Powered By Blogger

24 Mart 2018 Cumartesi

OTOBÜS (1974)


Senaryo ve Yönetmen: Tunç Okan
Görüntü Yönetmeni: Güneş Karabuda
Müzik: Ömer Zülfü Livaneli, Pierre Favre, Leon Francioli
Yapım: Pan Film/ Tunç Okan, Utku Güngen


Işık: Hanno Heinz Fuchs, Jean Pierre Baillod, Ses Kaydı: Carl Henrik Garstedt, Ivan Seifert, Werner Walter, Pierre Begert, Kamera Asistanları: Aslan Mengüç, Erhan Öner, Işık Asistanları: Jan Nilsson, Jan Alvemark, Ernest Grize, Yönetmen yardımcısı: Ali Özdamar, Kurgu: Tunç Okan, Yönetmen Sekreterleri: Vera Szekely, Josiane Honegger, Makyaj: Mette Sandberg, Corinne Meyer, Set Fotoğrafçıları: Noa Andersson, Oliver Gaille, Set Ekibi: Nuri Sezer, Sevindik Kızılkaya, Rene Meyer, Jocelyne Schoeni, Yapım Yönetmenleri: Gudrun Zachrisson, Jean Louis Misar, Laboratuar: Filmlabor Ab, Stockholm, Schwarz Film AG - Bern, Ses Stüdyosu: Filmtechnik AB - Stockholm, Sonor Film AG - Bern, Özel Efektler: Probst Film-Bern, Kurgu Danışmanı: Jean Louis Misar, Kurgu Asistanı: Christian Bonvin, Therese Schwarz

Oyuncular: Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Aras Ören, Björn Gedda, Nuri Sezer, Tissou Bjoerkman, Ünal Nurkan, Oğuz Roylas, Leif Ahrle, Hasan Gül, Pontus Platin, Sümer İşgör, Ünal Nurkan, Ake, Nadir Sütemen, Yüksel Topçugürler, Zafer Sezer, Jan Waldenstroem, Ingmar Zachrisson, Styre Eriksson,

Konu: Türkiye'den oldukça hurda denecek bir otobüsle yola çıkan dokuz kaçak işçi, uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra sınırları geçerek Stockholm'in merkezindeki büyük bir meydanın orta yerinde park eder. işçileri kaçak olan isveç'e sokan kaçak işçi taciri olan şoför, tüm işçilerin ülkeye giriş işlemlerini yaptırmak için hepsinin pasaportunu ve paralarını toplar. Sonra da pasaportları bir çöpe, paraları da cebine indirerek ortalıktan kaybolur. Perdeleri kapalı, dışarıdaki dünyadan habersiz işçil, uzun bir süre meydanın ortasına park edilmiş 0- açılmayan kapıları ardında korku, tedirginlik, dil bilmezlikten kaynaklanan iletişimsizliğin getirdiği yabancılık ve de en kötüsü açlık başlar. Şoförden bir haber yoktur. Gece kararınca işçiler otobüsün kapısından dışarıya açılan farklı bir dünyaya doğru teker teker dışarı adım atarlar. Dışarıda o güne dek görmedikleri pırıl pırıl, farklı bir dünya vardır. Neon ışıklarının göz kamaştıran şaşırtıcı ışıltıların yanında, porno dükkanları, telefon kabinleri içinde sevişen çiftler, tuvaletierde eş arayan homoseksüeller sarhoşlar, çılgın eğlencelerin yaşandığı gece kulüpleri kısacası yeni bir dünyanın iyi kötü her bir şeyini biraz korku, biraz da yabancısı oldukları bir kentin üzerlerine giydirdiği şaşkınlıkla izlerler. Her biri bu dünyanın içinde kendilerini öylesine kaybederler ki, sonunda hepsi de birbirinden koparak yok olur, bu kentin labirenti andıran gösterişli ve kalabalık caddeleri içinde. Biri Stockohlm'un soğuna dayanamayarak donar, bir diğeri denize düşer, biri ise seks kulübünden çıkan serseriler tarafından bıçaklanır. Sağ kalmayı başaranların durumu ise gidenlerden daha acıdır. Açlıktan çöp bidonlarına saldırıp karınıarı doyurmak isterler. Ama yemeğe çalıştıkları her bir şey plastiktir. isveçliler nereden, nasıl geldikleri pek belli olmayan bu insanların durumlarına acımazlar, aksine ilkelliklerine gülerler, onlarla alay ederler. isveç polisi ise Stockholm meydanına park etmiş bu hurda ve perdeleri ardına kadar kapalı garip otobüsün sırrını çözmeye çalışır. Büyük umutlarla gidilen isveç, kaçak işçiler için, ya bitiş ya da düş kırıklığıyla sonuçlanan acılarla kuşatılmış, yaşanmadan biten, kısa bir yolculuğun sonu olur.

Ödüller
Taormina Film Festivali'nde (Sicilya) Altın Charybe Büyük Ödülü Kalovy Vary'de (Çekoslavakya) Uluslararası Sanat, Edebiyat ve Sinema Ödülü ile Dünya Sinema Kulüpleri Federasyonunun Donkişot Ödülü.

Strazbourg'da Uluslar arası insan Haklan Film Festivali Ödülü.

Portekiz'de Santarem Festivali büyük Ödülü ile Sinema Eleştirmenleri Özel Ödülü.

► “Sinema Eleştirmenleri” Özel Ödülü

► Tunç Okan'ın ilk yönetmenlik denemesi Otobüs 1974 yılında İsveç'te son derece yetersiz bir bütçeyle başlayan filmin çekimleri uzadıkça Okan'a bir deneme-yanılma metoduyla filmi kotarma olanağı doğmuştu. Sonuçta, daha önce rol aldığı birkaç filmin senaryosuna yaptığı minik katkıdan başka teknik anlamda sinemada çalışması olmayan Okan'dan böyle çarpıcı bir film çıkması Yeşilçam'ı ve yerli basını şaşırtmış, film büyük sürpriz olarak yorumlanmıştı. Okan, bir takım eksiklere karşın, bir ilk film için üstün denebilecek bir dille, Anadolu'dan kalkıp bambaşka bir gerçeğin içine düşmüş insanların dramını anlatmış, yer yer simgesel sinemadan tatlar sunmayı da becermiş, kapitalist toplumun, uygarlık denen yutturmacanın kişileri ne derece bencilleştirerek birbirlerine yabancılaştırdığını, acımasız ve materyalist hale getirdiğini, teknoloji karşısında kır kökenli insanın çaresizliğini naif bir gözle vermişti.

Ancak Avrupa'nın bağrında çöp kutularından artık yiyen ya da yürüyen merdivene kendini tersten kaptırıp gülünç duruma düşen Anadolulu göçmen figürü sansürcü anlayışın hoşuna gitmemiş olacak ki filmin Türkiye'de gösterimi yasaklanmış, daha sonra Danıştay kararıyla izlenebilmişti. Aslında Tunç Okan, Batı'yla Doğu'nun gerçeğini uç noktalarda yansıtırken uygarlık maskesine gizlenmiş Batı toplumundaki yoz düzene daha fazla yükleniyor, sonunda tercihini bir parça da olsa Doğu'dan yana koyuyordu...
Tunç Okan'ın bir gazete haberinden hareketle yazdığı ve çektiği Otobüs'ün konusu kısaca şöyle; İyi bir yaşam umuduyla yurtdışına kapağı atmak isteyen dokuz Türk, vatandaşlarından birine güvenip eski bir otobüsle yola çıkıyor; istikamet Stockholm. Türlü zorluklardan sonra amaçlarına ulaşıyorlar. Ancak şoför, Stockholm'de bir meydanda otobüsü park edip resmi işlemleri yürütme bahanesiyle dokuz işçi adayının pasaportlarını ve paralarını alıp kayıplara karışıyor. Giderken de yolculara ne olursa olsun otobüsü terk etmemelerini tembihliyor. Bir süre otobüsten çıkmayan bu insanlar açlık sonucu otobüsün dışındaki dünyayla tanışmak zorunda kalıyor. (Cumhur Canbazoğlu)
“www.europeanfilmfestival.com ”

► Stockholm'ıın geniş, düzenli, geometrik desenli Kulturhusen... Yoğun insan dalgaları sabah ve akşam vakitlerinde evden işe, işten eve akarlar, çeşıtlı olaylar, kişiler ve yaşamlar açılır bu meydana: Lokantaların, snack-barların, kuzeyin soğuk ikliminden güneşe doğru uzanacak kaçamak tatiller için seçimlerin yapıldığı seyahat acentalarının kapıları. Ama, aynı zamanda, gece sarhoşlarının, morfin tutkunlarının, Tanrı'ya şarkılar adayan yaşlı kızların, eşcinsellerin ve daha birçok yalnızlıkların kapısı da Kulturhusen'e bakar... Kendi yaşamı sürdürmekte olan meydan, günün birinde çevreyle tam bir uyumsuzluk halindeki bir öge gelip yerleşir... Her yanı dökülen bir eski otobüstür bu… Meydandan geçenlerin kimini öfkelendirir kimini şaşırtır (şu çılgın yabancılar) kimini ilgisiz bırakır otobüs. .
Otobüs, bu çağdaş ve geometrik meydanda ne denli garip kaçıyorsa, otobüsün içindekiler de meydanda yaşayan kent ahalisine ve topluma o denli yabancıdırlar. Dokuz garip Türk işçisidir bunlar, açıkgöz bir şoför tarafından dolandırılmışlar, pasaportları ve son kuruşuna dek paraları alınarak otobüsün içinde terk edilmişlerdir.
İleri tüketim toplumunun çıplak mankenlerden seks dükkanlarına dek vitrinlerde sunduğu, öylesine yabancıdır ki onlara... Telefon kabininde seks yapan çiftten esrarcıya, eşcinselden bir cuma gecesini eğlenceli geçirmek isteyenlere ve bir gece kulübünde yiyip içip sahnedeki seks yarışmasını seyreden burjuvalara dek, kent, tüm acımasız1ığı ve bencilliği içinde, geri kalmış ülkenin dokuz zavallı insanın kıskacına alır. Kapitalist sanayi toplumunun, sınırsız hoşgörü, tüketim ve zevk toplumu haline dönüşmüş yüzüdür, dokuz adamın keşfettiği.., Bu toplum, içine girip yaşamına karışan bu "davetsiz konukları" bağışlamayacak, en az ikisini yok edecektir.
Tunç Okan'ın filmi, bir grup Türk işçisi aracılığıyla bu topluma yöneltilmiş acımasız, hain 've keskin bir eleştiridir. Bu dokuz kişi, Türkiye'nin en geri kalmış bölgelerinden gelmektedir kuşkusuz, İsveç toplumuna gelip katılmadan önce ki Ankara'nın, İstanbul'un yaşamını bile tanımamış olsunlar... Hiçbir eğitimden geçirmeden, hiç bir biçimde ön bilgilerle ve uyarılarla donatmadan yabancı ellere yolladığımız, yabancı patronun veya kendi ırkdaşı üçkağıtçının sömürüsüne teslim ediverdiğimiz kişilerden .. Ancak, Okan'ın bir yerde belirttiği üzere, bu kişiler Türk oldukları gibi, İspanyol, İtalyan, Portekizli, Yunanlı ve Yugoslav da olabilirler... . Okan, bunların ileri sanayi toplumundaki yabancılıklarını anlatmayı amaçlamaz. Okan'ın objektifi, bu kişiler aracılığıyla, bu toplumun yeni vardığı değerler bütünü içinde yalın basit ve ilkel insana, tek sözcükle insana ne denli yabancılaştığını, temel insancıl değerlerini nasıl unuttuğunu nasıl bencilleştiğini ve mutsuzlaştığını göstermeyi amaçlamaktadır .
Dokuz insan, üç gün boyunca modern kentin göbeğinde akıl almaz bir sefilliği ve dehşeti yaşayan aralarından ikisi bu teknoloji faşizmi ile hayatını yitirecek olan dokuz insan kuşkusuz acınacak varlıklardır. Ama, acaba bize en acı yüzüyle gösterilen o ileri sanayi toplumunun iyi giyimli, karnı tok, sırtı pek, her yıl Akdeniz ülkelerine tatile giden veya gece kulüplerinde seks gösterileri seyrederek cinsel iştahını besleyen insanları pek mi mutludur? Onların sorunları otobüstekilerin o en basit ve ilkel sorunlarından ve gereksinmelerinde çok değişiktir kuşkusuz. Ama toplumsal refahın sağlandığı o ileri aşamada, ekmek kaygısının ve sosyal güven endişesinin var olmadığı o aşamada da, insan mutluluğu yine erişilmez masal kuşu gibi, ellerin arasından kayıp gidivermektedir.
Okan, yukarda dediğimiz gibi, bu ileri teknoloji aşamasındaki çağdaş sanayi toplumumuzun en olumsuz yanını sergiler. Tıpkı dokuz Türk köylüsünün de en zavallı, en ilkel yanlarını sergilediği gibi... Çünkü Okan, tümüyle gerçekçi bir yönetmen değildir. "Otobüs" de tümüyle gerçekçi bir yapıt sayılamaz. Okan'ı ilgilendiren; bu iki dünyanın, aynı zamanda yaşasalar da son derece anakronik bir görünüm oluşturan bu iki insancıl ve toplumsal düzeyin çatışmasını sergilemektir. Bu çatışmayı, en sert, seyirci için en keskin hale dönüştürmeye çabalar Okan, onun için her iki yanın da en aşırı, en olumsuz, en ters yanlarını alır, karşı karşıya getirir, çatıştırır. Tuvalet arayan köylüleri uluorta seks yapan kişilerle, bir dilim ekmeğin hayalini gören koylüyü eşcinselle karşılaştırır. Çatışma, kalın ve grotesk çizgilerle verilir; bu kesinkes etki arayan sinema da ayrıntılara, psikolojik inceliklere, aşırı saygı gösterilen bir gerçeklik duygusuna yer yoktur. Ve bu sayededir ki, Stockbolm kenti, özellikle gece görüntülerinde, yalnız dokuz kahramanımız için değil, bizim için de yabancılaşır; dokuz kahramanın, kendilerini bir Uzay 1999 gezegeninde bulan dünyalıların duygularına benzeyen duygularını, biz de yaşarız. Okan'ın usta sineması, bu serüveni bizim için de bir korkunç düş, bir karabasan haline getirir. "Otobüs" bir çatışmanın, günümüzün en ilginç, en önemli, o ölçüde de güncel olan bir çatışmasının sinemasal öyküsüdür. Kuşkusuz, ana çizgilerine indirgenmiş, belli ölçüde şemalaştırılmış bir öyküsü ... Film, ilgili iki yana da tokat gibi çarpmaktadır, en azından çarpması gerekir. Bir Batılı yazar, "Mazeret aramayalım, Filmin anlattıklarıyla hepimiz yakından ilgiliyiz" diyor, Evet, lsveçli olmayıp da üç Fransız, Alman veya Amerikalı olmak mazeret sayılmaz.. Perdedeki insanların "tipik Türk köylüsü" olup olmadıkları tartışmasının da hiç bir önem taşımaması gibi çatışma çok açık biçimde ortadadır. İleri sanayi toplumuyla geri kalmış "Üçüncü Dünya ülkesi insanının
arasındaki farklılaşma, korkunç ve trajik boyutlar almıştır. Tunç Okan, bu gitgide büyüyen uçurumu, ortak hiçbir yanı kalmamacasına birbirinden uzaklaşan bu ik dünyayı getirmektedir "Otobüs"te ... Köhnemiş, yozlaşmış, çağdışı yönetimlerle geri kalmışlığı sürüp giden bir yandakilerin de, uçurumun gitgide büyümesine göz yuman, öbür yandakilerin de "Otobüs"ten alacakları dersler vardır. Bu açıdan, "Otobüs"ü, gurbette çalışmaktan başka çaresi kalmayan Türk işçisinin yıllar yılı yolladığı dövizi ekonomisinin cankurtaran simidi yapan, ama onun hiç bir sorununa gerçek anlamında eğilmemiş olan yöneticilerimizin, politikacılarımızın da görmesini çok isterdim. "Otobüs"ün getirdiği mesajdan, onların payına da çok şey düşünüyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızın Umut Yılları” syf, 240”

► Tunç Okan'ın ilk ve en önemli yönetmenlik çalışması olan "Otobüs" , bir zamanlar Türkiye'nin 'yasaklı filmler' listesinde baş sıralara güreşmiş bir göç başyapıtı. Avrupa'nın 'ağır işçi' niyetine buyur ettiği göçmenlerin hayatlarındaki trajik boyutu gözler önüne seren çalışma, 'insan hakları' konusunda da alınası dersler veriyor. Ve de bu dersleri her durumda derse dönük nutuklar atmaya sıvananlara veriyor, en azından bunu sözünü sakınmadan deniyor.
Çeşitli festivallerden ödüllerle dönen bu önemli yapım, kapitalizmin ezdiği insanların dramım beyazperdeye aktarırken, mekanikleşen ilişkiler içinde yitip giden insan portreleri sunuyor bizlere. 'Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar'ın öğütüp tükürdüğü bu insanlar, yalnızlıklarının onlara dayattığı 'tutunamama' sendromunu da en derin haliyle yaşıyorlar öyküde. Bambaşka kuralların hüküm sürdüğü bambaşka bir dünyada kaybolmanın resmini çizen karakterler, 'birer yaratık' gibi hayata farklı bir pencereden bakabilmenin dersini alıyorlar. "Bunda başarılı oluyorlar mı?" diye sorarsanız, yanıtımız net olur: Hayır! Hem de herhangi bir açık (ya da aralık) kapı bırakmadan hayır Tuncel Kurtiz başta olmak üzere öykünün derinliğine tutunan performanslar sergileyen oyuncu kadrosu da Tunç Okan'ın en büyük yardımcısı konumunda filmde. Umuttan yoğun bir karamsarlığa doğru uzanan işçilerin ruh hallerini yansıtma konusunda etkin bir çerçeve çizen aktörler, yüzlerine sinen umutsuzluğun anatomisini çıkarıyorlar adeta öyküde. Her adımda biraz daha batağa saplanan yazgılarının, vücutlarının her noktasına nüfuz eden bir çaresizlikle şekillenmesi ise her bir oyuncuyu tuzaklarla dolu bir dünyanın içinde debelendikleri hissiyatına sürüklüyor. Kısacası, "Otobüs"ün oyuncu kadrosunun bu projeye sonuna kadar inanmış olduğunu görüyoruz filmi izlerken.
Tunç Okan'ın bu filmdeki başarılarından biri de işçileri Stockholm'e getiren otobüsü bir karakter olarak kullanma becerisi. İlk kareden itibaren oyunculardan rol çalmayı başaran ve soğuk meydanda soyutlanmışlığın simgesi gibi duran otobüs, bir yandan karakterlerin refaha attıkları adımın habercisi gibi görünürken, öte yandan da onların daimi hapishanesine dönüşüyor. Bu paradoksu otobüs özelinde ustalıkla yansıtan Okan, seyirciyi de bu otobüsün temsil ettikleri üzerine düşünmeye itiyor böylece. Bir refah toplumunun göbeğinde şaşkınlıkla debelenen işçileri pranga mahkumlarına dönüştüren bu simge, 'vahşi kapitalizm' dönemlerinden kalma bir 'ayak altına alma' işlevi de üstleniyor. Karakterlerin hayatla (ya da memleketleriyle) tek bağı olarak bir tür 'yuva' gibi de görülebilecek otobüs, birçok anlamı bir arada barındırmasıyla da 'şaşkınlık'ın tam karşılığı oluyor hikayede. "Otobüs"ü Türkiye sinemasının köşe taşlarından biri yapan en önemli elemanlar arasında, baş karakter yaratmayı fazlasıyla seven ülkemiz sinemasının alışkanlıklarını kırıp 'baş karaktersiz' bir hikaye anlatması da sayılabilir. Böylesi bir yöntem kullanarak, karakterler üzerine yoğunlaşmaktansa 'durum' üzerine odaklanmayı sağlıyor Tunç Okan filminde. Durum o kadar trajik ve aynı zamanda komik ki, bu durumu yaşayanların kimlikleri hiçbir zaman öne çıkmıyor, özellikle çıkarılmıyor. "Stoklıolm'de bir meydan, bir otobüs ve dokuz Türk göçmen" diye özetleseniz bile, bundan seyre değer bir hikaye çıkarmak mümkün. Bu türden bir motivasyon, doğal olarak zaten yok oluşa doğru giden karakterleri tümden silikleştirip etkisizleştiriyor. Kalansa insanoğlunun iyi ile kötü kavramlarından tamamen sıyrıldığı bir yapının ortaya çıkmasına vesile oluyor.

'Yabancılaşma' ve 'yalnızlaşma' duygularını beynimize giden damarları tıkayacak denli etkili bir anlatım modeliyle aktaran "Otobüs", 30 yıl öncesinden gelmesine karşın bugün (2008) bile geçerliliğini koruyan bir gerçekliği yansıtıyor. Avrupalılar, Doğu insanına karşı önyargılarını bir türlü kıramıyorlar ve Avrupa Birliği kapısında bekleyen bizleri içlerine kabul etmekte fazlasıyla zorlanıyorlar. Belli oranlarda anlayabileceğimiz bu tutumun 'kuralcı' ve 'soğuk' bir bakışla desteklenmesi ise pek de kabullenebilecek türden değil. Tunç Okan'ın filminde de böylesi bir anlayış hakim; Stockholm'e gelip orada kapana kısılan çaresiz Türkleri görmezden gelmekle, onları yok saymakla çözüme ulaşıyor Avrupalı. Ve ne yazık ki bu durumu değiştirmek mümkün gibi görünmüyor. En azından yakın denebilecek bir zaman dilimi içinde ... (Murat Özer) “SİYAD, “40 Yılın Serüveni
Otobüs bir şeyler getiriyor. Bir yanda gelişmiş toplumun kendine özgü ... Öte yanda yoklukların, yoksullukların içinde bunalmış insanlar. Film yalnızca ekonominin getirdiği bir durumu yansıtmıyor, çok daha ötesinde başka şeyleri getiriyor. Sözcüğün gerçek anlamıyla yabancı olan, birbirlerini kesinlikle anlayamayacak olan iki topluluğun karşılaştırılması.

Bu insanların Türk ya da İsveçli olması hiç önemli değil. Portekizliyle Danimarkalı da olabilirdi. Öz ve konu; geçerliliği hiç yitmeyecek olan bir olguyu saptamamaktadır. Aziz Nesin, otuz yıllık dostu Bulgar Strahil Nikolov'u boşuna tanık göstermekte.

Çünkü, bu film ne bir aşağılamadır ne de bir rezillik. Aşağılamayla hiç bir zaman sonuca varılamayacağından, aşağılama işlemi yeterince aptallık taşıdığından bir işe yaramaz. Strahil Nikalov da, Aziz Nesin de çabuk ve yersiz duygulanmışlar. Hele Türk halkına hakaret edildiği yersiz bile değildir, çünkü gerçek dışıdır. Aziz Nesin gibi düşünen bir İsveçli de aynı rahatlıkla ileri sürebilir bu savı. işin acı yanı Aziz Nesin'in bu filmin gösterilişine kaşı çıkmış olmasıdır. MC'nin sansüründen, Danıştay karan ile yakayı zor kurtarmış bir filmi yeniden karanlığa itmek ve üstelik bunu Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı iken yapmak, Aziz Nesin adına bir talihsizliktir. Hem de çok büyük bir talihsizlik. Nevzat ÜSTÜN, Cumhuriyet,1977.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder