yana
koyuyordu...
Tunç Okan'ın bir gazete
haberinden hareketle yazdığı ve çektiği Otobüs'ün konusu kısaca şöyle; İyi bir
yaşam umuduyla yurtdışına kapağı atmak isteyen dokuz Türk, vatandaşlarından
birine güvenip eski bir otobüsle yola çıkıyor; istikamet Stockholm. Türlü
zorluklardan sonra amaçlarına ulaşıyorlar. Ancak şoför, Stockholm'de bir
meydanda otobüsü park edip resmi işlemleri yürütme bahanesiyle dokuz işçi
adayının pasaportlarını ve paralarını alıp kayıplara karışıyor. Giderken de
yolculara ne olursa olsun otobüsü terk etmemelerini tembihliyor. Bir süre
otobüsten çıkmayan bu insanlar açlık sonucu otobüsün dışındaki dünyayla
tanışmak zorunda kalıyor. (Cumhur Canbazoğlu)
“www.europeanfilmfestival.com
”
►
Stockholm'ıın geniş, düzenli, geometrik desenli Kulturhusen... Yoğun insan
dalgaları sabah ve akşam vakitlerinde evden işe, işten eve akarlar, çeşıtlı
olaylar, kişiler ve yaşamlar açılır bu meydana: Lokantaların, snack-barların,
kuzeyin soğuk ikliminden güneşe doğru uzanacak kaçamak tatiller için seçimlerin
yapıldığı seyahat acentalarının kapıları. Ama, aynı zamanda, gece sarhoşlarının,
morfin tutkunlarının, Tanrı'ya şarkılar adayan yaşlı kızların, eşcinsellerin ve
daha birçok yalnızlıkların kapısı da Kulturhusen'e bakar... Kendi yaşamı
sürdürmekte olan meydan, günün birinde çevreyle tam bir uyumsuzluk halindeki
bir öge gelip yerleşir... Her yanı dökülen bir eski otobüstür bu… Meydandan
geçenlerin kimini öfkelendirir kimini şaşırtır (şu çılgın yabancılar) kimini
ilgisiz bırakır otobüs. .
Otobüs, bu çağdaş ve
geometrik meydanda ne denli garip kaçıyorsa, otobüsün içindekiler de meydanda
yaşayan kent ahalisine ve topluma o denli yabancıdırlar. Dokuz garip Türk
işçisidir bunlar, açıkgöz bir şoför tarafından dolandırılmışlar, pasaportları
ve son kuruşuna dek paraları alınarak otobüsün içinde terk edilmişlerdir.
İleri tüketim toplumunun çıplak
mankenlerden seks dükkanlarına dek vitrinlerde sunduğu, öylesine yabancıdır ki
onlara... Telefon kabininde seks yapan çiftten esrarcıya, eşcinselden bir cuma
gecesini eğlenceli geçirmek isteyenlere ve bir gece kulübünde yiyip içip
sahnedeki seks yarışmasını seyreden burjuvalara dek, kent, tüm acımasız1ığı ve
bencilliği içinde, geri kalmış ülkenin dokuz zavallı insanın kıskacına alır.
Kapitalist sanayi toplumunun, sınırsız hoşgörü, tüketim ve zevk toplumu haline
dönüşmüş yüzüdür, dokuz adamın keşfettiği.., Bu toplum, içine girip yaşamına
karışan bu "davetsiz konukları" bağışlamayacak, en az ikisini yok
edecektir.
Tunç
Okan'ın filmi, bir grup Türk işçisi aracılığıyla bu topluma yöneltilmiş
acımasız, hain 've keskin bir eleştiridir. Bu dokuz kişi, Türkiye'nin en geri
kalmış bölgelerinden gelmektedir kuşkusuz, İsveç toplumuna gelip katılmadan
önce ki Ankara'nın, İstanbul'un yaşamını bile tanımamış olsunlar... Hiçbir
eğitimden geçirmeden, hiç bir biçimde ön bilgilerle ve uyarılarla donatmadan
yabancı ellere yolladığımız, yabancı patronun veya kendi ırkdaşı üçkağıtçının
sömürüsüne teslim ediverdiğimiz kişilerden .. Ancak, Okan'ın bir yerde
belirttiği üzere, bu kişiler Türk oldukları gibi, İspanyol, İtalyan,
Portekizli, Yunanlı ve Yugoslav da olabilirler... . Okan, bunların ileri sanayi
toplumundaki yabancılıklarını anlatmayı amaçlamaz. Okan'ın objektifi, bu
kişiler aracılığıyla, bu toplumun yeni vardığı değerler bütünü içinde yalın
basit ve ilkel insana, tek sözcükle insana ne denli yabancılaştığını, temel insancıl
değerlerini nasıl unuttuğunu nasıl bencilleştiğini ve mutsuzlaştığını
göstermeyi amaçlamaktadır .
Dokuz insan, üç gün boyunca
modern kentin göbeğinde akıl almaz bir sefilliği ve dehşeti yaşayan aralarından
ikisi bu teknoloji faşizmi ile hayatını yitirecek olan dokuz insan kuşkusuz
acınacak varlıklardır. Ama, acaba bize en acı yüzüyle gösterilen o ileri sanayi
toplumunun iyi giyimli, karnı tok, sırtı pek, her yıl Akdeniz ülkelerine tatile
giden veya gece kulüplerinde seks gösterileri seyrederek cinsel iştahını
besleyen insanları pek mi mutludur? Onların sorunları otobüstekilerin o en
basit ve ilkel sorunlarından ve gereksinmelerinde çok değişiktir kuşkusuz. Ama
toplumsal refahın sağlandığı o ileri aşamada, ekmek kaygısının ve sosyal güven
endişesinin var olmadığı o aşamada da, insan mutluluğu yine erişilmez masal
kuşu gibi, ellerin arasından kayıp gidivermektedir.
Okan,
yukarda dediğimiz gibi, bu ileri teknoloji aşamasındaki çağdaş sanayi
toplumumuzun en olumsuz yanını sergiler. Tıpkı dokuz Türk köylüsünün de en
zavallı, en ilkel yanlarını sergilediği gibi... Çünkü Okan, tümüyle gerçekçi
bir yönetmen değildir. "Otobüs" de tümüyle gerçekçi bir yapıt
sayılamaz. Okan'ı ilgilendiren; bu iki dünyanın, aynı zamanda yaşasalar da son
derece anakronik bir görünüm oluşturan bu iki insancıl ve toplumsal düzeyin
çatışmasını sergilemektir. Bu çatışmayı, en sert, seyirci için en keskin hale
dönüştürmeye çabalar Okan, onun için her iki yanın da en aşırı, en olumsuz, en
ters yanlarını alır, karşı karşıya getirir, çatıştırır. Tuvalet arayan
köylüleri uluorta seks yapan kişilerle, bir dilim ekmeğin hayalini gören
koylüyü eşcinselle karşılaştırır. Çatışma, kalın ve grotesk çizgilerle verilir;
bu kesinkes etki arayan sinema da ayrıntılara, psikolojik inceliklere, aşırı
saygı gösterilen bir gerçeklik duygusuna yer yoktur. Ve bu sayededir ki,
Stockbolm kenti, özellikle gece görüntülerinde, yalnız dokuz kahramanımız için
değil, bizim için de yabancılaşır; dokuz kahramanın, kendilerini bir Uzay 1999
gezegeninde bulan dünyalıların duygularına benzeyen duygularını, biz de
yaşarız. Okan'ın usta sineması, bu serüveni bizim için de bir korkunç düş, bir
karabasan haline getirir. "Otobüs" bir çatışmanın, günümüzün en
ilginç, en önemli, o ölçüde de güncel olan bir çatışmasının sinemasal öyküsüdür.
Kuşkusuz, ana çizgilerine indirgenmiş, belli ölçüde şemalaştırılmış bir öyküsü
... Film, ilgili iki yana da tokat gibi çarpmaktadır, en azından çarpması
gerekir. Bir Batılı yazar, "Mazeret aramayalım, Filmin anlattıklarıyla
hepimiz yakından ilgiliyiz" diyor, Evet, lsveçli olmayıp da üç Fransız,
Alman veya Amerikalı olmak mazeret sayılmaz.. Perdedeki insanların "tipik
Türk köylüsü" olup olmadıkları tartışmasının da hiç bir önem taşımaması
gibi çatışma çok açık biçimde ortadadır. İleri sanayi toplumuyla geri kalmış
"Üçüncü Dünya ülkesi insanının
arasındaki farklılaşma,
korkunç ve trajik boyutlar almıştır. Tunç Okan, bu gitgide büyüyen uçurumu,
ortak hiçbir yanı kalmamacasına birbirinden uzaklaşan bu ik dünyayı
getirmektedir "Otobüs"te ... Köhnemiş, yozlaşmış, çağdışı
yönetimlerle geri kalmışlığı sürüp giden bir yandakilerin de, uçurumun gitgide
büyümesine göz yuman, öbür yandakilerin de "Otobüs"ten alacakları
dersler vardır. Bu açıdan, "Otobüs"ü, gurbette çalışmaktan başka
çaresi kalmayan Türk işçisinin yıllar yılı yolladığı dövizi ekonomisinin
cankurtaran simidi yapan, ama onun hiç bir sorununa gerçek anlamında eğilmemiş
olan yöneticilerimizin, politikacılarımızın da görmesini çok isterdim.
"Otobüs"ün getirdiği mesajdan, onların payına da çok şey düşünüyor.
“Atilla Dorsay, “Sinemamızın Umut Yılları” syf, 240”
► Tunç Okan'ın ilk ve en
önemli yönetmenlik çalışması olan "Otobüs" , bir zamanlar Türkiye'nin
'yasaklı filmler' listesinde baş sıralara güreşmiş bir göç başyapıtı.
Avrupa'nın 'ağır işçi' niyetine buyur ettiği göçmenlerin hayatlarındaki trajik
boyutu gözler önüne seren çalışma, 'insan hakları' konusunda da alınası dersler
veriyor. Ve de bu dersleri her durumda derse dönük nutuklar atmaya sıvananlara
veriyor, en azından bunu sözünü sakınmadan deniyor.
Çeşitli
festivallerden ödüllerle dönen bu önemli yapım, kapitalizmin ezdiği insanların
dramım beyazperdeye aktarırken, mekanikleşen ilişkiler içinde yitip giden insan
portreleri sunuyor bizlere. 'Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar'ın öğütüp
tükürdüğü bu insanlar, yalnızlıklarının onlara dayattığı 'tutunamama'
sendromunu da en derin haliyle yaşıyorlar öyküde. Bambaşka kuralların hüküm
sürdüğü bambaşka bir dünyada kaybolmanın resmini çizen karakterler, 'birer
yaratık' gibi hayata farklı bir pencereden bakabilmenin dersini alıyorlar.
"Bunda başarılı oluyorlar mı?" diye sorarsanız, yanıtımız net olur:
Hayır! Hem de herhangi bir açık (ya da aralık) kapı bırakmadan hayır Tuncel
Kurtiz başta olmak üzere öykünün derinliğine tutunan performanslar sergileyen
oyuncu kadrosu da Tunç Okan'ın en büyük yardımcısı konumunda filmde. Umuttan
yoğun bir karamsarlığa doğru uzanan işçilerin ruh hallerini yansıtma konusunda
etkin bir çerçeve çizen aktörler, yüzlerine sinen umutsuzluğun anatomisini
çıkarıyorlar adeta öyküde. Her adımda biraz daha batağa saplanan yazgılarının,
vücutlarının her noktasına nüfuz eden bir çaresizlikle şekillenmesi ise her bir
oyuncuyu tuzaklarla dolu bir dünyanın içinde debelendikleri hissiyatına
sürüklüyor. Kısacası, "Otobüs"ün oyuncu kadrosunun bu projeye sonuna
kadar inanmış olduğunu görüyoruz filmi izlerken.
Tunç
Okan'ın bu filmdeki başarılarından biri de işçileri Stockholm'e getiren otobüsü
bir karakter olarak kullanma becerisi. İlk kareden itibaren oyunculardan rol
çalmayı başaran ve soğuk meydanda soyutlanmışlığın simgesi gibi duran otobüs,
bir yandan karakterlerin refaha attıkları adımın habercisi gibi görünürken, öte
yandan da onların daimi hapishanesine dönüşüyor. Bu paradoksu otobüs özelinde
ustalıkla yansıtan Okan, seyirciyi de bu otobüsün temsil ettikleri üzerine
düşünmeye itiyor böylece. Bir refah toplumunun göbeğinde şaşkınlıkla debelenen
işçileri pranga mahkumlarına dönüştüren bu simge, 'vahşi kapitalizm'
dönemlerinden kalma bir 'ayak altına alma' işlevi de üstleniyor. Karakterlerin
hayatla (ya da memleketleriyle) tek bağı olarak bir tür 'yuva' gibi de
görülebilecek otobüs, birçok anlamı bir arada barındırmasıyla da 'şaşkınlık'ın
tam karşılığı oluyor hikayede. "Otobüs"ü Türkiye sinemasının köşe
taşlarından biri yapan en önemli elemanlar arasında, baş karakter yaratmayı
fazlasıyla seven ülkemiz sinemasının alışkanlıklarını kırıp 'baş karaktersiz'
bir hikaye anlatması da sayılabilir. Böylesi bir yöntem kullanarak, karakterler
üzerine yoğunlaşmaktansa 'durum' üzerine odaklanmayı sağlıyor Tunç Okan
filminde. Durum o kadar trajik ve aynı zamanda komik ki, bu durumu yaşayanların
kimlikleri hiçbir zaman öne çıkmıyor, özellikle çıkarılmıyor.
"Stoklıolm'de bir meydan, bir otobüs ve dokuz Türk göçmen" diye
özetleseniz bile, bundan seyre değer bir hikaye çıkarmak mümkün. Bu türden bir
motivasyon, doğal olarak zaten yok oluşa doğru giden karakterleri tümden
silikleştirip etkisizleştiriyor. Kalansa insanoğlunun iyi ile kötü
kavramlarından tamamen sıyrıldığı bir yapının ortaya çıkmasına vesile oluyor.
'Yabancılaşma' ve
'yalnızlaşma' duygularını beynimize giden damarları tıkayacak denli etkili bir
anlatım modeliyle aktaran "Otobüs", 30 yıl öncesinden gelmesine
karşın bugün (2008) bile geçerliliğini koruyan bir gerçekliği yansıtıyor.
Avrupalılar, Doğu insanına karşı önyargılarını bir türlü kıramıyorlar ve Avrupa
Birliği kapısında bekleyen bizleri içlerine kabul etmekte fazlasıyla
zorlanıyorlar. Belli oranlarda anlayabileceğimiz bu tutumun 'kuralcı' ve
'soğuk' bir bakışla desteklenmesi ise pek de kabullenebilecek türden değil.
Tunç Okan'ın filminde de böylesi bir anlayış hakim; Stockholm'e gelip orada
kapana kısılan çaresiz Türkleri görmezden gelmekle, onları yok saymakla çözüme
ulaşıyor Avrupalı. Ve ne yazık ki bu durumu değiştirmek mümkün gibi görünmüyor.
En azından yakın denebilecek bir zaman dilimi içinde ... (Murat Özer) “SİYAD,
“40 Yılın Serüveni
Otobüs bir şeyler getiriyor. Bir yanda
gelişmiş toplumun kendine özgü ... Öte yanda yoklukların, yoksullukların içinde
bunalmış insanlar. Film yalnızca ekonominin getirdiği bir durumu yansıtmıyor,
çok daha ötesinde başka şeyleri getiriyor. Sözcüğün gerçek anlamıyla yabancı
olan, birbirlerini kesinlikle anlayamayacak olan iki topluluğun
karşılaştırılması.
Bu insanların Türk ya da
İsveçli olması hiç önemli değil. Portekizliyle Danimarkalı da olabilirdi. Öz ve
konu; geçerliliği hiç yitmeyecek olan bir olguyu saptamamaktadır. Aziz Nesin,
otuz yıllık dostu Bulgar Strahil Nikolov'u boşuna tanık göstermekte.
Çünkü, bu
film ne bir aşağılamadır ne de bir rezillik. Aşağılamayla hiç bir zaman sonuca
varılamayacağından, aşağılama işlemi yeterince aptallık taşıdığından bir işe
yaramaz. Strahil Nikalov da, Aziz Nesin de çabuk ve yersiz duygulanmışlar. Hele
Türk halkına hakaret edildiği yersiz bile değildir, çünkü gerçek dışıdır. Aziz
Nesin gibi düşünen bir İsveçli de aynı rahatlıkla ileri sürebilir bu savı. işin
acı yanı Aziz Nesin'in bu filmin gösterilişine kaşı çıkmış olmasıdır. MC'nin
sansüründen, Danıştay karan ile yakayı zor kurtarmış bir filmi yeniden
karanlığa itmek ve üstelik bunu Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı iken yapmak,
Aziz Nesin adına bir talihsizliktir. Hem de çok büyük bir talihsizlik. Nevzat
ÜSTÜN, Cumhuriyet,1977.