(Osman Şahin’in “Beyaz Öküz” isimli öyküsünden)
Görüntü Yönetmeni: Kenan
Ormanlar
Müzik: Brynmor Jones
Yapım: Von Vietinghoff Film
Produktion Gmbh-Berlin, Berlin Film on Four Internatıonal
Londra ve ZDF (Alman televizyonunun 2. kanalı) ortak Yapımı
Oyuncular: Nur Sürer, Suavi Eren, Hikmet Çelik,
Nikos Skiadas, Vasilis Tsaglos, Vera Deludi
Konu: Film Yunanistan'da çekilmiştir...Keto, Zeli'yi kaçırmış ev
kurmuştur; Cercis Ağa'nın marabasıdır. Cercis Ağanın kardeşi Küçük Ağa bir süre
sonra Zeli'nin yoluna çıkmaya başlar, olmadık yerlerde karşısına çıkar,
gözlerini üzerine diker. Bir süre sonra Zeli'nin önüne para koyar, Zeli kaçar;
daha sonra kovasına birkaç toka ve bir demet çiçek atar. Zeli durumu eri
Keto'ya söyler, Keto bir anlam veremez, düşünüp, sonra yine para verirse
almasına söyler. Küçük Ağa bu kez para ile bir cep aynası verir. Zeli aynayı
kendisine saklar, parayı Keto'ya verir. Keto düşünüp taşınır, Cercis Ağadan
Palu'ya gitmek için bir günlük izin ister. Küçük Ağa Palu'ya gitmişken siparişi
ayakkabılarını getirmesini ister. Keto, yola çıkıyormuş gibi yapıp evine geri
döner, yüklüğe saklanır, bir süre sonra Küçük Ağa gelir, Zeliye bir çıkın
içinde hediye getirmiştir: Zeliye yanına gelmesini söyler, yaklaşır, Keto
saklandığı yerden çıkar, Küçük Ağayı öldürür. Sonra damlarının altında bulunan
Cercis Ağanın malı beyaz öküzün yattığı yere gömer. Palu'ya gider, ertesi gün
köye dönerken , olayın duyulmuş olduğunu düşünmektedir: fakat böyle bir şey
yoktur,
her taraf sakindir; yalnız
Zelide bir dur-gunluk vardır. Bir kaç gün sonra Küçük Ağanın yokluğu fark
edilir, önce çevre köylere haber gönderilir, sonra marabalar aramaya çıkar.
Zeli ise günden güne değişmekte suskunlaşmakta, konuşmamaktadır. Zeli iş
yapmamaya, yemek pişirmemeye baş-lar. Keto, Zeli’yi konuşmaya zorlar, ikna
etmeye çalışır, bahar geldiğinde buradan gideceklerdir. Bir gece Keto, Zeli’yi
iyice sıkıştırır... Zeli ise üzerine gelmemesini söyler, susar. Keto, Zeli ile
Küçük Ağa arasında bir şeyler olmuş olacağı şüphe-sine kapılırsa da, üzerinde
durmaz. Geç vakit uyur, uykusunda sesler, duyar. Rü-yadır sanır, uyanır sesler
devam etmek-tedir.O geceden beri beyaz öküze elini sürmeyen, bakımını yapmayan
Zeli'nin beyaz öküzün boynuna sarılmış, sevmekte olduğunu görür ve Küçük Ağayı
öldürdüğü bıçakla beyaz Öküze saldrrır…
Film ise şöyle gelişir;
Zelihan, Necmettin'in üç aylık gelinidir. Küçük Ağanın, Zelihan da gözü vardır,
önüne çıkıp para, ayna verir, baştan çıkarmaya uğraşır. Zelihan karşı korsa da,
Küçük Ağa düşlerine girer. Necmettin bir gün Küçük Ağayı evinde yakalar ve
öldürür, karısı ile birlikte beyaz öküzün yattığı yere gömerler. Zelihan Küçük
ağanın etkisindedir. Cesedin üstündeki beyaz öküzü Küçük Ağa ile özdeştirdi Ve
bir gün onu okşayıp severken gören Necmettin, bu kez de beyaz öküzü öldürür. “Orhan
Ünser, a.g.e. syf 206-207”
Ödül:
* Akdeniz Kültürleri Film
Festivali'nde (1984) "Film Eleştirmenleri Ödülü"nü aldı.
* Lüksemburg Film Şenliği
(1985) "büyük ödülü" nü kazandı.
* Uluslararası Sinema Günleri (1985) Altın
Lale Yarışmasında "özel mansiyon"la değerlendirildi.
* Figuera'da
Foz Uluslararası Film Şenli-ği'nde (Portekiz 1985) "büyük ödül"ü
kazandı.
Eleştiriler:
"İnsan Ruhuna tutulan
bir Ayna”
Ayna","klasik"
sözcüğünün çağrıştırdığı bir çok şeyi içerir: Alabildiğine yalınlık, sadelik ve
bu yalınlığın altında insanı insan yapan temel duyguların, zayıflık ve erdemlerin
irdelenmesi, sergilenmesi... Sanatın bin bir olası süsünden, sinema tekniğinin
ve çağdaş teknolojinin bin bir cilasından sanki isteyerek soyutlanmış, öze,
'esasa' indirgenmiş bir filmdir "Ayna"...
Anadolu'nun
yitip gitmiş bir köşesinde yaşamları alabildiğine ilkel biçimde akıp giden, bir
'ağa' için dişini tırnağına katıp çalışan 'maraba' Necmettin ve Zelihan
çiftinin yazgısına egemen olan 2 güç vardır: Ağa ve doğa. Yağmurdan, soğuktan,
içine kapandıkları elektrik, su ve ışığı olmayan kulübede bambaşka etkiler
yapan fırtına ve karanlıktan
alabildiğine bilenir duyarlıkları... En azla yetinen, yalnız temel
gereksinimleri karşılamaya çalışan bir ilkel insan yaşamıdır bu... Ama öyle
midir gerçekten? Ağanın kardeşi 'küçük ağa', yağız, yakışıklı ve cüretli
görüntüsüyle Zelihan'ın hayatına girmek istediğinde ne olacaktır? Başka
insanların, hele insanın gözünün, gönlünün kayacağı bir 'kadın'ın yok denecek
denli az olduğu bu yörede, sosyal sınıflamanın açık biçimde üst katlarında
oturan 'küçük ağa'ya karşı direnmek Zelihan'ın harcı mıdır? Üstelik kendisine
ilk kez 'hediye' veren, önce 'kağıt para', sonra bir küçük 'ayna'yı yanı başına
bırakıveren, bakışlarının sertliği içinin yumuşaklığını saklayamayan bu adama
karşı? Ama Zelihan kendi başına düşünüp karar veremez ki!... Gelenekler onun
hele namus konularında tek başına düşünüp karar vermesine engeldir... 'Ağa'nın
ilgisi ilk iş kocaya, Necmettin'e açılacak, Necmettin'in bu 'yasak ilgi'ye
karşı yanıtı da, namus kavramının feodal koruma biçimlerine ters düşmeyecek bir
karar olacaktır: Ölüm...
Ama ölüm bir 'çözüm' müdür
ki? Dövülmüş toprak tabanlı kovuklarında sürdürdükleri ilkel yaşam içinde bile,
Necmettin ve özellikle Zelihan gelişmiş toplum bireylerine özgü biçimde
pişmanlığın, 'vicdan azabının ne olduğunu keşfedecekler, 'günah' işlemiş olmanın
duygusal kıskacına yakalanacaklardır. 'Namus' temizlemek için bile olsa, insan
öldürmek, doğanın da, Tanrı'nın da bağışlamadığı bir suçtur. Zelihan, 'küçük
ağa' dan arda kalan aynaya bakıp dururken, kendisini istemiş, belki sevmiş
olduğu için artık yaşamayan bu adama karşı içinde geç kalmış bir ilginin
kıpırdadığını duyacaktır. Ölmüş bir adam, cesedi dövülmüş toprak zeminin, kıpır
kıpır yerinde oynayan beyaz öküzün altında yatan bir adam sevilebilir mi? Bu
ilkel yaşam içinde böylesine karmaşık, yoğun ve garip bir duygusallık,
böylesine olanaksız, giderek akıldışı bir ilişki yaşanabilir mi? Necmettin'in
tüm uyarılarına, tüm sağduyuya çağrılarına karşın, ağzı var dili yok Zelihan'ın
'küçük ağa'ya, 'ayna'yı veren adama karşı pişmanlıkla, korkuyla, azapla
karı-şık duyguları gelişecek, pekişecek ve bu hastalıklı, akıl dışı duygular,
sonunda küçük ağanın üstünde kıprayıp duran beyaz öküze doğru yönlenecektir...
Ve sonunda Necmettin, Zelihan'ın namusunu ve sevgisini korumak, onun ilgisini
yalnız kendinde yoğunlaştırmak için bir cinayet daha işlemeye, bu kez beyaz
öküzü öldürmeye zorlanacaktır...
İnsan,
insan, insan... Kim ne derse desin, sinema en çok insanı anlattığı zaman ilginç
oluyor, başarılı oluyor. İnsan ruhu hala öylesine 'bakir', öylesine keşfedilmemiş,
öylesine yoğun gizler, gizemler içeren bir alan ki... Bu alana yeni, değişik
ve özgün bakışlarla bakan her sanatçı baş tacı ediliyor. İşte
"Ayna"nın başarısı burada yatıyor... Osman Şahin'in bu gizemli
öyküsünün içerdiği tüm insan malzemesi, Erden Kıral'ın alabildiğine yalın
sinemasıyla perdede saydamlaşıyor, canlanıyor..
Kıral, ilginç bir yöntemle,
yer yer biçim oyunlarına başvurmasına karşın (düş sahneleri, beyaz öküzün
öldürülmesi gibi), filmin tümüne alabildiğine yalın ve sade bir anlatımın egemen
olmasını sağlamış. Sözünü ettiğim biçimsel denemeler ve oyunlar, sonuçta filmin
yalınlığını bozmuyor... Anlatılan öykünün yalınlığıyla denk düşen bu tavır,
sonuç olarak, bu yalınlığın içinden fışkıran insan dramının ve alışılmamış,
garip gelişimlerin de, tüm etki gücünü korumakla birlikte seyirci tarafından
'olabilir' sayılması-nı, kabul edilmesini sağlıyor...
Necmettin, Zelihan ve 'küçük
ağa'nın dramları, son derece ilkel koşullarda yaşanmasına karşın, daha önce de
değindiğim gibi, sanki günümüzün bunalımlı, ruhbilimine meraklı, kendisini
sürekli dinleyen ve ruh doktorlarına dinleten, Freud okumuş ve teknolojik
devrim içinde gizemci bir yanı korumuş insanına ilişkin bir dram malzemesine
sahipmiş gibi gözüküyor. İlkel toplumlarda uygulanan kimi geleneklerin,
göreneklerin, aslında bu toplumlara yakıştırılan 'ilkel' nitelemesiyle ne denli
çeliştiği, ilkel toplumları ilkel saymamıza neden olan öğelerin aslında ne
denli görece oldukları üstüne bir tartışma, özellikle Levi Strauss'un
yapıtlarından ve "Yabanıl Düşünce"den sonra gündeme gelmedi mi?
Aslında kuşkusuz Necmettin ve Zelihan'ın yaşamı o anlamda 'ilkel' değil. Burada
ilkellik değil, daha çok 'geri kalmışlık' söz konusu... Ancak ilkel veya geri
kalmış, bu tür bir dramın, bu tür karmaşık, yoğun ve sıra dışı duyguların
herhangi bir çevrede, herhangi bir toplumda yaşanabileceği konusunda
"Ayna"nın getirdiği sav ve içerdiği inandırma gücü, yabana atılır
gibi değil.
"Ayna"
böyle bir drama, yoğun, bunaltıcı ve sanırım uzun süre akıldan çıkmayacak bir
yaşantıya ışık tutuyor. Ulaştığı özgünlük düzeyi, yalınlığı içinde ulaştığı
yoğun insan malzemesi, bu filmi gerçekten de ilginç, önemli bir sanat yapıtı düzeyine
çıkartıyor. İnsanın özüne, temeline, kökenine dönüş yapan filmlerden biri bu,
her türlü ciladan, yapaylıktan ve göz boyacılıktan sıyrılmış.. (Atilla Dorsay,
“12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 191-192-193)