Senaryo: Nuray Oğuz
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Kamera: Cem Molvan
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Mine
Film/Kadri Yurdatap
Kamera
Yardımcısı: Ercüment Süngül, Yönetmen
Yardımcısı: Eray Özbal, Işık Şefi: Süleyman Çekiç, Işık
yardımcısı: Mustafa Imırgı, Ali Ünlü, Yapım Sorumlusu: Sedat Özen, Set
Ekibi: Erdal Sümer, Aziz Kıskanç, Recai Sümer, Yapım Koordinatörü: Adem
Ayral, Montaj: Nevzat Dişiaçık, Negatif Montaj: Erol Şahin,
Seslendirme Yönetmeni: Ersan Uysal, Sesleri Alan: Erkan Aktaş,
Renk Uzmanı: Adnan Şahin, Laboratuar: Zekeriya Şahin, Yahya Öztürk,
(Fono Film Stüdyosunda hazırlanmıştır).
Oyuncular: Talat Bulut (Hasan), Şerif Sezer, Bülent
Oran (Papaz), Meral Çetinkaya, Nesrfin Akkoç, Belgin Güven, Küçük Yıldız: Hakan
Çırakçı,
Konu: Hapisten yeni çıkan Hasan, bir Protestan
kilisesinin cenaze arabası şoförlüğünü yaparak yaşamını sürdürmektedir. Bu
arada Almanya'lı bir gurbetçinin dul karısı ile tanışır. Aynı zamanda ölen
ablasının da komşusu olan kadına ilgi duyar.
ÖDÜL:
1. Ankara
Film Şenliği “İlk Filmler “Yarışmasında (1988)
►Talat Bulut
“En İyi Erkek Oyuncu”
►Şerif Sezer
En İyi Kadın Oyuncu
►Orhan Oğuz
“En İyi Yönetmen”
►Cahit
Berkay “En İyi Müzik”
►Her şeye
Rağmen “En İyi Film“
5. Avrupa
Sine Festivali (İtalya) “Avrupa’nın en İyileri” bölümünde
►Her şeye
Rağmen Birincilik Ödülü,
. 38.
Mannheım Uluslararası Film Festivali
► En İyi
Film “Herşeye Rağmen”
. 1988,
Cannes Film Festivali’nde “Gençlik Ödülü”
v Bu mevsimin asıl sürprizi
olan "yeni yönetmenler", birer ikişer karşımıza çıkıyorlar. Muzaffer
Hiçdurmaz'dan sonra, sıra görüntü yönetmenliğinden gelme Orhan Oğuz'da... Bu
alanda değerli (ve ödüllü) çabaları olan
Oğuz, ilk filmini hem yönetmiş hem de çekmiş...
"Herşeye Rağmen",
"İçerden" yeni çıkmış bir adamın, Hasan'ın öyküsünü anlatıyor.
Aslında "öyküsünü anlatmak" yanlış bir deyim... Çünkü film, belli bir
"öykü" anlatmaktan çok, bir avuç insanı, sorunları, çevreleri ve
belli bir süre İçindeki yaşamlarıyla vermeyi amaçlıyor. Niye içeri düştüğünü
hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz Hasan, önce iş arıyor ve buluyor. Bir Protestan
kilisesinin cenaze arabası şoförlüğüdür bu. Bu "iş", bizlere
İstanbul'daki gerçek Protestanlar arasın-da çekilmiş son derece İlginç birkaç
sahne (toplantı, orkestralı bir cenaze, vb.) görme fırsatı veriyor. Sonra
Hasan, Almanyalı bir gurbetçinin dul karısıyla tanışıyor. Erzincan'a
"gelin" götürülmek istenen, oysa Almanya'da özgürlüğü [atmış kadının
ihlal ettiği küçük oğlu Ahmet'te kendi çocukluğunu görür gibi oluyor... Ve
onları ayıran "her şeye rağmen", Hasan, küçük Ahmet'le ilgilenmeye
karar veriyor.
"Herşeye
Rağmen", sıradan insanların sıradan öykülerini anlatan 'iddiasız"
bir küçük film... Her şeyin sıradan olmasına çalışılmış, bunun için Talat
Bulut bile Robert de Niro'ya Özenip 20 kilo alarak, göbeği önde giden tanınmaz
bir kişiliğe bürünmüş.. Ancak ne yazık ki, bir De Niro olmadığı için, bu
özverisi seyirciyi pek etkilemişe benzemiyor. Filmdeki kedinin bile
"sıradan" olmasına dikkat edilmiş: Gerçekten de Göçmen, oldukça
çirkin bir kara kedi!.. Sonuç olarak "Herşeye Rağmen'de sıradan görünüşlü
bir film olmuş... Ama buna aldanmayın: Filmin bu sıradanlığı altında besbelli
bir insancıllığı, bir sıcaklığı, bir doğallığı var. Orhan Oğuz, bir ilk filmden
beklenebilecek anlatım aksaklıklarının hiçbirine düşmemiş, tertemiz anlatımlı
hoş bir tüm ortaya koymuş. Sinemamızda hak ettikleri yeri bulamamış iki
sanat-çı saydığım Talat Bulut ve Şerif Sezer'in oyunları ise alabildiğine
yapmacıksız,,. "Herşeye Rağmen’e, filmin tanık olduğumuz seyirci
ilgisizliğine rağmen, sinemamıza hoş geldin diyoruz...”Atilla Dorsay, “12
Eylül Yılları ve Sinemamız” (Yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 kasım 1987 tarihli
sayısında yer almıştır. )
► Yılların kameramanı Orhan
Oğuz'un ilk yönetmenlik sınavını verdiği Her Şeye Rağmen 'ini uzunca bir süre
önce gör-meme karşılık bir türlü yazma olanağını bulamamıştım. Filmin
Cannes'da resmi olmayan ufak bir ödülle (Gençlik Ödülü) değerlendirilmesi ve
hemen ardından ikinci kez vizyona sokulması, bu filmin güncelliğinden
yararlanarak yazı yazmamı adeta zorunlu kıldı.
Her Şeye Rağmen öncelikle
faklı, ayrıksı bir film olma özelliğini taşıyor. Kişilerinden, ele alıp
işlediği konunun değişikliğinden ve anlatım biçiminden bu ayrıksı yanını fark
etmemek olanaksız. Ama ne var ki (Bu sözcüğü, öylesine çok kullandım ki...) her
ayrıksı film tam başarıyı peşinde sürükleyip getirmiyor. Kimi zaman değişiklikler
ve farklılıklar ana temayı olabildiğinden daha zayıflatıp anlaşılmaz
kılabiliyor da... Her Şeye Rağmen böylesine çelişkilerin, anlaşılır ve
anlaşılır olmayanların bir ayrıntılar cümbüşü içinde bocaladığı, kimi zaman su
yüzüne çıkıp izleyeni etkilediği, kimi zaman ise anlatılanların çok uzağına düşüp
sırıttığı, boşlukta kaldığı bir film.
Filmde
"İçerden" yeni çıkmış bir adamın; Hasan' in, kendisi, geçmişi ve
çevresiyle bir bakıma hesaplaşması anlatılıyor. İçeriye neden ve nasıl girdiği
pek belli olmayan Hasan, her dışarı çıkan kişi gibi önce iş aramaya koyuluyor.
Sonunda buluyor da. Bulduğu iş ise bir Protestan kilisesinde cenaze arabası
şoförlüğü. Filmin anlatmak istediği ile pek kesişme-yen bir dizi vaazlar, gömme
törenleri vs. vs. ile Hasan'ın çevresini de tanımaya başlıyoruz. Oldukça
yaşlanmış ve kendisi gibi yalnız bir abla (Daha sonra bu abla kendi yalnızlığı
içinde yitip gidecektir) ve kendisine devamlı bir şeyler ikram etmekle yarışan
ablanın kapı komşusu, dul bir kadın ve onun oğlu Ahmet... Sonra tabii bir geri
dönüşle Hasan'ı tüm kadınlardan uzak tutan anneyi tanıyoruz. Hasan'ı tüm bir
yaşam boyu etkileyen, kimi zamanlar bu etkilerini düşlerdeki Fellini'nin
devasa memeleriyle sürdüren çok kocalı anneyi.
Böylesine bir geçmişle, şimdiki
anı yaşayan, geleceğe ise tedirgin bakan Hasan, içindeki tüm fırtınalara,
acılara karşın kendi suskunluğu içinde yalnızlığı, ezilmişliği yeğliyor. Adeta
tüm insanlardan (Ve özellikle kadınlardan, hepsi de anneyi anımsatan
kadınlardan) uzak kalarak bir bakıma kendi yazgısını, tıpkı günler boyu yaptığı
şişe içindeki gemi modeli gibi bir fanusun içine tutsak edip boğuyor. Onun
için tek umut ışığı Ahmet'tir. Çünkü geçmişindeki ezikliğini ve sevgiden
yoksunluğunu bu küçük çocukla özdeşleştirip bir çıkış yolu aramak istiyor. Ve
tabii sonunda buluyor da. İşte böyle bir film Her Şeye Rağmen... Bir çırpıda
yadsımayan, ya da kazandığı kimi ödüllerin cilası ile hemencecik benimsenip
övgülere boğumayan, boğulmayacak bir film. Orhan Oğuz öncelikle ele alıp
işlediği ruhbilimsel temayı daha etkili kılmak için bir dizi gerekli ve
gereksiz ayrıntıyı harekete geçirmiş. Oysa bu ayrıntıların filmin
anlattıklarıyla pek ilgisi yok. Oldukça uzatılmış bir çalgılı ritüel ayin,
birtakım gerek-siz vaazlar ve doğum yapan bir kadının cenaze arabasıyla
hastaneye yetiştirilmesi vs. vs. gibi.
Tabii bir de filmin temelde kadına bakış
açısı var. Ben kimileri gibi bunu "Kadın düşmanlığı" olarak
yorumlanıyorum. Ama hiç olmazsa onca "O biçim" kadın arasından birisi, birileri de Ahmet gibi Hasan için umut ışığı olamaz mıydı? İlle de
geçmişte kalmış sorumsuz bir annenin yükünü onca kadın yüklenmeli miydi? Ya da
Hasan'ın küskünlüğü ve yalnızlığı hep kadınsı bir çerçevenin içinde mi devinip
durmalıydı? Kuşkusuz bu türden soruları daha da uzatabiliriz. Bir de Orhan
Oğuz' un, filmiyle ilgili olumsuz eleştirileri hedef alarak, "Filmim
Türkiye'ye yabancı kaldı" deyişi var ki ona da hiç katılmıyorum. Olsa olsa
Orhan Oğuz biraz Türkiye'ye yabancı kalmış gibi geldi bana. Evet, yine de Her
Şeye Rağmen 'de izleyeni saran, onu alıp bir başka yerlere götüren ve Oğuz'un
bundan sonra yapacaklarına dikkati çeken bir şeyler de yok değil.
Tabii filmin diğer iyileri
de oyuncuları. Örneğin Talat Bulut, baştan sona, hiç düşmeyen, olabildiğince
yükselen oyunculuk grafiği ile filmin tüm ağırlığını omuzlanıp. Sevgisizlikle
yalnızlık, tedirginlikle sevecenlik yalnızca çehresine değil tüm hareketlerine
yansıyarak daha vurucu, ve etkileyici olmuş. Şerif Sezer de bugüne dek
yaptıkları arasında en iyisini vermiş. Yapay masumluğu/ezilmişliği altına
gizlediği (ya da tümüyle gizleyemediği) düşüncelerini/eylemlerini öylesine
güzel, öylesine canlı yansıtmış ki hayran kalmamak mümkün değil.
Kazandığı
kimi ödüllerle, bu arada kimi olumsuz ve sarkan yanlarına ve kısacası her şeye
rağmen, Orhan Oğuz, sinemamızın 80'li yıllarda edindiği yeni konumlarda yer
alabilen bir film yaptı demek abartma olmaz.