Powered By Blogger

15 Aralık 2022 Perşembe

 

ÇAMUR (2002) 


Senaryo ve Yönetmen: Derviş Zaim, Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran, Müzik: Michael Galasso, Koulis Theodorou Yapım: Marathon Filmcilik Derviş Zaim ve Artimage Yapımı Marco Müller/Rai Cinema Dschoint Ventschr Filmproduktion TSI—Televisione svizzera Fabrica Cinema (Türk  Yunan ortak yapımı)  Sanat Yönetmeni: Adnan Öngün, Montaj: Francesca Calvelli, Işık Şefi: Giray Gergin, Ali Sami Yaşar, Özgün Müzik: Meichael Galasso, Koilis Theodorou, Ses Kaydı: Nuh Mete, Ses Montajı: Emanuela Di Giunta, Uygulayıcı Yapımcı: Sadık Deveci, Lucy Wood,

Oyuncular: Mustafa Uğurlu (Ali), Yelda Reynaud (Ayşe), Taner Birsel (Temel), Bülent Emin Yarar (Halil), Tomris İnceer (Oya), Arslan Kacar (Zeki), Ümit Çırak (Mahir), Yüksel Arıcı (mafya), Muhammed Cangören (mafya ), Atilla Ulaş (mafya), Cengiz Deveci, Mete Şen, Ercüment Balakoğlu, Nadi Güler (çavuş), Şerafettin Kaya (çavuş), Veli Doğan (çavuş), Serhan Emek (1. nöbetçi), Fuat Sözen (2. nöbetçi), Emir Ali, Derviş Zaim, Özden Özdemir, Roger Taylor (BM görevlisi), Mete Şen (1. doktor), Ercüment Palekoğlu (2. doktor), Murat Demirel, Alp Eren, Korhan Tümer, Ali Dervişoğlu, Feramuz Tuna, Ceyhun Parlak, Kenan Sunar, Hasan Gürsoy, Emir Özer, Lütfi Metin, Emir Ali Timurlenk (1. çamur alan sivil), Ramazan Alkış (2. Çamur alan sivil), Abdulkadir Ongün (3. çamuar alan sivil), Salih Ökmen (4. çamur alan sivil), Abduırrahman Aksüt (5. çamur alan sivil), Tayyip Öklü (6. çamur alan sivil), Konuk Oyuncular: Ali Düşenkalkar Ahmet), Murat Garipağaoğlu (Hasan), Engin Alkan (2. doktor), , Erdinç Olgaçlı (komutan)

Konu: Film, Kıbrıs harekatının 30 yıl önce niçin yapıldığını, harekat sonrasında iki toplumun kendi taraflarında huzurla yaşadığını taburuna anlatan çavuşun görüntüleri ile başlamaktadır. Askerleri "Rumlar tekrar silahlanmaya başladıkları için hazırlıklı olmalıyız" diye bağırtır. Askerlerden biri (Ali) bağırırken düşer ve bayılır. Arkadaşları onu revire götürürler. O sırada ameliyatta olan kardeşi Ayşe'yi ararlar. Ayşe, ölen kızının yumurtaları ile hamile kalmaya çalışan bir kadının ameliyatını yapmaktadır. Kadın başarısız olunma ihtimaline karşı Ayşe'den kızının kalan yumurtalarını saklamalarını rica eder. Ayşe ve nişanlısı Halil, Ali'yi kışladan alırlar. Hastaneye götürüp, muayene ettirirler. Ali'nin güneşe çıkması ve bağırması yasaktır. Sesi kesilmiştir, konuşamamaktadır. Hastanede arkadaşları Temel ile karşılaşırlar. Temel, onları akşama restaurant'ına davet eder. Ali'nin heykeli bitmiştir. Onu göstermek istemektedir. Halil, tuzda ahtapot yaparsa geleceklerini söyler. Temel, tuz almak için yakındaki tuz gölüne gider. Orada gördüğü köpekler ona eskiden kalma ölmüş köpek görüntülerini hatırlatır. Fenalaşır. Deniz kenarındaki restaurant'ına geri döner. Suya dalar. Suyun içinde heykeller vardır. Bir ahtapot yakalar. Tuza gömüp, fırına atar. Ayşe ve Halil, Ali'nin heykelini görmek isterler. Bu Temel'in bir projesidir. Kıbrıs'ın Rum ve Türk tarafında evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar yaşamaktadır. İki taraftan eski evlerine kendi heykellerini ve kaydedilmiş görüntülerini para karşılığı yerleştirecek insanlar bulunmuştur. Birbirlerinden nefret edenler birbirlerine heykellerini yollayacaklardır. Ali'nin heykeli de eski evine konacaktır. Rumlar Ali'ye bakarken onu düşüneceklerdir. Bu da barışı getirecektir. Halil bunu olmayacak bir şey olarak düşünmektedir. Ali'nin heykeli mikrofon başındadır. Heykeline bakar. Temel, heykel ile Ali'yi birlikte kaydetmektedir. Sosyal ve politik nedenlerle gidemediği evine heykeli gidecektir. Temel'in bu projesi yürümeyecek bir proje gibi görünmektedir. Yine de yaptığı heykel Rum tarafına gider. Bu arada Temel saklandığı bir odada kendisini kaydetmektedir. 18 Ağustos 1974'te intikam için birçok Rum öldürdüğünü söyler. Mezarları da çamurların oradadır. Bunu yapanlar dışında kimse bilmemektedir: kendisi, Hüsnü ve Halil. Ancak bu kaseti parçalar. Geçmiş yıllarda yaptığı bu katliam onda büyük bir suçluluk duygusu yaratmıştır. Ali ise sürekli bayılmaktadır. Hastalığının ne olduğu belli değildir. Kışlada yine bayılınca doktor kullandığı tüm ilaçların yanlış olduğunu söyler. Yine güneşe çıkması yasaktır. Bu yüzden gece nöbet yazılsın der. Komutanı askerliğinin bitmesine üç hafta kala çürük raporu almasına karşıdır. Askerler çamur bölgesinde nöbet tutmaktadır. Bu bölgeye insanların girmesi yasaktır. Sakatlar ve hastalar şifalı olduğuna inandıkları bu çamuru hasta olan bölgelerine sürmektedirler. Ali'nin nöbeti sırasında Ayşe'nin hastası olan kadın Ali'den çamur ister. Büyümekte olan karnına sürecektir. Ali çamuru verir. Bunu gören başkaları da Ali' den çamur isterler. Ali matarasına su doldurmak için nöbet tuttuğu yerde bulunan bir kuyunun yanına gider. Matarasını aşağı sarkıtarak su doldurur ve içer. Ali her nöbetinde kuyunun suyundan içmeye çalışır. Ancak kuyuda su olmasına rağmen doldurmakta zorlanmaktadır. Kuyuya iner. Su içer. Bu arada boynuna çamur bulaşır. Nöbet değişimini yaptıran çavuş, dönüş yolunda Ali'ye çamurun cezalı olduğunu söyler. Burada Türk askerleri öldürüldükleri için ordu tarafından cezalandırılmıştır.

Ali kuyunun içinde çalışmaya başlar. Ayşe'nin hastası olan kadın ona bir muska vererek çamura gömmesini söyler. Ali muskayı gömer. Çamurdan bir poşete doldurur. Kışlada gizlice tuvalette boynuna sürer. Bu arada çalışmaları sırasında Ali kuyudan bir Kibele heykeli gövdesi de çıkarır. Dışarı çıkınca otların içine saklar. Halil'in onu ziyaret ettiği sırada ona gizlice çamura gelmesini söyler. Heykeli nöbet yerinden Halil'e vererek Ayşe'ye gönderir. Bu sırada Ayşe'nin evine Temel gelir. Rum tarafında yaşayan evin eski sahibinin heykelini ve video kaydını getirmiştir. Ali'nin gönderdiği Kibele heykelini Temel görmesin diye saklarlar. Temel bu projeden bir kitap çıkarmayı planladığını anlatır. Ayşe'ye bir defter bırakır ve duygularını yazmasını ister. Rumlar' ın Ali'nin de kasedini istediklerini söyler. Ancak Ali konuşamadığı için başka birini bulmak zorundadır. Ayşe katliam sırasında onunla birlikte olan Ahmet ile görüşmesini söyler. Temel gittikten sonra Halil, eve bir sürü insanın geleceğini söyler. Kibele heykelini kendi evine götürmeyi teklif eder. Ayşe kabul etmez. Halil'in asıl amacı heykeli satmaktır. Bir kaçakçı ile konuşur ve 510 milyon dolar değerinde olduğunu öğrenir. Ali heykelin kalan kısımlarını da bulur. Halil çamur bölgesi ile ilgili bir araştırma yapmıştır. Bu bölgede antik dönemden kalma bir sağlık merkezi tapınağının olduğunu öğrenmiştir. Ali'ye hastaların hasta yerlerinin kalıplarını tapınağa sunduklarını söyler. Halil, Ali'nin bir sürü eski eser buulabileceğini düşünmektedir. Ali'ye bir dedektör verir. Ali, Halil'den kendi kalıbını da ister. Temel savaşta Rumlar tarafından yaralanıp, bacağını kaybeden bir arkadaşının kalıbını çıkarıp, kaydını yaparken Halil gelir. Temel, iki toplumun dışkılarının ortak olarak arıtıldığı bir tesiste bulunduklarını söyleyerek ne düşündüğünü sorar adama. Ancak yanıt alamaz. Halil, Ali'nin başının ve boğazının kalıbını istediğini söyler. Kalıbı alır. Ali'ye götürür. Ali, heykelini çamura gömer. Ne yapacağını merak eden Halil, onu gizlice izler. Ali gittikten sonra ne gömdüğüne bakar. Çavuşu Ali'ye yakında çürüğe çıkarılacağını söyler.

Bu arada Temel projesi konusunda sıkıntı yaşamaktadır. İnsanlar Rumlardan barış isteyen haindir diyenlerin evlerini taşladığını söyleyerek projeden vazgeçmektedirler. Temel, geri verilen heykeli alıp, suya atar. Ali'nin nöbet tuttuğu yere gelen kadın boğazının durumunu sorar. Halil geldiğinde Ali ona bir not uzatır. Notta "çitleri iki metre geriye çakmak istiyorum." yazmaktadır. Birlikte çitlerin yerini değiştirirler. Halil, Ayşe'nin evine gizlice girip Kibele heykelini alır. Ayşe eve geldiğinde heykeli göremeyince Halil'e telefon edip, mesaj bırakır. Temel Ayşe'ye gelerek heykeli geri alacağını söyler. Projeyi değiştirecektir. İsviçre' deki sponsor ailelerini kaybetmiş Rum ve Türk erkeklerin spermlerini almalarını teklif etmiştir. Ayşe, spermlerin tanklarda dondurulması gerektiğini ve Temel'e sıv nitrojen verebileceğini söyler.

Ali, çitlerin yerini değiştirdiği için hapse atılmıştır. Temel ve Ayşe onu ziyarete giderler. Ayşe, Halil'in ortadan kaybolduğunu söyler. Temel yeni projesini Ayşe'ye gösterir. Sperm dolu tankı yerleştirdikleri salonun duvarlarına da vericilerin hikayelerini asacaklarını söyler. Temel, Ali'nin de spermini istemektedir. Ayşe, Ali'nin çamur istediğini söyler. Tek başına gitmeye korktuğu için Temel' den onunla gelmesini söyler. Temel oraya gitmeye korktuğu için işi olduğunu söyler. Ayşe, nöbetteki askerin itirazına rağmen tek başına çamur alır. Ali' ye niye onu yasak bölgeye yolladığını merak ettiğini söyler. Bir daha gitmeyeceğim der.

Hapis sonrası Lefkoşa'da TürkYunan sınırında nöbet tutan Ali, matarasını yağmur suyu ile doldurmaya çalışırken bacağından vurulur. Hastane sonrası eve döner. Aradan kısa bir süre geçmiştir. Ahmet sürekli sakat kalan bacağına ve boğazına çamur sürmektedir. Ayşe ise hamiledir. Temel' de Ahmet'in bacağının kalıbını getirir. Ali'nin sesi yavaşta olsa çıkmaktadır. Ali'ye bir tüp vererek spermlerini buna koymasını söyler. Ali'nin spermlerini alır. Ayşe, Temel'in getirdiği bacağı çamura gömmeye gider. Derin bir çukur açar. İçine girdiği çukurdan çıkamaz. Nöbetteki asker yardımına koşar. Ali, Temel'e telefon ederek çamura gitmesini söyler. Temel istemese de gider. Ayşe'yi arabasına alarak hastaneye götürür. Ayşe bebeğin i kaybeder. Temel suya attığı heykelleri çıkarır. İçki içerken Ali gelir. Ali'ye onu ölü sandıkları için Rumları öldürdüklerini söyler. Öldürdüğü adamın saatini almıştır. Ara sıra bunları kasetlere söyleyip, sonra kasetleri parçaladığını söyler. Ali'ye bir kaset verir. "Bunu kırmamam için alyarın insanlara gösterirsin" der. Ali, ertesi günkü toplantıya gider. Katliamdan sonra herkesin perişan olduğunu öğreniriz. Rum arayıp, bulduklarını söyler. Onları çamurda vurmuşlar ve bazılarını da kafaları dışarıda gömmüşlerdir. Toplantıdakilerden biri aynı şeyin Ali'de de olduğunu söyler. Aynı acıyı Ali' de yaşamıştır. Kendini başka birinin yerine koymaya isyan etmektedir . Temel konuşmaya başlar. İntikam için iki Rum'u vurduğunu itiraf eder. Ali, Temel'e Ayşe'nin evde olduğunu söyler. Aldığı saati ve kasedi ona geri verir. çamura gidip, gömdüğü uzuvlarını çıkarır. Temel ise Ayşe'nin evine gider. Sarılırlar. Ayşe'nin telefonu çalar. Halil geri dönmüştür. Buluştuklarında Ayşe'ye bir çanta dolusu para getirdiğini görürüz. Ayşe parayı kabul etmez. Halil, Ali ile de konuşur. Kibele'nin başını bulurlarsa daha çok para alacaklarını söyler. Halil, daha önce heykel için pazarlık yaptığı adamlardan saklanmaktadır. Kibele'nin kafasının peşindedirler. Ali, Ayşe, Temel ve Halil'i yakalarlar. Heykelin başının yerini sorarlar. Temel, çamurun orada olduğunu ve yerini bildiğini söyler. Çamurda gösterdiği yeri Temel'e kazdırırlar. Temel, yıllar önce öldürdüğü adamlardan birinin kemiklerini çıkarır. Ağlamaya başlar. Koşmaya başlayınca öldürülür. Ayşe mezarlıkta Temel ve Ali'nin mezarını ziyaret eder. Filmin başında Ayşe'nin yapay döllenme yaptığı kadın çocuğunu doğurmuştur. Ayşe'nin ise hiç bebeği olmayacaktır. Kadının kızının yumurtalarını ve Ali'nin spermlerini kullanarak; eskiden hemşire olan kadının yardımıyla yapay döllenme yolu ile hamile kalır. Ayşe, Temel'in heykellerinden birinin yanında su kenarında otururken iki tane küçük çocuk yanına gelerek oturur. “Nigar Pösteki, Yönetmen Sineması, syf 45”

ÖDÜL

15. Ankara Film Festivali

►Tomris İncer “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”

14. Orhan Murat Arıburnu

►“En İyi 2. Film”

25. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği)Sinema Ödülleri

► Yelda Reynaud “En iyi kadın oyuncu”

60. Venedik Film Festivali (2003)

►Unesco Ödülü

& Derviş Zaim, Çamur filmi ile Türk Sineması'nda pek yapılmayan birşeyi gerçekleştirmiştir. Kendi kişisel tarihine fillminin bakış açısından bir yorum getirmiştir. Yönetmen Limasol'ü 1974 yılında yani barış harekatının yapıldığı yıl terk etmiştir. Bilindiği gibi Kıbrıs'ta darbe olunca Türkiye 20 Temmuz 1974'te müdahalede bulunmuştur. Sembollerle yüklü bir film gerçekleştiren yönetmen, metaforlar ile bitirilemeyen bir soruna; Kıbrıs meselesine kendi yorumunu getirmiştir. Hastalık, çamur, ölüm, doğum ve doğurma gibi semboller yardımıyla derdini anlatmaya çalışmıştır.

AB üyeliği sürecinde müzakerelerin başlayabilmesi için önemli meselelerden birisi haline gelen Kıbrıs, Türk Sineması içerisinde kendisine ciddi anlamda yer bulabilen bir konu değildir. Hamasi bir biçimde savaş kahramanlığı gösteren karakterlerin hikayeleri çerçevesinde fon olarak kullanılmış ve meselenin analizine giden bir film ortaya çıkarılmamıştır. Türk Sineması Kıbrıs'ı, "Kıbrıs Çıkarması" yönünden ele almıştır. Ada'nın sorununu tartışan, fikir üreten, tarih ile günümüzü karşılaştırıp, analizler yapan bir fikir sineması oluşturulamamıştır. Bu anlamda daha çok kahramanlık yapan karakterlerin öykülerinin mekanı olmuştur.

Film, Kıbrıs'ın çalkantılı tarihinin Kıbrıslılar üzerindeki psikolojik etkisinin çok olduğunu anlatmaktadır. Karakterlerin hepsi bir biçimde geçmişlerinde yaşadıkları travmayı bugün de yaşamaktadırlar. Ancak geçmiş yeterince açıklayıcı bir biçimde anlatılmamıştır. Hollywood'un bazı Vietnam filmlerinde olduğu gibi karşı tarafa verilen zarar nedeniyle vicdan azabı çekildiği hissi doğmaktadır. Temel'in lise çağındayken intikam amacıyla öldürdüğü iki kişinin yasını hala tuttuğu görülmektedir. Vicdan muhasebesinde iki tarafla ilgili bazı projeler üreterek kendisini rahatlatmaya çalışmaktadır. Geçmişi ile yüzleşip, bunu itiraf ettiği gün başka bir arkadaşının RumIarın da aynı şeyi Türk tarafına yaptığı konusundaki feryadı ise katliam zamanını yine de fazla açıklayamamıştır. Sembollü anlatım kullanılması filmin amacının anlaşılmasını da zorlaştırmıştır.

Çamur' daki hastalığı yaşayan aslında Kıbrıs'tır. Hastalık metaferdur. Ali'nin nedeni anlaşılamayan hastalığı Kıbrıs sorununun açmazını da içinde barındırmaktadır. Ali'nin aniden ortaya çıkan hastalığı doktorlar tarafından anlaşılamamıştır. Tıp çaresiz kalınca kendi çaresini kendisi aramaya başlar. Kıbrıslılar da çaresiz bir hastalığa yakalanmış gibi ortada kalmışlardır. Konuşamayan Ali, Kıbrıs insanını simgelemektedir. Halkı hariç Kıbrıs hakkında herkes konuşmaktadır. Bir adada sıkışmış, yok sayılan bir halkın kaotik durumudur aslında bu. Zıt öğe olarak da doğum kullanılmıştır: yeni bir başlangıç.

Filmin içerisinde önemli bir yeri olan çamur, hem şifadır hem de Rumların ve Türklerin birlikte öldürüldükleri, bu nedenle de cezalandırılan bir mekandır. Çamur olarak adlandırılan bölge, iyilik ve kötülüğün kaynağıdır. Ali, hastalığına şifayı çamurdan beklemektedir. Temel ise katliam sırasında buraya Rum kurbanlarını gömdüğü için vicdan azabı çekmektedir. Kendini tatmin edebilmek için Rum ve Türk halkları arasında ortaklıklar yaratacak projeler üretmektedir. Halil için ise çamur, değerli antik heykellerin bulunduğu, para ve zenginlik kaynağı bir yerdir. Burası herkesin bir biçimde bağlı ve mecbur olduğu bir mekandır. Film içerisinde heykelin de ayrı bir yeri vardır. Temel, Rum ve Türk tarafında ortak yürütülen bir proje üzerinde çalışmaktadır. Evlerini terk eden Türkler ve Rumlar'ın heykelleri yapılıp, eskiden yaşadıkları evlere konulacaktır. Bu sayede evi ziyaret edenler ve de şimdiki sahipleri geçmişi hatırlayacaklardır. Ancak bu proje insanların tepkisi nedeniyle sona erer. Geçmişi unutmak kolay değildir. Yaralar henüz çok yenidir. Ali'nin Halil sayesinde öğrendiği bir eski inanışa göre çamurun şimdiki yerinde bulunan bir sağlık tapınağına hasta insanlar rahatsız oldukları bölgelerinin kalıplarını gömmektedirler. Ali' de çamurun şifasına inanıp, hastalığı için onu kullanmaya başladığında başının ve boğazının da heykelini çamura gömer. Halil'in açgözlülüğü yüzünden başlarını belaya sokacak olan Kibele heykelini de bu şifa arayışı içerisinde bulacaktır.

Kıbrıs, metafor olarak kullanılan hastalık ve çamur ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Fizyolojik ve psikolojik hastalıktan kurtulmak için önce gerçeklerle yüzleşmek gerekmektedir. Kişisel düzeylerde Ali'nin, Temel'in ya da arkadaşlarının içinde bulundukları sıkıntıların kaynağı tüm yönleri ile Kıbrıs gerçeğinin üzerine oturtulamamıştır. Karakterlerin iyileşmek ile ilgili bir takıntıları vardır. Ali, eskisi gibi konuşmak istemektedir. Temel, içindeki suçluluk duygusunu dışarı vurmak istemektedir. Ayşe ise Halil'den yediği darbe sonucunda, çocuğunu da kaybedince anne olabilmek için yapay döllenme yolunu seçmiştir. Kesintili sahneler, öyküde atlamalar, kahramanların detaylara boğulmuş hayatları asıl meseleyi de bulanıklaştırmıştır: Karakterler geçmişte kendilerini savunmak zorunda kalmışlar ve insanları öldürmüşlerdir. Geçmişlerindeki bu acı bugünlerini de etkilemektedir. Ancak onlar dışında bu travmayı yaşayan insan olup olmadığı konusunda film fazla açıklayıcı değildir. Temel'in heykel projesi için insanları parayla ikna etmesi, Halil'in heykellerle barış olamayacağına dair sözleri, toprağına sahip çıkmak yerine kısa yoldan zengin olma çabası, sadece katliam yapanlarda "Vietnam Sendromu" olduğu duygusunu uyandırmaktadır.

Bu sembollerle yüklü, ele aldığı konu itibariyle gerçekçi ancak yorumu ile sorundan uzaklaştırıcı film, hastalık ile Kıbrıs'ın her yanını sarmış, yıllara yayılan bir sessizliği anlatmaktadır. Bağırmak isteyen ancak sesini çıkaramayan, çaresizlikle kendini anlatmaya çalışan, geçmişin cenderesinde sıkılmış, itiraf etmek isteyip, edemeyen, yine de kendi yolunu çizmek zorunda olan, yine kendi toprakları aracılığıyla iyileşecek bir toplum. Ayşe'nin başka bir kadının yumurtalarını ve kardeşinin spermlerini kullanarak ikiz bebek sahibi olması, toplumun yine kendisinin bir çözüm yolu bulacağının işaretidir: Rum ve Türk taraflarını bir araya getirerek, iki toplumlu bir Ada'da umutla yaşamak mümkündür. Bu anlamda filmin sonundaki Ayşe'nin iki çocuğu umudun, geleceğin tekrar doğumudur. Ada halkı bir biçimde yaşamanın yolunu tekrar bulmuştur. Ali, çamurdan bacağı gömdüğü yerden çıkararak kendi kaderini boş umutlara bağlamaktan vazgeçmiştir. Temel, suçunu itiraf ederek vicdanını rahatlatmıştır. Ancak açgözlü Halil'in para tutkusu ölümlerine neden olmuştur. Kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri gerektiği fikrini gerçekleştiren ise bir kadın olacaktır: Ayşe. Bereketin ve doğurganlığın sembolü kadın, Kibele.

Türk Sineması'nın Kıbrıs Sorununa değişik bir yorumu olarak niteleyebileceğimiz film, çamur, Kibele, hastalık, heykel gibi metaforlar aracılığı ile derdini anlatmaya çalıştığı için karmaşıklaşmıştır. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf 50”

 

BANKA (2002) 


Senaryo ve Yönetmen: Sinan Çetin, Kamera: Rebekka Haas, Kurgu: Onur Tan, Mustafa Gökçen, Yapım: Plato Film /Sinan Çetin

Oyuncular: Daryl Hannah, Slyvia Kristel, Teoman, Raga Oktay, Ali Sürmeli, Sinan Çetin, Feridun Karakaya, Arif Keskiner, Zen, Ali Sunal, Elvan Aktan, Cem Karakaya, Ali Sunal, Şebnem Arcan, İlke Ögüt

Konu: Yıllarca Amerika'da yaşadıktan sonra Türkiye 'ye dönen Yunus'un öyküsü, Karısı Rita'dan (Sylvia Kristel) ayrılan Yunus (Sinan Çetin), çocuklarını annelerinin yanında bırakarak, memleketi Üzümlü 'ye dönmüştür. Yunus, Üzümlü'de Bananas adını verdiği bir restoran bar açar. Genç adamın ilçeye yeni gelen kaymakamla (Ali Sürmeli) başı derttedir. Kaymakam, Yunus 'un işletmeye açtığı barıyla ilgili yüksek miktarda bir borç çıkarır. Borcunu ödeyemeyen Yunus, hapse girer. Sevgilisi Jenny (Daryı Hannah), babalarına yardım etmeleri için Amerika 'da yaşayan çocuklarından yardım ister. Onları Türkiye 'ye çağırır.

 

BANA ŞANS DİLE (2002)


Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak, Kamera: Cenap Cevahir, Yapım: Muhteşem Film/İrfan Tözüm Sanat Yönetmeni: Remzi Evren, Kurgu: Erhan Öz, Genel Koordinatör: Melike Tözüm, Müzik: Cengiz Onursal, Bora Ebeoğlu, Ceyda Pirali, Yardımcı Yönetmen: Mesude Eraslan, Yapım Koordinatörü: Murat Yazan, Necmiye Ersoy, Yapım Sorumlusu: Önder Akpınar, Yönetmen Yardımcıları: Bahadır İnce, Ceyda Demir, Ali Ekber Sarıgül, Irmak Çığ, Afiş Tasarımı: Deniz Akşekerci, Görüntü Yön. Ast.: Barış Işık, Cüneyt Denizer, Işık Şefi: Tuncay Uncu, Ses Ekibi Amiri: İsmail Kündem, Kamera Asistanı : Muhittin Şentürk, Işık Asistanı: Fatih Keskin, Set Asistanları: Hikmet Dilaver, Emir Çam, Kemal Çam, Sesleri Alan: İsa Yücel, Seslendirme Yönetmeni: Volkan Severcan, Seslendirme Yön. Yrd.: Murat Şenol, Miksaj: Burhan Şahin, Efekt: Ayhan Ark, Renk Düzeltme/Baskı: Uğur Orbay, Film Yıkama: Arif Şengül, Gökhan Kılıç, Montaj: Erhan Öz, Negatif Montaj: Tamer Eşkazan, Kuuaför: Sedat Bekar, Jenerik: Özkan Sevinç, Grafik: Evşen Yiğit, Muhasebe: Cafer Emir, Şafak Stüdyolarında hazırlanmıştır

Oyuncular: Rıza Kocaoğlu (Bahadır),Deniz Uğur (Yurdanur Hoca), Volkan Severcan (TV Muhabiri Kaan), Nilgün Belgün (Mesude), Berke Üzrek, Güler Ökten (Nevin), Kutay Köktürk (Müdür), Başak Daşman (Ayşegül), Mert Akça (Sertan), Melisa Sözen (Tuba), İsmail Hacıoğlu (Çağlar), Aysun Metiner (Emel), Levent Sülün (Komiser Hasan), Fuat Onan (Resul), Oya Semerci (Necla), Remzi Evren (Türker’in babası), Nurhan Yılma, Levent Sülün, (Komser Hasan), Özgür Efe Özyeşilpınar, İlter Genay (Çağlar’ın annesi), Galip Özkahya (Setamiri), Ayşegül Şahin ( Serap), Hakan Erişken (Taner), Bülen Seyran (Behiç), Feridun Çapkın (TV kameraman), Diğer Öğrenciler: Yeliz Özmaral, Serdar Çavuşoğlu, Birol Aydınlar, Serdar Çeliker, Serdar Üstün,

KONU: Anne sevgisinden uzak yaşamış ve bu nedenle de içine kapanık lise öğrencisi Bahadır'ın düzene karşı olan isyanının öyküsü. Bahadır (Rıza tarafindan çocukluğunda dolaba kilitlenen Çağlar'ın (İsmail Hacıoğlu), maddi durumları bozuk olup televizyonculuk yapmak için her şeyi göze alan Ayşegül'ün (Başak Taşman), ozan olmaya çalışan romantik Behiç'in (Bülent Seyran), satanist gruplara katılan Serkan'ın (Mert Akça) ve baba baskısından bunalmış Türker'in (Berke Ürkek) anlattıkları ilginçtir. Bütün bunlar oluşurken çılgın bir televizyon muhabirinin kışkırtmasıyla çıkan olaylar sonucu, polis timleri okulu kuşatır. Polis şefi, okulun bahçesine toplanan öğrencilerin ailelerine soğukkanlı olmaları için çağrıda bulunur. Ve sonunda Bahadır, kişiliğini ispatlayan bir kahraman gibi teslim olur. “Agah Özgüç “Türk Filmleri Sözlüğü”

 FİLMİ İZLE 


 ABDÜLHAMİD DÜŞERKEN (2002) 


Senaryo ve Yönetmen: Ziya Öztan (Nahit Sırrı Örik’in “Sultan Hamit Düşerken” isimli romanından), Görüntü Yönetmeni: Colin Mounier, Müzik: Timur Selçuk, Yapım: TRT/ Sinan Yaka, Mustafa Şen Yapım Sorumlusu: Selma Koçoğlu, Steady cam Operator: Ercan Yılmaz, Makyaj: Corci, Kurgu: Hasan Bektaş, Kostüm Tasarım (Sivil): Türkan Kafadar, Işık Şefi: Nezir Yücel, Kostüm Tasarım (Askeri): Yudum Yontan, Dekor/Fasat Tasarım Ve Uygulama: Mustafa Ziya Ülkenciler,

 Oyuncular: Halil Ergün (Talat Bey), Meltem Cumbul (Şahabettin Paşanın kızı Nimet), Tarık Akan (Mahmut Şevket Paşa), Memet Ali Alabora (Teğmen Arif), Haluk Kurtoğlu (Mehmet Şahabettin Paşa), Nur Sürer (İzzet Hanım), Müjdat Gezen (Karagöz Oynatan), Ali Poyrazoğlu (İslam Bey), Fikret Kuşkan (Enver Bey), Güven Kıraç (Cavit Bey), Serdar Orçin (Mustafa Kemal), Savaş Dinçel (Tevfik Paşa), İsmet Ay (Kamil Paşa), Nedim Saban (Şehzade Mehmet Abit), Kaan Girgin (Sedat Bey), Murat Karasu, Erdal Özyağcılar (İsmail Kemal), Mehmet Kurtuluş (Binbaşı Şefik Bey), Ceyda Düvenci (Zekiye),Hazım Körmükçü (Eyüp Sabri), Cüneyt Türel(Hüseyin Hilmi Paşa), Oktay Kaynarca (Hüseyin Cahit), Çetin Öner(Abdülhamit), Şebnem Sönmez (Çeşmifelek Kalfa), Bekir Aksoy (Resneli Niyazi), Mustafa Alabora (Hilmi Efendi), Kaya Akarsu, Gökhan Mete, Tarık Günersel(Mabeyn Başkatibi), Ali Cevat, Önder Alkım (Hüseyin Hüsnü Paşa), Veysel Diker (Binbaşı Naki Bey), Engin Cezzar(Sait Paşa), Kutay Köktürk (Ahmet Rıza), Mihrace Yeken (Fatma Pesend Hanım), Erol Keskin (Şeyhülislam Cemalettin), Can Kolukısa, Şahnaz Çakıralp, Cezmi Baskın (Ahmet Rasim), İpek Tenolcay (Başikbal Müşfike), Selin Demiratar (Ayşe Sultan), Deniz Akgüneş, Sinan Divrik, Alp Emre Kököz, Kosta Kortidis, Umut Demirdelen, Ahmet Bilgin. Gültekin Tepe, Erkan Horzum, Hakan Öztaş, İlkay Altıntaş, Barış Hayta, Cahit Kaşıkçılar, Ümit Olcay, Ayberk Pekcan (Katip Ali Şevki), Gökhan Seyhan, Ümit Belen (Fransız elçilik Memuru), Burcu Salihoğlu, Ender Tarhan, Mehmet Polat, Suat Güzey, Murat Ayaz, Vural Bingöl, Turan Çiçekci, Haluk Ayvazoğlu

KONU: Meşrutiyetin ilanı ile başlayan romanda gerçek kişilerin siyasal davranışlarına paralel olarak kurmaca kahramanların siyasal ve özel yaşamları ele alır. Mehmet Şahabettin Paşa, kızı Nimet Hanım ve üçüncü karısı İzzet Hanım... Meşrutiyetin ilanı ile Mehmet Şahabettin Paşa vükela heyetinden çıkarılınca, ölen erkek evladının yerine koyup özenle yetiştirdiği Kızı Nimet, diğer bir kısım kişilerin gözaltına alınması ve mallarının mülklerinin zarar görmemesi üzerine babasının böyle bir durum ile karşılaşmaması için ve bir gazetede de aleyhine bir yazılıp yayınlanması üzerine koruma istemi ile gazetede ki Cemiyet (İttihat ve Terakki) temsilcisine gider ve konuşması ile etkilediği binbaşı Şefik Bey'den istediği desteği alır. Bu yakınlaşma evlilikle sonuçlanacaktır, ama evlenme için Nimetin koşulları vardır: önce Şefik Bey siyasete atılıp meclise girecektir ve babasını yeni toplanacak olan meclisine seçtirecektir. Koşullar gerçekleşir ve evlenirler. Nimetin annesi İzzet Hanım kocasının ihmalleri ile kahya Hilmi efendi ile ilişkiye girmiştir, Nimet bunu bilmekte fakat kullanmamaktadır. Şefik'in siyasete atılması Cemiyet arkadaşları tarafından hoş görülse de Nimetin kışkırtması ile sadrazamdan nazırlık talep etmesi ve Dahiliye Nazırı olması aralarını soğuklaştırır. Mehmet Şahabettin Paşanın ölmesi Nimetin ulaşmak istediği hedefleri büyür: babası bütün malını zaten Nimet'e bırakmıştır annesine evlenmemesi karşılığı evde kalabileceğini söyler ve kahya Hilmi efendiyi koyar; toplumsal olayların hızla gelişmesi 31 Mart ayaklanmasının başlaması Nimetin kocası için sadrazamlık yanında Savunma ve Bahriye Nazırlıklarını da talep etmesine yol açar; fakat padişah II. Abdülhamit geri çevirecektir. Bu taleple ile Cemiyet ile ipleri iyice koparan Şefik İstanbul'a yaklaşmakta olan Hareket Ordusu'nun gelişine mani olmak için yaptığı bu talebin geri çevrilmesinden sonra hareketin başarılı olması olasılığı karşısında yine Nimet'in yol göstermesi ile Hareket Ordusuna katılmaya giderse de tutuklanır. Kocasının girişimin sonuçsuz kalma olasılığını düşünen Nimet ise Rus Elçiliğine sığınır Odesa'ya giden bir gemiye biner.

" Öztan'ın filmi romana oldukça bağlı kalarak eklenmiş detay motiflere yer veriyor. . Abdülhamit'in klasik müzik ile ilgisi ve opera dinlemesi ve hatta marangozluk uğraşı gibi; romanda olmayan kolağası Mustafa Kemal'in Hareket Ordusu kurmay başkanlığına atanması gibi... ve (filmde, Şefik'in tanımlaması ile 'ne kadar güzel ve mahvedici' olan) Nimet sığındığı Fransız elçiliğinden bir gemiye binerek ayrılır. (Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye” syf: 269)

" Her ülkenin tarihi zengindir. Her halkın geçmişi ilginçtir. Hele o halk Türk halkı, hele o devlet dört kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu ise... Bu tarihin içinde dünya edebiyatının en has kişiliklerine benzer karakterler, onların öykülerine koşut hikayeler vardır. Kendi adıma buna hep inandım. Ziya Öztan'ın belki şimdiye dek yaptığı en iyi film olan ve kadri bilinmemiş romancımız Nahit Sırrı Örik'in romanından uyarlanan Abdülhamid Düşerken’'i izlerken bunu düşündüm. 40 yıl devletine hizmet etmiş nazır Mehmet Şehabbetin paşanın hırslı ve doyumsuz kızı Nimet ile baştan çıkardığı, temiz Anadolu çocuğu İttihatçı Şefik binbaşının öyküsü (o kalabalık kişiler içinde gerçekte yaşamış olmayıp kurmaca olanlar sadece bu üçü!), bir modern Türk Macbeth'i değil midir? 33 yıldır süren iktidarını yine kendine özgü 'itidal' yöntemiyle korumaya çalışan Abdülhamit, 3. Richard'dan 16. Louis'ye Batı kültürü sayesinde ezbere bildiğimiz iktidar kahramanlarıyla inanılmaz benzerlikler içermez mi? Bu öyküde ve onun çöken bir imparatorluk, direnen bir 'der saadet' fonu önünde tam bir yağmadan pay kapmaya çalışan türlüçeşitli kişiliklerinde, tam anlamıyla Shakespeare kıvamı ve tadı yok mudur? Bizim tarihimiz niye bu düzeyde yapıtlara, bu çapta yaklaşımlara hep kapalı kalmıştır? saraydan beslenmeye alışık olanlar, kapıkulları, hizmetkarlar, casuslar ve köleler bir yandan, İttihat ve Terakki'nin kendi hırslarıyla gözleri körleşmiş ve kısa süre sonra imparatorluğu daha büAbdülhamid Düşerken'in kişilikleri, sanki hiç değişmeyen bir iktidar hırsının yönettiği bu kanlı oyundaki rollerini eksiksiz yerine getirirler. Saray mensupları, eski yeni nazırlar, yüzyıllardır yük felaketlere götürecek olan Talat, Enver vb. paşaları öte yandan... Arada, erkekleri koruyan ya da onlara ihanet eden, saadet ya da felaketlerimizin 'müsebbibi' kadınlar... Türlü eşitli entrikaların manevra alanı gibi uzanan, gafil, değişken, rüzgardaki başaklar gibi dalgalanan bir halk. .. Ve onun da izniyle kopan o değişmez oyun, "31 Mart Vakası" adıyla bilinen gerici yobaz ayaklanması…

Abdülhamid Düşerken, tüm bunları oldukça etkili biçimde ve belli ustalıklarla anlatıyor. Ziya Öztan'ın yer yer o müthiş bireysel kaderler üzerinde biraz daha çok oyalanmasını, diyelim ki Karagözcü'den Vatan Yahud Silistre oyuncusuna, filan paşadan falan mebusa, o bir görünüp bir kaybolan kişilere ya da Abdülhamit'in opera tutkusundan Sherlock Holmes okumalarına az bilinen özelliklerine biraz daha ışık tutmasını dilerdim.

Yine de, dekordan görüntüye, kalabalık sahnelerden karakter yaratmaya, müzikten seslendirmeye hemen tüm dallarda mükemmele yakın sonuçlar almış bu filmi, tarihe yaklaşan en iyi filmlerimizden biri ve de, tekrar edeyim, bir Shakespeare ya da Corneille tadı veren çok sayılı çabalardan biri olarak görmemek mümkün değil.

Film, oyuncularıyla Türk sinema ve tiyatrosu açısından sanki bir "Kim Kimdir?" sözlüğü. Kimler, kimler yok ki... Ama başrollerde ki Meltem Cumbul, Mehmet Kurtuluş ve Halil Ergün'ü, yardımcı rollerde de Haluk Kurdoğlu ve Çetin Öner'i özellikle kutlamak isterdim.

Bu filmi görün. Tarihin o görkemli çarkı ve bu ülkede sadece 90 yıl önce yaşanmış olan o büyük iktidar oyunu üzerinde bilgilenmek bile, bunun için yeterli bir neden...(” Atilla Dorsay “Sinemamızda çöküş ve Rönesans yılları” syf: 2930)

& Tarihimizin en ilginç, en karmaşık, bugünden bakıldığında "içinden çıkılması zor" gibi görünen bir dönemini öykülüyor "Abdülhamit Düşerken". İkinci Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart ayaklanmasına, Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelişine ve Abdülhamit'in tahttan indirilişine kadar geçen dönem var karşımızda. İfadesini, en kısa, en net ve edebi biçimde "Mağrur olma Padişahım..."da bulan, bu büyük meydan okumanın bilincimize ve dilimize ince ince nakşedildiği bir dönem bu...

Ateşten Günler", "Kurtuluş", "Cumhuriyet" derken, "SinemaTarih" ilişkisi kapsamında, ülkemiz sinemasında çok özel bir yer edinen Ziya Öztan'ın yazarı ve yönetmen olarak imza attığı "Abdülhamit Düşerken", edebiyatımızın "daha fazla ilgi" hak eden yazarlarından Nahid Sırrı Örik'in (1895-1960), günümüzden 45 yıl önce yazdığı "Sultan Hamit Düşerken" adlı romanından uyarlama bilindiği gibi. Halide Edip'in "Sinekli Bakkal", Yakup Kadri'nin "Bir Sürgün" ve "Hüküm Gecesi", Mithat Cemal'in "Üç İstanbul", Kemal Tahir'in "Kurt Kanunu" gibi yapıtları düşünüldüğünde, döneme ve ele aldığı tarihi kişiliklere, farklı yaklaşımıyla dikkat çeken bir yazar Nahid Sırrı. Örneğin Fethi Naci, "Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme"de şu önemli yorumu yapıyor: "Nahid Sırrı Örik'in tutumu, İkinci Meşrutiyet'ten, ittihat ve Terakki'den, Sultan Hamid'den söz açan öteki romancıların tutumlarına hiç mi hiç benzemiyor: İttihat ve Terakki'nin zorbalığına karşı çıkıyorlardı o romancılar, ama hiçbirinin aklından 31 Mart'ı sevimli Sultan Hamid'i tutmak geçmiyordu; oysa Nahid Sırrı Örik'in gönlü de, kafası da Sultan Hamid'den yana. Ne var ki BaIzac'ın kralcı oluşu toplumsal gerçekliği nesnel gelişmesi içinde vermesine nasıl engel olmamışsa Nahid Sırrı'nin Sultan Hamid'den yana olması da toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekliğiyle yansıtmasına engel olmamış." Romanın, Sander Yayınları'nca 1976'da gerçekleştirilen ikinci basımını 1980'lerin ortalarında okumuş, ilk basımdaki (1957) orijinal dilin sadeleştirilmesinin tüm "avantajlarını" kullanmıştım! "Müthiş bir görsellik vardı, sinemaya çok uygun olduğunu düşünmüş ve hep bugünü beklemiştim" diyecek halim yok elbette ki ama edebiyatımızdaki bu zengin malzemenin sinemacılarımız tarafından nihayet değerlendirilmiş olması gerçekten sevindirici.

Şu anda piyasada bulunan yeni basıma göz atamadım ama Ziya Öztan'ın Ssunda da kimi "sadeleştirmelere" gittiğini söylemek mümkün. Üstelik yalnızca "dil" bazında da değil; Öztan, Nahid Sırrı'nın kemiklerini asla sızlatmayacak "küçük dokunuşlarla" kimi değişikliklere gitmiş, romanın yapısını alt üst etmeden, gayet ustalıklı biçimde "günümüze uygun" kılmış. Çok da iyi yapmış! Öykünün ana gövdesi üç temel karakter etrafında biçimleniyor. Son dönem Osmanlı bürokrasinin tipik temsilcilerinden, mevki tutkunu, çıkarcı, zayıf kişilikli Mehmet Şahabettin Paşa... Paşa'nın, güzelliğini hırs bürümüş, gözü açık, "üstün kadın" niteliklerine sahip, giderek "bir Balzac ya da Dostoyevski tipine dönüşen" kızı Nimet Hanım... Nimet Hanım'a sevdalanıp evlenen, "teşkilatın" çekirdek kadrosunun en kararlı üyelerinden biriyken, ikbal peşinde koşup dönekleşen ve sonunda bir zamanlar savaş verdiği, çökmekte olan düzene eklemlenen Şefik Bey...

Paşa, Nimet Hanım ve Şefik Bey arasındaki ilişkilere ve bunun diğerlerine yansıma biçimlerine çok az müdahale etmiş Ziya Öztan. Ama örneğin Çetin Öner tarafından büyük başarıyla canlandırılan Abdülhamit'e yaklaşımı, Örik'in kiyle paralellik taşımıyor. En azından "gönlünün de, kafasının da" Abdülhamit'ten yana olmadığını gösteriyor Öztan kaldi ki yönetmenin son yıllarda yeniden tartışmalara konu olan 31 Mart olayına yaklaşımı da yazarınkinden çok farklı. Örik 31 Mart'ı, "Birkaç günlük taze ve mutlu bir hava" olarak görür, "İstanbul'da sükun geri gelmişti ve dökülmüş azıcık kan, bu ınkilap için ödenmesi kabul edilebilecek çok küçük bir sadakaydı" derken, Öztan, kaba bir şematizme düşmeden "gerici ayaklanma" yaklaşımına sadık kalıyor ve tavrını Hareket Ordusu'ndan, Mahmut Şevket Paşa'dan, Mustafa Kemal'den yana koyuyor. Belki şöyle de söylenebilir: Ele aldığı konuda son derece net bir bakış açısına sa hip bulunan Öztan, romandaki bazı "aşırılıkları" yontmakta sakınca görmemiş.

Son yıllarda orta kuşak sinemacılarımızdan çıkan en "dişe dokunur" örneklerden biri olarak nitelenebilir "Abdülhamit Düşerken". Ziya Öztan, "tezlitarih filmleri" çekmeyi ısrarla sürdürüyor ve sinemamızdaki büyük boşluğu adeta tek başına dolduruyor. Filmin TRT yapımı olmasının getirdiği tüm avantajlar da yerli yerli kullanılınca, yani onca para tek bir karede bile boşa gitmeyince, ortaya görsel açıdan son derece zengin, alabildiğine geniş oyuncu kadrosunun mükemmel performans gösterdiği, özenli, dönem atmosferini başarıyla yansıtan, iç ve dış mekanlarda gösterilen titizliğin dikkatlerden kaçmadığı bir film ortaya çıkmış.

Tarih kitaplarında yer bulan yaşanmışlıklarla kurmaca olay ve karakterleri buluşturmakta zorlanmayan, bu açıdan potansiyel dezavantajların üstesinden gelen bir film "Abdülhamİt Düşerken". Meltem Cumbul 'dan Halil Ergün'e, Mehmet Kurtuluş'tan Tarık Akan'a, Çetin Öner'den Haluk Kurdoğlu'na, Nur Sürer'den Engin Cezzar'a, Mehmet Ali Alabora'dan Serdar Orçin'e kadar, irili ufaklı rollerdeki tüm oyuncuların "tarihsel rollerinin" hakkını verdikleri de önemle vurgulanmalı. Calin Mounier'nin görüntü çalışması da atlanmamalı.

19081909'a başarılı bir "dönüş" yapıyor Ziya Öztan. Bugüne ve yakın geleceğe kimi vurgular da bırakarak, tarihin aslında bugünü anlamak ve aydınlatmak açısından da önemli olduğunu kanıtlıyor. (Tunca Arslan “SİNEMA D” Sayı 97)

& Öztan, II. Meşrutiyet dönemini anlattıkları filmin çekim sürecinde, çok karmaşık ve bazı bilinmeyen yönleriyle birçok olayı belirli bir süre içerisinde vermenin zorluğunu yaşadıklarını belirterek, olayları çarpıtmadan ve tarihi gerçeklerin dışına çıkmadan anlattıklarını kaydetti. Filmde anlatılan dönem üzerinde spekülasyon ve tartışmalar bulunduğunu hatırlatan Öztan, şöyle konuştu: “Türkiye’de bana göre resmi tarih tacirleri var, ama gayri resmi tarih tacirleri de var. Herkes kendi penceresinden olaylara bakıyor. Filmde de geçen 31 Mart Olayı, Selanik’ten getirilen askerlerin ayaklanmasıyla yaşanmıştır. Ama sadece askerler değil, başka güçler de ayaklanmaya karışmıştır. Bu tartışmalı bir dönem. Biz filmde gerçeklere bağlı kaldık. Başarılı bir film yaptığımızı düşünüyorum. Bu tarihsel bir film ve bu filmi popüler kaygılarla yapmadık. Bana göre tarihsel filmler dünün veya bugünün değil, yarının filmleridir. Benim için filmin bugün izlenip izlenmemesi değil, yarın izlenip izlenmeyeceği önemlidir.”

Filmde paşa kızı ‘Nimet Hanım’ rolünde oynayan Meltem Cumbul da böyle bir filmde oynamanın kendisine ayrı bir zevk ve heyecan verdiğini belirterek, filmi izledikten sonra, çeşitli tarihsel kitaplar okuyarak hazırlandığı rolünü tam olarak yerine getirdiğine inandığını söyledi. ‘Talat Paşa’ rolündeki Halil Ergün ise daha önce de çok ilgilendiği bir kişilik olan bu karakteri canlandırmanın kendisi açısından önemli olduğunu dile getirerek, filmdeki bütün oyuncuların başarılı olduklarını, başarılı bir filmin ortaya çıktığını kaydetti.

TRT Yapımı olan ve 1 milyon dolarlık bütçeyle çevrilen ‘Abdülhamid Düşerken’ filminin senaryosu, Nahit Sırrı Örik’in ‘Sultan Hamid Düşerken’ adlı romanından hareketle yazıldı. Filmde, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği dönemde yaşanan olaylar, bir aşk ilişkisi çerçevesinde anlatılıyor. Film, mesleğinde başarı kazanmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun demokratikleşme mücadelesinde ön saflarda yer almış, İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerinden Binbaşı Şefik’in, bir nazır kızına ve iktidara sevdalanış öyküsü etrafında gelişiyor. İttihat ve Terakki, II. Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki demokratikleşme mücadelesi, Balkanlar’daki gelişmeler, 31 Mart Ayaklanması gibi Cumhuriyet’in kuruluş sürecini derinden etkilemiş olayları konu almakta film. (Kaynak: ntvmsnbc)




 

2002 YILINDA GÖSTERİME 

GİREN FİLMLER


Neyyire Neyir (Münire Eyüp Ertuğrul) 1902-1943



 

YEŞİL IŞIK (2001) 


Yönetmen: Faruk Aksoy, Senaryo: Necef Uğurlu, Faruk Aksoy Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Müzik: Süleyman Alıntemiz Yapım: UFPUnited Film Faruk Aksoy, Ayşe Germen, Osman Türkay, Gürhan Berke Kurgu: Onur Tan, Hakan Akol, Yardımcı Koordinatör: Gönül Gökalp, Servet Aksoy, Dolly Operatör: Hakan Duyar, Sanat Yönetmeni Yrd.: Yasemin Kalaba, Ses Kayıt: Levent İntepe, Miks Kayıt: Srdian Kurpiel, Görsel Efek: Nadir Bekar, Cast Sorumlusu: Rezzan Çankır, (Fono Film Laboratuarlarında hazırlanmıştır)

Oyuncular: Hülya Avşar, Kenan Işık, Haldun Dormen, Sema Atalay, İlker İnanoğlu, Serra Yılmaz, Olgun Şimşek, Deniz Akkaya, Çolpan İllhan, Eşref Kolçak, Uğur Kıvılcım, İpek Tenolcay, Ezel Akay, Cengiz Küçükayvaz, Güzide Duran, Yasemin Kozanoğlu, Ayumi Takano, Doğa Bekleriz, Sinemis Candemir, Behzat Uygur, Süheyl Uygur, Güzide Duran, Yasemin Kozanoğlu, Perin Karaali, Yiğit Özşener, Sedat Mert, Leyla Kömürcü, Çiğdem Mizrahi, Ayten Uncuoğlu, Gökcan Gökmen, Neslihan Altınok, Ender Tarhan, Perim Amaç, Murat kalaman, Ergül Coşkun, ramazan Akboğa, Arzu Pavlova, İpek Düzgünkaya, Arda Kural

 Konu: Kalp krizi sonucu yaşamını yitiren bir menkul kıymetler şirketi sahibi ile, karaciğerinin nakledildiği güzel bir kadının masaIsı bir aşk öyküsü. Borsada 6 bin dolar kaybetmenin acıısıyla kalp krizi geçiren zengin bir aile babası Ali ile (Kenan Işık) ve aynı gün aynı hastaneye yatırılan Elif'e (Hülya Avşar) ilk tıbbi operasyonlar yapılır. Elif yaşar ve Ali öbür dünyada gözünü açar. Ne var ki Ali'nin vadesi dolmadığı için öbür dünya yolcuları arasına kabul edilmez. Ali'nin koruyucu meleği Yakup (Haldun Dormen) devreye girer. Ve buraya dönebilmesi için bir fırsat tanındığını, karaciğeri kime takıldıysa o kişiyi bulup teslim ettiği takdirde bu dönüşün gerçekleşeceğini söyler. Ali kara ciğerini bulup, yaşamını tekrar kazanmak için dünyaya döndüğünde onu eski yaşamında kimse göremeyecektir. Ama kendi cenaze törenini seyreder. Çok sevdiği karısının en yakın arkadaşıyla birlikte olduğunu görür. Bu öfke ve çaresizlikle bir ömür verdiği değerlerin boşa çıktığını üzülerek gören Ali, yeniden yaşama hırsı ile karaciğerlerinin peşine düşer. Karaciğerleri nakledilen genç kadın ise eşinden ayrılmıştır. Bu arada annesini de yitirdiğinden intihar etmek ister. Elif, hiç tanımadığı ve karaciğeri kendisine nakledilen Ali'nin mezar başını seçmiştir. Ali ise intihar etmek üzere olan kadını görür görmez aşık olur. Oysa, kadını teslim edip kendi yaşamını hak etmesi gerekir. Yakup'un Ali'ye verdiği süre giderek daralmaktadır. Ali Elif'i bir türlü öldüremez. Ve Ali, sonunnda aşkı uğruna kendi ölmeyi seçer ...

NOT: “Yeşil Işık” Faruk Aksoy'un ilk uzun metrajlı sinema filmi çalışması.

 

ÖDÜL:

39. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (2002)

►Sema Atalay “en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 

Işık, birazcık 'yeşil' ışık...  

"Aslolan seyirci, gerisi hikâye..." Milliyet'teki söyleşisinde 'Yeşil Işık'ın yönetmeni Faruk Aksoy, önceden gardını alırcasına bu cümleyi sarf etmiş. Mesaj çok açık: "Eleştirmen, köşe yazarı, bilumum y tavsiye etmem, çünkü sizin için çekmedim." Haklı da, bu filmde en azından eleştirmen olarak işimiz yok. Peki 'seyirci' olarak?..

Tamam, her filmin Türk sinemasını kurtarmak için yola çıktığı dönemler geride kaldı, popüler sinema denen bir şeyin olduğu da hatırlandı; eh o halde seyir zevkimizi tatmin edin. Eleştirmen ya da seyirci; fark etmez, her türlü kimlikle salonda yerimizi almaya hazırız...

Hikâye 'özgün' değil...

Nitekim aldık da. Ama önce küçük ama önemli görünen bir meselenin altını çizelim. Filmin jeneriğinde 'özgün hikâye' diye bir ifade var ve karşılığında Necef Uğurlu yazıyor. Film boyunca eni konu biraz sinemayla ilgilenenlerin aklına 'GhostHayalet' 'Heaven Can WaitCennet Bekleyebilir,' 'Arkadaşım Şeytan,' 'Nihavent Mucize,' City of AngelsMelekler Şehri' türü isimler geliyor. O zaman şöyle küçük bir düzeltmeyle girelim: 'Özgün derleme': Necef Uğurlu... Derleme ya da özgün; ne anlatıyor 'Yeşil Işık'? 11 Eylül'de Boeing'ler sadece ikiz kulelere değil, paradan başka düşüncesi olmayan zengin orta yaşlı bir Türk işadamının hayatına da dalıyor. Sonuç; borsada bilmem kaç milyon dolar kayıp ve ardından kalp kriziyle hayata veda... Oysa adamcağızın vadesi bile dolmamış... Çünkü öte dünyaya gitmeden önce son kontroldeki kayıtlarda öyle gözüküyor. Yanında meleği, gerisin geriye yeryüzüne dönüyor. Eh, bu dönüşün bir gerekçesi olmalı. Yoksa tekrar eski dengeleri, kirli ilişkileri yeniden yaşatmanın bir anlamı yok. O anlam da bekleneceği üzere güzel bir kadın...

 

Aşk şakaya gelmez...

Neyse, uzatmayalım. Bu, klasik anlamda bir aşk hikâyesi. Ama yönetmen Faruk Aksoy, kuru kuruya bir ilişkiyi anlatmak yerine ortalığı şenlendireyim demiş... Bu da kabul, ama türler arasında slalom yapmanın bir mantığı olmalı. Bir önceki sahnede annesinin ölümünden dolayı yasta olan kadının, karşısındaki erkekten etkilenerek göbek atarcasına neşelenmesi, bir ZAZ filminin kalıplarına sığar. Ama 'Yeşil Işık' komedi sahnelerinde gösterdiği hınzırca bakışı ve hayatı ti'ye alan tavrını, iş aşka gelince bırakıyor ve gereksiz bir ciddiyet takınıyor. Bunu, 'aşk ciddi bir iştir' olarak mı algılayacağız? Tamam, kızmayın öyle algıladık; peki ortada aşk var mı? Filmin kahramanları, aşk adına sevdiği şarkıcıya 400 şişe şampanya gönderen ya da gül yaprağı boşaltan Televole güruhundan farklı ne yapıyor? Bizce yaratıcılıkları bir adım ötede; gökyüzünü havai fişeğe boğuyorlar.

Televole dedik de; kadro mankenlerden geçilmiyor ama merak etmeyin; Aksoy sistemin bilincinde bir tavırla hepsini biriki dakikayı bile tutmayan sahnelerde kullanmış. Asıl yük üç ismin üzerinde. Popüler kültürümüzün yegâne figürü Hülya Avşar'ı Türk sineması, 'Berlin in Berlin' ve 'Benim Sinemalarım'da, yeteneklerini ortaya koyacak şekilde kullanmıştı. Avşar 'Yeşil Işık'ta ise özel bir oyunculuk gösterisine soyunmadan, hayattaki duruşuyla katılıyor filme (katı gerçekçilik mi demeli yoksa?). Kendisini aldatan kocasını (kendince kimi gerekçelerle) affeden Avşar'la, Paris'ten alınmış bir mücevher kolyeyle yaşanılanları unutmaya razı karakter arasında pek bir fark yok. Kenan Işık'a gelince; meğerse ondaki keramet 'Kim 500 Milyar İster?'in koltuğunda sabit durmasındaymış. Hareket edince, ne yazık ki oyunculuk özelliği olmadığını anlamakta zorlanmıyoruz. Türk sineması belki yeni bir Cihan Ünal arıyor ama doğru adres Kenan Işık değil... Üstelik (Batılı bir ağızla söylersek) Hülya AvşarKenan Işık ikilisinin hiç de uygun kimyaları yok. Filmi sürükleyen isimse Haldun Dormen. Ama onun yer aldığı sahneler de, başka bir filme ait gibi. Üstelik sonlara doğru canlandırdığı melek karakteri de aşk hakkında ahkâm kesmeye başlayınca her şey fazlasıyla sıkıcı bir hale bürünüyor...

Yuppie'ler de sever... ,

Bu arada filmin, standartları aşma yönündeki en önemli hamlesi olan 'öte dünya' bölümünün de Cem Yılmaz'ın aynı konudaki esprilerinin yanında sönük kaldığını belirtmek zorundayız... Sonuç? 'Yeşil Işık,' Türk sinemasının artık teknik açıdan şikâyet etmeye hakkı olmadığını gösterir düzeyde bir film. Ama sanki Hollywood'vari bir problem burada da yüzeye vuruyor. Teknik ilerledikçe içeriğe bir hal oluyor. Ve kişisel bir merak... Yavuz Özkan filmlerinde de böyleydi de. Niye bizim erkek kahramanlarımız genellikle 'yuppie'msi olurlar ve bazı şeylerin farkına, onları kaybettikten sonra varırlar? 'Yeşil Işık,' kâğıt üzerinde kaybolan değerler üzerine kafa patlatıyor. İyi de erkek kahramanı, sonuçta üçkâğıtçı bir işadamı. Niye onun mutlu olmaya hakkı olsun ki? Ölümlü hayatında ne yaptı da, mutluluğu hak ediyor? "Yeşil Işık", popüler olmak uğruna lafazanlaşan, giderek bizi bir 'mesajlar ordusu'yla karşı karşıya getiren bir film. Kahramanlarının ağzından aşk, yaşam, ölüm, dostluk, sadakat, ihanet, fedakarlık gibi kavramlar üzerine nefes almadan ahkam kesen yapım, aynı zamanda sürükleyici olabilmenin savaşını veriyor. Bunu başarabildiğini söylemek, ne yazık ki mümkün değil.. Popüler sinemaya karşı değiliz; hedeflerin iyi belirlendiği ve sonuca ulaşılan yolda doğru manevralar yapıldığı zaman, sinemanın bu kulvarında keyfine doyulmayacak ürünlerle karşılaşıyoruz ...

"Yeşil lşık"ın tek iyi görünen yanı teknik yapısı. Temiz bir görüntü ve ses çalışmasının göze ve kulağa çarptığı yapım, efekt çalışmalarında da sınıf geçmeyi başarıyor. (Murat Özer, Haftalık Antrakt Sinema g., s.: 5,26 Nisan02 Mayıs 2002) “Uğur Vardan, Radikal 5.4.2002”

&Tiyatro ve sinema dünyasından önemli isimlerin rol aldığı Yeşil Işık, yapımcı olarak tanıdığımız Faruk Aksoy'un ilk yönetmenlik denemesi.

Film, çekim aşamasında, Hülya Avşar'ın sevişme sahnelerinde dublör kullanacağı haberleriyle basında ve özellikle de magazin basınında geniş yer buldu. Bu durumun, 'sürprizinin sonunda saklı olduğu' gerekçesiyle filmin konusunu medyadan sır gibi saklayan yapım ekibinin işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Film ekibi, zaman zaman seti ziyaret eden basın mensuplarına filmin fantastik bir aşk hikâyesi anlattığını söylemek dışında bir bilgi sızdırmamaya gayret etti. Yönetmen Faruk Aksoy filmin, bu fantastik aşk hikâyesini anlatırken Türk sinemasında daha önce denenmeyen, dünyada da benzer bir biçimde ele alınmayan bir 'öbür dünya' anlayışı ortaya koyduğunu ve bu yönüyle oldukça iddialı olduğunu söylüyor. Filmin izleyiciyi oldukça şaşırtacağını belirten Aksoy, "Sinema salonuna gelenler hem çok özenecekleri, epeydir de yaşamadıkları ve özlemini duydukları bir aşk öyküsü seyredip duygulanacak, hem de fonda Türkiye'ye dair bir kara mizah görüp gülecekler" diyor.

Zor hava koşullarına rağmen çekimleri planlanan sürede, altı haftada tamamlanabilen film sesli olarak çekilmesiyle ve iki milyon dolara yaklaşan bütçesiyle dikkat çekiyor. Filmin dikkat çektiği bir diğer nokta da zengin oyuncu kadrosu: Başrollerdeki Hülya Avşar ve Kenan Işık'a deneyimli tiyatrocu Haldun Dormen eşlik ediyor. (ALT YAZI Nisan 2002)

& 'Yeşil Işık'ın çekimleri yağmur, çamur, kar, tipi demeden sürüyor. Yönetmen koltuğunda Faruk Aksoy'un oturduğu, Hülya Avşar, Kenan Işık ve Haldun Dormen'in rol aldığı filmin çekimlerinin başladığı 19 Kasım'dan bu yana İstanbul, son yılların en yağışlı ve karlı günlerini yaşıyor. Aksoy'a göre bu durum 'Yeşil Işık bereketi'. Filmin Bahçeköy'deki setindeyiz. Atatürk Arboretum'unun içindeki küçük gölün üzeri buz tutmuş. Hülya Avşar'ın canlandırdığı Elif ile Kenan Işık'ın canlandırdığı Ali gölün kıyısındaki bankta oturuyor, çifte kumrular gibi... 'Motor' sesiyle birlikte banktan kalkıp Ertunç Şenkay'ın kullandığı kameranın önünden koşarak geçiyorlar. Nereye koşuyorlar? Sevişmeye... Magazin sayfalarında günlerce haber olan, dublörlerin kullanacağı, çekilmeden meşhur olan sahneye!

Esprisi finalde saklı

Yönetmenin deyişiyle 'kaybetmiş', tutunamayan iki insanın, televizyon prodüktörü Elif ve borsacı Ali'nin hikâyesini anlatıyor 'Yeşil Işık'. Elif ve Ali, rastlantı sonucu tanışıyor ve 'müthiş bir aşk' yaşamaya başlıyorlar. Bu aşk iki 'kaybeden'i 'kazanan' yapıyor. "Para kazandık, kaybettik, hepsi boş" diyor yönetmen, "Aşk yoksa, dostluk, arkadaşlık yoksa hayatta yaşamaya değecek bir şey kalmaz."

Filmin esprisi, sürprizli finalde saklı olduğu için Aksoy, konu hakkında fazla açıklama yapmaktan kaçınıyor, "İnsanlar salonda görsün istiyorum. Film, fantastik tarafları olan müthiş bir aşk hikâyesi. Çok romantik bir final sahnesi çekeceğiz. Sinema salonuna gelenler, çok özeneceği, epeydir de yaşamadığı bir aşk seyredecek. Filme gelen insan gülecek. Türkiye eleştirisi görecek, kara mizah görecek fonda. Aynı zamanda seyirci Türk sinemasında bugüne kadar görmediği fantastik sahneler görecek" demekle yetiniyor sadece. Film ekibi soğukta çalışmaya alışmış artık. Kimi aralardan yararlanıp kartopu oynuyor, kimi kayıyor. Kenan Işık ve Hülya Avşar ise açık havada elektrikli sobayla ısınmaya çalışıyor. Film sesli çekiliyor. Çekim olduğunda buz tutmuş gölün üzerindeki ördeklerin bile vakvaklamayı kestiğine bizzat şahit olduk. 'Stop' sesi duyulunca vakvaklamaya başlıyorlar!

'Yeşil Işık'ın setinde dikkatimizi çeken bir nokta hiç prova yapılmaması... Ya hava çok soğuk o yüzden, ya da yönetmen oyuncularına sonsuz güveniyor. "Hülya bana göre bir dünya starı" diyor Aksoy, "Kenan Işık ve Haldun Dormen'in kariyeri ise zaten belli. Herkes işini çok iyi yapıyor. Bu filme kesinlikle Hülya Avşar'ın sinemaya dönüş filmi diyebiliriz. Hem Hülya'nın, hem Kenan'ın oynadığı karakterler film içinde müthiş değişim gösteriyor. Ancak gerçek oyuncular bunun altından Aksoy, ilk filmi olmasına karşın hiç zorlanmadığına dikkat çekiyor: "Gelirsiniz ne çekeceğinizi bilmezsiniz. Hiç öyle bir şey olmadı bende. Hep ne çekeceğimi bilerek geldim ve istediğimi çektim. Bazen oyuncular itiraz etti, 'Hayır' dedim 'Sizin ne anladığınız beni ilgilendirmiyor, ben böyle istiyorum.' Bazen onlar birtakım şeyler önerdiler, kabul ettim. Herkes birbirini çok iyi anlıyor. Son derece uyumlu bir çalışma yürütüyoruz."

Önemli olan hayat bilgisi

Yönetmen Aksoy, çeşitli film ve televizyon projelerinde yapımcı olarak kendini ispatlamış. Ancak yönetmenlik kolay bir iş değil. Gerekli donanımı yapımcısı olduğu filmlerin setinde mi kazandı? Üstelik sinema değil hukuk okumuş.

"Ortaokuldan bu yana Türkiye'de en çok film seyretmiş insanlardan biriyim" diyor Aksoy ve devam ediyor: "Günde ikiüç tane film seyrederdim. İngilizce ve Fransızca bildiğim için birçok sinema dergisini takip ederdim. Sinemanın teorisiyle de çok ilgiliyim. Büyüyünce sinemacı olacaktım. Bir insan yönetmen olacaksa onun sinema eğitimi almasını hiçbir şekilde anlamlı bulmuyorum. Dört yıl gibi koca bir zamanın boşa harcandığını düşünüyorum. Görüntü yönetmenliği, ışıkçılık gibi teknik işlerde durum değişir. Yönetmenlikte dünyayı kavramak, hayat bilgisi önemlidir. Yönetmene gerekli olan teknik bilgiyi birkaç kere sette bulunduğun zaman kavrıyorsun." Erkan Aktuğ, Radikal, 12.1.2002“

&  1940'ların Amerikan filmlerinde pek moda olan ve son yıllarda Meet Joe Black, Şeytanın Avukatı vb. filmlerle yeniden gözde bir tür olarak ortaya çıkan meleklişeytanlı filmler ve mistik damgalı öyküler, aslında sinemamızda pek yapılmamıştı. Bu açıdan, gişede çok başarılı birkaç filmden sonra ilk kez yapımcılığının yanı sıra yönetmenliğe de soyunan Faruk Aksoy'un bu tür bir hikaye denemesi, anlayışla karşılanabilir.

Konu? Özetle, yaşamda yolları birçok kez kesiştiği halde bir türlü tanışamayan, aslında "birbirleri için yaratılmış" iki insan, aynı gün ve aynı dakikalarda ölümün eşiğine gelerek aynı hastaneye kaldırılırlar. (Rastlantıların böylesi!) Biri iyileşir, diğeri ölür. Ama, kader onları ölümden sonra da bağlamaktadır ve ölen adam, konuk olarak geri döndüğü dünyada temelli kalmak için, kadının ölümüne muhtaçtır. Ama, araya aşk, gerçek aşk girince, ölümün ve hayatın anlamları aynı kalabilir mi?

 

Hepsinden bir parça bulunsun diye yola çıkılınca da sonunda hiçbir yere varılmıyor ve film, özellikle ortalarından itibaren, tümüyle yolunu şaşırmış bir gemi gibi yalpalayıp duruyor. Örneğin o "araf' (yani cennetcehennem eşiğindeki "dağıtım") sekansındaki komedi duygusu geliştirilip filmin tümüne yayılabilseydi, ortaya hoş bir fantastik güldürü çıkabilirdi. En azından Atıf Yılmaz ustanın Arkadaşım Şeytan ya da Nihavent Mucize'de örneklerini verdiği.. .

Öte yandan film, inanılması zor bir naiflik ve kabul edilmesi 'mümkünsüz' bir çocuksuluk duygusuna fazlasıyla batırılıp çıkarılmış. Hülya Avşar gibi kuşku yok ki yetenekli, artık belli bir yaşa gelmiş ve bu yaşın biraz yorgunlukla karışık tüm güzelliğini taşıyan bir kadına, film boyunca bir liseli davranışları yüklenirse ... Seyirci bunu ciddiye alabilir mi? Kenan Işık gibi bizim için henüz yarışma programlarındaki gizemli davranışların ötesinde yeteneğini kanıtlamış olmayan bir oyuncunun ve ayrıksı, ama ilginç karakterini yılların deneyimiyle kotarmaya çalışan Haldun Dormen'in çabaları da, filmi kurtarmaya yetmiyor.

Geriye, ustalıkla yapılmış birkaç özel efekt, her türlü yoksulluk ve çirkinlikten arındırılmış, reklam kuşaklarını andırır ideal ev, mutfak ve sokak görüntüleri ve birkaç düzeyli yan oyunculuk gösterisi kalıyor. Bu kadarı da, doğrusu, bunca iddialı bir film için hiç yeterli değil. Bir sinema yazarı arkadaşın çıkarken ettiği bir lafta bitirmek istiyorum: "Sevgiden bu kadar çok söz edip de sevgiyi bunca hissettirmeyen bir film görmemiştim!" “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 153”...