Powered By Blogger

8 Nisan 2020 Çarşamba

HER ŞEYE RAĞMEN (1987)


Yönetmen: Orhan Oğuz
Senaryo: Nuray Oğuz
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Kamera: Cem Molvan
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Mine Film/Kadri Yurdatap

Kamera Yardımcısı: Ercüment Süngül, Yönetmen Yardımcısı: Eray Özbal, Işık Şefi: Süleyman Çekiç, Işık yardımcısı: Mustafa Imırgı, Ali Ünlü, Yapım Sorumlusu: Sedat Özen, Set Ekibi: Erdal Sümer, Aziz Kıskanç, Recai Sümer, Yapım Koordinatörü: Adem Ayral, Montaj: Nevzat Dişiaçık, Negatif Montaj: Erol Şahin, Seslendirme Yönetmeni: Ersan Uysal, Sesleri Alan: Erkan Aktaş, Renk Uzmanı: Adnan Şahin, Laboratuar: Zekeriya Şahin, Yahya Öztürk, (Fono Film Stüdyosunda hazırlanmıştır).

Oyuncular: Talat Bulut (Hasan), Şerif Sezer, Bülent Oran (Papaz), Meral Çetinkaya, Nesrfin Akkoç, Belgin Güven, Küçük Yıldız: Hakan Çırakçı,

Konu: Hapisten yeni çıkan Hasan, bir Protestan kilisesinin cenaze arabası şoförlüğünü yaparak yaşamını sürdürmektedir. Bu arada Almanya'lı bir gurbetçinin dul karısı ile tanışır. Aynı zamanda ölen ablasının da komşusu olan kadına ilgi duyar.

ÖDÜL:

1. Ankara Film Şenliği “İlk Filmler “Yarışmasında (1988)

►Talat Bulut “En İyi Erkek Oyuncu”
►Şerif Sezer En İyi Kadın Oyuncu
►Orhan Oğuz “En İyi Yönetmen”
►Cahit Berkay “En İyi Müzik”
►Her şeye Rağmen “En İyi Film“

5. Avrupa Sine Festivali (İtalya) “Avrupa’nın en İyileri” bölümünde

►Her şeye Rağmen Birincilik Ödülü,
. 38. Mannheım Uluslararası Film Festivali

► En İyi Film “Herşeye Rağmen”
. 1988, Cannes Film Festivali’nde “Gençlik Ödülü”

v    Bu mevsimin asıl sürprizi olan "yeni yönetmenler", birer ikişer karşımıza çıkıyorlar. Muzaffer Hiçdurmaz'dan sonra, sıra görüntü yönetmenliğinden gelme Orhan Oğuz'da... Bu alanda değerli (ve ödüllü)  çabaları olan Oğuz, ilk filmini hem yönetmiş hem de çekmiş...

"Herşeye Rağmen", "İçerden" yeni çıkmış bir adamın, Hasan'ın öyküsünü anlatıyor. Aslında "öyküsünü anlatmak" yanlış bir deyim... Çünkü film, belli bir "öykü" anlatmaktan çok, bir avuç insanı, sorunları, çevreleri ve belli bir süre İçindeki yaşamlarıyla vermeyi amaçlıyor. Niye içeri düştüğünü hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz Hasan, önce iş arıyor ve buluyor. Bir Protestan kilisesinin cenaze arabası şoförlüğüdür bu. Bu "iş", bizlere İstanbul'daki gerçek Protestanlar arasın-da çekilmiş son derece İlginç birkaç sahne (toplantı, orkestralı bir cenaze, vb.) görme fırsatı veriyor. Sonra Hasan, Almanyalı bir gurbetçinin dul karısıyla tanışıyor. Erzincan'a "gelin" götürülmek istenen, oysa Almanya'da özgürlüğü [atmış kadının ihlal ettiği küçük oğlu Ahmet'te kendi çocukluğunu görür gibi oluyor... Ve onları ayıran "her şeye rağmen", Hasan, küçük Ahmet'le ilgilenmeye karar veriyor.

"Herşeye Rağmen", sıradan insanların sıradan öykülerini anlatan 'iddiasız" bir küçük film... Her şeyin sıradan olmasına çalışılmış, bunun için Talat Bulut bile Robert de Niro'ya Özenip 20 kilo alarak, göbeği önde giden tanınmaz bir kişiliğe bürünmüş.. Ancak ne yazık ki, bir De Niro olmadığı için, bu özverisi seyirciyi pek etkilemişe benzemiyor. Filmdeki kedinin bile "sıradan" olmasına dikkat edilmiş: Gerçekten de Göçmen, oldukça çirkin bir kara kedi!.. Sonuç olarak "Herşeye Rağmen'de sıradan görünüşlü bir film olmuş... Ama buna aldanmayın: Filmin bu sıradanlığı altında besbelli bir insancıllığı, bir sıcaklığı, bir doğallığı var. Orhan Oğuz, bir ilk filmden beklenebilecek anlatım aksaklıklarının hiçbirine düşmemiş, tertemiz anlatımlı hoş bir tüm ortaya koymuş. Sinemamızda hak ettikleri yeri bulamamış iki sanat-çı saydığım Talat Bulut ve Şerif Sezer'in oyunları ise alabildiğine yapmacıksız,,. "Herşeye Rağmen’e, filmin tanık olduğumuz seyirci ilgisizliğine rağmen, sinemamıza hoş geldin diyoruz...”Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” (Yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 kasım 1987 tarihli sayısında yer almıştır. )

► Yılların kameramanı Orhan Oğuz'un ilk yönetmenlik sınavını verdiği Her Şeye Rağmen 'ini uzunca bir süre önce gör-meme karşılık bir türlü yazma olanağını bulamamıştım. Filmin Cannes'da resmi olmayan ufak bir ödülle (Gençlik Ödülü) değerlendirilmesi ve hemen ardından ikinci kez vizyona sokulması, bu filmin güncelliğinden yararlanarak yazı yazmamı adeta zorunlu kıldı.

Her Şeye Rağmen öncelikle faklı, ayrıksı bir film olma özelliğini taşıyor. Kişilerinden, ele alıp işlediği konunun değişikliğinden ve anlatım biçiminden bu ayrıksı yanını fark etmemek olanaksız. Ama ne var ki (Bu sözcüğü, öylesine çok kullandım ki...) her ayrıksı film tam başarıyı peşinde sürükleyip getirmiyor. Kimi zaman değişiklikler ve farklılıklar ana temayı olabildiğinden daha zayıflatıp anlaşılmaz kılabiliyor da... Her Şeye Rağmen böylesine çelişkilerin, anlaşılır ve anlaşılır olmayanların bir ayrıntılar cümbüşü içinde bocaladığı, kimi zaman su yüzüne çıkıp izleyeni etkilediği, kimi zaman ise anlatılanların çok uzağına düşüp sırıttığı, boşlukta kaldığı bir film.

Filmde "İçerden" yeni çıkmış bir adamın; Hasan' in, kendisi, geçmişi ve çevresiyle bir bakıma hesaplaşması anlatılıyor. İçeriye neden ve nasıl girdiği pek belli olmayan Hasan, her dışarı çıkan kişi gibi önce iş aramaya koyuluyor. Sonunda buluyor da. Bulduğu iş ise bir Protestan kilisesinde cenaze arabası şoförlüğü. Filmin anlatmak istediği ile pek kesişme-yen bir dizi vaazlar, gömme törenleri vs. vs. ile Hasan'ın çevresini de tanımaya başlıyoruz. Oldukça yaşlanmış ve kendisi gibi yalnız bir abla (Daha sonra bu abla kendi yalnızlığı içinde yitip gidecektir) ve kendisine devamlı bir şeyler ikram etmekle yarışan ablanın kapı komşusu, dul bir kadın ve onun oğlu Ahmet... Sonra tabii bir geri dönüşle Hasan'ı tüm kadınlardan uzak tutan anneyi tanıyoruz. Hasan'ı tüm bir yaşam boyu etkileyen, kimi zamanlar bu etkilerini düşlerdeki Fellini'nin devasa memeleriyle sürdüren çok kocalı anneyi.

 Böylesine bir geçmişle, şimdiki anı yaşayan, geleceğe ise tedirgin bakan Hasan, içindeki tüm fırtınalara, acılara karşın kendi suskunluğu içinde yalnızlığı, ezilmişliği yeğliyor. Adeta tüm insanlardan (Ve özellikle kadınlardan, hepsi de anneyi anımsatan kadınlardan) uzak kalarak bir bakıma kendi yazgısını, tıpkı günler boyu yaptığı şişe içindeki gemi modeli gibi bir fanusun içine tutsak edip boğuyor. Onun için tek umut ışığı Ahmet'tir. Çünkü geçmişindeki ezikliğini ve sevgiden yoksunluğunu bu küçük çocukla özdeşleştirip bir çıkış yolu aramak istiyor. Ve tabii sonunda buluyor da. İşte böyle bir film Her Şeye Rağmen... Bir çırpıda yadsımayan, ya da kazandığı kimi ödüllerin cilası ile hemencecik benimsenip övgülere boğumayan, boğulmayacak bir film. Orhan Oğuz öncelikle ele alıp işlediği ruhbilimsel temayı daha etkili kılmak için bir dizi gerekli ve gereksiz ayrıntıyı harekete geçirmiş. Oysa bu ayrıntıların filmin anlattıklarıyla pek ilgisi yok. Oldukça uzatılmış bir çalgılı ritüel ayin, birtakım gerek-siz vaazlar ve doğum yapan bir kadının cenaze arabasıyla hastaneye yetiştirilmesi vs. vs. gibi. 

Tabii bir de filmin temelde kadına bakış açısı var. Ben kimileri gibi bunu "Kadın düşmanlığı" olarak yorumlanıyorum. Ama hiç olmazsa onca "O biçim" kadın arasından birisi, birileri de Ahmet gibi Hasan için umut ışığı olamaz mıydı? İlle de geçmişte kalmış sorumsuz bir annenin yükünü onca kadın yüklenmeli miydi? Ya da Hasan'ın küskünlüğü ve yalnızlığı hep kadınsı bir çerçevenin içinde mi devinip durmalıydı? Kuşkusuz bu türden soruları daha da uzatabiliriz. Bir de Orhan Oğuz' un, filmiyle ilgili olumsuz eleştirileri hedef alarak, "Filmim Türkiye'ye yabancı kaldı" deyişi var ki ona da hiç katılmıyorum. Olsa olsa Orhan Oğuz biraz Türkiye'ye yabancı kalmış gibi geldi bana. Evet, yine de Her Şeye Rağmen 'de izleyeni saran, onu alıp bir başka yerlere götüren ve Oğuz'un bundan sonra yapacaklarına dikkati çeken bir şeyler de yok değil.

Tabii filmin diğer iyileri de oyuncuları. Örneğin Talat Bulut, baştan sona, hiç düşmeyen, olabildiğince yükselen oyunculuk grafiği ile filmin tüm ağırlığını omuzlanıp. Sevgisizlikle yalnızlık, tedirginlikle sevecenlik yalnızca çehresine değil tüm hareketlerine yansıyarak daha vurucu, ve etkileyici olmuş. Şerif Sezer de bugüne dek yaptıkları arasında en iyisini vermiş. Yapay masumluğu/ezilmişliği altına gizlediği (ya da tümüyle gizleyemediği) düşüncelerini/eylemlerini öylesine güzel, öylesine canlı yansıtmış ki hayran kalmamak mümkün değil.

Kazandığı kimi ödüllerle, bu arada kimi olumsuz ve sarkan yanlarına ve kısacası her şeye rağmen, Orhan Oğuz, sinemamızın 80'li yıllarda edindiği yeni konumlarda yer alabilen bir film yaptı demek abartma olmaz.

HAZRETİ AYŞE “İSLAMİYETİN DOĞUŞU” (1987)


Senaryo ve Yönetmen: Yunus Yılmaz
Kamera: Şener Işık
Yapım: Arsel Film/Çetin Dağdelen, Aydın Haberda

Oyuncular: Selma Poyraz, Aytekin Akkaya, Hayati Hamzaoğlu, Yıldırım Gencer, Tarık Şimşek, Kazım Kartal, Hüseyin Peyda, Birsen Pamuk, Turgut Özatay, Aydın Haberdar, Ahmet Sert, Niyazi Er, Cemal Gonca


 Hazreti Muhammed’in eşi, müminlerin annesi… 612 yılında Mekke’de doğdu. Babası Hz.Ebubekir, annesi Ümmü Ruman binti Amir İbn Umeyr’dir. Çok küçük yaşta müslüman olmuştur. Resulullah Efendimiz, ona “Hümeyra” lakabını vermiş; “Dininizin yarısını bu Hümeyra’dan alınız” buyurmuşlardır.- Resulullah Efendimiz, ilk zevceleri Hatcetü’l Kübra hayatta iken başka bir kadınla evlenmemişti. Ölümünden sonra bir müddet daha evlenmedi. Osman İbn Maz’un hanımı Hz. Hule binti Hakim, Resulullah’a gelerek evlenme konusunu dile getirdi. Resulullah, “kiminle evleneyim?” diye sorduğu zaman, Hule:
-Kız da vardır dul kadın da vardır, hangisi-ni istersiniz? Dul kadın Sude bint-i Zema, kız ise Ebubekir’in kızı Ayşe. Emr ederseniz ben gidip bir ağız yoklayayım.
Hule, Resulullah Efendimiz’le görüştükten sonra Hz.Ebubekir’in evine geldi ve meseleyi kendisine anlattı. Hz.Ayşe’nin Resulullah’a nikahlanması, 620 yılında oldu. Nikahın kıyılmasından iki yıl geçtikten sonra zifaf olmuştur. (Kyn: www.biyografi.net)

HAYALLERİM AŞKIM VE SEN (1987)


Yönetmen: Atııf Yılmaz
Senaryo : Ümit Ünal , (“Bir Beyoğlu Düşü” bölümü Demir Özlü'nün aynı adlı öyküsünden alınmıştır)
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca
Müzik: Esin Engin
Yapım: Odak Film / Cengiz Ergun

Kurgu/Eşleme: Mevlüt Koçak,Yardımcı Yönetmen: Leyla Özalp, Sanat Yönetmeni: Engin Ergönültaş, Yönetmen Yardımcısı: Sevgi Saygı, Kamera Yardımcısı: Mahmut Yumuşak, Seslendiren: Atila Van, Seslendirme Yönetmeni: Ersan Uysal, Laboratuvar: Sinefekt, Özel Efektler: Hilmi Güver, Cengiz Turalı, Erdoğan Bugay, Film Baskı: Mustafa Koç, Negatif Montaj: Orhan Turgut, Selahattin Turgut, Makyaj: Berrin Sun, Fotoğraf: Mustafa Ziya Ülkenciler, Aydınlatma: Recep Biçer, Yardımcılar: Remzi Biçer, Şevki Gezer, Turgut Pelit, Set Ekibi: İsmail Kündem, Enver Kündem, İbrahim Tekin, Yapım Yardımcısı: Ahmet Altınterim, Yapım Yönetmeni: Ahmet Şişman, (Lale Film Stüdyosunda Seslendirilmiştir),

Oyuncular: Türkan Şoray, Oğuz Tunç, Müşfik Kenter, Fatoş Sezer, Engin İnal, Elif Yücesan, İsmet Elçi, Cihat Tamer, Tuncay Akça, Hikmet Taşdemir, Yaşar Şener, Cengiz Tünay, Ramiz Gürsoy, Yıldız Kurtoğlu, Dündar Aydınlı, Cevdet Arıkan, İsmet Elçi, Dündar Aydınlı, Çocuk

Oyuncular: Selim Özbabacan, Burçin Tuncay, Berhan Ballıoğlu, Alaattin Küntay, Sibel Aktanır

KONU: Yalnızca yetimhanede büyümüş Coşkun'un çocukluk yıllarından başlayarak ünlü sinema oyuncusu Derya Altınay'a, aşkla, tutkuyla karışık bir hayranlık duyması çevresinde oluşan hayalleri anlatmıyor. Bu aynı zamanda, Yeşilçam denen olayı kendine özgü yapısı ve seyircisi üzerindeki etkileriyle birlikte ele almayı deneyen karmaşık yapılı, ilginç bir senaryonun sinemalaştırılması... Bacak kadar bir çocukken perdede tanıştığı Derya Allınay, küçük Coşkun'un yalnız yetimhane gecelerini süslerken, sınıftaki en iyi arkadaşı, belki de ilk aşkı Rukiye'yi de yitirmesine yol açacaktır: Çünkü okulu ziyarete gelen ünlü yıldız, Rukiye'yi yanına alıp götürecekti. Yıllar sonra, Derya'nın sevgisini sıcak tutarak büyümüş ve tek amacı ona senaryo yazmak olan Coşkun, hiç de hayallerindekine benzemeyen, yalnız, sorunlu, olasılıkla mutsuz bir Derya Altınay’la ve onun yanında Pınar'a dönüşmüş bir Rukiye ile karşılaşacaktır. Bu karşılaşma, genç adama aynı zamanda Yeşilçam'ın film üretim mekanizması, sana-ta ve emeğe saygısı konusunda unutulmayacak dersler de verecektir..,

Ödül:

24. Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması (6 – 9 Ekim 1987)
► En Başarılı 3. Film
► Türkan Şoray “En başarılı kadın oyuncu” ► Çetin Tunca “en başarılı görüntü yönetmeni”
► Sinefekt “n başarılı film stüdyosu”

Jüri Üyeleri: Hulki Saner, Feyzi Tuna, Fatma Girik, Sami Şekeroğlu, Turgut Özakman, Hasan Türere, Faruk Bayhan, İbrahim Altınsay, Halim Horasan.

v    Ümit Ünal’ın özgün senaryosuna dayanıyorsa da film içinde yer alan bir senaryonun yazılma aşamasında düşüncede canlanan görüntülerde, Demir Özlü’nün “Bir Beyoğlu Düşü” öyküsü kullanılır. Yazar, yaşlılık günlerinde (Berlin'de) İstanbul'da ki gençlik günlerini anımsar. Baba evinden ayrılıp Be-yoğlu'nun Tünel tarafında bir daire tutar. Orada yeni bir dünya bulacak ve zaman zaman karşılaştığı apartman komşusu yalnız yaşayan bir gayrimüslim kadını tanıyacak ve onu sevecektir. Peşinden kiliseye gitmeye başlar. Karşılaşsalar selam vermeyi, düşündüğü bir gün kadın ile aynı yöne gittiklerinden bir süre onu izler. Tünel çevresinde sokak sokak izler, bir sokakta artık onu yalnız bırakacaktır. Va1iz hazırlığı sandığı bir takım sesler duyduğu bir gün kadın pencereyi açıp, kenarına oturur ve kendini aşağıya atar. yazar, koşup kucağına alırsa da .... kucağında odasına çıkarır. gelen polislerin suçlamasını kabul eder. Kadının sevgilisi (eski sevgilisi) olduğunu söyleyen biri, evde bulunmadığı bir gün kadını yazardan sorar ve kadını anlatır. Yazar bir gün eski sevgiliyi arar, verdiği adreste, adamı tanımayan fakat kadına benzettiği daha yaşlı birnin davetini kabul eder ve yine daveti üzerine sevişirler. Bunlar eski-de kalmış; yaşanmış, bazısı düşte yaşanmış olaylardır, unutulmaz." Hayallerim, Aşkım ve Sen'de (çocukken hayran! olduğu sinema Yıldızı ile yıllar sonra tanı-şan ve ona bir senaryo yazan genç senaryo yıldızı (adayının) tasarladığı düşlediği bir senaryo ile, Beyoğlu Düşü-nü kendince karşı penceredeki kadını görüp onu sever, izler, bakışırlar yaşam kırgını kendine göre daha yaşlı kadınla yaşanmayacak/yaşanamayacak bir aşkı paylaşırlar. “Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye” syf, 241 ”

► “…..Hayallerim, Aşkım ve Sen, önce bir starın filmi. Onun adeta sinemadaki serüveninin retrospektif bir izdüşümü. Bu star Türkân Şoray olabilir mi? Ya da niye olmasın? Uzun bir süre evli bir adamla birlikte yaşayan ve koruyucusu olduğu bu adama her şeyini emanet eden, önce göz yaşartıcı melodramlarda oynayarak gönüllerde taht kuran, sonra da santim santim açılıp —biraz geç de olsa— çağma ayak uydurmaya çalışarak ayakta kalmaya çabalayan kaç star kaldı ki sinemamızda. 

Filmin kahramanı bu star da tıpkı eski bir Beyoğlu gibi nostaljinin derinliklerinden kurtulup yeniye duyulan bir özlem haline gelme-ye çalışıyor. Filmin bir bakıma anlatıcısı/kurucusu durumundaki genç adam ise, yetimhane yıllarındaki ezikliği ile terk edilmişliğini daha o yıllarda izleme alışkanlığını elde ettiği Yavrularım filmiyle giderip, bu stara ulan dayanılmaz ve karşı konulmaz hayranlığını biriktirmeye başlıyor. Ama olgunlaşıp sinemaya ve bu stara olan hayranlığından senaryo yazma aşamasına geldiği zaman bile Yavrularımın Nuran'ı ile, argolu filmlerin Melek'i peşini bırakmıyor. Adeta yaşamının ve senaryosunun her aşamasında onlarla birlikte olup iç içe yaşıyor Oysa ki genç adam Coşkun, yetimhane yıllarını çok gerilerde bırakmış, argolu filmlerin Melek'ini ise hocasına armağan ederek, bu starların günümüzdeki uzantı-sı ya da çağdaş versiyonu olan Derya Atlınay'ın peşine takılmıştır. Tek amacı ona ulaşabilmek, yazdığı senaryoda oynamasını sağlamaktır. Çünkü bu kez ulaşılmak istenen star Derya'dır.

Aynı oyuncunun üç evresi ile özdeşlenip iç içe olmak, sonra da bu oyuncu adına hesaplaşma içine girmek gerçekten çok ilginç bir buluş. Düş ile gerçeğin birlikte harmanlandığı, düşün gerçek, gerçeğin ise düş olduğu gidip gelmelerde yalnızca bir starın kişisel ve sinemasal yaşamı irdelenmiyor, aynı unda bu starla hayranı arasındaki ilişkiler/beğeniler yumağı da yavaş yavaş açılarak su yüzüne çıkıyor.

Hayallerim, Aşkım ve Sen'in bir diğer ilginç tarafı İse şimdiye dek hiç yapılmamış bir Yeşilçam eleştirisini içermesinden geliyor. Gerçekten de filmde yalnızca star olgusu değil, bir Yeşilçam düzeni de -belki de filmin en gerçekçi yanı- eleştiri süzgecinden geçirilip kimi kirli çamaşırları su yüzüne çıkartılıyor. Gerçi bu eleştiri süzgecinden geçen şeyler beylik, bilinen şeyler, ama yine de ilk kez bir yerli yapımda ele alınıp inceden inceye alayla süz konusu ediliyor. Atıf Yılmaz iğne ile çuvaldızı elden ile dolaştırarak bir balcıma düşsel bir fantezi gibi ördüğü olaylar zincirlemesine ironisini eklemekten çekinmiyor.

Hayallerim, Aşkım ve Sen, hiç kuşku yok ki bir çırpıda yadsınacak ya da bunun tam tersi hemencecik kabullenip "mevsimin en iyi filmlerinden biri" olarak lanse edilecek bir çalışma değil. Aralarda kalan; Türkan Sultan'ın sinemaya bilmem kaçıncı kez tekrar dönüşünü kendi öz yaşamına benzer bir olaylar demeti ile kutlayan, çok şeyler söylemek isteyip de bunları kurgu kargaşası içinde adeta bilerek anlaşılmaz kılmak isteyen çok ama çok "kendine özgü" bir film. Ama yine de her Atıf Yılmaz filmi gibi kayıtsız kalınmayacak, düşündürme dozu iyi ayarlanmış eğlencelik bir gösteri. Hayallerim, Aşkım ve Sen, anlattıkları bir yana, belki de eski Beyoğlu görünümünü —mekan olarak— olayların içine yerleştirerek en iyi yansıtan ve duyuran bir film olma özelliğini de taşıyor. “Burçak Evren, Türk Sinemasında Yeni Konumlar”

► "Hayallerim, Aşkım ve Sen", 1980'Ierde sinemamız için iki önemli akımın ve yeniliğin öncülüğünü yapan Atıf Yılmaz'ın bu iki tavrını yeni bir filmde, yeni bir birleşimle sürdüren çabası... Gerçekten de 1980'lcrde Yılmaz, bir yandan kadını odak noktası olarak alan "kadın filmlerinin öte yandan fantezi öğesini hafif gerçeküstücü dokunuşlarla da besleyen ve klasik Yeşilçam türlerini zorlayan biraz gizemli, biraz da fantastik yapıda filmlerin öncülüğünü yaptı. Bu filmlerin kazandığı şaşırtıcı başarıdan cesaret alan Yılmaz, araştırmalarım, giderek cüretini daha ötelere götürüyor. "Hayallerim, Aşkım ve Sen" bu açıdan daha da uç bir örnek,,. Çünkü bu film, yalnız Yeşilçam mantığını değil, düpedüz Aristo mantığını da zorlarken, bir adım daha ileri gidiyor, tüm bir Yesilçam mitolojisini de, kuşkusuz o mitolojinin oluşmasına katkıda bulunmuş ve onu ayakla tutmuş seyircisiyle birlikte, iyicene eleştiriyor, alaya alıyor. Bakalım, klasik Türkân Şoray ve de Yeşilçam seyircisi, bu filmİ nasıl karşılayacak, meraka değer!..”Atilla Dorsay “12 Eylül Yolları ve Sinemamız”

v    Ve Atıf Yılmaz, düş dünyasının pencerelerini bir kez daha aralıyor Hayallerim, Askım ve Sen ile... Benzer bir anlayışın ürünleri olan Adı Vasfiye ve Aaahh Belinda'nın eleştirmenlerden övgü, seyir-cilerden ise ilgi görmesinin sonucu Yılmaz, yoluna devam ediyor. Az şey değil, hem star oyuncuları oynatarak gişe rekorları kırmak, hem de böylesine tecimsel amaçlı filmlerden övgüler almak. Ama Yılmaz'ın fılmografisini incelediğimizde buna benzer anlayışın birçok örneğini görmek olası, Çünkü Yılmaz, "her devrin adamı" deyimini doğrulayacak denli piyasanın koşullarını bilen ve bu koşulları biraz ustalık, biraz da emelleri tavlayacak biçimde birleştirerek sunan bir yönetmen. Kuşkusuz bu. yargılarım, Yılmaz'ın erdemleri olduğu kadar, kusurları olarak da değerlendirilebilir.

Fantezi buketi halinde sürdürmeye devam ediyor. Sanırım "artık bıktık" deyinceye dek de sürdürecek. Ama hemen belirteyim, Hayallerim, Aşkım ve Sen; Aahh Belinda' dan sonra biraz yavan ve zorlama bir film gibi geldi bana. Henüz bıkmadım/bıkmadık, ama o sınıra yaklaştığımızı da fark ediyor gibiyiz.

Genç, yeni ve yetenekli senaristlerimizden Ümit Ünal'ın elinden çıkma senaryo, perdedeki kahramanla bir bakıma öz-deşleşme (daha doğrusu «şın İlgi duyma) açısından şaşılacak denli Woody Allen'ın Kahire'nin Mor Gülü 'ne benziyor. Ya da daha iyimser bir yaklaşımla bu filmi gereğinden fazla anımsatır gibi oluyor. Tabii yanılabilirim. Ama ne var ki, filmin bende bıraktığı ilk izlenim bu oldu.

Hayallerim, Aşkım ve Sert, önce bir starın filmi. Onun adeta sinemadaki serüveninin retrospektif bir izdüşümü. Bu star Türkân Şoray olabilir mi? Ya da niye olmasın? Uzun bir süre evli bir adamla birlikte yaşayan ve koruyucusu olduğu bu adama her şeyini emanet eden, önce göz yaşartıcı melodramlarda oynayarak gönüllerde taht kuran, sonra da santim santim açılıp —biraz geç de olsa— çağma ayak uydurmaya çalışarak ayakta kalmaya çabalayan kaç star kaldı ki sinemamızda.

Filmin kahramanı bu star da tıpkı eski bir Beyoğlu gibi nostaljinin derinliklerinden kurtulup yeniye duyulan bir özlem haline gelmeye çalışıyor. Filmin bir bakıma anlatıcısı/kurucusu durumundaki genç adam ise, yetimhane yıllarındaki ezikliği ile terk edilmişliğini daha o yıllarda izleme alışkanlığını elde ettiği Yavrularım filmiyle giderip, bu stara ulan dayanılmaz ve karşı konulmaz hayranlığını biriktirmeye başlıyor. Ama olgunlaşıp sinemaya ve bu stara olan hayranlığından senaryo yazma aşamasına geldiği zaman bile Yavrularım’ın Nuran'ı ile, argolu filmlerin Melek'i peşini bırakmıyor. Adeta yaşamının ve senaryosunun her aşamasında onlarla birlikte olup iç içe yaşıyor. Oysa ki genç adam Coşkun, yetimhane yıllarını çok gerilerde bırakmış, argolu filmlerin Melek'ini ise hocasına armağan ederek, bu starların günümüzdeki uzantısı ya da çağdaş versiyonu olan Derya Atlınay'ın peşine takılmıştır. Tek amacı ona ulaşabilmek, yazdığı senaryoda oynamasını sağlamaktır. Çünkü bu kez ulaşılmak istenen star Derya'dır.

Aynı oyuncunun üç evresi ile özdeşlenip iç içe olmak, sonra da bu oyuncu adına hesaplaşma içine girmek gerçekten çok ilginç bir buluş. Düş ile gerçeğin birlikte harmanlandığı, düşün gerçek, gerçeğin ise atış olduğu gidip gelmelerde yalnızca bir starın kişisel ve sinemasal yaşamı irdelenmiyor, aynı unda bu starla hayranı arasındaki ilişkiler/beğeniler yumağı da yavaş yavaş açılarak su yüzüne çıkıyor.

Hayallerim, Açkım ve Sen'in bir diğer ilginç tarafı İse şimdiye dek hiç yapılmamış bir Yeşilçam eleştirisini içermesinden geliyor. Gerçekten de filmde yalnızca star olgusu değil, bir Yeşilçam düzeni de —belki de filmin en gerçekçi yanı— eleştiri süzgecinden geçirilip kimi kirli çamaşırları su yüzüne çıkartılıyor. Gerçi bu eleştiri süzgecinden geçen şeyler beylik, bilinen şeyler, ama yine de ilk kez bir yerli yapımda ele alınıp inceden inceye alayla süz konusu ediliyor. Atıf Yılmaz iğne ile çuvaldızı elden ile dolaştırarak bir balcıma düşsel bir fantezi gibi ördüğü olaylar zincirlemesine ironisini eklemekten çekinmiyor.

Hayallerim, Aşkım ve Sen, hiç kuşku yok ki bir çırpıda yadsınacak ya da bunun tam tersi hemencecik kabullenip "mevsimin en iyi filmlerinden biri" olarak lanse edilecek bir çalışma değil. Aralarda kalan; Türkan Sultan'ın sinemaya bilmem kaçıncı kez tekrar dönüşünü kendi öz yaşamına benzer bir olaylar demeti ile kutlayan, çok şeyler söylemek isteyip de bunları kurgu kargaşası içinde adeta bilerek anlaşılmaz kılmak isteyen çok ama çok "kendine özgü" bir film. Ama yine de her Atıf Yılmaz filmi gibi kayıtsız kalınmayacak, düşündürme dozu iyi ayarlanmış eğlencelik bir gösteri. Hayallerim, Aşkım ve Sen, anlattıkları bir yana, belki de eski Beyoğlu görünümünü —mekan olarak— olayların içine yerleştirerek en iyi yansıtan ve duyuran bir film olma özelliğini de aşıyor.,

HAFIZ YUSUF EFENDİ (1987)


Yönetmen: Türker İnanoğlu
Senaryo: Safa Önal
Görüntü Yönetmeni: Çetin Gürtop
Yapım: Erler Film / Türker İnanoğlu

Müzik: Sadun Aksüt, Şarkılar: Ahmet Özhan, Işık Şefi: Ali Salim Yaşar, Sanat Yönetmeni: Sohban Koloğlu, Ses: Erkan Esenboğa, Montaj: Mehmet Bozkuş, Prodüksiyon Amiri: Adnan İrküt, Necati Şimşek, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, (Sineray Film Stüdyosunda hazırlanmıştır)

Oyuncular: Ahmet özhan, Sibel Turnagöl, Fulden Uras, Şemsi İnkaya, Haluk Kurtoğlu, Sümer Tilmaç, Salih Kırmızı, Nevin Aypar, Nilgün Ersoy, Bennu Yıldırım, Nubar Terziyan, Handan Adalı, Agah Hün, Sohban Koloğlu, Renan Fosforoğlu, Mesut Sürmeli, Memduh Ünsal, Nuri Tuğ, Cevdet Balıkçı, Çetin Başaran

Konu: Filmin öyküsü 1870’li yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu dönemi İstanbul’unda geçer. Bir din adamı, aynı zamanda da yetenekli bir müzisyen olan Hafız Yusuf Efendi’nin yaşam dramını konu alır. Her şey bir faytoncunun bir hizmetçiye aşık olup, onu hamile bıraktığı, dahiliye nazırı bir paşanın konağında başlar. Aşıklar evlenmek istemektedir ama, Paşa bunun evine yapılan bir hakaret olduğu gerekçesiyle karşı çıkar. Faytoncu (Sümer Tilmaç) bu nedenle hapse atılır, bahtsız sevgilisi de oğlunu dünyaya getirirken ölür. Faytoncu sevdiği kadının ölümünü haber aldığında, hapisten çıkar çıkmaz Paşa’-dan intikam almaya yemin eder. Yıllar geçer; faytoncunun oğlu Yusuf (Ahmet Özhan) müzik zevkine ve derin bir dini inanca sahip yakışıklı bir delikanlı olur. Bir gece Paşa, Yusuf’un da içinde olduğu bir konsere katılır. O da zaman içinde eşini kaybetmiş ve kızıyla baş başa kalmıştır. Yusuf’un yeteneğiyle büyülenen Paşa, ondan konağına gelerek kızına ve yeğenine (Fulden Uras) müzik dersleri vermesini ister. Kısa bir süre sonra iki kız da Yusuf’a aşık olurlar ama, genç müzisyenin sevgisini kazanan Paşa’nın kızıdır (Sibel Turnagöl). Paşa’nın karşı çıkmasına karşın aralarında sıcak ve romantik bir ilişki başlar. Bir gün Yusuf babasından sevdiği kızın, annesinin ölümünden sorumlu adamın çocuğu olduğunu öğrenir. Aşkı ve acı dolu geçmiş arasında kalan Yusuf bocalar. Ama sonunda olaylar öylesine gelişir ki, Paşa eski faytoncusunu ziyaret edip, ondan geçmiş-teki hata ve günahları için af dilemek zorunda kalır. İki sevgiliyi artık güzel bir yaşam beklemektedir…


GÜNEŞTEN DE SICAK / SARI GÜNEŞ (1987)


Yönetmen: Temel Gürsu
Senaryo: Arda Uskan
Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay
Yapım: Burak Film/Sungun Esen, İbrahim Mertoğlu

Oyuncular: Banu Alkan, Engin Koç, Reha Yurdakul, Sibel Gökçe, Neriman Köksal, Altan Erbulak, Gülşah Ezgi, Reha Yurdakul, Ragıp Korcan

Konu: Psikoloji öğrenimi gören genç bir kadın (Banu Alkan), ailesiyle İstanbul'da yaşamaktadır. Kız kardeşinin, bunalımlı ve psikopat bir gençle ilişkisi vardır. Psikopat genç (Engin Koç), sevgilisini bir gün boğup öldürür. Kardeşinin intikamını almak için harekete geçen abla, bu kez de delikanlıya aşık olur. Fakat genç adam, kimseye yar olmaz. Kendisini asar..


GÜNAH OLMASA (1987)


Yönetmen: Oğuz Gözen
Senaryo: Nadire Zeybel
Görüntü Yönetmeni: Mükremin Şumlu
Müzik: Atilla Alpsakarya
Yapım: Burç Film / Fedai Öztürk

Oyuncular: Kamuran Akkor, Cemil Kılıç, Murat Soydan, Engin Aksu, Leyla Altın, Sami Hazinses, Yücel Arsoy, Didem Özonuk, Meral Çankaya, Cemal Orman

Konu: Bir iftira sonucu yuvası yıkılan teselliyi içkide arayan bir kadının yaşamı. Film, Oğuz Gözen tarafından 1982 de çekilen “Bitmeyen Ayrılık” filminin yeni versiyonudur.

GÜNAH GECESİ (1987)



Yönetmen: Erdoğan Tokatlı
Senaryo: Bülent Oran
Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay
Yapım: Topkapı Film/Yaşar Tunalı

Oyuncular: Kenan Kalav, Pınar Avşar, Nil Ünal, Engin İnal, Sevim Çalışgir, Gönül Demirkol, Mehtap Anıl, Melih Çardak, Ali Tutal

Konu: Bir mağazada çalışmakta olan Kenan Kalav, bir başka mağazada tezgahtarlık yapan kızla (Pınar Avşar) sözlüdür.  Kızın ailesi Kenan’ı istemez. Diğer yandan Pınar’ın babası kızının arkadaşına aşıktır. Kenan kızın babasının hazırladığı bir komplo ile hapse girer. Hapiste iken aldığı piyango biletinden ikramiye kazanan Kenan, hapisten sonra bir iş kurar ve sözlüsü ile evlenir.

GÜLÜM BENİM (1987)


Yönetmen: İbrahim Tatlıses
Senaryo: Aydemir Akbaş
Kamera Erdoğan Ererez
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Varlık Filmcilik A. Ş./ Lokman Kondakçı,Tufan Güner

Prodüksiyon Müdürü: Mehmet Akdil, Prodüksiyon Yardımcısı: Suat Özdemiralp, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Işık Teknisyeni: Ali Demirel, Kamera Asistanı: Mahmut Yumu-şak, Mehmet Ererez, Yönetmen Asistanı: Güler Ülüş, Köksal Yıldız, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, şanlıdır. Renk uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Matipo: Armağan Köksal, Fehmi Acar, Laboratuvar: A. Tümay Rızai, Şems Tokgöz, Aslan Tektaş, Kurgu Yardımcısı: Mustafa Kalkan, Soner Şenbecerir, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Metin Çeşmebaşı, Kurgu: İsmail Kalkan,
Sineray film stüdyolarında hazırlanmıştır

Oyuncular: İbrahim Tatlıses, Derya Tuna, Aydemi,r Akbaş, Hüseyin Peyda, Göksel Kortay, Güzin Özipek, Cengizhan Yunga, Mehmet Akdil, Suat Özdemiralp, Hasan Çelik,

Konu: Kamyon şoförlüğü yaparak haya-tını kazanan Hıdır bir tesadüf sonucu Cemile’yle tanışır. Cemile, Diyarbakırlı zengin bir ailenin kızıdır. Aralarında baş-layan dostluk kısa sürede aşka dönüşür. Fakat birleşmeleri imkansızdır. Çünkü Cemile bir başkası ile nikahlıdır.

GRAMOFON AVRAT (1987)


Yönetmen: Yusuf Kurçenli Senaryo: Ayşe Şasa, Yusuf Kurçenli (Sabahattin Ali’nin aynı isimli romanından) Görüntü Yönetmeni: Kenan Davutoğlu Müzik: Arif Erkin, Yapım: Varlık Filmcilik A.Ş./ Lokman Kondakçı ,Tufan Güner, Set: Nusret Yılmaz, Dilek Karakaş, Hakan Ergenç, Rasim Ekici, Işık: Metin Devrim, Çetin Devrim, Sinan Gençer, Makyaj: Sahra Gülyüz, Kamera Asistanı: Saruhan Güney, Yönetmen Yardımcısı: Melahat Çetin, Kurgu: Mevlut Koçak, Seslendirme Yönetmeni: Kamuran Usluer, Koreografi: Mehmet Akan, Jenerik: Beysun Gökçin, Sanat Yönetmeni: Deniz Özen,
(Fono Film Laboratuarında seslendirilmiştir)

Oyuncular: Türkan Şoray, Hakan Balamir , Emin Ant, Mehmet Akan, Güzin Özipek, Menderes Samancılar, Sevinç Pekin , Gülsen Tuncer , Kemal İnci, Ferda Ferdağ, Oktar Durukan, Erbil Altanay, Selahattin Fırat, Uğur Duru, Suat Özbek, Yaşar Çimen, Nilüfer Bengioğlu, Suat Özdemiralp, Konuk Sanatçılar: Sevinç Pekin, Reyhan Ataman, Yılmaz Uyar,

Konu: Olaylar 1930'ların Konya'sında geçer. Genç ve güzel bir kadın olan Cemile (Türkan Şoray), oturak alemlerinin işveli ve cilveli bir dişisidir. Erkeklerin tutkunu olduğu genç kadın, bu alemlerde göbek atar, içki sunar. Alemlere katılmak için arabasına bindiği faytoncu Murat (Emin Ant) de ona aşıktır. Ne var ki bu yaşamdan bezmiş bir kadın olarak bir kente yerleşmeyi düşlemeli tedir. Çünkü, eşraftan kişilerin kucağına oturma eylemi, genç kadına ters gelmekte ve direnmektedir. İşte bu direnme sırasında faytoncu Murat alini kana bular. Cemile'yi kucağına oturtmak isteyen bir eşraf züppesini belindeki silahla öldürüp hapse girer. Cemile'nin tutkunlarından biri de manifaturacı Ali'dir (Hakan Balamir). Tüccar Ali 'nin kadından yana şansı yoktur. Çünkü evli olup, hastalıklı bir karısı vardır. Bu nedenle tutkunu olduğu Cemile'ye sürekli kur yapar. Ama Cemile, kendisi için hayatını feda eden Murat'ı unutamaz. Bu arada yalnızlık ve parasızlık nedeniyle eşraf zengini Ali 'yi de idare etmeye çalışır. Ali ise tahammül edilmez bir kıskançlığın pençesinde içi içini yerken, Cemile kurtuluşu umumhaneye gitmekte bulur.

v    Atatürk devrimlerinin henüz yaşamda olduğu, kentin "kibar" ailelerinin kadınlı erkekli toplantılar, "danslı partiler" düzenlediği, sosyal hayatın gelişmekte olduğu bir Konya'dır bu ... Yine de tüm bunlar, bir azınlık için söz konusudur. İster o azınlıktan, isterse "sessiz çoğunluk"tan olsunlar, hemen tüm erkekler için kadın yine kolay ulaşılmazdır, "tabu"dur, "namuslu" ve "hafifmeşrep" diye kesin çizgilerle ikiye ayrılmıştır. Yörenin (günümüzde bile süren) ünlü "oturak alemlerinde ikinci türden, etli canlı, gerçek kadınların işveli göbek atmaları seyredilir, elleri tutulur, kimi zaman güvercin göğüsleri emilir. .. Bu kesinlikle bir erkekler dünyasıdır. Kadın orada hem tapınılması hem de sırası geldiğinde alabildiğine aşağılanması gereken bir bilmece, bir anahtar, bir yazgıdır ... Üç erkeğin yazgısı da, bu "oturak kadınlarından biri olan Cemile'nin kişiliğinde düğümlenmiştir... Eşraftan Rifat, Gramofon uğruna gencecik yaşamını tüketecek, faytoncu Murat yine onun yüzünden elini kana bulayıp hapse düşecek, yine eşraftan tüccar Ali ise hastalıklı karısının yaşamına getirdiği kasvetten Gramofon yoluyla biraz fera-ha çıkmayı deneyecektir. ..

Yusuf Kurçenli'nin yeni (ve dördüncü) filmi, güzel bir hikayeden değişik, kişisel, insanı hem etkileyen hem de hevesini kursağında bırakan bir film çıkarıyor. Kurçenli, öncelikle temel ve kolayca düşülebilecek bir tuzağı, Gramofon'un hikayesinden bir tür bol danslı, göbekli şenlikli "7 Kocalı Hürmüz" filmi yapma tuzağını önlüyor. Hikayenin içerdiği, aslında çok sinemalık malzemeyi ayıklı-yor, en pitoresk olan, en kolay etki ya-pabilecek olanı sanki bir yana koyuyor.

Kurçenli, aslında çelişkileri olan, bunları dördüncü filmine karşın hala yenememiş bir yönetmen. Kimi zaman olağanüstü mizansenler yaratabiliyor. Örneğin kilisede Gramofon'un arabacı Murat için dans etmesi sahnesinde, yabancılaştırıcı bir müziğin de etkisiyle sahneyi sıradan, erotik bir danstan alıp ırak soyutluklara, tanımlamaötesi duy-gulara doğru kanatlandırıyor. Gramofon'un Konya'nın eşraftan kadınları arasındaki "baygınlık" sahnesi veya anlatıcının (Sabahattin Ali'nin) kişiliğiyle verilen final bölüm gibi sahneler de usta işi Ama aynı Kurçenli'nin sözgelimi Murat'ın Rifat'ı vurması gibi bir anahtar sahneyi niye bir müsamere havasında çektiğini gelin de anlayın! .

Gramofon Avrat" erdemleri ve kusurlarıyla, Türk toplumunda kadının, çeşitli devrimlere, reformlara, modernleşme, Batılılaşma çabalarına karşın pek değişmeyen yeri üzerine ilginç bir gözle getiriyor. Film, Kurçenli'nin sineması üzerine yine erdemleri ve kusurlarıyla artık daha kesin bir yargıda bulunma fırsatını da getiriyor. Filmi izlerken hep aklımdaydı, sonradan buldum aradığım sözcüğü: Kurçenli, sinemamızda, deyim yerindeyse, bir minyatür ustası gibi çalışıyor. Filmini coşkulu fırça darbeleriyle değil, küçük dokunuşlarla, bin bir ayrıntıyla, küçük boyutlarda çalışan bir minyatüı ressamı gibi oluşturuyor ... Söyleyeceklerini alçak perdeden söylüyor. Bu, Kurçenli sinemasının artık temel bir özelliği. Görüntü. müzik ve oyuncu çabasını da bu niteliklere uydurmuş Kurçenli ...

Türkan Şoray ve Hakan Balamir, bize sorarsanız, karşılıklı biirer oyunculuk gösterisi döktürüyorlar. Balamir'in ürkek, kıskanç tutkulu bakışlarla saptadığı kompozisyonunu kolay kolay unutmak mümkün değil. Türkan Şoray'a gelince, Kurçenli'nin de yönlendirişiyle sanıyorum, oldukça ilginç bir kompozisyon yaratmış. Önceleri, özellikle aynalar önündeki makyaj bölümlerinde, birbirine kattığı erkek dünyalarından kopardığı fırtınalar-dan habersiz, en azından onları hiç umursamayan ruhsuz, duygusuz bir "taş bebek" kişiliği çiziyor Şoray. Sonra film ilerledikçe, ilerleyen yılların bin bir yeni anlam ve zenginlik kattığı yüzüyle, bu kez iç alemi, duygulan olan, kendisi için öldüren adama tüm yaşamını adamayı bilen bir kadınla karşılaşıyoruz. Bu, Şoray'ın oyununa nüanslar katıyor gerçi. ama sonuç olarak belki de filmin, tüm olarak bakıldığında, aleyhine oluyor. Çünkü Gramofon'un tasasız, kaygısız, duygusuz taş bebek kişiliğinden körü körüne aşık olan, aşkı yüzünden acı çeken gözü yaşlı bir kadın kişiliğine dönüşmesi (Sinemamızda çok fazla işlenmiş bir kişilik), gereğince inandırıcı olmuyor ve filmin ilk yarıdaki özgünlüğünü zedeliyor. Hemen tüm yardımcı oyuncuların, özellikle baştan sona pırıl pırıl bir oyun veren sinemamızın adsız kahramanlarından Gülsen Tuncer'in oyunu övgüye değer. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”

v    Kurçenli'nin bu dördüncü filminde de bir şeyler aceleye gelmiş, getirilmiş gibi. Ama yine de yönetmenin her filminde olduğu gibi bir üslup bütünlüğünün ileriye dönük pırıltılarını sezmemek olanaksız. Hep aynı çizgide usul usul giden, anlamsız ve abartılmış bir duygu çoşkunluğuna ödün vermeden, kendi duyarlılığını yaşamın olabilirliği içinde yakalamaya çalışan, çoğu' zaman ele alıp irdelediği kişilikleri yüzeysel değil de, en ince ayrıntılarına dek çizmeye çalı-şan bir yönetmen var karşımızda. 1987). (Burçak Evren, Sabahattin Ali'nin "Gramofon Avrat"ı, Güneş, 27 Kasım 1987

v    Son derece umut verici başlangıcı, başarılı kadın portreleri, müziği, Hakan Balamir tipi ve özellikle şimdiye kadar anlamsız köylü kadın rollerinde harcanan Gülsen Tuncer'in harikulade, pes perdeden oyunculuğu dışında, filmden geriye kalan bir de Türkan Şoray oluyor. ilk "dönüş" filmi "Hayallerim, Aşkım” da etkileyici bir yüzden başka bir şey değildi Türkan Şoray. Bu filmde ise ölçülü oyunculuğunun da ötesinde bir Türk sineması ikonu, bir "figür olarak çok anlamlı, çok yerinde kullanılmış. (Fatih Özgüven, "Pırıltılı bir film  Yeni Gündem, S.: 92, 6·12 Aralık 1987).

v    Gramofon Avrat'taki o şeytansı çekiciliği, bütün erkekleri birbirine düşürüp, oradan sıyrılmasını her seferinde beceren o enerjik kadını, bezgin, acı çeken zavallı bir kadına dönüştürüyor. Bu acılı, ağır anlatım giderek filmin her sekansına siniyor ve kendini bile taşmaktan aciz, bezgin bir film çıkıyor karşınıza. Öte yandan, dönemin tarihsel arka planını yerinde bir girişim olabilirdi eğer Kurçenli karşısına çıkan grotesk manzaradan ürkmüş gibi kamerasını yeniden Gramofon Avrat'ın baygın yüzüne çevirmeseydi. (Cemal Ener, Yeşilçam'a uğramayan melekler, Söz, 27 Kasım



7 Nisan 2020 Salı

GÖLET (1987)


Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Yalınkılıç
Görüntü Yönetmeni: Dinçer Önal
Yapım: Pınar Film/Halis Şenol

Prodüksiyon Amiri: Yusuf Güney, Set Teknisyenleri: Kemal Kundak, Ali Sakal, Abdullah Kıvırcık, Işık: Gürbüz Şengel, Jenerik: Ekrem Borazan, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Laboratuar: Şems Tokgöz, Aslan Tektaş, Matibo: Fehmi Acar, Armağan Köksal, Kurgu: Necdet Tok, Yardımcıları: Metin Çeşmebaşı, Mustafa Kalkan, Soner Şenbecerir, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Sultan Yıldırım, Fatoş Yıldırım, Yönetmen Asistanı: Nilgün Seren, Kameraman: Mustafa Kuzu, Sineray Film Stüdyosunda hazırlanıp seslendirilmiştir

Oyuncular: Belkıs Akkale, Ümit Acar, Turgut Özatay, Mustafa Suphi, Ayşe Gül, Ece Berksoy, Sırrı Elitaş, Yılmaz Cesur, Buket Altuğ, Şükriye Atav, Metin Yılmazbaş, Nuri Tuğ, Ferhat Fırat, Cemal Orman, Korkmaz Yalınkılıç, Enver Dönmez, Hasan Yıldız, Bahattin Eroğlu, Ayten Mutlu, Cengiz Durmaz, Ahmet Yürekli, Nermin Çakar, Füsun Tozan Yeğin, Cesur Yılmaz,

Konu: Köyün suyuna sahip çıkıp, tarları susuz bırakan bir ağa ile, bu uğurda savaş verip köyü suya kavuşturan bir avuç insanın öyküsü.


GERi DÖN (1987)


Yönetmen: Orhan Elmas
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Kamera: Rafet Şiriner
Yapım: Sezer Film/Sezer İnanoğlu

Işık Şefi: Gürcan Küçüker, Yardımcısı: İdris Emektatr, Erdem İstanbullu, Renk uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuvar: Şems Tokgöz, Aslan Tektaş, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Sultan Yıldırım, Fatoş Yıldırım, Montaj, Senkron, Cevat Sezer, Sesleri Alan : Erkan Esenboğa, Dublaj Yönetmeni: Erhan yazıcıoğlu,
Sineray Film Stüdyosunda hazırlanmıştır

Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Reha Yeprem, Efgan Efekan, Zeynep Erman, Merih Fırat, Cem Erman, Peri Han, Yüksel Gözen, Baki Tamer, Sesi ile: Sezen Aksu, Renan Fosforoğlu, Faruk Savun, Zeynep Erman, Mesut Sürmeli, Orhan Çoban,

Konu: Zengin bir iş adamının şımarık kızıyla, fakir bir balıkçı gencinin aşk öyküsü .