Powered By Blogger

10 Aralık 2022 Cumartesi

 

BAY E (1995) / Mr. E

Senaryo ve Yönetmen: Sinan çetin, Kamera: Tevfik Şenol, Sinan Çetin, Kurgu: Ömer Sevinç, Müzik: Mustafa Sandal, Yapım: Plato Film/ Sinan Çetin Kast: Rebekka Haas, Dialog Yazarı: Tan Cemal Genç, Video Editör: Ercüment Yılmaz, Yönetmen Asistanı: Nermin Eroğlu, Kamera Süpervizör: Tevfik Şenol, Kamera operatörü: Sinan Çetin, Focus Puller: Kamil Çetin, Işık Müdürü: Şevki Gezer, Sinan Çetin Asistanı: Zaven Çiğdemoğlu, 2. Yönetmen asistanı: Ebru Hamamcıoğlu, 3. Yönetmen asistanı: Tulya Uzun, Sanat Yön. Asistanı: Gürol Filiz, Ses Asistanı: Murat Sakman, Ses Mixer: Hakan Özer, Taner Öngör, Tonmaister: Tuncer Aydınoğlu, Prodüksiyon Müdürü: Zümrüt Beşer, Devamlılık: Mehmet Kavasoğlu, Prodüksiyon Asistanı: Cem Yıldırım, Kostüm tasarım: Şahaser Birinci, Makyaj: Neslihan Atabaş, Grafik: Füsun Turcan,

Oyuncular: Mehmet Ali Erbil (İsmet Berkan), Natalie Heroux (Leyla Berkan), Terran Greene, Cansu Akbel (benzinci kız), Meltem Cumbul, Rasim Öztekin (komiser), Elif Kramer (Hülya), Sadettin Erbil (Salman), Bedri Baykam (kavaklıktaki), Ferda Anıl Yarkın (otobüs şoförü), Mustafa Sandal (otobüs muavini), Sevda Demirel (köylü kız), Berfi Dicle (Serpil), Agah Özgüç (hırsız), İzzet Günay, Ara Güler, Ahmet Kaya, Harun Özakıncı (kocası), Cem Ceminay, Cengiz Elbiya (demirci), Kahraman Afyonoğlu (imza isteyen), Ceylan Çaplı, Deniz Arcak (bardaki şarkıcı), Perdeli evdekiler: Duygu Asena,Giovanni Scognamillo, İzzet Öz, Rana Pirinçcioğlu, Aykut Işıklar (piano bardakiler), Elif Kramer , Emel Müftüoğlu, Hulki Aktunç , RErol Köse (Doktor), İlhan Kilimci (resepsiyonist), Kenan Doğulu, Meltem Cumbul (Papatya), Yonca Evcimik (kaçan kadın), Polisler: Abdullah Sürekli, Vedat Uyanık, Yusuf Köken, Terran Greene (Don Conson), Kardeşler: Ercüment Yılmaz, Resul Koçak, Sıtkı Soydal,

Konu: Bir kanalda Bay E isimli bir programı hazırlayıp sunan İsmet Berkan, karısıyla birlikte Anadolu'nun derinliklerinde yolculuktadır. Aralarında başlayan bir tartışma giderek alevlenir, İsmet karısına onu aldattığını açıklayınca, Leyla arabadan iner, bir benzinliğe girer. İsmet, karısı dönmeyince telaşlanır, aramaya çıkar. Benzinlikteki binalardan birinin penceresinden baktığında, içerde karısının yattığını sanıp odaya dalar. Polisler, yeni öldürülmüş bir cesedin başındadırlar, Komiser cinayeti İsmet'in işlediği kanısına varır. İsmet sorgulanırken kaçmayı başarır, karısını, kırmızı bir spor araba içinde, tanımadığı bir adamla uzaklaşırken görür. Hiç tanımadığı bir kasabada karısının izini süren Bay E, garip olaylarla karşılaşır, başına çeşitli belalar gelir. Karısıyla birlikte gördüğü Don Johnson, benzinlikte öldürülen kızın katilidir ve cinayetler işlemeyi sürdürür. Birkaç kez rastlantı sonucu, cinayet mahallinde polise yakalanan Bay E, hem polis tarafından, hem de, ağabeylerinin intiharlarını, karısının kendisini Bay E ile aldatmış olmasına bağlayan birtakım karanlık tipler tarafından kovalanır. Her şeye karşın karısını bulma umudunu yitirmeyen İsmet, sonunda Don Johnson'ı alteder, kendini temize çıkarmayı başarır ve karısına kavuşur.

& Doğrusu Bay E'yi hiç de beklediğim gibi bulmadım. Ben, çeşitli ön bilgi ve dedikodulara dayanarak, hiçbir konusu ve devamlılığı olmayan, neredeyse bağımsız skeçlerden oluşan alabildiğine çılgın ve uçuk bir güldürü bekliyordum. Oysa Bay E, sonuç olarak belli bir öykü anlatan, başısonu olan ve rahatça izlenebilen bir film... Çılgınlık ve uçukluktan yeterince nasibini almamış. Ama yine de belli ölçüde oyalayıcı ve eğlendirici olduğu söylenebilir.

Bu Bay E, aslında ünlü bir TV kişiliği olan İsmet Berkan'ın kısa adı. Gazeteci İsmet Berkan'la isim benzerliği, Sinan Çetin'in bir "arkadaş esprisinden kaynaklanıyor.

Zaten filmde, Batılıların "in joke" dedikleri bu tür arkadaşlara yönelik espriler oldukça büyük yer tutuyor. Ama bu, filmin yalnızca Sinan Çetin çetesinin hoşlanabileceği ve yabancılara kapalı özel bir eğlencelik olduğu yolundaki acımasız dedikoduları doğrulamıyor! Bay E, genç ve güzel karısıyla çıktığı bir tatil yolculuğunda, karısına bir sadakatsizliğini itiraf etmek gibi, biz erkeklerin zaman zaman yaptığımız bir budalalığı yapıyor. Ve kadın alıp başını gidiyor. Poposunu göstermekten pek hoşlanan yakışıklı, ama alabildiğine sevimsiz ve cani ruhlu bir yabancının pençesine düşüyor. Adam cinayet üstüne cinayet işliyor, her cinayetten sonra elinde cinayet aletiyle orada yakalanmaktaki özel becerisi nedeniyle Bay E suçlanıyor. Ve tatil yörelerimizdeki anayolların, otellerin ve benzin istasyonlarının mekanını oluşturduğu bir garip kovalamacadır başlıyor. ..Bay E, söylendiği kadar iyi veya kötü bir film değil. Bir tür büyük ve uzun şaka, Sinan Çetin'in yer yer oldukça ilginç sinemasal beceriler sergilediği bir eğlencelik bu....

Birçok ünlünün, özellikle manken, pop şarkıcısı ve yazarçizer takımlarından konuk oyuncuların varlığı ise seyirciye her an "kim kimdir" heyecanını veren hoş bir buluş... Niye olmasın? Üstelik Çetin, bu ünlülerin kimilerinden, örneğin Mustafa Sandal, Cansu Akbel veya Meltem Cumbul'dan oldukça başarılı kompozisyonlar bile elde edebilmiş...Kuşkusuz daha ciddi bir öğe, filmin yansıttığı kimi tipik Sinan Çetin saplantıları... Film bu haliyle öncelikle medyaya, medyanın şu anda Türk toplumu içindeki abartılı, olumsuz, giderek zararlı işlevine saldırıyor.

Hele finalde, neredeyse "tek kişilik TV"ye indirgenen ve saldırganlık, şiddet ve ölüm kusan bir özel TV anlayışının karikatürü ilginç. Kuşkusuz hemen tümünü son dönemde aynı medyanın yarattığı ünlü isimleri kullanarak yapılan bu medya eleştirisinin çok ciddiye alınacak yanı yok… Daha ciddi bir hedef, Türkiye'nin kırsal kesim vatandaşları, ünlü deyimiyle "magandalarımız .Türk köylüsünden ve İstanbul'u işgal eden Doğulu göçmen vatandaşlarımızdan hiç hoşlanmadığını çeşitli fırsatlarda belli eden Çetin, bu kez hepsi de bıyıklı ve kasketli, taklitçi ve kopyacı, alabildiğine kıyıcı ve maço, üstelik sırası geldiğinde soyguncu ve yağmacı bir güruh olarak gösterdiği bu kişilere acımasız bir eleştiri getiriyor.Doğallıkla çeşitli yan eleştiri hedefleri de var, daha önemsiz... Örneğin sinema eleştirmenleri, finalde lafı ağzına tıkılan bir Ali Hakan ile Çetinden yine zılgıt yemekten kurtulamıyorlar! Velhasıl Bay E, kafasını belli şeylere takmış bir yönetmenin tüm takıntı ve saplantılarını yansıtıyor. Sonuç olarak seyredilebilen ve yer yer güldürebilen bir eğlencelik...

Görmenizde hiçbir sakınca yok. Üstelik bu filmi görerek, Çetin'in bir süre önce ettiği, "Türkiye'de para kazanamayan sinemacı eşektir," sözü gereğince kulaklarının uzamasına da engel olabilir ve böylece büyük bir hayır işleyebilirsiniz!

Filmin ciddi bir sorununun seslendirme olduğunu ve başrollerdeki iki yabancı oyuncu bir yana, kimsenin ağzı ile konuştuklarının uyum sağlamadığını önemli bir kusur olarak belirtmek zorundayım... Oyunu Batılı tarzda oynamak isteyen ve yabancı sinemaya karşı onun silahlarıyla karşılık vermeye savaşan bir Sinan Çetin için önemli bir eksiklik bu...

Daha önce Bedri Baykam’ın kendisine getirdiği bir senaryoyu bir yıl beklettikten sonra, hemen hemen aynısını “Bay E” adıyla filme çektiği iddiasıyla Bedri Baykam tarafından dava edilen Sinan Çetin’in bu çalışması, bizce doğru dürüst bir konusu, devamlılığı olmayan, bağımsız skeçlerden oluşan, alabildiğince çılgın ve uçuk bir güldürü olması bakımından Bedri Baykam'ın projesine tür salatası olarak benzese de, olaylar çok değişik boyutlarda anlatıldığı için yersiz bir iddiaya konu oluşturmuştur.

Daha çok bildik temalar ve klişelerden yola çıkarak doğaçlama çekilmiş izlenimi veren "Bay E", ZAZ özentisi uçuk esprilerle argo ağırlıklı diyaloglarla sarıp sarmalanarak paketlenmiş bir parodi. David Lynch sinemasından Oliver Ston’a kadar, son dönemin gözde ve geçerli, hızlı stillerinden etkiler içeren filmin uslubu, bozuk, bulanık, titrek bir belgesel ya da haber filmi görüntüleriyle kaynaştırılmış, çalımlı, renkli bir klip anlatımına dayanıyor.

Kara filmden 'Yol' filmine kadar uzatılabilecek bir takım türlerin klişelerin üstüne, skeçler halinde tezgahlanmış, bu arada cinsellik, teşhircilik, röntgencilik, sadizm gösterisi bazı sahnelere de yeşil ışık yakan, göz boyayıcı, yalınkat ve gösterişçi tavrıyla ilgi derleyen bu eğlencelik fantezinin, Sinan Çetin'in filmografisinde eşi dostu birtakım medya tiplerinin de sırayla ya da kümeler halinde boy gösterdikleri, bol salçalı cinayetler ve Musti'nin müziğiyle renklendirilmiş, büyükçe bir klip olmaktan öteye pek bir anlamı ve önemi yok bizce" (Sungu Çapan, Culmhuriyet,17.3.1995).

Üslup meselesine gelince, o konuda da zaafları var "Bay E"nin. Örneği Amerikan sinemasında özellikle "Air Plane" ve "Hot Shots" serilerinde gözlenen ama daha çok Leman kültürüne yakın duran bir absürdün peşine takılmış film. Fakat hem "Air Plane"lerin yaratıcıları olan ZAZ ekibi, hem de Lemancılar kendi içinde tutarlı bir çizgiye sahipler. Çetin ise, bilmediği sulara dalıyor ve aynı Şerif Gören'in "Amerikalı"sı gibi boğuluyor. Kesik kesik skeçlerden oluşuyor sanki "Bay E". (...)

Yeni sağcı lekeler

Buraya kadar Çetin'in silahlarıyla cevap verdik. Filmin bir de konusu ve bu konunun üzerinde yükseldiği bir fon var ki, asıl zavallılık burada. Çetin, temayı takmıyorum diye konuşuyor ama filminin önemli bir teması olduğu kesin. Bu da baştan sona "Bay E"yi sarıp sarmalayan yeni sağcı lekeler. Film, pos bıyıklı Türk köylüleriyle bıyıksız, eli yüzü düzgün bir medya kahramanı arasında geçiyor. Deli saçması bir düzlemde ilerleyen filmde, sırası gelen sahneye çıkıp tiradını atıyor ve kinini kusuyor. "Bay E"nin ve de dolayısıyla Sinan Çetin'in dramı, bana Galatasaray'ın bu yılki durumunu anımsattı. Bir kez daha şampiyon olup Şampiyonlar Ligi'ndeki yerini ve gelirini garanti altına alma hesapları yapan Galatasaray, ligde şu aralar beklemediği bir hüznü yaşıyor ve diğer takımlar "aramıza hoş geldin" diyorlar, Çetin de "Bay E"yle, bir ara yanlarından uzaklaştığını sandığı "vasatlar"ın arasına tekrar dönüyor. Ne diyelim, Allah kurtarsın ... (Utku Güney Söz, 18 Mart 1995 )

& Ancak bu eğlendirici öykünün altına sıkıştırılmış bir dünya var. Bu dünya Sinan Çetin'in gözüyle Türkiye. Ancak seyirciyi sıkmamak gibi bir kaygısı olan Çetin, kendi gözlemlerini, yarattığı kurmaca dünyanın üzerine bolca serpiştirip sıkıştırıyor. Böylelikle yer yer bir slogan bombardımanına düşen film, birçok yönden bir itiraz görmeyecek görüşlerini anlatmada bile sıkıntı çekiyor. Durum böyle olunca da, saman alevi gibi parlayıp sönen, sloganlarla kaynayıp giden bir film çıkıyor ortaya. Oysa şöyle bir bakışta otobüs esprisi hiç de unutulacak gibi değil.

Sinan Çetin, tüm bu dıştan kabataslak başarılı planların yanı sıra birbirinden kopuk, yada kalan bir anlatıma imza atıyor. Sonuç da hayranı olduğu Amerikan sinemasının üçüncü sınıf bir kopyası çıkıyor ortaya. . Sinan Çetin daha çok Oliver Stone tarzı, kendi görmek istediği gerçeği seyircisine akılda kalıcı klip yöntemleri, bol cila ve sığ bir anlatımla vermeye çalışan bir yönetmen olarak karşımıza çıkıyor "Bay E"de. Amerikan sinemasının hızlı anlatımını uygulayacağım diye başıboş bir senaryoyu, perdede beş on saniye görünen, her biri kendi dalında başarılı görünen pahalı figüranlarla götüren, bunun açığını hızlı kurgu, usta işi montajla örtmeye çalışan Sinan Çetin sağlam bir temele dayanmayan kof bir anlatımın filmi ne kadar zayıflattığının farkına bile varamıyor. Buna rağmen, finalde bir sinema eleştirmeniyle perdeye çıkarak izleyiciyi avucunun içine hapsediyor. Bu açıdan Çetin'in izleyicisiyle çok iyi oynayan bir bezirgan olduğunu söyleyebilirim.

Bay E" kazancını sinemaya yatıran, yatırdığından ticari başarı bekleyen, daha çok film çekildiği için daha iyi film çekilen bir ekolde akılcı ve mantıklı ilerleyen, ancak yolunun doğruluğunu yaptığı gereksiz açıklamalar ve polemikler yüzünden feda edip filminin içinde konuşacak fazla bir şey bulamayan bir yönetmenin her şeye rağmen seyircisiyle buluşmayı beklettiren son film. (Barış Bardakçı Söz, IS Mart 1995)

& Ben hala "ideolojinin değil, ideolojilerin tarihi vardır" diyen adama (!) katılıyorum. İdeolojileri ya da geçerlilikleri yitirebileceğini biliyorum, ama yüzden ideolojinin ölümüne davetiye çıkaranlara da katılmıyorum. Tarihin içinde çeşitli üretim ilişkilerini de gelen "bir ideolojik" düşünce kalıbı, kendi yanlışını, yanlış yaptığı ortamda de başka bir ortamda kavraması ve sonra yanlışı yaptığı ortama dönüp olaylara yön vermesi" kalıbıdır. Bu bizi uzun bir tarih yöntemi tartışmasına çağıran ve birinci paragraftaki inanışımızı destekleyen bir düşünce biçimidir . ve tarih içinde çeşitli üretim tarzlarında aynen tekrarlanır. Bir Ramayana destanında, bir kızılderili efsanede, Hz. Yusuf'un hikayesinde veya "Kırmızı Şapkalı Kız"da ...

Yukarıdaki örneklerde aynı ideolojik düşünce formu değişik üretim tarzlarında aynen korunarak gelmektedir. En çok bildiğimiz öyküde (tıpkı diğerlerindeki gibi) tecrübesiz Hz. Yusuf yaşadığı gerçekliğin öylesine dışındadır ki, sonunda kardeşleri tarafından kuyuya atılır. Orada başına gelenlerle tecrübe kazanır, aklı başına gelir (bilinçlenir mi desek!) ve tekrar yukarı çıkar ve problemlerini bir bir çözer. Fakat, kapitalist üretim ilişkilerinin kültüre damgasını vurduğu çağın öyküsü "Kırmızı Şapkalı Kız"a gelince, bu ideolojik form bir kırılmaya uğrar. Kurdun karnına girmiş kızın aklı başına gelse bile, oradan kendi dinamikleri ile çıkamaz. İki ormancı onu oradan çıkartırlar. Savımız doğrultusunda söylersek, hala ideolojik bir alanda, ama bir tür ideolojik düşünce formunun değişmesine şahit oluruz.

 Yukarıda yazdıklarımı unutmadan... Bir dergi boyutunun hacmi içerisinde kısaca bir başka teorik zemine daha gereksinimimiz var. Bu da bir sanat yapıtının (Burada "Bay E") biçimlendiği veya aramak zorunda olduğu en temel cümlenin ne olduğu sorusudur.

Klasik bütün piyesler / filmler, roman vb. belli önermeler veya öncüllerle yola çıkarlar. Örneğin Ibsen'in "Hortlaklar"ında bu bir İncil alıntısı olan; "babalarının günahları çocuklarına da bulaşır"dır. Bu tür önermeler bize filmin kuruluş öğelerinin dinamiklerini, çatışmalarını ve sonuçlarını, kıssadan hisse olarak verir ve böylece eserdeki en küçük detayı dahi belirler.)

 

"Bay E"yi bu zeminde tartışırsak

"Bay E" de ilk anda bize "kendi kazdığı kuyuya düşen adam" kalıbını çağrıştırır. Bay E, televizyonda yaptıkları ve ünlenmesiyle bir kendiliğindenlik içinde yaşamıştır. Bir gün karısıyla uzun bir yolculuğa çıkan Bay E de, aslında bir kuyuya düşer. Bay E, kuyuya düşmüştür, ama nasıl çıkacaktır? "Bay E"nin akışı aslında bir "yol öyküsü"! (Yönetmenin üzerinde çok şey anlatmak istediği öykü akışı bize sonuna kadar bu öykü akışı içinde kaldığını gösteriyor.

Bay E, adeta medyatik olanın her yeri kapladığı bu uzun yolda labirente düşen şaşkın bir Odysseus gibidir. (Bu benzetmelerin telif hakkını tasarrufumda sayıyorum (O ve "Bay E"nin yönetmeninin bugüne kadar bu tür benzetmeler yapmadığını da belirtmeliyim. Yapmamasını da umarım! ...

Fakat Bay E, başına gelenlerden hiç nasibini almaz. Başına gelenler ona hiçbir şey öğretmez. (Savaş Ay, Uğur Dündar, Rüstem Batum ve Cem Özer'i yola salsaydık, acaba yol boyunca ne yaparlardı?) Bay E'yi, Kırmızı Şapkalı Kız'a benzetmemin yanlış olmadığı savındayım. Bizim "Bay E"nin yönetmeninden beklediğimiz çatışma zemini olarak yola çıktığı medyatik boyutta diyalektik bir ilerleme ile öncülünü sonuçlandırmasıdır Kendi kazdığı kuyuya düşer adam Sonra? Sonuçta ne olacak? Bunu bileceğiz ki (bu bir ders olmak zorunda değil), bir çatışma kurulabilsin... (Konuşmalarına bakılırsa Sinan Çetin'in bir senteze varma çabasını üstlenmeyi düşündüğünü pek söyleyemeyiz. Sorun bunun nedenini, neden böyle olduğunu, konulu bir film içinde söyleyebilmektir.) Yoksa seyirci sıkılır. Nitekim filmin ikinci devresi de seyirciyi sıkıyor. Beşinci sınıf Amerikan filminde de bu çaba vardır.

Filmde bir sonuç arayışı vardır. Ama nasıl bir sonuç? Medya içinde bir iyikötü mücadelesi olarak yüzeysel, önce gülümseyen sonra gerçek yüzünü gösteren görsellikler, şantajlar. saptırmalar olarak. .. Böyle mi olmalıydı? Hayır. Ama nedenleri elbette ki var? "Bay E" bize "Medya insanları iğdiş eder" gibi bir öncül çağrıştırıyor. Bu "Bay E"de sergilenir. Fakat bu yetmiyor. Çünkü medya bugün bunu zaten kendi kendine de yapmaktadır. Onu kendi mantığı içinde ters çevirmek yeter mi? Bize yetmez gibi geliyor. Kırmızı Şapkalı Kız, neden kendi dinamikleri ile kurdun karnından çıkamamaktadır? Sinan Çetin'in aşmak zorunda olduğu buydu. Düşünce tarihinde cevabı aranan bu soruya Marksizm ve onun Leninist yorumu bütün külliyatı ile aslında bir cevap verir: "Kendi tarihini yapan özne ... " Bu cümleden esinIe ve külliyatın diğer söylediklerini de hatırlayarak, özne için, "akıntıya uyan değil de akıntıya karşı duran ve ona nasıl ve ne şekilde karşı duran bir özne tanımı yapmaktır.

 

_________________________


Subject: İsmet Berkan, who prepared and presented a program called Mr. E on a channel, is on a journey with his wife in the depths of Anatolia. An argument that started between them escalates, and when İsmet reveals to his wife that he is cheating on her, Leyla gets out of the car and enters a gas station. When İsmet doesn't return, he gets alarmed and goes looking for it. When he looks out of the window of one of the buildings in the gas station, he thinks that his wife is sleeping inside and goes into the room. The cops are in front of a newly killed corpse, and the Commissioner comes to the conclusion that İsmet committed the murder. While İsmet is being questioned, he manages to escape and sees his wife driving away with a man he does not know in a red sports car. E, who is tracking his wife in a town he never knew, encounters strange events and various troubles befall him. Don Johnson, whom he saw with his wife, is the murderer of the girl who was killed at the gas station and continues to commit murders. Mr. E, who is caught by the police several times by chance at the crime scene, is chased by both the police and some dark figures who attribute the suicides of his brothers to the fact that his wife cheated on him with Mr. E. Despite everything, İsmet, who does not lose hope of finding his wife, finally defeats Don Johnson, succeeds in clearing himself and reunites with his wife.




 

AŞKIN GÜCÜ (1995) Power of love


Yönetmen: Orhan Elmas, Senaryo: Kazım Eryüksel, Görüntü Yönetmeni: Şener Işık Yapım ÖzKa Film Fuat Özkaya

Oyuncular: Ahu Tuğba, Murat Soydan, Fuat Özkaya, Ingo Capelli, Hanefi Doğan, Sırrı Elitaş

Konu: Milyarder bir işadamının kızı, şoförüyle beraber kaçar. Baba peşlerine kiralık katilleri takarsa da, sonuçta mutlu sona erişilir iş tatlıya bağlanır

Synopsis: The daughter of a billionaire businessman runs away with her driver. Even though the father puts hitmen after them, in the end, the happy ending is achieved.

 


 

AŞK ÜZERİNE SÖYLENMEMİŞ HER ŞEY (1995) 

10 yapımcı yönetmen tarafından kurulan Sinema Vakfı’nın Sevgi ve Hoşgörü temaları üzerine, birbirinden bağımsız 5 kısa öyküden oluşan filmlerin ilk parçası.

 Neler söylenmedi neler... Bir vakıfla alay edildi, batan bir sinemayı bir vakıf mı kurtaracak dendi, onlar sinemayı kurtarmak istiyorlarsa önce film yapmayı bıraksınlar diye sataşıldı. Kırk yılın başı bir konuda, hem de temel bir konuda anlaşıp bir araya gelebilmiş, aslında sorunlu ve bölünmüş bir camiaya destek olunacağına köstek olundu. Her alanda ancak böylesine beraberliklerle, güç ve irade birliğiyle sonuca belki yaklaşılabileceği göz ardı edildi.

Bu eleştirilerin, kötü niyetli olanlarının dışında, belki içerdikleri kimi gerçek payları vardı. Sinemayı elbette bir vakıf kurtaramazdı, ama böyle bir örgütlenme, sinemayı kurtaracak bir seferberliğin başlangıcı olabilirdi. Sinemamızın artık fazlasıyla yaşlandığı, ihtiyacı olan taze kana kavuşamadığı, son yıllarda filmleriyle nasılsa çıkış yapabilen biriki yönetmen dışında gençlere şans tanımadığı da doğru olabilirdi.

Ama eskilerin tümüyle işi bitmiş miydi, Türk sinemasının sesi soluğu tükenmiş miydi, almış başını giden Amerikan sineması karşısında sinemacılarımızın yapacak işi, söyleyecek sözü kalmamış mıydı? Böyle düşünenlerin, galada olmalarını isterdim. Hem beyazperdeye yansıyanların güzelliği, hem o coşkulu medya ilgisi, hem de tüm bu isimlerin bir araya gelebilmelerindeki heyecanı tatmaları için… ”Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 151”

& Film çekmeyi sürdürürken, yönetmenlerimizden bir bölümünün çalışmalarını kapsayan 10 kısa filmi bir arada görmenin doĞrusu çok yararı var. Yönetmenlerin ortak eğitimleıi, alışkanlıkları, eksikleri, görülebiliyor. Diğerlerine kıyasla daha başarılı duranlar da dahil, 10 filmde de görülen yetersizliklerin en başında, artık klasikleşmiş "kötü senaryo sorunu" duruyor.

 ( ... ) Ne yazık ki öykülerin neredeyse tümü başarısız. Önemli bir bölümü, seyircinin hiç ilgisini çekmiyor, çünkü yüzlerce filmde gördüğümüz insanlık durumlarını yineliyorlar. Bu sorunun, aynen diğer ortak hatalar gibi, yönetmenlerimizin, dünya sinemasından kopuk olmalarıyla ilintili olduğunu düşünüyorum. Okumayan, izlemeyen, dünya sinemasında olup bitenlerden bihaber ve daha önemlisi seyircisini hiç tanımayan 10 kişi bir araya gelince, çoğunun başarısızlığı, en temel noktadan, yani seçtikleri öyküden başlıyor doğal olarak. Usta senarist sayısının çok düşük olduğu bir ülkede, bu işe gerçekten yeteneği olanlar da dar zamanda ve iki kuruşa çalıştırılınca, başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Buna bir de, yönetmenlerimizden bir bölümünün, kim bilir hangi veriden hareketle kendisinin çok iyi bir senarist olduğunu sanmasını eklerseniz, 10 filmin tam sayı vermek gerekirse 7 sinde kötü senaryolar izlemeniz doğal.

10 filme bakılınca, garip bir gerçek göze çarpıyor: Türk sinemasının ciddi bir dar boğazdan geçtiği bu yıllar boyunca, geçmişte iyi işler çıkaran isimler de körelmiş, adeta "sinema"yı unutmuşlar ... Vakıf yönetmenlerinin, sinemanın en temelde, görselliğe ve dramaturjiye dayalı olduğunu, seyircinin öncelikle "seyir zevki"nin peşinden koştuğunu "unutmuş" oldukları ortada Hangi konuda, hangi olanaklarla çekilirse çekilsin, kim yönetirse yönetsin, dünyada, seyircisiyle iletişim kuramayan, izleyenin kılını bile kıpırdatmayan bir filmden daha kötüsü olamaz. Senaryo biraz etkileyici, yönetmen biraz yaratıcı olursa, kötü oyunculukları, teknik yetersizlikleri affetmeye eğilimlidir seyirci, yeter ki, filmi görmekten bir kazancı olsun, verdiği paranın, ayırdığı zamanın karşılığını alabilsin.

Bu 10 filmin önemli bir bölümü oyunculuktan kurguya, öyküden görüntüye, bir filmi oluşturan tüm öğeler bakımından, en alt düzeyde bir seyir zevki bile veremiyor.

Vakıf filmleri, sinemamızın başarılı olduğu genel kabul gören alanlarda da durumun pek parlak olmadığını ortaya koyuyor: Sinemamızın, güçlü oyunculara sahip olduğu, filmlerimizin en başarılı tarafının bu olduğu söylenirdi ya, buyurun izleyin bakalım, bu 10 filmdeki 30'a yakın başrolden kaçı başarılı? ..

Son dönem sinemamızın onulmaz hastalıklarından birine, bu 10 filmin birkaçında da rastlıyoruz. Yönetmenlerimiz nedense çizdikleri karakterlere "entellektüel" diyaloglar yazmayı, filmlerinde ciddi felsefi konulara girmeyi kendilerine görev edinmişler. Sinemada felsefenin, ancak "görüntüler aracılığıyla" yapılabileceğini, iki insanın karşılıklı durup, kötü diyaloglarla yaşamın anlamını tartışmasına sinema denemeyeceğini bilmedikleri için, görevlerini başaramıyorlar tabii ki.

Herhalde bu entellektüel amaca uygun olsun diye, karakterlerini de çoğunlukla aydınlar arasından seçiyorlar. Yazarlar, müzisyenler, tiyatro oyuncuları perdede resmi geçit yapıyor. 10 filmin bir başka ortak özelliği, çoğunun "uzatılmış" olması... Çağdaş sinema dili öylesine gelişmiş bir noktada ki, bu 10 öykünün çoğunu, 5 dakika uzunlukta bile çekmiyor kimse artık. Örneğin "Ona Sevdiğimi Söyle"deki bir öykü, 2 dakikalık kliplerde, 40 saniyelik reklam filmlerinde, hem de hiç diyalog kullanmadan rahatlıkla anlatılıyor . (Tamer Baran Amntrakt 98/97 yıllığı)

 

1.Buluşma (Ömer Kavur),

2. Monte Kristo (İrfan Tözüm),

3.Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli),

4. Ay Hikayeleri (Erden Kıral),

5. Hep Aynı (Zeki Ökten), Yapım: Sinema Vakfı

 

1) BULUŞMA Senaryo ve Yönetmen: Ömer Kavur, Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlüt Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Zühal Olcay, Lale Mansur, Cüneyt Türel, Nüvit Ozduğru

Konu: Aynı erkeğe farklı dönemlerde aşık olmuş iki kadın, adamın ölümünden üç yıl sonra mezarı başında karşılaşırlar.

¸ Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşeyi söyleme sayındaki ilk 5 filmlik bütünü açan Ömer Kavur'un çalışması özellikle öykü seçimi konusundaki eleştirilerimi haklı çıkaran filmlerden biri. Aynı erkekle evlenmiş iki kadın, adamın ölümünden üç yıl sonra karşılaşır, konuşurlar.

 ...Sonra' .. Sonrası belki sinema olur, ama bu hali olamıyor ne yazık ki. Karakterler yeterince işlenemediği için birbirlerinden ne açıdan farklı oldukları, merhum Selçuk Bey'in neden birinden boşanıp ötekiyle evlendiği, Olcay'ın filmin sonunda daktiloda ne yazdığı, bu finalin ne anlama geldiği, en hazini de bu filmin ne anlatmaya çalıştığı anlaşılmıyor: Böylece geriye konuşulanlar ve düş sahnesi kalıyor: Konuşulanlar pek ilgi çekmiyor; bunda kötü diyalogların, başarısız oyunculukların ve özellikle Mansurun dublajındaki sorunların da payı var. Düş sahnesinin ve sonra Olcay'ın düşteki kızı görmesinin "felsefi" açıdan ne manaya geldiğini de anlamak mümkün değil. Zaten film de, hiçbir biçimde "dramatik" değil ... "Seyir zevki" bakımından da ilgi çeken tek bölüm, "langırt" sahnesi... Onda da Kavur, nedendir bilinmez, kamerasını oyunculardan çekip, geniş bir çevrinmeyle duvarları falan gösteriyor:

 2) MONTE KRİSTO (1995) Yönetmen: İrfan Tözüm, Senaryo: Barış Pirhasan (Nazlı Eray’ın öyküsünden), Görüntü Yönetmeni: Erdal kahraman, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlut Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Hale Soygazi, Macit Koper, Taner Barlas, Figen Evren, Ahmet Okay, Emre Okay

Konu: Mutsuz bir yaşam süren ev kadını Nebile, bir gün süpürgelerin, faraşların durduğu küçük odanın duvarını tırnakları ile kazımaya başlar. "Amacı bir tünel kazıp özgürlüğüne kavuşmaktır .

 Monte Kristo, başlarda Hale Soygazi’li yeni ve kısa bir “Cazibe hanımın Gündüz Düşleri” gibi görünüyor. Ancak filmin verdiği sonsal izlenim, kaynaklandığı Nazlı Eray’ın fantezi dünyasını özgün biçimde görselleştirirken, özellikle Marcel Ayme tarzı bir “feminist söylem” filmi oluyor. Finali ise sanırım uzun zaman unutulmayacak.

¸ Şu aralar genç bir yazarla, toplumsal gerçekçi öğelere sahip bir senaryo üzerinde çalışan İrfan Tözüm, Vakıf projesine, klasik çizgisinde bir filmiyle katılıyor. Kendisine Macit Koper yerine, sinemamızın genç senaryo yazarlarından biriyle çalışmasını, Antrakt'ın Nisan 1993 tarihli sayısında ben önermiştim ama, itiraf etmeliyim, senaryoyu Barış Pirhasan'ın yazması da filmi, üstelik aynı oyuncuların rol aldığı yeni bir Cazibe Hanım ... olmaktan kurtaramamış. Zaten o yazıda kastettiğim, aynı senaryoyu A yerine B'nin yazması değil, Tözüm'ün artık farklı türlerde film yapması gerektiğiydi Çünkü görülen o ki, bu tuhaf kişiliklerden, absürd durumlardan, gerçeküstücü olaylardan ilgi çekici bir film çıkmıyor, ya da Tözüm çıkaramıyor.

Açıkçası, "Monte Kristo"yu ciddiye almak mümkün değil. Filmin tek ilginçliği, "ortak alışkanlıklar"dan birine işaret etmesi: Kavur'un langırt sanhesinde yaptığı çevrinmeyi, Tözüm de sevişme sahnesinde yapıyor...

 

3) ÇÜNKÜ ONU SEVİYORUM (1995) Senaryo ve Yönetmen: Yusuf Kurçenli, Görüntü Yönetmeni: Selçuk Taylaner, Müzik: İlhan Şeşen, Tarık Sezer, Kurgu: Mevlut Koçak Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Yakçın Dümer, Şermin Karaali, İlhan Şeşen, Kadir Avcılar, Selçuk Taylaner

Konu: Uğur ve Cem birbirlerinden oldukça farklı düşünce ve yaşayış biçimine sahiptirler. Peride'nin olanca yalınlığı, önce kocası Cem'in sonra da sevgilisi Uğur’un konumlarını sorgular

¸ Felsefe kırıntıları" ara başlığına güzel bir örnek... Hiçbir ilginçliği olmayan bir aşk üçgeni öyküsünü, son derece sıradan biçimde anlatan Yusuf Kurçenli, nedense aralara birkaç "telesekreterle" dertleşme sahnesi de koymuş. Aşık müzisyenin o sahnelerdeki "yüksek" diyaloglarının, Belty Blue tarzı final için yararlı olduğunu anlıyorum tabii ki, anlayamadığım, bu diyalogların neden bu kadar edebi olduğu ve neden bunca uzun tutulup, hatta yinelendiği ... Karşımızdaki o kadar sıradan bir öykü ki, seyirci bir bakışta kimin ne olduğunu ve ne hissettğini anlıyor zaten, yüzlerce benzer sahneyi izlemekten gelen görsel birikim, buna yetiyor, öyleyse, bu sıradanlığı, bir de o edebi diyaloglarla sürdürüp uzatmanın ne gereği var' Hele de seyirciyi şaşırtmak, değişik bir yorum getirmek gibi bir amacınız yoksa?.

 4) AY HİKÂYELERİ (1995) Yönetmen: Erden Kıral, Senaryo: Erden Kıral, Hüseyin Kuzu, Görüntü Yönetmeni: Barış Ulus, Kurgu: Mevlut Koçak, Müzik: Guiseppe Verdi (Don Carlos), Stephen Micus (Twilight Fields), Henry Purcell (King Arthur Frost) Yapım: Sinema Vakfı, Kültür Bakanlığı, Efes Pilsen Katkılarıyla

Oyuncular: Fikret Kuşkan, Güner Özkul, Vecihi Ataberk, Zeynep Kayabal

Konu: Hans Kristian Anderse’in “Ay Hikayeleri” ile Alphonse Daudet’in “Ayna” isimli öykülerinden uyarlanan bu filmde; yalnızlık çeken bir yazarın ay ile kurduğu iletişimi anlatmaktadır. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Doç. Dr. Bülent Vardar, “20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 45”

¸ Kıral, Hüseyin Kuzu'yla birlikte yazdığı senaryoda Andersen ve Alphonse Daudet'nin birer kısa öyküsünden yola çıkan iki bölümlük bir küçük film yapmış. ilki, denize saldığı bir lambanın ışığı sönmediği sürece sevgilisinin döneceğine inanan bir kızın; ikincisi ise kuzeye, soğuk ülkelere giden ve oradaki "aldatıcı güneş" karşısında zayıf bedeni onulmaz biçimde yok olmaya mahkum olan kırılgan bir genç kızın öyküsü... Bir yazarın Ay'a bakarken gördüğü iki düş, hayal ettiği iki küçük öykü…

Ama bu filmin asıl önemli yanı biçimi veya biçemi (uslubu). Kıral, bu iki Ay hikayesinde, sinemamızda az görülmüş bir plastik yakalıyor, perdede müthiş bir gece estetiğini egemen kılıyor. Bu başarının teknik yanında gencecik bir ismin, görüntü yönetmeni Barış Ulus'un bulunması ayrıca şaşırtıcı. Birkaç kez görülmeden kavranamayacak bu bölüm üzerine böyle çalakalem yazdığım için yaratıcıları beni bağışlasın... Ama, en azından bir ilk izlenim olarak, bu bölümü ne denli beğendiğimi belirtmeden edemedim. Bana Taviani kardeşlerin Kaos veya Feliini'nin Ayın Sesi filmlerini anımsatan bu küçük film, özellikle görülmeye deger.. (Atilla Dorsay, Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 153)

¸ Andersen ve Daudet'in öykülerini bilmiyorum; birer başyapıt olduklarını varsaysak bile, sinemaya uygun olmadıkları ortada Iki öyküyü birleştiren genel çerçevenin de herhangi bir ilginçliği yok, zaten bir final yazmaya bile gerek görülmemiş ... Öyküler ise, "film öyküsü" olarak hiç ilginç değiller. Bir genç kızın sevgilisinin ölüp ölmediğini anlamak için denize saldığı lambanın sönüp sönmeyeceğini beklemesi, edebiyatta çok şey ifade edebilir, ama sinemada değeri sıfır. Bu yüzden Erden Kıral, denizin üstündeki gaz lambasını dakikalarca gösteriyor, çünkü en azından 7 dakika olması gereken öykünün malzemesi, sinema diliyle 1 dakikayı geçmiyor. Bu film de, dramatik açıdan zayıf. Nasil yapıyorsa Erden Kıral da, genç bir kızın, sevgilisinin şömineyi görebilsin diye çevirdiği aynaya bakarak ölmesindeki dramatik etkiyi yok etmeyi başarmış. Filmin tek olumlu noktası da, genç görüntü yönetmeni Banş Ulus'u sinemamıza kazandırmış olması.

 

5) HEP AYNI (1995) Yönetmen: Zeki Ökten, Senaryo: Hakan Haktan, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Müzik: Oğuz Abadan, Kurgu: Mevlût Koçak, Yapım: Sinema Vakfı

Oyuncular: Tarık Akan, Serap Aksoy, Nezihe Becerikli, Arda Bülbül, Ali Sunal, Arda Selvi Evren, Erol Demiröz, Nabi Turan Tekinsay,

 Konu: Filmde tek düze bir yaşamın içine hapsolmuş günümüz insanının fark etmediği ve onların çok uzağındaymış gibi olan, iki kuşağın birbirleriyle olan dayanışması anlatılmaktadır.

¸ Birbirinden kötü 4 filmin ardından gelen "Hep Aynı", seyirciye çölde bir vahaya rastlamış duygusu yaşatıyor. Hakan Haksun'un senaryosu, teknik açıdan, film içinde en başarılı çalışmalardan biri, eni konu usta işi. Sağlam bir yapıyı incelikle kuran senaryonun, öyküsü ve karakterleri de çok sıcak. Bu sıcaklığı, oyuncuların performansı da artırıyor. Yetenekli küçük canavar Arda Bülbül'ün yanı sıra Tarık Akan, herkesi aslan, kaplan diyerek idare etmeye çalışan aile reisi rolünde çok olgun bir oyun çıkarıyor. Diğer oyunculardan da sıradanın üstünde performanslar alan Ökten filmini, Vakfın en iyi çalışmalarından biri arasına sokmayı başarıyor. Bu filmin de bir kusuru var: Liseli aşıkları ve otobüsten inen Akan'ı gördüğümüz harici sahneler gereksiz. Ökten bunları atıp filmi tümüyle bir evde bitirse, daha hoş olurdu.

¸ Zeki Ökten’in “Hep Aynı”sı bana biraz acı verdi. Ökten gibi gündelik yaşamı tüm sıradanlığı ve sıradanlığın altında yatan dram malzemesiyle perdeye getirmekte böylesine usta bir yönetmenin 1988 den beri sinemadan uzak kalmış olmasının acısı. Bir ailenin bireyleri arasında gün boyu oluşan çeşitli olayları sevgi ve tahammülsüzlüğü, küçük suç ortaklıkları ve küçük savaşları bu bölüm, kendini kolay ele vermeyen, aslında çok usta işi bir sinemanın ürünü... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 152”

 

ANTİKA KABADAYI (1995) 

Senaryo ve Yönetmen: Samim Utku, Görüntü Yönetmeni Ergun Özdemir, Yapım: Burç Film/Fedai Öztürk Kurgu: Mustafa Kul, Genel Koordinatör: Oğuz Turan Can, Müzik: Ahmet Emre, Ayhan Yavaş,

Oyuncular: İlyas Salman, Şebnem Saner, Orhan Ayça, Evren Aykul, İnci Uluçay, Okan Özdil, Tamer Yıldız, Herman Nopel, Stefan Dube, Thilo Waach, Murat Arıcı, Kenan Akmansoy, Ramazan Topuz, Aylin Yılmaz, Levent Özşirin, Andreas Podolsky, Mehmet Sargın, Serpil İzci, Ufuk Gülhan, İnci Uluçay,

Konu: Zengin bir milletvekili olan babanın kızlarıyla başı derttedir. Bu iki uçarı kardeş, gönüllerince bir yaşam sürerlerken dertli baba, onları adam etmesi için bir yakınını tatil köyüne gönderir. Kabadayı gençle kızlar arasında bir çatışma başlar. Sonuç değişmez kızlar yine gönüllerince ve de büyük bir inatla çılgın yaşamlarını sürdürürler.

 

 

ANALAR ÖLMEZ (1995) 

Yönetmen: Orhan Elmas, Senaryo: Kazım Eryüksel, Görüntü Yönetmeni: Şener Işık, Yönetmen Yardımcısı: Ferit Gürsoy, Yapım: ÖzKa Film/Fuat Özkaya

Oyuncular: Ahu Tuğba, Murat Soydan, Fuat Özkaya, Hanefi Doğan, Ingo Capelli

Konu: Annesinin ölümü üzerine sokakta kalan ve ona sahip çıkan bir şarkıcı kadının öyküsü

 

 

AFİLLİ KEMAL (1995) 

Yönetmen: Oğuz Gözen Senaryo: Nadire Zeybel, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuzu, Yapım: As Film/Mehmet Aksu

Oyuncular: Murat Soydan, Şehnaz Dilan, Arif Şentürk, Hicran Çağlar, Nejat Gürçen, Rahmi Pala, İbrahim Kurt, Enver Ergeç, Fikret Çeşmeci, Rafet Akyüz, Yelda Yiğitoğlu

Konu: Bir gazetecinin öyküsü. Gazeteci esrarlı bir kibrit kutusu bulur. Kutudaki şifreyi çözmeye çalışır. Bu şifrede büyük bir kaçakçılık olayı gizlidir. Gazeteci sonunda şifreyi çözer ve kaçakçılar yakayı ele verir.

 



1995 YILINDA GÖSTERİME

GİREN FİLMLER





 

 

ZOR GÜNLER (1994)

Yönetmen: Samim Utku, Görüntü Yönetmeni: Ali Engin, Yapım: Metro Film/Zeki Kafalı

Oyuncular: Gönül Yazar, Reha Yeprem, Faruk Peker, Enver Demirkan, Oğuz Dinsel

Konu: Polis cinayet tanığı olan bir şarkıcı kadını koruması altına alır. Kadın bir süre sonra yakışıklı polise aşık olur. Polisin evli olması şarkıcı kadını zor durumda bırakır. Katil yakalandıktan sonra polisin görevi sona ermiştir.

 

ZİLLER (1994)


Yönetmen: Eser Zorlu, Senaryo: Osman Şahin, Eser Zorlu, Yasemen Zorlu Görüntü Yönetmeni: Erkan Kaya, Müzik: Cahit Berkay, Yapım: MEC Ltd.Şti. Eser: Osman Şahin, Sanat Yönetmeni: Bilgehan Murathan, Kurgu: Mevlüt Koçak,

Oyuncular: Meral Oğuz, Altan Gördüm, Şükrü Yılmaz, Atilla Sunören, Mustafa Suphi, Ali Güney

Konu: Yakılan bir orman arazisinin üzerinde bir cami yaptırılır. Karşısında bulunan genelev ise kapatılır. Ardından kentte fuhuş yayılmıştır. Genelevin tekrar açılması için bir kadın avukat (Meral Oğuz) harekete geçer. Genelevin açılmasına karşı çıkanlar avukata bir gece baskın düzenler. Kadına topluca tecavüz edip küçük çocuğunu da öldürürler. Olaydan sonra avukatın kocası (Altan Gördüm) intikamım alır.

 

 

ZALİM (1994) 


Senaryo ve Yönetmen: Müjdat Saylav, Görüntü Yönetmeni: Mükremin Şumlu, yapım: Neşe Film


Oyuncular: Bülent Bilgiç, Nazlı Han, Nusret Özkaya, Sevgi Nurdan, Oya Pınar, Rahmi Pala


Konu: Birbirlerine düşman iki toprak ağasının çocukları gizlice sevişirler. Evlenmeleri ise, babaları yüzünden mümkün değildir. Aracılar iki düşman babayı yumuşatır. Sevdalı gençler hayatlarını birleştirirken iki köy halkı da barışır.

 

YUMUŞAK TEN (1994)


Senaryo ve Yönetmen: Orhan Aksoy, Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı, Yapım: Penta Film/Turgay Aksoy Sanat Yönetmeni: Özdem Gemicioğlu, Kurgu: Mevlut Koçak, Müzik: Can Hakgüder

Oyuncular: Ekrem Bora, Meral Oğuz, Duygu Ankara, Meltem Savcı, Abdurrahman Palay, Aydın Tezel, Mahmut Cevher

Konu: iki evliliğinde de mutlu olamayan holding sahibi bir işadamı (Ekrem Bora), pavyonda çalışan bir kadınla (Meral Oğuz) tanışır. Bu tanışma çılgın bir tutkuya dönüşür. Ne var ki kadın yaşlı bir ressam la (Abdurrahman Palay) evlidir ve gerçek kimliğini gizler. Kadın aslında bir yazardır. Pavyon yaşamıyla ilgili bir roman yazmak için konsomatrislik yapmaktadır. Aşık işadamı, yasak aşk yaşadığı kadına tek başına sahip olmak için kiralık katil (Mahmut Cevher) tutar. Katil, kocasını öldürdükten sonra yanlışlıkla kadını da vurur.

ÖDÜL:

31. Antalya Altın Koza Film Festiivali'nde (1994)

►"En İyi 2. Film",

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1995)

►" Can Hakgüder "En İyi Özgün Müzik".

& Özellikle 1970'li yıllarda Orhan Aksoy sinemasıyla aram hiç iyi değildi. Aksoy'un anlattığı duygusal öyküleri, romantik ilişkileri küçümser, ondan daha "gerçekçi" filmler yapmasını isterdik. Örneğin Levent Kırca'nın köyden kente göç etmiş bir köylüyü oynadığı Altın Şehir filmini bu nedenle en başarılı filmi ilan etmiştik.

Bugün bu tavır yanlış geliyor elbette bize. Eleştirinin görevi, bir yönetmene şu tarz değil de bu tarz film yap diye öğüt vermek değil, onun yaptığını irdeleyip yargılamak. Dünya sinemasında, bir eleştirmenin, örneğin Douglas Sirk veya Fassbinder'e, "Niye melodram çekiyorsunuz?" diye bir eleştiri getirdiği düşünülebilir mi?

Aksoy, uzunca bir aradan sonra yaptığı yeni filminde, yine gönlünce bir hikaye anlatıyor. Oldukça ileri yaşlarda, çok zengin ve başarılı bir işadamı, iki evliliğinde bulamadığı mutluluğu, bir pavyonda rastladığı çekici, alımlı bir kadında bulmaya savaşıyor. Hepimiz, herkes gibi o da yaşamın anlamını, mutluluğun özünü bir insanda gerçekleştirmek umuduna kapılıyor. Ancak kadın, gizemle çevrilidir. Onun yaşamına girip gerçekleri öğrenince, gerçek mutluluk umudunu yakalıyor kahramanımız... Ancak kader, bilindiği gibi, her köşe başında pusu kurmuş bekleyen amansız bir avcıdır! ...

Aksoy'un öyküsü ve filmi, yer yer inandırıcı olmayan yanlar içeriyor. Ama ne gam... Bu tür öyküler hep böyledir, çok fazla mantıklı yaklaşımlarda güneş altındaki buz gibi erirler: Bir Temel lç güdü'yü düşünün, örneğin... Filmde ciddi prodüksiyon eksiklikleri de var: O "çok zengin" adamla ilişkili tüm mekanlar; evinden bürosuna, otelden lokantaya, hep daracık, tıkış tıkış, sosyal durumuna göre yetersiz kalıyor, vs, vs ...

Ancak bu ve başka kusurlar, filmin kendi türündeki ve kendi amaçladığı çerçevedeki başarısını engellemiyor. Karşımızda, çok iyi bir işçilikle anlatılmış, bir Avrupa (özellikle de Fransız) filmi havasında bir yapım var. Baştan sona merakla izlenen, kendisini kabul ettiren bir film ...

Orhan Aksoy'un, tüm sinema bilgisini, kameraya egemenliğini, pürüzsüz bir anlatım oluşturma yeteneğini seferber ettiği bir film... Belki izlendikten sonra unutulacak, ama büyük bir rahatlıkla izlenen ve bir tüketim keyfi veren bir film ...

Ekrem Bora, yalın ve ekonomik oyunuyla, Meral Oğuz ise belli bir gizem katmayı başardığı ve cömertçe sergilediği fiziğiyle, bu ayrıksı ve hüzünlü aşk/gerilim öyküsüne katkıda bulunuyorlar.

Meral Oğuz'un canlandırdığı karakter, biraz çalışılsa hoş olabilecek bir fantezi yalnızca. Pavyondan Akademi'de modeIiiğe, ünlü bir öğretim üyesi ressamla yaptığı evliliğe kadar uzanan bir yaşam öyküsünün son durağı, pavyona düşen bir kadının yaşamını anlattığı bir roman yazmak için pavyonda üç gün çalışması... Fena halde "PygmaIion" kokan bu öyküyü, nereden bulmuş Orhan Aksoy, çok merak ediyorum. (Tamer Baran, Antrakt d., s.:36, Eyylül1994)