Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı, Erdoğan Engin
Müzik: Sezer Bağcan
Yapım: Varlık Film / Lokman
Kondakçı
Oyuncular: Aytaç Arman, Şahika Tekand, Zuhal Olcay,
Engin İnal, Zerrin Abraş, Lale Oraloğlu, Ali Yaylı, Nazan Diper,
Konu: Bir süre önce siyasi bir suç
nedeniyle tutuklanmış olan Ahmet (Aytaç Arman), bir türlü o acılı günlerin
etkisinden kurtulamamıştır. Birlikte olduğu sevgilisi Neşe’nin (Şahika Tekand)
dışında herkese, her şeye kuşkuyla bakmakta, garip korkular içinde
yaşamaktadır. Tüm korkularını karısı Ayşe’yle (Zuhal Olcay) de paylaşması
olanaksızdır. Çünkü, ilişkilerinin temelinde büyük bir uyumsuzluk yatmaktır..
Üstelik sürekli karısı tarafından suçlanır. Bir gece yarısı evlerine bir bekçi
gelir. Gittiği karakolda cezasının kesinleştiği tebliğ edilir. Yedi gün içinde
teslim olması gerekmektedir. Ve daha üç yıl cezaevinde yatacaktır. Ahmet, bu
olay üzerine iyice bunalıma girer. Korkunç bir yalnızlığın içinde çırpınan
Ahmet, çocukluk arkadaşı Hüseyin’den (Engin) yardım bekler. Ne var ki Hüseyin
gizli bir görevlidir. Ahmet’e yardım elini uzatır gibi görünmesine karşılık,
amacı arkadaşını çıkmaza sokmaktır. Ahmet’in şimdi seçeneği ne olacaktır?
Cezaevine gidip mahkumiyetini mi tamamlayacaktır, yoksa arkadaşı Hüseyin‘in
elinde bir oyuncak mı olacaktır? “21”
v “Bir Avuç Gökyüzünde başlıca ak-sayan
nokta, geçmişteki bir atmosfer içinde yazılmış diyaloglar ve olay örgüsünün,
günümüz koşulları içine beraber oturtulması. Bu anlamsız anakronizm, sonunda
romandaki yazarın paranoyasını, filmde yönetmenin paranoyasına dönüştürüyor.
Ümit Elçi, “onlar’ diye nitelenen onlarca sivil polis gösterip bunları herhangi
bir bağlam içine oturtmayarak kanıtlıyor bu paranoyayı. Bu bakış açısının doruk
noktasını ise Tophane’de gece yarısı Amerikan gangster filmlerinden fırlayıp
“Bir Avuç Gökyüzüne giren kalkık pardesülü, şapkalı, purolu eski dostun
göründüğü plan oluşturuyor. (Serdar Öztürk, Atacak barut kalmayınca, Nokta 5 -
8, 28 Şubat 1988)
v Bilhassa yazarın paranoyasının
işlendiği sahnelerde, Elçi’nin tutturduğu ritim çok hoş. Bazen “sürrealist
takıldığı” sah-neler bile hoş bir etki uyandırıyor: sürekli uçuk görüntüleri.
Denizin içinde görünüp kaybolan Sultanahmet cezaevi kapısının silueti gibi.
(Coşkun Çokyiğit, Genç yö-netmen Ümit Elçi’nin “seyre değer” filmi, Tercüman, 4
Mart 1988).
v Ümit Elçi, bu ikinci
filminde diline alabildiğince egemen. Birbirinden ilginç eşlemeler, her biri
yerine oturmuş geri dönüşler, yapaylıktan ve gereksiz konuşkanlıktan arınmış
diyaloglar filmi baştan sona ilgiyle izlettirmeye yetiyor. Oyuncu seçiminin de
yerli yerinde olduğunu söyleyebiliriz. Ama ne var ki filmde yine de izleyeni
rahatsız eden, ya da bir başka söyleyişle eksik olan yanlar var... Konuşmaya
başlamasından korkulan ya-zar, kendine özgü esprileri dışında bir türlü
konuşmuyor/konuşturulmuyor. “Yine içeri giriyoruz” sözcüğü ise oldukça ekonomik
kullanılmış diyaloglar arasında öylesine yöneliyor ki, sonunda neredeyse
‘içeriye girmek” bir bakıma “kahramanlıkla eş anlamlı olup çıkıyor. (Burçak
Evren, Güneş, 11 Mart 1988).
v Özetlemek gerekirse Ümit
Elçi, elindeki değerli bir malzemeyi iyi kullanamamış, harcamış: Film
yapılmaya elverişli, izleyiciyi sarıp sarmalayabilecek, somut ve sağlam sosyo/politik
mesajlar verebi-lecek bir konuyu deforme etmiş (Erdal Çetin, Milliyet, 10 Mart
1988).
v “Bir Avuç Gökyüzü” ya da baskı
dönemlerinde bir aydının “içeri” alınmadan önceki son 7 günü... Çetin Altan’ın
“Büyük Gözaltı” dan sonraki ikinci romanı, bir yazarın 12 Mart’ın bunalımlı
günlerinde, daha önce de başına geldiği gibi tutuklanma durumuyla
karşılaşmasını, bir yandan kimi “dost”larının önerisiyle içeri alınmayı yasal
yollardan ertelemeye çalışırken, öte yandan son bir haftalık özgürlüğünün tadına
varmayı denemesini anlatır. Elbette belli bir dönemin belli koşullarıdır söz
konusu olan... Ancak bu koşullar ve bu koşullar içindeki özgün hikaye, kendi
sınırlarını aşıp her türden baskı, özgürlük kısıtlaması ve siyasal bunalım
dönemlerindeki aydının soyut ve evrensel çığlığına dönüşür...
İlk filmi,” Kurşun Ata Ata
Biter”de en azından yer yer ilginç bir Tarık Dursun romanı uyarlaması
gerçekleştiren Ümit Elçi, ikinci filminde de Çetin Altan’ın bu romanına
sığınmış... Elçi, belli seçimlerle yola çıkmış. Döneme ve dönemin olaylarına
değin ipuçlarını hemen tümüyle bilmezlikten gelmiş... Romanda Çetin Altan’dan
büyük ölçüde izler taşıyan “yazar” kişiliğini oldukça soyutlaştırmış. Bu dönem
/ kişilik çifte soyutlaması, yapıta belki de Elçi’nin istediği yönde bir’
evrensellik”, bir “zaman / mekan ötesi olma niteliği kazandırmıyor değil. Ama
daha belli bir zemine oturtularak, daha hızlı, gerilimli, Amerikanvari bir
tempo kazanabilecek olan filmi de belli bir durağanlığa, soyutlamanın getirdiği
(seyirci açısından) bir boş vermişlik duygusuna mahkum ediyor. Ancak bu,
Elçi’nin kişisel seçimi... Saygı duymak gerekir…
Öte yandan
Elçi, filmde Özenli, dikkatli bir anlatımla plastik açıdan zevkli düzenlemeler
çok iyi ışıklandırılmış çekimler, değişik mekanlar kullanmasını ve bunları
filme yedirmesini bilmiş... Boğaz’da lüks bir vapur restoranda yemek, metresi
oynayan Şahika Tekand’ın Ortaköy sırtlarındak “manzaralı’ evi, bir sabah alaca
karanlığında Salıpazarı rıhtımı, bir gece yarısında mezarlık, vb. mekanları çok
iyi kullanmış... Sinema dili açısından, hele ikinci filmini çeviren bir
yönetmen için oldukça başarılı bu anlatım, öte yandan yapıtın özüne değin kimi
noktaları da etkili biçimde ortaya koyuyor. Özellikle yazarımıza yakın
tarihimizde zaman zaman görülen “tuzak”lardan birinin kurulmaya çalışılması,
ona ‘özgürlük” ve “kaçma” vaatleriyle hazırlanan, olasılıkla örneğin Sabahatiin
Ali’ninden farklı olmayacak son, filme belli bir iç gerilim kazandırıyor.
Bunalımlı günlerde bir aydının, hele ‘konuştuğu zaman özellikle tehlikeli olan”
bir gazeteci yazarın çevresinde çeşitli ilişkilerle örülen ağ, yapay ya da
gerçek dostlukların, sevgi ya da nefretlerin gelgiti filmde oldukça başarılı
biçimde betimleniyor,
Yine de filmde eksik olan
bir şeyler var. Hayır, Çetin Altan’ın kendine özgü alaycı, giderek yıkıcı
mizahı değil... “Görüş günü’nde karısının göğüslerine bakarak masturbasyon
yapan mahkum, yazarımızın metresiyle sevişmesini, onun için camide dua eden
karısının görüntüleriyle koşut kullanan bölümler veya “Babamın mezarında içtim.
İki kişi de birbirini beceriyordu” vb. konuşmalar Altan üslubunun korunmasına
yardımcı oluyor. Ancak yazarımızın “tehlikeli” sayılabilecek hiçbir siyasal,
toplumsal, hatta “ciddi” konuşma, yazma, üretme etkinliği içinde (hiç)
gösterilmemesi, yalnızca içme, sevişme, boş gevezelik, vb. türünden
etkinliklere ağırlık verilmiş olması, olayın döneminden (12 Mart’ tan)
soyutlanmasını da katkısıyla yaşa-nan karabasanın gerçek boyutlarını, siyasal
baskının gerçek yüzünü tam anlamıyla perdede canlandıramıyor denebilir.,.
Zuhal Olcay,
bir kez daha üzgün kadına mutsuz bakışlarını ve ıslak gözlerini armağan
ederken, Şahika Tekand’da bir kez daha “başarılı yardımcı oyunculuk” gösterisi
yapıyor. Yazar rolünde Aytaç Arman’ın ise uzun zamandır ilk kez inandırıcı,
benimsenmiş gözüken bir oyun verdiği kanısındayım... Hem de rolün kendisine
getirdiği ufuk çizgilerinin belirsizliğine karşın...
“Bir Avuç Gökyüzü”, yılın
ilginç ve görülmesi gereken yerli filmlerinden... “Tempo” ve “gerilim”
meraklıları için değil... Ama sonuç olarak kendi soluğunu alan, kendi dünyasını
oluşturabilen bir film... (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf,
313)
“NOT: Bir Avuç Gökyüzünün 19 Şubat 1988 tarihli
belgeyle şartlı olarak gösterimine izin verildi. Ve “şartlı izinin 4 maddelik
gerekçesi:
1) Rüyasındaki işkence
sahnesi, hapishanedeki pencere önünü de çok uzun süren bağrışmaları duyma
sahnesi.
2) Hapishanede, ziyaretçi
gelen kadın göğüslerini açtıktan sonra bir diğer adamın mastürbasyon sahnesi
ve onun götürülüş sahnesi.
3) Annesiyle konuşurken,
babasının mezarında içki içtiğini ve mezarlıkta iki kişinin birbiriyle
“düzüştüğünü gördüğünü” söylediği sahnelerin konuşmaları.
4) Karısı ile yatakta gece
cereyan eden cinsel ilişki sahnesinin çıkartılması. (Agah Özgüç)