Powered By Blogger

8 Mart 2020 Pazar

AT (1981)


Yönetmen: Ali Özgentürk
Senaryo: Işıl Özgentürk
Görüntü Yönetmeni: Kenan Ormanlar
Müzik: Okay Temiz
Yapım: Kentel Film/Asya Film

Yönetmen Yardımcıları: Erdoğan Kar, Jan Birindirici, Kamera Asistanı: Süha Kapkı, Kurgu: Yılmaz Atadeniz, Negatif Yıkama: İ.D.G.S.A. Sinema TV Enstitüsü, Seslendirme Yönetmeni: Güler Ökten, Sesleri olan: Erkan Esenboğa, Yapım Yönetmeni: S. Erol Şenyüz, Yapım Görevlileri: Rauf Ozangül, Mustafa Şen, Işık Teknisyenleri: Abdullah Başbuğ, Nuri Akçabay, Nezir Yücel, Sahne Donatım Teknisyenleri: Necmettin Ço-banoğlu, Hacı Fidan, İsmail Kündem,
(Yeni Lale Film Stüdyosu’nda seslen-dirilmiştir)

Oyuncular: Genco Erkal, Harun Yeşilyurt, Güler Ökten, Ayberk Çölok, Yaman Okay, Selçuk Uluergüven, Erol Demiröz, Macit Koper, Gülsen Tuncer, Lütfi Engin, Suna Selen, Zeki Alpan. Bektaş Altınork, Sıdıka Duruer, Erdal Gülver, Emin Saygılı, Mehmet Güreli, Çocuk Oyuncuar: Remzi Ekmekçi, Murat Kıvırcık, Mahmut Elif, Semih Garipoğlu, Kemal Gültepe, Ahmet Erkuş, Uygar Tamer, Konuk Sanatçılar: Bilgesu Erenus, Refik Durbaş, Atanis Katrapini, Gönül Katrapini, Filiz Katrapini, Müştak Erenus, İlhami Bekir

Konu: Hüseyin (Genco Erkal), ezik, yoksul ve de cahildir. çocuğu Ferhat (Harun Yeşilyurt), okursa kendi gibi cahil kalmayacaktır. Kendi cahilliğinin ive ezilmişliğinin nedenini böyle yorumlayan Hüseyin, karısını köyünde bırakıp, oğlu ile birlikte İstanbul'a gelir. Hüseyin'in amacı Ferhat'ı parasız olarak bir yatılı okula yazdırmaktır. Ne var ki bir çocuğun parasız yatılı okuması için babasının ölmüş olması gerekmektedir. Şartlar ne olursa olsun Hüseyin kararlıdır, çocuğunu okutacaktır... Ve. Hüseyin, çok sevdiği oğlunu okutma uğruna kendini mutluluk duyduğu bir ölüme hazırlayacaktır.

Ödül:

19. Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması (1 – 9 Ekim 1982) "İkincllik" ödülü. 
► Genco Erkal, "en iyi erkek oyuncu",
►Güler Ökten "en iyi yardımcı kadın oyuncu".

Jüri Üyeleri: Bilgin Adalı, Rekin Teksoy, Füruzan, Cihat Çiftçili, Süreyya Duru, Sami Güner, Ekrem Çatay, Önder Aydınlı, Ayşe İçli, Erman Şener, Ahmet Gönen, Nazan Akgün.

*  Valencla'da (İspanya) düzenlenen (1982), "Akdeniz Ülkeleri Şenliği"nde "üçüncü. 
*  Lecce Uluslararası Festival'de (İtalya 1983) en iyi film 
*    Sao Paolo Uluslararası Film Festivali'nde (Brezilya) büyük ödül"ü kazandı. 
► 7. Uluslar arası Tokyo Film Festlval'nde (Japonya 1985) 250 bin dolarlık ödülü aldı. 
*   Gerçekten Ali Özgentürk'ün bu ikinci filmi "çekimle anlatım başarısının doruklarında dolaşan", son derece etkili, karamsar, vurucu ve umulmadık bir sinema yapıtı. (Sungu Çapan, Milliyet Sanat Dergisi, S.: 72, 15 Mayıs 1983) 
*  Bütünüyle bakıldığında, başlık parasından eğitime, intiharlardan rüşvete, televizyonun etkisinden polisin olumsuz tavrına, yabancı şirketlerden ağalığa, çetelere dek uzanan, tek tek ya da birkaçı birden daha önce diğer filmlerde işlenen pek çok toplumsal olgu birer eleştiri nesnesi olarak bir araya getirilmiş görünüyor. Çekil dikten sonra vazgeçilmeyen görüntüler, amatörce bir tavır içinde kıyamama, fazlalıkları kesip atamama bunlarla birleşince filmin örgüsünden ilmekler kaçıveriyor. Gerekli görüntü tasarrufu ulaşılmayıp dağılma başlıyor, akış gereksiz biçimde yavaşlıyor, tempo düşüyor. Sonuç olarak film zaman zaman sıkıcı bir hal alıyor. (Nezih Coş, Nokta, S.:9, 25 Haziran 1983)”  
*  Aslında her kare yoğun bir çabanın, düşüncenin ürünü bu filmde. Bir tek boş, işlevi olmayan görüntü bulabilmek mümkün değil... Tek tek kendi içinde bağımızlığı olan espisodlar birbirine bağlandığında ana fikri oluşturan bütüne ulaşıyor. Sıcak, sevimli, insanca bir şiir, bir tragedya, hatta ve hatta bir çığlık çıkıyor ortaya. (Muhittin Sirer, Ses, S.: 1 Ocak 1983)

*  Gezginci satıcının ölümü”
Arthur Miller'in satıcısı, kurduğu tüm "yükselme" düşlerinin paramparça olması, aile bireyleriyle ilişkilerinin tam bir iletişimsizlik tuzağına düşmesi nedeniyle yaşamdan ayrılmayı seçer. Üstelik Freud ve Jung öğretisinin en beylik verileriyle bezenmiş ve alabildiğine "dramatik" kılınmış bir ölümdür bu... Ali Özgentürk'ün "gezgin satıcısı Hüseyin ise hayattan, gerçi bir bıçak darbesinin içerdiği şiddetle, ama aslında yumuşak, sessiz bir biçimde ayrılır:  "adli vaka" olmasa kimsenin farkına bile varamayacağı, Hüseyin'in yaşadığı gibi göçmesidir bu... Bizim insanımıza özgü biçimde yaşanmış ve sonuçlandırılmış bir hayattır sonunda... Koca kent İstanbul'da gazetelere bile geçmesi kuşkulu bir "haber"dir... Alçakgönüllü, sıradan, usul usul...

Bu nitelikler, zaten Özgentürk'ün güzelim filmi "At"ın temel nitelikleridir. Filmi görmeden hakkında çok şey dinledim. Sanırım ki kulağıma gelen tüm eleştiriler, filmin şaşırtıcı derecede yeni, alışılmamış yapısından kaynaklanıyordu. Aslında ben de bir süre öyle düşündüm: oğlunu ne pahasına okutmak tutkusuyla köyü bırakıp büyük kente gelen Hüseyin'in ve canı ciğeri Ferhad'ının öyküsü neden bu denli "gevşek" biçimde anlatılmış, neden sanki sağlam bir "dramaturji" çabasından yoksun bırakılmıştı? Olayın "toplumsal eleştiri" yanı niye daha güçlü değildi. "çocuğunu okutmak", eğitimin (13 yaşına dek) zorunlu olduğu Cumhuriyet Türkiye'sinde gerçekten bir sorun muydu?

Ama sonra şunu fark ettim... Özellikle filmin etkisinden günlerce sıyrılamayınca... "At" ilk bakışta anlatmak istiyor göründüğü şeylerin hiçbirini anlatmıyordu, en azından asıl anlatmak istediği bunlar değildi... "At", Ali Özgentürk'ün kendi ifadesiyle belirttiği gibi "..dünyanın en tuhaf şehirlerinden birinde hayatın kendiliğinden akışını yakalama çabası” idi. Bu genel yanımlamanın içinde İstanbul’un olduğu denli hayatın, insanın, bireyin ve birey/toplum ilişkilerinin tüm karmaşıklığı, zenginliği, çapraşıklığı da yatıyordu.

► Erişilemeyen "at" imajı, "öldürülmüş oğlunu" arayan "deli" kadın, Ferhat'la, Ferhat'ın geleceğiyle, ölümle, "acı akı-betle ilgili "fantastik" görüntüler... Ama bu "düşlem düzeyindeki görüntülerden daha mı az "fantastik"ti., filmde yer alan "gerçek hayat" görüntüleri? Yolun ortasına düşüp ölen ve çevresinden araçların duraksamadan gelip gittiği at, "kaldırımları işgal ediyor" diye belediye memurlarının sürekli kovaladığı ve sattıkları meyve-sebzeyi denize döktüğü" gezgin satıcılar", yasa gereği oğlanın "ancak babası ölmüş olursa" okula (herhalde Darüşafaka'ya) alınacağını söyleyen, hem de bunu "babaya" söyleyen görevli memur? "Ölü satıcılarının para pul yaptığı, Mafya'ların parsellediği, insanın hem insanın kurdu, hem de en dar zamanında yardıma yetişen dostu olduğu bir garip düzen, bir garip kent? İlk cinselliği yaşlı ve kör "hayat kadınından öğrenen yeniyetme çocuklar? Tüm bu görüntüler, aslında Özgentürk'ün filmine zaman zaman yerleştirdiği simgelerden, düşsel motiflerden, sahnelerden daha az mı fantastikti?

" Ali Özgentürk, daha ikinci filminde ilk filminin (Hazal’ın) başarısını sağlayan öğelere kesinlikle sığınmayan, yeni bir arayış, yeni bir biçim getiren bir çalışma gösteriyor. Sinemamızın ve de sinemanın yıllanmış kalıplarını, klişelerini yüreklice bir kenara iten, hayattan, İstanbul' dan bir kesit vermeyi deneyen değişik, ama o ölçüde olgun, usta işi bir filmle... Filme simgesel olarak konmuş bazı sahneler, kuşkusuz belli bildiriler taşıyorlar, belli şeyler anlatıyorlar. Söz gelimi "deli kadın"ın (usta oyuncu Güler Ökten), aradığı "öldürülmüş çocuğu" (yoksa çocukları mı?) ile bir dönemin grotesk anarşisini ve bu anarşinin bunalttığı şizofreniye giden bir toplumu simgelediği açık... Bu sahneler, filmin yapısına ustaca yedirilmiş... Ama asıl önemlisi, Özgentürk'ün filminin genel tonu, havası... Film, içerdiği çeşitli yapısal ve konusal öğelerin (toplumsal eleştiri, çeşitli kentsel sorunlar, kente göç, vs.) hiç birinin altını çizmiyor. Bir "yaşam filmi" bu, bir atmosfer filmi... Hiçbir şey, sonuç olarak, bir şafak vakti Yenicami önündeki güvercinleri, kedileri, sabahın ilk emekçilerini seyreden Hüseyin'in görüntüsü denli iç burucu değil. Haşin, hoyrat yaşamımızdan, bazen sevinç, ama çokluk hüzün dolu yaşamımızdan yansımalar getiriyor "At". Çevresini hayretle, şaşkınlıkla izleyen köylü Hüseyin'in bilinci, diğer yandan, sinemamızda ve bu tür filmlerde ele alınmış köylü bilincinden büyük farklılıklar taşıyor. "Hüseyin'in sevgi dolu gözleriyle algıladıkları, onu ne "sınıfsal" bir isyana, ne koyu bir nefrete, ne de köktenci çözümlere itiyor. Hüseyin görüyor, izliyor, algılıyor, bu büyük kentteki "harikulade serüven"ini yaşıyor. O, çılgınlığa doğru giden hayatımızın sessiz ve edilgin bir tanığıdır, "cahil köylü", ama içerdiği sağduyuyla "aydın" ve yıllardır hiç değişmemecesine süregelen serüvene bir süre için tanık olmuştur. Çekip gittiğinde, hemen yalnızca oğlu Ferhat'a kolay onulmaz bir acı, yıllar sonra da gitgide silikleşen bir anı bırakacaktır. Ama çılgın kentin şizofrenik yaşamı, onsuz da sürüp gidecektir..

"At", alçakgönüllü, ama belleklerde uzun süre yer edecek filmlerden... lşıl Özgentürk'ün senaryosuna, Kenan Ormanlar'ın görüntülerine, Okay Temiz'in olağanüstü fon müziğine ve de tüm oyuncuların usta kompozisyonlarına hayranlığımı da ayrıca belirtmek isterim. (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinema-mız” syf, 272)

► 8O'leri anımsama eğilimimiz ya hiç yoktur ya da onu komik zevksizlikleri ve frapanlığıyla anımsamak isteriz. Gerçeği söylemek gerekirse, hakiki bir '80'ler Türkiyesi' portresi çizebilen filmlerin peşi-nedüştüğünüzde, o dönemin ağır koşullan ve sansür altında ezilen sinemamız size pek fazla yardımcı olmaz. Yıl ortalamasına göre (bazı kaynaklara göre 72) en az yerli filmin çekildiği dönemden bahsediyoruz. Özgentürk'ün ikinci filminde bu döneme yönelik fazlasıyla tepki var; ama filmin sonlarına doğru yer alan bir sahnede Hüseyin'le oğlunun uzaktan seyrettiği arabesk film seti, ayrı bir önem taşıyor. Bu sahne, yarattığı tuhaf etki açısından, sokakta kendi kendine söylenerek dolaşan kederli anne (Güler Ökten) veya "Kimsin sen? Ne paşasın ne de köle. Nesin?" gibi sorularla esas karakterlerin sürekli başına ekşiyerek bir nevi canlı iç ses görevi gören kuşçu (Ayberk Çölok) karakterlerinden daha az gerçek üstü değil. Ama ne yazık ki bu tür setler, 80'Ierin başında, "At" gibi gerçeği resmetmeye soyunmuş çok az sayıdaki gözü pek filmden daha fazla yer tutmaktaydı. Burada mantığın doğal işleyişiyle kolay kolay çözemeyeceğiniz bir çelişki de var. 80'ler Türkiyesi nasıl bir ülkeydi ki, aynı köy efsanesiyle (Taşı toprağı altın şehir İstanbul) şehre gelen bir kısım köylü, ekmek parası (veya burada olduğu gibi at ve eğitim parası) için envai çeşit aşağılamaya ve ezilmeye maruz kalırken bir kısmı şöhret olup filinler çekebiliyordu? Kuşkusuz benzer adaletsizliklerin ve mantıksız sosyal dengesizliklerin yaşandığı günümüzde, filmin eskidiğini ilan etmeye insanın dili varmıyor.

Yılmaz Güney'in yönetmen asistanlığıyla sinemaya başlayan Ali Özgentürk, bir anlamda "Sürü"nün (1978) ve "Umut"un (1970) izinden giderken, kendisinin daha sonra 'sayıklama' olarak niteleyeceği gerçek üstücü dokunuşların ilk üslup alıştırmalarını da burada uygular. Hatta geleneksel bir köy temsiliyle başlayan film neredeyse yarı gotik yarı okültist bir tonu daha en başından yakalar. Ancak dönemin çoğu filminde önerildiği üzere, köylerimizin birbirinden farkı yoktur. Bu yüzden de üseyin'in umut yolculuğuna nereden başladığını, bu tuhaf törenin gerçek olup olmadığını bilmediğimiz gibi, hiç öğrenemeyiz. Bununla birlikte, eşi Işıl Özgentürk'ün yazdığı senaryonun köyde geçen bölümlerin-de karakterler, Yaşar Kemal romanlarının tadıyla, yarı düşsel, yarı şiirsel, ama hep akıcı ve dokunaklı konuşurlar. Filmin geri kalanında diyaloglar hep ekonomiktir, kasıtsız gülünçlüklere düşülmez. Daha da önemlisi, günümüz Türk sine-masında sürekli yapılan vahim matematiksel hataların hiçbirine burada rastlanmaz. "At", sinema yazarlarının çok sevdiği tanımlamasıyla, tıkır tıkır işleyen bir filmdir. Gelgelelim, hiç de kolay bir film değildir. 80'lerin şıkıdımlı ve kıkırdamalı Türk filmlerinde ima edilen hayatın tam tersini resmettiği için, sürekli olarak can yakar.

Belki dönemsel bir refleksle Özgentürk'ler de İstanbul'un küstah zenginlerini çok tanıdık şablonla da karşımıza çıkarırlar. Ucuz Video filmlerinin yaptığı gibi yemek yiyen zenginlerin ağız şapırdatmalarına yakın plan girilmez elbette; ancak 'hayırsever zengin' karakterler, yönetmenin İstanbul unda en az 'taşı toprağı altın vaat eden şehir' kadar kendisine yer bulamaz ve bir söylenceden ibaret kalır. Bir Yeşilçam efsanesini bozar belki de. Başka bir dünyanın, hatta başka bir ülkenin insanları gibi davranan devlet adamlarıyla iletişim kurmak, yine edebiyatımızdaki halis Anadolu öykülerini anımsatırcasına imkansızdır. Hüseyin (Genco Erkal) sık sık 'okusun da adam olsun' diye çırpındığı oğlunu rüyalarında bu hoşgörüsüz zenginlerden , devlet adamlarından biri olarak görür hep. Bu rüya sahneleri, Hüseyin'in kaygılarını o kadar güzel bir sadelikle aktarır ki okumanın adam olmaya yetmediğine dair bu topraklarda hata kabul gören kötümser bakış açısına dair etkili birer simgeye de dönüşürler. Tek ümit kapısı olarak gördüğü okumaya duyulan özlem Hüseyin'in hayatına adeta sinmiştir. Gazete okuyan herkese kulak kabartır, oğluna tabelaları okutur (anlamadığı bir dilde yazılmış olsalar bile), gazete kupürleri geçim sıkıntısıyla intihar edenlerin haberleriyle dolu olsa da oğlunun bu yeteneğinden sevinç duyar. Ne var ki kaygıları ağır bastıkça hevesini de yitirmeye başlar.

İstanbul, sinemamızda hiç olmadığı kadar ürkütücü bir çıkışsızlığın mekanıdır burada. Kameranın adet olduğu üzere yakalamadan edemediği turistik İstanbul manzaraları bile salt bir güzelliğin dışa vurumudur sanki. Hüseyin o manzaraların artalanın da eziyet, endişe ve çaresizlikten başka şey tadamaz çünkü Bir filmi klasik hale getiren şey, döneminin hayati gerçeklerini neredeyse ayna misali yansıtabilme becerisi kadar unutulmaz sahneleridir de. Örneğin, her biri 13-14 yaşında olan çocukların genelev-de kör bir kadınla yaşadıklarının bir benzerini bugün ancak Todd Solondz çekebilir. Aynı istismarsız duruşu koruyabilir mi, şüpheli elbette. Keza, oğlunu sokak ortasında döverken yere kapaklanan Hüseyin'e oğlunun verdiği tepki, seyirciyi ağlatmaya odaklanmış günümüz kağıt mendil melodramlarından çok daha iç yakıcıdır. Hüseyin'in zerzevat arabasını alıp götüren belediye aracının arkasından çaresizce koştuğu sahnede sinemamızın "Bisiklet Hırsızları"nı (Ladri di Biciclettte, 1948) bulduğunuz hissine kapılmamanız biraz zordur açıkçası.

AŞK PINARI (1981)


Yönetmen: Çetin İnanç
Senaryo: Recep Filiz
Fotoğraf Direktörü: Mükremin Şumlu
Yapım: Anıt Ticaret/Mehmet Karahafız

Işık Ekibi: Rıfat Yurtçu, Erdal Sümer, Prodüksiyon Amiri: Cihat Karahan, Set Ekibi: İsmail Kündem, Yaşar Davutoğlu, Ali Ateş, Renk Uzmanı: Kaya Ören, Ses Mühendisi: Barış Ören, Laboratuvar: Osman Koşkan, Kâmil Kutay, Müzik Direktörü: Hüsamettin Subaşı, (Ören Film Stüdyosunda renklendirilmiştir)

Oyuncular: Hüsamettin Subaşı, Deniz Akbulut, Nazan Saatçi, Levent Çakır, Kazım Kartal, Aliye Rona, Turtgut Özatay, Sami Hazinses, Gülten Ceylan

Konu: İki çocukluk arkadaşının aşk öyküsü.

ANTEPLİ (1981)


Senaryo ve Yönetmen: Müjdat Saylav
Senaryo: Mehmet Güler,
Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker
Müzik: Işıl German
Yapım: Barut Film/Cesur Barut

Prodüksiyon Müdürü: Bilal Öztürk, Jenerik: Şenol İnanlar, Işık: Ömer Ekmekçi, Işık yardımcısı: Ali Yelmez, Reji Asistanı: Kemal Coşkun,

Oyuncular: Berhan Şimşek (Antepli Şahin), Işıl German (Nesrin), Yıldırım Gencer (Kâmil), Levent Çakır (Çakır Süleyman), Ajlan Altuğ (öksüz), Recep Filiz (profesör), Murat Ayan (otelci), Cevdet Arıkan (komiser), Süheyl Eğriboz (kavgacı), Kemal Coşkun, Yadigâr Ejder, Şerafettin Çandaroğlu, Cevdet Balıkçı, Çetin Başaran, Ferat Ünlü, Küçük Yıldız: Birtanem (d:1975)

Konu: Sürgündeki bir kabadayının ölümle biten aşk hikayesi.

Not: Ferit Ceylan’ın 1963 Yapımlı “İkisi de Cesurdu” filminden uyarlama.


AH GÜZEL İSTANBUL (1981)


Yönetmen: Ömer Kavur
Senaryo: Füruzan- Ömer Kavur (Füruzan'ın bir öyküsünden)
Görüntü Yönetmeni: Taner Öz
Müzik: Melih Kibar
Yapım: Alfa Film/Necip Sarıcaoğlu , Ömer Kavur

Oyuncular: Kadir İnanır, Müjde Ar, Levent Dönmez, Sümer Tilmaç, Hakan Tanver, Osman Çağlar, Nuran Aksoy, Ahmet Açan, Orhan Çağman

Konu: Şehirlerarası yük taşıyan bir kamyon şoförü ile gerçek sevginin, insancıl davranışların ve sıcak bir yuvanın önlemini duyan bir kadının ilişkisini ele almaktadır. Yıllar önce annesinin intihar etmesi ve sonrasında yaşamın dayanılmazlığından dolayı İstanbul'a kaçan Cevahir kötü yola düşmüş/düşürülmüştür. Cevahir'le Kamil genel evde karşılaşırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Kamil onu genelevden çıkartır ve düğün hazırlıklarına başlar. Ne var ki, yeni bir ev kurmak için gerekli paranın olmaması ve çevreden gelen baskılar ara sıra tartışmalara neden olur. Kamil bu sıkıntıyı aşmak için Cengiz’in kaçakçılık teklifini kabul eder. Mutluluğu yakalayamadan kaçıracakmış korkusu yaşayan ve tam olarak tanımasa da inandığı bu erkekle güven içine yaşamak için acele eden Cevahir, düşmüş bir kadın olmasına rağmen sevgiyi arayan, yaratmaya uğraşan çevrenin rahatsız edici söz ve bakışlarından, sevgilisiyle kurduğu yuvayı yaşanır hale getirebilmek için çabalayan. abartısız bir insandır. Kamil'se iyi niyetli olmasına karşılık kişiliğinin zayıflılığından dolayı ara sıra kaba ve incitici davranışlarda bulunmaktadır. Sonuçta çeşitli kuşkulardan. huzursuz edici düşüncelerden ve yaşamdan öğrendiği güvensizlik duygusundan dolayı girdiği yeni yaşamı istedi gibi sürdüremeyeceğini düşünen ve geçmişini unutamayan Cevahir annesi gibi kendini derin sulara bırakır.

Daha önce birçok filmde görüldüğü gibi Kamil'de genelevde çalışmak zorunda kalan sevgi ve sıcak bir yuva özlemi kuran yüzlerce kadından biri olan Cevahir'den etkilenir ve onunla her türlü çevre baskısına rağmen evlenmek ister.' Cevahir'lerln geneleve düşmelerinde az çok sorumluluğu bulunan toplum. bataklıktan kurtulmak isteyenlerin de kurtulmaları için elini uzatmaz. Kamil ve Cevahir'in sevgi gereksinimi onları birleştirecekken, yıllardır batıklıkta yaşamanın yarattığı baskılar. açılan onulmaz yaralar geleceğe de güvensiz bakmayı, çoğu kez de ölümü beraberinde getirmektedir. Cevahir'in içinde bulunduğu durumu anlatan şu iki sesli düşünce önemlidir. "Keşke şu çocuklar gibi olsam" ve kendi kendine "insan değilsin sen kadınsın " demesi. Bir genelev kadınına aşık olan ve ona insanca davranan dahası yaşamını birleştirmeye çalışan Kamil ise sevgiyi temel ölçüt alan olumlu bir kişilik olarak çizilmiştir. “Soner Derse, “Türk Sinemasında Aşk”

*  Film, toplumun dışladığı fahişe tiplemesine insancıl bir bakış açısı getiriyor. Bir kamyon şoförü ile randevu evi kadınının öyküsü... Kadir, Müjde'yi kötü yoldan kurtarıp ev tutar. Evlenmeyi planlarlar, Parasızlık bu amaçlarını geciktirir. Kadir daha çok kazanmak ve Müjde'nin isteklerini karşılamak için kaçakçılık işine bulaşır. Müjde'ye gelinlik alıp eve döndüğünde onu bulamaz.

“Cevahir, düşmüş bir kadın olmasına rağmen, sevgiyi arayan, yaratmaya çalışan, çevrenin rahatsız edici bakışlarından sıyrılarak, sevgilisiyle birlikte kurdukları yuvalarını yaşanır hale getirmeye çabalayan bir insandır. Mardin'e kaçak bir mal götürüp, gelinlik kumaşla dönmekte olan sevgilisini, çeşitli kuşkular, tedirgin edici düşünceler ve yaşamdan öğrendiği güvensizlik duygusu sonucu bekleyememiştir. Evden ayrılmış ve Galata Köprüsünün parmaklıklarına dayanarak, ya denizin kirli sularına, ya da İstanbul'un korkunç kalabalığına karışmayı düşünmektedir”. (80'ler Türkiyesi’nde Sinema - Doç.Dr. Şükran Esen, )

► Füruzan'ın aynı isimli öyküsünden sinemalaştırılan "Ah Güzel İstanbul", toplumun alt kesimlerinden iki insanın öyküsünü, mutluluk çabalarını anlatıyor. Ağır kamyon şoförü Kamil, genelevde rastladığı hayat kadını Cevahir'e abayı yakıyor. Onunla birlikte olmak istiyor, bir ev açıyor. Çevreden gelen çeşitli olumsuzlukları yenmekte güçlük çekiyorlar. Özellikle zayıf bir kişilik olan Kamil, Cevahir'e olan davranışını değiştiriyor. Aklı başına gelip Cevahir'i söz verdiği gibi "almaya" karar verdiğinde, iş işten geçmiş olacaktır.

"Ah Güzel İstanbul", merakla beklenen bir filmdi... "Yatık Emine" ve "Yusuf ile Kenan" gibi iki başarılı film yönetmiş Ömer Kavur'un yazar Füruzan'la yakın bir işbirliği içine girerek oluşturduğu yapıt, son dönemin savlı filmleri arasında başlarda geliyordu. "Ah Güzel İstanbul"u ilgiyle, zevkle izledim. Bu film, kuşkusuz uzun yıllar unutulmayacak bir başyapıt değil, ama alçak gönüllülüğü ve sadeliği içinde çeşitli şanssızlıkları yenmesini ve sonuca ulaşmasını bilen bir çalışma...

Bu şanssızlıkların başında, filmin (öykünün) anlattıklarının, sinemamızda çok işlenmiş, çok ele alınmış öğelerin, temaların çevresinde dolaşması geliyor. Genelev kadınına sevdalanan bıçkın delikanlı öyküsü, sinemamızda sayısız kez işlenmiştir. Lütfi Akad'ın "Vesikalı Yarim", Orhan Aksoy'un "Baraj" filmleri ilk akla gelen örnekler... Ömer Kavur'la Füruzan'ın, edebiyatımız için özgün bir öyküden yola çıkıp bunca bilinen, tanıdık kişi, tip, duygu ve gelişim ortaya koymaları, zaten bir hayli şaşırtıcı bir şey...

Kamil, Kamil'in anası ve arkadaşlarıyla ilişkileri, Cevahir'in arkadaşları, ikisinin sevgilerinin gelişmesi, vs. çok az özgünlük içeren, sanki binlerce kez görülmüş, bilinmiş izlenimi veren şeyler. Film, diğer bir deyimle, sinemamız için aşina duyarlıkların çevresinde dolanıp durmaktan kurtulamamış.

Ama bunun bir yararı oluyor. Filmi çabucak seviyor, bağrına basıyor seyircimiz. Ömer Kavur, sadece 3. filminde gerçek bir diyalog kuruyor seyircisiyle, üstelik anlattığı bilinen temalara kendini teslim etmeksizin, onlara belli bir mesafenin ötesinden, en azından "kameranın ardından" baktığını unutmaksızın. Bu "mesafeli bakmak" olayı, zaten Kavur'un sinemasının özelliklerinden biri. Ayrıca filmin her türlü duygu sömürüsü-ne açık dramatik sonunun filmin yapısı-na alabildiğine yalın ve ekonomik bi-çimde yerleştirilmiş olması da, Kavur-Füruzan ikilisinin lehine. Bir de, kuşkusuz, oyuncu öğesi var. Alabildiğine doğal bir Müjde Ar'ın yanı sıra Kadir İnanır, yıllardır ilk kez rahat, serbest, inandırıcı bir rol veriyor. Kamil'i içimizden, yanı başımızdan biri haline getiriyor. Yönetmenin de katkısı ile ekonomik, yalın bir oyun tarzı, zaten başoyuncuların yanı sıra tüm oyuncularda da egemen... Kimse rol kesmiyor, nutuk çekmiyor, poz vermiyor.

"Ah Güzel İstanbul", sinemamızda artık yeni kuşak yönetmenlerinin de söylenecek sözü olduğunu, eskilerden hiç de aşağı kalmadıklarını ve yaptıklarında, temelde ticari sayılabilecek bir sinemanın da iyisini yapabildiklerini gösteren bir film. Başta dediğim gibi, bu filmi bir başyapıt değil, ama sinemamızın gelişi-mi içinde ve ileriye dönük bir halka sayıyorum. (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 171)

► Görüntülerdeki tüm yetersizliğe iç mekanlardaki ışıklandırmanın içler acısı haline, renk kullanımındaki aşırılığa, diyaloglardaki yapaylığı kadar pek çok kusuru olan filmin bu bağı kurmasına neden olan tek bir erdemi var. Öykü-nün temelindeki insani özü büyük bir duyarlıkla ama duygusallığa kaçmadan aktarabilmesi. Bunda Müjde Ar'ın ve senaryoda yeterli bir kişilik kazandırılmamış olmasına karşılık Kadir İnanır'ın temiz, ölçülü ve duyarlı oyunlarının da payı var kuşkusuz. ( Vecdi Sayar, Milliyet Sanat Dergisi, S.: 37, 1 Aralık 1981)

► Ve tüm tipler bizden, içimizde yaşa-yan kişiler. Ve bir de Ömer Kavur'un fahişeye bakış açısı çok değişiklik. Bir randevuevi kadınına, herkesin baktığı biçimde kötü bakmıyor. Fahişeye, fahişe değil de bir insan olarak bakıyor Ömer Kavur. (Agah Özgüç, Yıldız, Senaryo: 185, Aralık 1981)

ÖDÜLLER:
 18. Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması (25 Eylül – 4 Ekim 1981)
► "En İyi 2. Film".

Jüri Üyeleri: Cihan Çiftçili, Zuhal Çevik, Mehmet Doğan, Osman Üntürk, Nuri Dağtekin, Ahmet Gönen, Burçak Evren, Turgay Ulusan, Nisa Serezli, Kami Suveren.

Ankara Sanatevi’nin düzenlediği (1982)
► En İyi 5 Yerli Film” değerlendirmesinde “Birinci” oldu.
► Müjde Ar, “En İyi kadın Oyuncu”
► Nuran Aksoy “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” Seçildi


AĞLA GÖZLERİM (1981)



 

Senaryo ve Yönetmen: Yücel Uçanoğlu
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Yapım: Ödül Ticaret/Erol Şenbecerir

Laboratuar: Kaya Ören Film Stüdyosu, Renk Uzmanı: Kaya Ören, Montaj Ve Senkron: Osman Koşkan, Set Ekibi: Sonay Kanat, Kemal Kundak, Taci Erşen, Kameraman: Soner Saygılı, Yardımcı Yönetmen: Ali Kıvırcık, Işık Ekibi: Turgut Köse, Ali Koşum, Prodüksiyon Amiri: Erol Deniz,

Oyuncular: Adnan Şenşes, Banu Aklan, Nejat Özbek, Gül Eren, İ. Hakkı Şen, Renan Fosforoğlu, Nejat Gürçen, Küçük Yıldız: Elif Çevrim

Konu: Ayrı yaşayan anne ve babalarını birleştirmeye çalışan küçük bir çocuğun uğraşı.

ACIMASIZ DÜNYA (1981)


Yönetmen: Oğuz Gözen
Senaryo: Cevdet Yavuzdoğan
Müzik: Yılmaz Tatlıses
Görüntü Yönetmeni: Mehmet Ali Özdemir
Yapım: Özgür Film/Mehmet Ali Özdemir

Oyuncular: Yılmaz Tatlıses, Ali Gencebay, Hülya Başak, Nermin Denizci, Turgut Özatay, Gülçin Feray, Süheyl Eğriboz, Ahmet Ergüzel, Nubar Terziyan, Yılmaz Kurt, Ali Demir, Işık Yavuz, Gülbin Eray, Yılmaz Kurt

*  Filmde rol alan Yılmaz Tatlıses bestekar ve yorumcu olarak, Ali Gencebay ise şarkıcı olarak piyasada tanınmış iki sanatçıdır. Soyadları nedeniyle İbrahim Tatlıses’i ve Orhan Gencebay’ı çağrıştırı-yordu. Filmdeki bu isimleri soyadlarının takma olduğu zannı uyanmıştı. Aslında hal böyle değildi. Yılmaz Tatlıses, İbrahim İstanbul’a geldiği ilk günlerde, onunla birlikte çalışmış, bazı eserlerini vermiş, hatta onun “Tatlı” olan soyadını “Tatlıses” olarak değiştirmiş kişiydi. Ali Gencebay’ın soyadı nüfustaki gerçek soyadı olup, Orhan Gencebay’dan alma olmadığı gibi, Orhan Gencebay’ın gerçek soyadı “Kencebay” dır. (Oğuz Gözen, “Bir Yeşilçam Masalı, syf: 101)

ACI GÜNLER (1981)


Yönetmen: Orhan Elmas
Senaryo: Mehmet Aydın
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Yavuz Film/Yavuz Işıklar

Oyuncular: Cüneyt Arkın, Nazan Şoray, Attila Ergün, Nejat Gürçen, Ufuk Şumnu (HEY Sinema Birincisi), Atilla Ergün, Kudret Karadağ, Erdoğan Seren, Cevdet Özalaş

Konu: Namus uğruna işlediği bir cinayet nedeniyle girdiği hapishaneden yıllar sonra çıkan Suskun (Cüneyt Arkın), karşılaştığı Perihan adında (Nazan Şoray) genç bir kıza aşık olur. Pavyonda çalışan Perihan’a aşık olmasının nedeni, daha önce aşkına karşılık vermeyen ve başkasıyla evlenen Aysel’e çok benzemesindendir. Perihan’ın yakın takipçisi olan suskun girdiği çatışmalarda, pavyon sahibinin dikkatini çeker ve olaylar böylece gelişmeye başlar.

*  Orhan Elmas’ın aşırı duygusallığı, ama bunun yanı sıra özenli anlatımı, Çetin Tunca’nın nefis görüntüleri, ve özellikle Cahit Berkay’ın filmin genel havasına tıpa tıp uyan tutkulu müziği seyirciyi bir yere bağlıyorsa, sonuçta bir boşluk, bir kofluk çıkıyor ortaya ne yazık ki (Agah Özgüç, Yıldız M. Nisan 1981)

*  Acı Günler"e mevsimin ilk filmi olarak umutla gittik. Ne yazık ki film umutlarımızı doğrulamadı, "Namus belası" yüzünden düştüğü hapiste 8 yıl yattıktan sonra çıkan Cemal'in, önüne çıkan ilk pavyonda karşılaştığı bar kızına, eski sevgilisi Aysel'e benziyor böylesine sevdalanmasını, dürüst, bir hayat yaşamaya öylesine kararlı iken, Aysel uğruna bar fedailiğini kabul etmesini hiç inandırıcı bulmadık. "Acı Günler", üzerinde çalışılmamış öyküsü; işlenmemiş tipleri, sinemamızda işlene işlene posası çıkmış durumları ile hiçbir yenilik getirmeyen, söyleyecek en küçük bir sözü bile olmayan bir filmdi. Cemal'le Aysel'i, birbirlerine karşı duydukları sevgi dışında hiç bir yanlarıyla işlemeyen, alabildiğine tek boyutlu bu öyküyü filme almak için harcanan bunca çabaya, emeğe yazık değil miydi? Sinema gibi ne denli pahalıya çıktığı artık iyice bilinen bir işi, sağlam öykülere, anlatılmaya değer konulara dayandırmadan yola çıkmak gibi kötü ve yanlış bir huydan sinemamız artık vazgeçmeyecek miydi? Cahit Berkay'ın iç kaldırıcı müziği eşliğinde Cüneyt Arkın ve Nazan Şoray'ın, hiç bir inandırıcılığı olmayan kişiliklerine birer boyut katmak için harcadıkları çabayı üzüntüyle seyrettik... (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf: 81)


ACI GERÇEKLER (1981)




Senaryo ve Yönetmen: Remzi A. Jöntürk
Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi
Yapım: Önder Film/Çetin Dağdelen

Senkron Montaj: Osman Koşkan, Aram Keskinay, Dublaj: Barış Ören, Set Amiri: Yaşar Şener, Nizam Ergüden, Laboratuvar Şefi: hasan Örnek, Prodüksiyon: Engin Dağdelen, Semih Selvidal, Kamera Asistanı: Ali Tosunoğlu, Reji Asistanı: Kâmil Renklidere, Müzik Direktörü: Cengiz Tekin, Kaya Ören Stüdyosunda hazırlanmıştır

Oyuncular: Hayri Şahin (Hayri), Serpil Çakmaklı (Pınar), Yılmaz Köksal (Arkadaş), Selma Sonat (Pınar’ın annesi), Yaşar Şener (Turgut), Oktar Durukan, Huri Sapan, Süheyl Eğriboz, Abdi Algül, Süleyman Bolat, Ateş Osman, Yılmaz Kurt,

Konu: Bir kumarbazın kızıyla, onu kurtarmak isteyen delikanlının öyküsü anlatılmakta.


ZÜBÜK (1980)


Yönetmen: Kartal Tibet
Görüntü Yönetmeni: Çetin Gürtop
Yapım: Erler Film/Türker İnanoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Hasan Tolgar, Zafer Par, Kamera Asistanı: Hakan Gürtop, Eser: Aziz Nesin, Se-naryo: Atıf Yılmaz, Müzik: Esin Engin, Işık Şefi: Şevket Yılmaz, Dublaj Yönetmeni: Orhan Aykanat, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Montaj: Mevlüt Ekinci, Negatif Montaj: Tur-gut İnangiray, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuar: Selahattin Kaya, Prodüksiyon Amiri: Yüksel Tanık, Ahmet Akdoğan,
(Yeni Lale Film Stüdyolarında hazırlanmıştır.)

Oyuncular: Kemal Sunal, Nevra Serezli, Bülent Kayabaş, Kadir Savun, Osman Alyanak, Alpay İzer, Metin Serezli, Şemsi İnkaya, Bilge Zobu, Zeki Alpan, Nubar Terziyan, Ali Şen, Memduh Ün, Hüseyin Kutman, Nevzat Okçugil, Reha Yurdakul, Nejat Gürçen, Mesut Sürmeli, Seyfettin Karadayı, Nevzat Açıkgöz

Konu: İbrahim Zübükzade (Kemal Sunal) mesleğinden ihraç edilmiş bir siyasetçidir. Sözünde durmayan, ahlaksız bir adamdır. Gazeteci Yaşar (Metin Serezli) gazetede yayınlamak istediği yazı dizisi için Zübükzade’nin yaşam öyküsünü öğrenmek ister. Gittiği köyü Gülören’de karşılaştığı köylüleri Zübükzade’yi nefretle anarlar. Yaşar’ın köylüden aldığı bilgiye göre Zübük iş hayatına bir dairede katip olarak başlamış, kısa sürede aldığı rüşvetlerle zengin olup çıkmıştır. Foyası ortaya çıkınca kovulan Zübük, Destek Partisi’ne girip yağcılıkla ocak başkanlığına yükselir. Girdiği her yere de rüşveti bulaştırır. Muhalefet partisinden olan Kadir Ağa’nın (Kadir Savun) kızı Yektane’yi (Nevra Serezli) evlenme vaadiyle kandırıp birlikte olur. Ama çetin ceviz Yektane, silah zoruyla Zübük’ü nikah masasına oturtur. Uyanık Zübük, partili partisiz herkesi öylesine birbirine düşürür ki, sonunda halk onun belediye reisi olması için neredeyse yalvarır. Aklı sürekli şeytanlığa çalıştığı için kendisine kurulan komploları da birer ikişer savuştu-ran Zübük, kendini milletvekili seçtirir. Tüm bu anlatılanlara çok şaşıran kurt gazeteci Yaşar, Zübük’le yüz yüze konuş-maya gider. Zübük, tüm yüzsüzlüğü ile, köylüyü, kasabalıyı, giderek tüm halkı kötüleyip, kendisinin ne denli dürüst ve vatansever bir olitikacı olduğunu öyle bir anlatır ki; Yaşar Zübük’e neredeyse acımaya başlar. Ama giderayak Zübük’ün kendisine de oynadığı bir oyun aklını başına getirir. Çirkin politikacıların elinde çaresiz kalan halkın her zaman haklı olduğunu anlar...

*  Aziz Nesin "Zübük"te Türk demokrasisinin hasta, sağlıksız yanlarını, bu sağlıksız mekanizmanın ortaya çıkardığı içtensizlik, üçkâğıtçı, çıkarcı politikacı tipini ele alır. Ocak ve bucak örgütlerinin var olduğu 1950'lerden başlayıp, "mebus pazarlarının kurulduğu, "yüzer-gezer aylar"ın getirdiği son yıllardaki yeni gelişimlere dek uzanan geniş bir panoramadır bu... Siyasal konulara, gerek ciddi, gerek taşlama düzeyinde eğilme geleneği yoktur sinemamızda... (Oysa gazete köse ve mizah yazılarından karikatürlere, halk ağzında dolaşan fıkralardan haftalık dergilere dek, bu konuda deneyi ve ustalığı olan bir toplumuz) Bağnaz bir sansür anlayışı, sinemada politik taşlamayı hoş görmemiş, olanaksız kılmıştır.
"Zübük" öncelikle bu çemberi kırıyor. Aziz Nesin'İn eleştirisini, hemen hiç yumuşatmadan, özünü koruyarak sinema perdesine getiriyor. Yakın demokrasi tarihimizin unutulmaz bazı olaylarını, oluşumların, tiplerini, kurumlarını tatlı tatlı hicvediyor film. Zübük’zade İbrahim beyin yükselme serüveni, biraz kaba çizgilerle de verilmiş olsa toplumumuzun 30 yıllık yakın tarihinden birçok şeyi simgeliyor. Kemal Sunal'in alışılmışın dışında ustaca, nüanslı biçimde çizdiği Zübük’zade İbrahim’i ise hayal gücünüze göre istediğiniz siyasal liderimizle özdeşleştirebilirsiniz. . Zübük", Kartal Tibet için de bir aşama... Anlatım kıvraklığı, kalabalık dış sahnelerdeki başarısı, oyuncu yönetimi ile Tibet, ustası Atıf Yılmaz İçin düşünülmüş bir filmden yüzünün akıyla çıkıyor, "...

"Zübük''ün böylece sinemamızdaki en katılaşmış, en kalıplaşmış tabulardan birini kırmak, politikayı, politikacıyı,, toplumun politik gelişmesini perdeye getirebilmeyi sağlamak yolunda öncü ve yol açıcı bir işlevi göreceği de umulur. “Atilla Dorsay “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”

*  Kemal Sunal’ın güzel oyunuyla, Kartal Tibet Gibi sinemamızda daha yeni sayılabilecek bir yönetmenin bu işin üstesinden başarıyla geldiklerine tanık oldum. Film her karesiyle komedi türünün özgün bir orneği olurken, sadece güldürmeyi değil, halkımızın son yıllarda yaşadığı, içinde bulunduğu bir olaylar zincirlemesini de gözler önüne sermesi açısından ilginçti. /Burçak Evren, Gösteri, Ocak 1981)

*   Kendi çıkarları için her şeyi mübah sayan “Zübükleri” ortaya çıkaran, toplumsal çevrenin eleştirisi, Kartal Tibet’in yönettiği “Zübük” filminde başarıya yansımış. “Zübüklerden” kurtulmamızın nedenini her şeyden önce kendi zübüklüğümüz de aramamızı öğütleyen romanın bildirisi seyirciye aktarmakta güçlük çekmiyor önetmen. (Vecdi Sayar, Milliyet Sanat D. 1.12.1980)