Powered By Blogger

22 Aralık 2022 Perşembe

 

BEYNELMİLEL (2006)

Yönetmen: Sırrı Süreyya Önder, Muharrem Gülmez, Senaryo: Sırrı Süreyya Önder, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Atılmış Müzik: Sırrı Süreyya Önder, Aytekin G. Ataş, Yapım: BKM Film/ Necati Akpınar, Yönetmen Yardımcısı: Hatice Memiş, Yapım Amiri: Menderes Demir, Uygulayıcı Yapımcı Fatmanur Sevinç, Ses Tasarım; Erkan Altınok, Sanat Yönetmeni: Çağrı Aydın, Proje Koordinatörü: Meral Okay, Makyaj: Suzan Kardeş, Kurgu: Engin Öztürk, Işık Şefi: Kenan Kolla, Yapım Yardımcısı: Ercan Sönmez, Yönetmen Yardımcısı: Aslı Sağ, Ses: Yunus Acar, Serter Akkaya, Ses Tasarım: Erkan Altınonuk, 1. Yönetmen Yardımcısı: Hatice Memiş, Yönetmen Yardımcıları: Lusin Dink, Aslı Sağ, Begüm Baran, Devamlılık Asistanı: Emre Arda, Yapım Amiri: Menderes Demir, Yapım Yardımcıları: Nukhet Özel, Fadime Gözcü, Ercan Sönmez, Burak Akdeniz, Fatih Yılmaz, Giray Şeh, Sanat Grubu: Ezgi Ozbay, Tevfik Hacıbeyoğlu, Osman Çankırlı, Özden Kurt, Sadi Nergis, İbrahim Kaygılı, Nebi Koyuncu, Erman Gülmez, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Kamera Asistanları: Turksoy Gölebeyi, Yalçın Avcı, Eren Yıldız, Kuaför: Ertan Öztürk, Makyöz: Arzu Yeşilyaprak,


Oyuncular
: Özgü Namal (Gülendam), Nazmi Kırık (Tekin Yayladalı), Cezmi Baskın (Abuzer Yayladalı), Meral Okay (Ayderya Derya), Bahri Beyat (Mahmut Yayladalı), Umut Kurt (Haydar Arıkan), Oktay Kaynarca (Binbaşı), Dilber Ay (Arzum Çilem), Erdal Gülver (Suphi), Sırrı Süreyya Önder (Servet), Şahin Irmak (Şahin), Burak Tamdoğan (Samet Üsteğmen), Nazif Uslu (Durali), Kahtalı Mıçı (Solist), Gülhan Tekin (Behice), Turgut Bağır (Davulcu Abdo), Koray Özkardeş (2. Genç), Ece Temelkuran (Gazeteci), Gülhan Tekin (Behice), Tamer Güven (1. Başçavuş), Murat Sürücü (2. Başçavuş,)Özlem Turkad (Zehra), Ali Fuad Önder (Şeyho), Ziya Önder (Berber Çırağ), Kahtalı Mıçı (Solist), Tuba Erdem (Durali’nin Eşi), Cansın Hallaç (Tekinin çocuğu 1), Mehmet Bilgiç (Tekinîn çocuğu 2), Kadir Özkaya (Köçek), Mehmet Tekkanat (Gani Hafız), Hüseyin Akşen (Remo),

 Konu: Öykü, 1982 yılının Adıyaman'ında geçer. 12 Eylül 1980 darbesinin getirdikleriyle tüm pavyonlar ve eğlence yerleri kapatılmış, halkın ‘Gevende’ adını verdiği yerel müzisyenlerden oluşan bir grup, işsiz kalmıştır. Dolayısıyla onlar da ekmek paralarını gizlice düzenlenen eğlencelerde çalıp söyleyerek kazanmanın peşine düşmüşlerdir. Geçinebilmek için buldukları çözüm hepsinin tutuklanmasına yol açar Bir gün, bir muhbirin ispiyonlaması sonucunda Gevendeler, askerin düzenlediği ani bir baskınla yakalanırlar. Yörenin sıkıyönetim komutanı, bu yerel müzisyenleri çağdaş bir orkestraya dönüştürmek ister. Oluşturulmaya çalışılan yerel orkestradan, kenti ziyaret edecek olan Askeri Konsey üyelerinin karşılama töreninde çalmaları istenir. Fakat Konsey`i karşılamayı sadece müzisyenler değil, kentin siyasal atmosferini oluşturan genç aktivistler de büyük bir sabırsızlıkla beklemektedir. Siyasal bilimler öğrencisi Haydar Siyasal bilimler öğrencisi Haydar ; "Biz çalgıcı adamız. Çalgıcıdan hiç devrimci olur mu, komünist olur mu?" diyen ağabeyine kulak asmamakta, konsey üyelerini karşılamak için bir protesto eylemi hazırlamayı düşünmektedir. Ve Konsey üyelerini karşılamak için bir protesto eylemi yapmayı planlamaktadır. Yerel orkestranın şefi Abuzer'in kızı olan Gülendam da Haydar`ı sevdiği için bu eyleme yardım eder. Bir yandan sıkıyönetim birimleri ve yerel orkestra, bir yandan da devrimci gençler tarafından birbirinden habersiz olarak yürütülen Konseyi karşılama hazırlıklarının karışması sonucunda, herkesi şaşırtacak olaylar gelişir.

 ÖDÜL:

18.Ankara Film Festivali, 2007

►Onat Kutlar “En İyi Senaryo” Sırrı Süreyya Önder

►Muharrem Gülmez “En İyi Film”

26.İstanbul Film Festivali, 2007

►Muharrem Gülmez “Jüri Özel Ödülü”

►Özgü Namal “En İyi Kadın Oyuncu“

1982 yılının yaz aylarının bir kaç gününde, sıkıyönetimin en sıkı olduğu bir sırada, Adıyaman'ın Eryaman ilçesinde geçiyor hikayemiz. Askerler gevende diye bilinen yerel müzisyenlerden bir orkestra kurmaya kalkarlar ki bayram seyran cenaze karşılama vb günlerde marş çalacak birileri olsun. Üzerlerinde "temsili düşman üniforması", ellerinde tambur klarnet, bahar karşılama marşı niyetine Komünist Enternasyonelin marşını çalışır dururlar da kimse de bilmez ne çaldıklarını. Çocuklar, kuşlar; zaten ha kuş ha çocuktur onlar için. Ta ki konseyin (Milli Güvenlik Konseyi) beş paşası ("Beşiniz de paşasınız, zorluklara koşarsınız.") kente gelip de onların karşılama töreninde bu marş çalınana kadar. Sonrası malum: tutuklamalar, dayaklar, idamlar, gözyaşları ve kaçınılmaz Son

Kısaca böyle özetlenebilir bu eksili film. Pekiyi nedir bu eksi? Vizontele Tuuba'nın neredeyse aynısı gibiydi. Konuşmalar aynı, oyuncular aynı, pavyon açılıyor, illa bir tane devrimci genç var büyük şehirde okuyan hani aileleri kaymakam olacak diye bilir bunları halbuki "Ekonominin Temelleri"nin iç kapağı aslında Friedrich Engels'dir. Karşılıklı söylenmemiş aşklar var, aile dramları var. Bir de fonda ihtilal dönemi var.

Gelelim filmin artılarına: Abuzer Yayladalı rolünde devleşen Cezmi Baskın, Meral Okay namı diğer Arzum Çilem, gevendelerin müziği, alaturka Enternasyonel ki zaten kendisi beynelmilel bir şarkı, ölçülü oyunculuklar, dozunda bir duygusallık, Dilber Ay ve Kahtalı Mıçı gibi isimlerden dinlediğimiz Adıyaman türküleri ve en önemlisi üzerine düşünülmüş espriler. Kabir başında saksafonlar zillerle Allahümme salli ala çalan bir grup adam, üzerlerinde Birinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız ordusunun giydiği üniformaların benzerleri; ben zaten devrimci oldumiyi yapmışsın, bandoya para yapıştırırlar mı ve tabii ki halkımız da üç ay bekleseymiş ya...

Son dönem Türk sinemasında olduğu üzere bol yan karakterli ama onların üzerinde oynayamadan biten filmlerden biri Beynelmilel. Diyaloglar çok şey anlatır gibi görünüyor ama asıl etiketlerle anlatıyor derdini yönetmen. Bir devrimcinin tek nişanlısı ölüm mesela, hem zaten kadınlar da iki taraftan birden sömürülüyor. Pavyonda kültür n'arasın benim kızım? Devrimi de Cemal Gürsel Paşa yapmıştı zamanında. Sonra metaforları çok güzel kullanıyor film. Ölünün arkasından çalınan çalgı askerin mevlüdü oluyor, Halkevi pavyona dönüşürken Piç Haso'nun Guernica'sı'nin yerini Arzum Çilem afişi alıyor. 80 sonrasında silinip gidenler gözümüzün önüne geliyor bir bir. Müzikleri ne de güzel veriyor duygusunu, daha bir gerçek oluyor. İnsan sessiz çalınan Lorke'ye kahkahalarla gülerken kalkıp halayın arasına girivermek istiyor. Bu arada o kemanı acaba gerçekten Cezmi Baskın mı çalıyor?

Ve sonuç... Her türlü eksisine rağmen güzel bir film oluyor Beynelmilel. Aynı dönemin filmleri olarak karşılaştırıldığı Vizontele Tuuba'yı solda sıfır bırakıyor; Babam ve Oğlum kadar üzmüyor, çünkü onu hedeflemiyor. Yine de sınıfını başarıyla geçiyor, kendini izletiyor, tavsiye ettiriyor. (plansekans.blogspot.com)

 

12 Eylül döneminde Adıyaman’da olmak...

Evet, küçük bir film, Evet, kimi reji ve mizansen hataları var. Ama yine de sıcak ve sempatik olduğu ve 12 Eylül dönemi üzerine ilginç saptamalarda bulunduğu yadsınamaz.

1982 yılının Adıyaman’ında geçiyor film...Yerel bir müzikçişarkıcı gurubu, oturak ve zenne alemleri düzenleyerek bölgenin eğlence ihtiyacına karşılık vermeye çabalıyor. 12 Eylül askeri yönetiminin yerel temsilcileri, bu Kürt ve çingene ağırlıklı gurubu “ciddi bir orkestra” haline getirmeye çalışıyorlar. Ki kenti ziyaret edecek olan Konsey üyelerini karşılasınlar…

Gurubun beyni, “keman çaldığında bülbüller susan” Abuzer Yayladayı, gurubu adam etmeye çalışırken, delişmen kızı Gülendam da büyük kentte üniversiteye giden Haydar’a gönlünü kaptırmıştır. Ama Haydar bir devrimcidir ve yanından eksik etmediği bir 45’lik plakta çalan parçaya gönül vermiştir. Yani ünlü “komünist enternasyonal” marşına!...Parça Abuzer’in kulağına ulaşır, ama kızı ona bunun “baharın gelişi” şarkısı olduğunu söyler. Marşı pek beğenen orkestra da bunu generallerin gelişi için hazırlamaya koyulur!...

“Beynelmilel” bize iki yeni yönetmen birden getiriyor. Ortak çalışma ürünü olan genelde sağlam bir senaryoyu oldukça başarılı biçimde aktarmışlar. Ancak yine de temelde “bir büyük şakaya” dayalı bir film bu...Onun etrafında yeterince zenginleştirilememiş sanki... Dönemi ve çevreyi veren tüm ayrıntılar başarılı, aksayan birşey yok. Karakterler de oldukça iyi çizilmiş. Müzisyen Yayladağlı kardeşlerden şarkıcılığı da yürüten pavyon kadınlarına (“pavyon kadınlarının iyisi denk düşerse, diğer kadınlardan daha namuslu olur!”), kadrolu muhbirden askerlere, filmin genç aşıklarından yaşlılara herkes iyi seçilmiş, iyi de oynamış. Benim en çok beğendiğim, ilk kez dört başı mamur bir rolde yeteneğini gösteren Özgü Namal oldu. Genç sanatçı, yılın tam sonunda geldi ve akıllarda kalan bir rolle, en iyiler arasında yer aldı. Ayrıca Cezmi Baskın’dan Meral Oğuz’a, Nazmi Kırık’tan Dilber Ay’a çok sayıda iyi karakter oyuncusu da var.

Film gerçi sinemamızın geçmişteki filmlerinden özellikle “Selamsız Bandosu” veya “Vizontele” gibi yapımları hatırlatmıyor değil. Ama öte yandan dönem filmlerini genelde ihmal etmiş olan bir sinemada, hem de 12 Eylül gibi toplumu son derece etkilemiş, dönüştürmüş olan bir dönemin filmleri elbette bitmedi, daha da yapılacak.

Bu arada kimi eleştirilerim de var. Örneğin finaldeki askeri tribün sahnesi filmin en kalabalık ve gösterişli sahnesi olduğu halde, içerdiği imkanlar kullanılmadan çabucak bitiveriyor. Ya da “ölümden sonra” konan o dayanılmaz türkünün duyguları zorla galeyana getirme çabası. Buna benzer kimi acemilikler, filmi kusursuz olmaktan alıkoymuş.

Dramla komedinin iç içe olduğu bu film, askeri dönem kadar ayakları yere basmayan hayalci bir devrimciliği de eleştiriyor. Her şeye karşın rahatlıkla görülebilir, görülmeyi de hak ediyor. (Atilla Dorsay)

· 12 Eylül İhtilali'nin üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra ve demokratik koşullardaki normalleşme süreci yeniden oluştuğunda, Türk sineması filmografisinde ve literatüründe "Eylül Filmleri" denilen filmlerden oluşan bir olgu ortaya çıkmıştı. Bu filmlerin sarsıcı sahneleriyle öne çıkanlarından ve yakın zaman önce vizyona girenlerinden biri, yönetmenliğini Ömer Uğur'un yaptığı "Eve Dönüş" filmiydi. "Beynelmilel" ise bu filmlerin şu ana kadar yapılmış olan son halkası. Sırrı Süreyya Önder'in senaryosunu da yazdığı ve yönetmenlerinden biri de olduğu Beynelmilel, 12 Eylül'ün sarsıcı koşullarına, mizahı öne çıkararak yaklaşan trajikomik bir film. Beynelmilel, salt darbenin ne kadar kötü ve zararlı olduğuna kilitlenmeden, aynı zamanda "insan insanın kurdudur" deyimine de gönderme yapıyor, bu koşulların oluşmasında sıradan insanın ve kendisine ülkeyi kurtarma vazifesi çıkaran kişilerin de etkisini sorguluyor Film 1982 yılında Adıyaman'da, Gevende denilen ve düğünlerde çalgı çalarak şarkı söyleyen yerel müzisyenlerden Abuzer ve bir gurup arkadaşının ekmek mücadelesini anlatırken, 12 Eylül İhtilali'nin yarattığı toplumsal hapishaneyi ve baskı ortamını eleştiriyor. Geçimlerini temin etmek için pavyon işleten Abuzer ve arkadaşları, ihtilalin pavyonu yasaklamasından dolayı bir kamyonun kasasını pavyona dönüştürerek gizlice çalışmaktadırlar. Şehirden muhbir bir vatandaş onları sürekli takip ederek askerlerin onları yakalanmalarını sağlar. Şehrin sıkıyönetim komutanı olan albay, Abuzer ve arkadaşlarını aşağılayarak, onların orkestra müziği yapmasını ve onlara üniformaya benzer elbiseler giydirilmesini ister. Bu arada 12 Eylül İhtilalinin kudretli beş komutanı yakın zaman içinde şehri ziyaret edeceklerdir. Albay ise onları karşılama töreninde Abuzer ve arkadaşlarının bandoyla müzik çalmalarını istemektedir

Askerlerden biri, çalgıcıların üniforma olarak, kurtuluş günlerinde kullanılan ve depoda duran Fransız düşman askerlerinin üniformalarını giymelerini önerir. Öneri benimsenir ve Abuzer'le arkadaşlarına bu elbiseler dağıtılır. Abuzer'in çok sevdiği ve annesiz büyüttüğü kızı Gülendam, şehirdeki fotoğrafçı Servet'in kardeşi olan ve Mülkiye'de okuyan Haydar'dan hoşlanmaktadır. Sosyalizme inanan Haydar, Gülendam'a gizlice devrimci içerikli kitaplar vermektedir. Haydar gizlediği yerden çıkardığı Enternasyonel marşının plağını pikabı olmasından dolayı kasete kaydetmesi için Gülendam'a verir. Haydar'ın amacı paşaların şehri ziyaretleri sırasında Enternasyonel marşı ile bir eylem yapmaktır. Gülendam, evde kayıt sırasında sürekli Enternasyonel marşı çalarken, babası marşı duyar ve hoşuna gider.

Abuzer ve arkadaşları marş üzerinde çalışmaya başlarlar. Albay ve diğer askerler de marşı beğenmişlerdir Paşalar kente geldiklerinde bu marşla karşılanacaklardır. Paşalar gelir ve bando Enternasyonel'i çalmaya başlar. Bu sırada Haydar'dan etkilenen Gülendam, Haydar'ın hoşuna gideceği düşüncesiyle "Cuntalar Olmasın" afişi açar. Haydar vurularak öldürülmüş, Gülemdam'ın dedesinin kefeni olan Amerikan bez i üzerine hazırladığı afiş üzerine düşerek onun kefeni olmuştur. Bu arada bütün çalgıcılar ve Gülendam gözaltına alınmıştır. Askerler elebaşı olduğunu düşündükleri Abuzer'i de öldürmüşlerdir. Beynelmilel düşünce olarak yaratıcı bir çalışma. Mizahı öne çıkararak kurduğu anlatımına zaman zaman hüzün ve trajedi karışıyor. Didaktik olmadan ve nadiren olsa da, gereksiz büyük laf1ar etmeden insanların yaşamlarını kaosa çeviren bir toplumsal travmayı, büyüteç altına alıyor. Bu süreç anlatılırken Abuzer rolünde Cezmi Baskın, Gülendam rolüyle Özgü Namal oyunculuk açısından öne çıkıyorlar. Ayrıca çalgıcıları oynayan kişilerle, subay ve assubayları canlandıran kişiler de oyunculuk ve sahicilik açısından bir başarı yaratıyorlar. Filmin çekildiği bölgenin neredeyse zamana direnen fiziksel özelliklerinden dolayı, 25 yıl öncesinin atmosferini yaratma açısından film başarılı görünüyor. Fakat, arada yeni nesil tren vagonlarıyla, fondan geçen Renault 12 marka arabanın 1990'lardaki modelini filmden eleme konusunda başarılı olunamamış. Detay da olsa fark eden seyircinin gözüne batıyor ve filmin etkisini zayıflatıyor. Film, ülkeyi kurtarma iddiasıyla büyük bir hapishaneye çeviren askerlerin önyargılı bakışlarını ve yüzeyselliğini anlatırken, ihmal edilmiş ve cahil kalmış bir halkın aymazlığını yansıtmak açısından da başarılı görünüyor. Diğer yandan, ihtilal sonrasında kısmen gevşemeye başlayan baskılar sonrasında halkevinin pavyona dönüştürülmesi ve kültürleşme sürecini yok eden her türlü yaklaşıma gönderme yapılarak, toplumsal yapımızdaki dönüştürme, apolitikleştirme ve yüzeyselleşmenin ipuçları veriliyor. Ama hüküm süren baskı koşullarını yansıtmak için kör gözüm parmağına Picasso'nun "Guernica" yapıtının kullanılması ve üzerinde kültürsüzlük göstergesi spekülasyonlar yapılması biraz kolaycılık olarak göze batıyor. Filmin müziklerine de senaryo ve yönetmenlikle birlikte imzasını atmış Sırrı Süreyya Önder. Genel itibarıyla filmi ifade etme açısından uygunluk sorunu yaşamayan müzik hakkında dozu fazla kaçmış tanımlaması yapmak abartılı kaçmayacaktır. Beynelmilel, sinema tarihimizde ülkemizin en önemli karabasan dönemlerinden birini, sinema dilini kullanarak mizahın desteğinde asık suratla anlatmayan bir film olarak ilgiyi hak eden bir yapıt olarak dikkati çekiyor. (Bülent Vardar) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi, 2007 sayı 7”

 

BEŞ VAKİT (2006) 

Senaryo ve yönetmen: Reha Erdem, Görüntü Yönetmeni: Florent Herry Müzik: Arvo Part, Yapım: Atlantik Film yapımı/ Ömer Atay Yönetmen Asistanları: Gamze Peker, Fatih Kızılgök, Yönetmen 2. Asistanı: Ceyda Kayaçetin, Yapım Sorumlusu: Yılmaz Salur, Sanat Yönetmeni: Ömer Atay, Kurgu: Reha Erdem, Kasting: Özlem Sungur, Ses: Murat Senürkmez, Yapım Asistanları: Yalın Karabey, Ali, Ayan, Recai Gürserl, Reşat Elibol, Kostüm, Saç ve Makyaj: Mehtap Tunay, Kasting: Özlem Sungur, 1. Kamera Asistanı: Engin Özkaya, Özgür Eken, 2. kamera Asistanı: Deniz Arslan, Steadycam Operatörü: Gökhan Tiryaki, Steadycam Asistanı: Kamer Dereli, Işık Şefi: Şenol Toz, Yusuf Demir, Işık Asistanları: İbrahim Erenel, Hüseyin Yalçın, Boom Operatörü: Çağdaş Karagöz, Set Amiri: Murat Mestut, Set Asistanları: İsmail Mutlu, Necmi Çağlayan,



Oyuncular
: Özkan Özen, Ali Bey Kayalı Yakup), Elit İşçan (Yıldız), Bülent Emin Yarar (İmam), Taner Birsel (Zekeriya), Yiğit Özşener (Yusuf), Selma Ergeç (Öğretmen), Köksal Engür Halil Dayı), Nihan Aslı Elmas (Yıldız Ali), Tilbe Saran, (Ömer Anne), Sevinç Erbulak (Yakup Anne), Özkan Özen (Ömer), Cüneyt Türel (Dede), Bülent yarar, Ali Düşenkalkar (Ahmet Ağa), Tarık Sönmez (Çoban Davut), Harika Uysal (Zeynep), Utku Barış Sarma (Ali), Eren Akan (İsmail), Şükran Üçpınar (Nene), Sencer Sağdıç (Doktor), Ali Şahinbaş (Fotoğrafçı),

Konu: Ömer,Yakup ve Yıldız çocukluktan gençliğe geçme sürecinde olan üç çocuktur. Yakup köydeki ilkokul öğretmenine aşıktır. Yıldız çocukluktan ergenliğe geçiş sürecindeki bunalımlara sahiptir.Ömer’se köydeki imamın oğludur ve babasının küçük kardeşine olan davranışlarını iltimaslı bulduğundan bu adaletsizliği sevgisizlik olarak yorumlayıp babasına karşı içten içe öfke beslemektedir.Köyde babasının yaşıtı olan insanların da daha yaşlı olanlarla yaşadığı bir kuşak çatışması ve evlatlarına davranışlarında çifte standart vardır.Ömer babasını öldürmek ister ve bunun için babası hastayken gizlice pencereyi açmak,kapsüllü ilaçları tek tek açıp içini boşaltmak gibi çocukça yöntemler bulur. Babası hastayken ezan okuması için gidip Yakup’un babasına haber verir. Zaman ezan sesleriyle günü belirli parçalara bölerken köyde hayat akar.

Yıldız’ın babasıyla ilişkisi çok iyidir, kundaktaki kardeşine bakması gerekmektedir ve bir gün çocukluğu yüzünden koşarken bebeği kucağından düşürür. Bebeği hastaneye götürürler. Başına bir şey gelmediğini anladıklarında kurban Keserler. Kurban etlerini dağıtırken Yakup babasının da kendisi gibi öğretmene yanık olduğunu öğrendiğinde küçük dünyası başına yıkılır. Daha evvel anne karnındayken düşen kardeşi için de babasını suçlamaktadır. Ancak bu öfke Ömer’in tavrına benzer bir tavır yaratmaz onda.Ömer babasını akreple zehirlemeyi düşündüğünden köyün çobanından akrep bulmasını istemiş ve buldurtmuştur.Ancak babasını zehirlemez. Sürekli küçük kardeşiyle kıyaslanmak ve yerilmek onu mutsuz etmektedir. Aile,sosyal baskı ve umutlar iç içe geçer. Büyümenin acıtan yanlarını üç çocuk da görürler doğanın varlığı filme böylesine katılmıştır, görüntü yönetmeninin çabası filme böylesine dramatik bir öğe olarak dahil olmuştur. Ama film yalnızca pastoral bir köy yaşamı öyküsü değil. Elbette özellikle köylülüğe eğilen, Kaos'tan Nalın Ağacı'na o büyük İtalyan filmlerinin tadı duyumsanıyor. Nuri Bilge filmlerinin, hatta bizim Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'ın tadı da var biraz... Ama Erdem'in filmi, başka ufuklara doğru yol açıyor. O küçük köyde, özellikle çocuklar cephesinde kimi karanlık düşünceler, bastırılmış emeller, ölümcül kıskançlıklar var. Ömer'in derdi, kendisini hep ezen imammüezzin babasından kurtulmak. Bunun için, sürekli onu öldürme planları tasarlıyor. Yakup, genç kadın öğretmenine aşık, ona dokunmayı bile günlerce ellerini yıkamamak için bir neden sayıyor. Ve günün birinde o da sevmediği babasının genç kızı röntgenlediğini görmesin mi? Yıldız ise yeni doğmuş erkek kardeşini kıskanıyor ve bilinç altı dürtüsüyle, onu nerdeyse öldürüyor. Ve çocuklar, bir leitmotiv gibi, en kritik anlarda yere yatarak 'araziye uyum sağlıyor', bir diğer deyimle 'ölüyü oynuyorlar!'... Bu pastoralin ardında, insan ruhunun en gizli ve ürkünç yanları gizli. Ama Erdem bize ne bir 'suç ve ceza' filmi sunuyor, ne de bir klasik psikolojik gerilim. O, kapalı bir çevrede, derinlemesine olmasa da bir avuç insanı tanıtıyor; büyükleri ve çocuklarıyla... İnsandoğa ilişkilerini ilmek ilmek örüyor, geçen her anı duyumsatıyor. Ve bize bir film boyunca alabildiğine sıradan, ama o ölçüde eşsiz yaşama serüvenine tanık olma duygusu getiriyor. Gerek çocuk oyuncular, gerekse küçük rollerde oynamış bildik oyuncular olağanüstü. Aynısı görüntü ve müzik için de söylenebilir. Bu olağanüstü film bence bir başyapıt. (Sabah G. 15.10.2006)

“Beş Vakit”, Türk sinemasında yeni bir zirveyi işaret ediyor. Üstelik bu zirve hemen tüm dünyadan görülecek bir yükseklikte... Belki herkese hitap etmeyecek, belki leziz bir şarap gibi ancak uzun uzun ağızda durduktan sonra gerçek anlamda tadına varılabilecek bir film. Ama bunu yapabilenlerin bu lezzeti asla unutmayacaklarına şüphem yok.

NOT: Beş Vakit”, 24 Eylül  29 Ekim tarihleri arasında Ayvacık’a bağlı Kozlu köyünde sesli olarak çekildi. Film, HD olarak çekildikten sonra 35 mm’ye aktarıldı. Filmin tamamı Kozlu köyünün içinde ve köyün Güzelçeşme, Bakacak Kayası, Gedik, Çimenli Kıran, Yarıklı Kaya gibi tepelerinde çekildi. Köyün tepelerine ulaşım atlar ve eşeklerle sağlandı. Çok küçük bir ekip’ten oluşan filmin ekibi çekimler boyunca Kozlu köyünde yaşadı. Kozlu köyü sakinleri film süresince ekibe yardımcı olmak için ellerinden geleni yaptılar. (Sinematürk)

 ÖDÜLLER:

13.Adana Altın Koza Film Şenliği, 2006

►Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: Ali Bey Kayalı

►En İyi Film : Reha Erdem

►En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Bülent Emin Yarar

►Fipresci Ödülü: Reha Erdem

►En İyi Film: Reha Erdem

28.Montpellier Film Festivali, 2006

►Jüri Özel Ödülü: Reha Erdem

►Gençlik Ödül; Reha Erdem

28.Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2006

►En İyi Görüntü Yönetmeni : Florent Herry

►En İyi Yönetmen: Reha Erdem

►En İyi Film: Reha Erdem

· Beş Vakit, Türk sinemasında yeni bir zirveyi işaret ediyor. Üstelik bu zirve hemen tüm dünyadan görülecek bir yükseklikte... Belki herkese hitap etmeyecek, belki leziz bir şarap gibi ancak uzun uzun ağızda durduktan sonra gerçek anlamda tadına varılabilecek bir film. Ama bunu yapabilenlerin bu lezzeti asla unutmayacaklarına şüphem yok. Bir Karadeniz köyünde geçiyor film... Sahile yakın, deniz iklimine açık, sert rüzgârlara, aniden düşen yağmura, gökyüzündeki bin bir renge alışık bir köy... Burada bize küçük dokunuşlarla tanıtılan, karaktere pek dönüşmeden birer tip olarak kalan birkaç aileyi birden tanıyoruz. Özellikle de çocuklarını... Ömer, Yakup ve Yıldız, bu hikâyenin büyüme çağlarındaki üç ana kahramanı. Film, zengin çağrışımlarla bir pastoral senfoni gibi gelişiyor. Temposunu filme adını veren '5 vakit' ezan belirliyor. Yatsıdan başlayarak (ve geriye giderek) bir günü tamamlayan olayları, bir ezan sesi birbirine bağlıyor. Her şeyin fonunda ise doğa var. Demin sözünü ettiğim özellikleri, renkleri, gel gitleriyle hayatımıza eşlik eden doğa. Çok az filmde geçen zaman böylesine duyurulmuştur,

Bir Karadeniz köyünde geçiyor film...Sahile yakın, deniz iklimine açık, sert rüzgarlara, aniden düşen yağmura, gökyüzündeki bin bir renge alışık bir köy... Burada bize küçük dokunuşlarla tanıtılan, karaktere pek dönüşmeden birer tip olarak kalan birkaç aileyi birden tanıyoruz. Özellikle de çocuklarını...Ömer, Yakup ve Yıldız, bu hikayenin büyüme çağlarındaki üç ana kahramanı.


Film, zengin çağrışımlarla bir pastoral senfoni gibi gelişiyor. Temposunu filme adını veren ‘5 vakit’ ezan belirliyor. Yatsıdan başlayarak (ve geriye giderek) bir günü tamamlayan olayları, bir ezan sesi birbirine bağlıyor. Her şeyin fonunda ise doğa var. Demin sözünü ettiğim özellikleri, renkleri, gelgitleriyle hayatımıza eşlik eden doğa. Çok az filmde geçen zaman böylesine duyurulmuştur, doğanın varlığı filme böylesine katılmıştır, görüntü yönetmeninin çabası filme böylesine dramatik bir öğe olarak dahil olmuştur.

 Ama film yalnızca pastoral bir köy yaşamı öyküsü değil. Elbette özellikle köylülüğe eğilen, “Kaos”tan “Nalın Ağacı”na o büyük İtalyan filmlerinin tadı duyumsanıyor. Nuri Bilge filmlerinin, hatta bizim “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ın tadı da var biraz...

Ama Erdem’in filmi, başka ufuklara doğru yol açıyor. O küçük köyde, özellikle çocuklar cephesinde kimi karanlık düşünceler, bastırılmış emeller, ölümcül kıskançlıklar var. Ömer’in derdi, kendisini hep ezen imam müezzin babasından kurtulmak. Bunun için, sürekli onu öldürme planları tasarlıyor. Yakup, genç kadın öğretmenine aşık, ona dokunmayı bile günlerce ellerini yıkamamak için bir neden sayıyor. Ve günün birinde o da sevmediği babasının genç kızı röntgenlediğini görmesin mi? Yıldız ise yeni doğmuş erkek kardeşini kıskanıyor ve bilinç altı dürtüsüyle, onu nerdeyse öldürüyor. Ve çocuklar, bir leitmotiv gibi, en kritik anlarda yere yatarak “araziye uyum sağlıyor”, bir diğer deyimle “ölüyü oynuyorlar!”’....

Bu pastoralin ardında, insan ruhunun en gizli ve ürkünç yanları gizli. Ama Erdem bize ne bir “suç ve ceza” filmi sunuyor, ne de bir klasik psikolojik gerilim. O, kapalı bir çevrede, derinlemesine olmasa da bir avuç insanı tanıtıyor: büyükleri ve çocuklarıyla...İnsandoğa ilişkilerini ilmek ilmek örüyor, geçen her anı duyumsatıyor. Ve bize bir film boyunca alabildiğine sıradan, ama o ölçüde eşsiz bir yaşama serüvenine tanık olma duygusu getiriyor.

Gerek çocuk oyuncular, gerekse küçücük rollerde oynamış bildik oyuncular olağanüstü. Ayni şey görüntü ve müzik için de söylenebilir. Bu olağanüstü film bence bir başyapıt. Mutlaka izleyin, (Atilla Dorsay)

& Reha Erdem'in yazıp yönettiği "Beş Vakit", uçsuz bucaksız zaman ve mekanın, insan elinde biçimlendirilmiş, sıkıştırılmış, düzenlenmiş hallerinden birinin filmi. Bu, neredeyse tüm filmler için edilebilecek çok genel cümle, filmin içindeki tüm karakterleri tanımlayan ve hatta onların önüne geçen bir zaman ve mekan anlayışı olan Beş Vakit söz konusu olduğunda farklı bir anlam kazanıyor aslında. "Beş Vakit", filmin içerisinde adı veya konumu belirtilmeyen, ama az çok tahmin edebileceğimiz üzere Ege'de, bir köyde geçen gündelik hayatın, köy ahalisinin birbiriyle ve içinde bulundukları zaman ve mekanla, dolayısıyla da hayatla kurdukları ilişkilerin hikayesini anlatıyor. Bu karakterlerin hikayelerini izlerken de, onların kim olduklarından, başlarına neler geldiğinden ziyade, zamanın ve mekanın belirlediği genel bir ruh haliyle ilgileniyoruz daha çok. Ömer, Yakup ve Yıldız bu zaman/mekanda büyümeye çalışırlarken, anne ve babaları, köyün imamı, çobanı, öğretmeni, doktoru da bu içinde doğup büyüdükleri mekan tarafından tanımlanmış kimlikleri ile hayatlarının olağan akışına devam ediyorlar.

Bu çok karakterli filmin, belki de en ön plandaki karakterleri, bu köyde büyümekte olan çocuklar. Ya da henüz büyümekte olduklarından, tam olarak biçimlenmemiş, 'tamamlanmamış' olduklarından, onların hikayeleri ile daha çok ilgileniyoruz. Çünkü onların henüz hala, günün beş ayrı vakit olarak bölümlendirilmiş akışından kendilerini soyutlayabildikleri anları; kapalı kapılar ardından ve dar sokaklardan kaçıp, uçurum kenarlarında ufka baktıkları kendilerine ait alanları var. Fakat film ilerledikçe, onların da, tıpkı gece/gündüzün ve mevsimlerin kırılmayan döngüsü gibi, annebabalarının ve onların annebabalarının hayatlarının devam ettirdiği bir döngünün içerisinde sıkışıp kalacaklarını bir tür iç burukluğu ile fark ediyoruz. Ebeveynleri onlara nasıl davrandıysa çocuklarına da öyle davranan annebabaları gibi, onlar da bu mirası istemeden de olsa devralıyorlar.

Gece başlayan film, sabah sona ererken, bu zaman döngüsü bizde hem bir devamlılık hem de bir içinden çıkamama hissini aynı anda uyandırıyor. Bu ikili duygunun temel sebebi, bir yandan Reha Erdem'in kamerası aracılığıyla doğanın/zamanın döngüsüne duyduğumuz hayranlık, bir yandan da bu huzur, dinginlik, tamamlanmışlık, sonsuzluk hisleri uyandıran coğrafyanın içerisinde okula gitmeye, kardeşlerine bakmaya, anne babalarından azar işitmeye, yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya sürekli olarak zorlanan tüm çocukların 'mecburen' onlar için bölümlendirilmiş bir zamanı, bir hayatı yaşamaya çalışmalarının hikayesini izliyor olmamız. İşte bu, mekan ve insan arasında yaratılan tezat, aynı zamanda filmintemel duygusunu da belirleyen şey haline geliyor. Gece oluyor, gündüz oluyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor ve bizler bir yandan filmin sinematografisini hayranlıkla izlerken, bir yandan da okul sıralarında gece ve gündüzün oluşumunu ders kitaplarından okuyan, ezberlemeye çalışan çocukların hikayelerini takip ediyoruz, onların peşine takılıp daracık sokaklarda yürüyoruz. Gece ve gündüz tüm ihtişamı ve kendiliğindenliği ile oladursun, onlar önlerindeki ders kitaplarından gece ve gündüzün oluşumuna dair bilgileri yüksek sesle okuyarak öğrenmeye, ezberlemeye çalışıyorlar. Doğanın onlara sunuyor gibi göründüğü sonsuzluk içinde onlar kültürel kodların döngüsü tarafından sıkıştırılmış durumdalar. Kimi kendi babasını yok etmekle, kimi ilkokul öğretmenine duyduğu aşkla bu döngüden çıkmanın yollarını arıyor. Sıradan olanın içerisinde kendilerine nefes alabilecekleri alanlar yaratmaya çalışıyorlar. Ama sonuçta hepsi de aynı saman yığınlarının, çiçeklerin, otların, bina yıkıntılarının arasında uyuyakalıveriyorlar. Zaman, ya insanın kontrolü dışında akıp gidiyor ya da geçmek bilmiyor; bu ikisi aslında aynı şey onlar için.

Reha Erdem, "Beş Vakit"te taşra mekanının ve zamanının dışarıdan görünen büyüleyici, sakin, özenilen yüzüyle taşra hayatının hiçbir şey olmazlığı, sıkışmışlığı, çıkılmazlığı arasındaki tezatlığı, görüntüleri ve hikayesi arasındaki tezatlık üzerinden kuruyor. Bu zaman ve mekan tarafından belirlenmiş olduğunu söylediğimiz haletiruhiyeyi, yine de, genele yaymak mümkün belki de. Eninde sonunda mekanı ve zamanı insana dar eden yine insan olmuş oluyor. (Senem Aytaç)

& Uzun yıllar boyunca 'köy filmleri' ve dolayısıyla taşra, Türk yönetmenlerin kimi siyasal ve sosyal sorunları ele alması için aracı olmuştu. 80'li ve 90'lı yıllarda Türk sinemasında taşranın 'ağırlığı' pek hissedilmezken, yakın dönemde bir nevi kaçış mekanı olarak geri geldi. Daha doğrusu, Türk sineması taşraya geri döndü... Bir 'kaçış mekanı' olarak nitelendirmemiz boşuna değil, şehirden taşraya doğru giden bu hareket son yıllarda Türk sineması üzerine yazılan çoğu makalenin, filmler üzerine yapılan tartışmaların ana konusuydu. Kimilerine göre bu dönüş kaçınılmazdı, kimilerine göreyse dönüşten ziyade bir geri çekilmeydi. Bazılarına göre kendi kişisel tarihine, geçmişine bakmanın doğal bir sonucu, bazılarına göreyse bir yılgınlık halinin (yakın dönem Türk sinemasıyla sıklıkla ilişkilendirilen bir diğer temayı, 'sessizliği' hatırlatalım) yansımasıydı. "Beş Vakit" ise tüm bu yorumların, kategorilerin dışında kalıyor. Erdem'in filmi tüm o büyüleyici doğa görüntülerine rağmen, taşrayı huzur dolu bir mekan olarak resmetmiyor. Burada yönetmenin "A, Ay", "Korkuyorum Anne" veya "Hayat Var" gibi başka filmlerinden de tanıdık bir şüphe, bir tedirginlik hissi var. Çocukların yetişkinlerin dünyasına bakarken içine düştüğü tedirginlik, ergenlik dönemine ait bir huzursuzluk bu... Taşranın gündelik hayatını yansıtırken, kuşaktan kuşağa aktarılan bir sevgisizliğin, iletişimsizliğin, hatta şiddetin de altını çizen Erdem, üç çocuğun dünyasına yoğunlaşıyor: Babasını ne annesiyle ne de yeni doğan kardeşiyle paylaşmak isteyen Yıldız, köyün imamı olan babasını öldürmek isteyen Ömer ve öğretmenine âşık olan (ama babasını aynı kadını röntgenlerken yakalayan) Yakup...

İsminden de anlaşılacağı üzere zamana özel bir anlam atfeden "Beş Vakit", epizodik yapısıyla 5 bölüme ayrılıyor. Perdeye taşıdığı süreç reel algıda çok daha uzun bir zaman dilimine denk düşse bile, Erdem bölümlere 'bir gün'ü beşe ayıran isimler vererek daha sınırlı bir zaman algısına işaret ediyor. Başka bir deyişle, her günün 'aynılığı'na vurgu yapıyor. Bu döngüsel yapı Yıldız, Ömer ve Yakup'un yaşadıkları Hayalkırıklıklarıyla daha da anlam kazanıyor. Büyüme sürecindeki bu çocukların önlerindeki tek engel, sürekli kendini yineleyen o 'aynı gün', o sıkışmışlık ve tekrar... Zira kendini tekrar eden de, daha önce söylediğimiz gibi, kuşaktan kuşağa aktarılan bir sevgisizlik. "Beş Vakit" ne romantize edilmiş bir taşra görüntüsü taşıyor perdeye ne de bir dönemin köy filmlerindeki Yeni Gerçekçilik etkisinin peşinden gidiyor. Filmi hem yakın dönemdeki 'taşra' merkezli sinema tartışmalarında hem de genel olarak Türk sinemasında farklı bir yere konumlayan özelliği de bu. [(E.E.) Sinema “En İyi 100



  

BARDA (2006) 

Senaryo ve Yönetmen: Serdar Akar, Müzik: Selim Demirdelen, Kamera: Mehmet Aksın, Yapım: Öger Prodüksiyon, Markasokak/Serdar Akar, Alev Gezer, Güner Koralı Yönetmen Yardımcısı: Seda Gürel, Ses Tasarımı: Umut Şenyol, Alternatif Kamera Arkası: Serkan Yıldırım, Sanat Ekibi Stajyer: Serkan Yıldırım, Sanat Yönetmeni: Yavuz Fazlıoğlu, Sanat Ekibi: Budak Akalın, Kameraman: Mehmet Zengin, Yönetmen Yardımcısı: Racia Adar, Senaryo Yazımı: Emre Özdur, Volkan Sümbül, Sertaç Akar, Sanat Ekibi: Türker İşçi, Ahmet Vahapoğlu, Sertaç Akar, Tuba Erdem, Kostüm Sorumlusu: Görkem Bütün, Kostüm Asistanı: Deniz Aybar, Kurgu: Aziz İmamoğlu, Kurgu Asistanı: Muammer Koçak, Makyöz: Mine Övgü, Özel Makyaj: Lynda Armstrong, Makyaj Asistanı: Grace Brewster, Emine Türk, Saç: İsmail Acar, Yapım Koordinatörü: Serdar Temizkan, Strateji Danışmanı: Ebru Köktürk Koralı, Yönetmen Yardımcısı: Beyza Göçmen, Burcu Ay, Reji Koordinasyon: Tolga Karayılan, Prodüksiyon Amiri: Birol Temizyer, Prodüksiyon Asistanı: Mustafa Saygın, Korhan Uğur, Kamera: Ekibi: Ethem Dağ, Ceren Yıldız Burçak, Mustafa Doğan, Ses Operatörü: Duygu Çelikol, Boom Operatörü: Zafer Şişman, Timur Serengil, Cast: Harika Uygur, Figürasyon: Hacı Yılmaz, Işık Şefi: Feramuz Tuna, Işık Asistanı: Mehmet Tuna, Ceyhun Parlak, Koray Demiray, Kayhan Şen, Arif Kamber, Set Amiri: Mustafa Boduroğlu, Set Asistanı: Sezgin Kaba, Avni Erdoğan,İrfan Dinler, Panther Operatörü: İhsan Polat, İbrahim Sızmaz, Kamera Arkası: Esra Pöge, Set Fotoğrafçısı: Murat Akay, Set Fotoğrafçısı Asistanı: Murat Irkkan, Set Çevirmen: Yaprak Karadeniz, Futbolcu Dublör: Murat Barutçu, Basın İlişkileri: Günfer Günaydın, Senaryo Hukuk Danışmanı: Akif Kurtuluş, Sanat Ekibi Stajyer: Serhat Ozan, Kamera: Ekibi Stajyer: Özgür Korkmaz, Özden Uzun Kostüm Ekibi Stajyer: Yusuf Arık, Prodüksiyon Ekibi Stajyer, Ece Palaz, Didem Yüksel, Web Tasarım: Gülhan Gülez, Laboratuar: Fono Film, Filmakar, Grafik Tasarım: Markasokak,

Oyuncular: Nejat İşler (Selim), Hakan Boyav (Patlak), Serdar Orçin, Erdal Beşikçioğlu (Nasır), Volga Sorgu (Çırak), Doğu Alpan (Nail), Burak Altay, (TGG), Melis Birkan (Nil), Nergis Öztürk (Sevgi), Sezen Aray (Pelin), Meltem Parlak (Aynur), Şamil Kafkas (Aliş), Salih Bademci (Cenk), Sarp Aydınoğlu (Barbo), Eray Özbal (Savcı), Yıldız Durucan (Hemşire), Didem Yalınay (Muayenehanedeki Kız), Aytuğ Civan (Bar Görevli), Ece Palaz (Kayıt Yaptıran Kız), Aydoğan Akdemir (Gardiyan), Mehmet Ali Yurdakul (Baba), Haldun Çalışkan (Komiser), Fahri Çiftçi (Hakim), Zeki Demirkubuz (Mahkum), Çağan Irmak (Mahkum), Cemal Şan (Mahkum), Selim Demirdelen (Mahkum), Serdar Akar (Mahkum), Şebnem Köstem (Avukat), İsmail İncekara (Hakim), Teoman (Bardaki Adam), Yeşim Büber (Bardaki Kadın)

Konu: Nail, Nil, TGG, Aynur, Aliş, Sevgi, Pelin ve Cenk, yaşları 18 ile 25 arasında değişen genç bir arkadaş grubudur. Günlük hayatın akışı içinde huzurlu ve neşeli bir hayat sürmektedir. Her birinin kendilerine ait sıkıntıları ve çözmek zorunda olduğu problemler olsa da gençliğin getirdiği umutla hayata sımsıkı bağlıdırlar. Kimi evlilik, kimi mezuniyet, kimi düzenli bir hayata adım atma hayalleri içinde olan bu gençler, birden bire hayatlarının tam ortasına giren nedensiz şiddetle büyük bir yıkım yaşarlar.

Bir gece yarısı, arkadaşlarının işlettiği barda son biralarını içip eve dönecekken içeri giren beş kişilik bir grup tarafından silahla alıkonulurlar. Elleri, ayakları, ağızları bağlanan gençler sabaha kadar dayak, işkence ve tecavüze maruz kalırlar. Kendilerini alıkoyan grubun görünürde hiçbir amacı yoktur. Yaşları 20 ile 45 arasında değişen bu grup, hayatlarında eksik kalan her şeyin hesabını hiç tanımadıkları bu gençlerden çıkartırlar. Gerek şiddeti uygulayan, gerekse maruz kalanlar için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

 

Şehrin göbeğinde şiddet var!...

Beyoğlu’nun adım başındaki modern bar’larından biri.. Buralarda, sert müzik eşliğinde sürekli bira tüketen, dans yerine ayakta sallanıp duran gençler var. Okul durumundan kadınerkek ilişkilerine, meslek seçiminden cinselliğe tüm yaşdaşlarının ortak kaygı ve sorunlarını yaşayan genç insanlar.

Bir gece, sıkı bir alkol tüketiminden sonra “son bir bira” için gecikince, içeri dalan beş genç adamla ölümcül bir dansa başlıyor, genç kahramanlarımız... Çünkü içeri dalanlar, alt sınıflardan ve hemen hepsi manyaklık düzeyinde dengesiz, üstelik hapla kafayı bulmuş tehlikeli insanlardır. Bunun üzerine, türlüçeşitli sadizm ve işkence seansları, giderek cinayetler başlıyor. Acaba kahramanlarımızın kaçı bu şiddet gecesinin kurbanı olmaktan kurtulacaktır?

“Gemide”, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” gibi filmlerin umut veren yönetmeni Serdar Akar, uzunca süre TV dizileriyle vakit kaybedip para kazandıktan sonra, yeniden iddialı bir filmle karşımıza geliyor. Filmde “Gemide”nin serseri ruhlu, hayata karşı asi kahramanları ve o tipik metropol gecesi atmosferi var. Ayrıca o filme rahmet okutacak kadar çok küfür ve de “Kurtlar Vadisi”nden ödünç alınmış yüksek dozda şiddette...

Kimi Amerikan filmlerini ve biraz da Haneke’nin “Ölümcül Oyunlar”ını düşündüren hikaye, aslında şiddetin bizde de hızla yükseldiği ve seri katil vb. Amerikanvari kavramlarla yeni yeni tanıştığımız şu günlerde, hayli güncel. Üstelik Akar’ın artık beş sinema filmine ulaşmış deneyimi de var. Yönetmen beyazperdeyi şiddetin rengine, yani kana boyamaktan kaçınmıyor ve seyri oldukça zor sahneler yaratıyor. Ankara’da 5 yıl önce gerçekten yaşanmış bir olaydan alındığı belirtilen olayın sınıfsal ve ekonomik nedenlerini de gösteriyor. Karakterlerin en azından bir bölümü iyi çizilmiş ve başta Nejat İşler ve Serdar Orçin, hemen tüm oyuncular tarafından da iyi oynanmış.

Ama film, asıl düşünsel yaklaşımıyla irkiltiyor. Çünkü Akar, olaylarla iç içe verdiği sonraki yargılama, hüküm ve de hapishane sahnelerinde, ne demek istediğini çok iyi anlatamıyor. Örneğin sanıkların en ağır cezaya çarptırılmalarını isteyen duran savcı, acaba müebbet ya da 2025 yıllık mahkumiyetleri az bulup Türkiye’de yeniden idam cezası konmasını mı öneriyor? Ancak yasalara göre karar vereceğini söyleyip duran hakime eleştirel gözüken yaklaşım, yasa dışı kararlar mı bekliyor yargıçlarımızdan? Ya da, o savcının aslında kurbanlardan biriyle olan ilişkisi (babası mı?), onun inatçı çabasını kişisel bir konuma bağlayarak doğru bir iş mi yapıyor?

Ve en önemlisi, finaldeki “hapishanelerde infaz” sahneleri, filmde özellikle adalete karşı öfkesi kabarması çok olası seyirciyi yatıştırmak amacı mı güdüyor? “Türkiye’de adalet işlemez, onun için hatta kimi zaman savcılar eliyle gerçek ceza, içerde verilir” mesajı mı iletiliyor? Tüm bu mesajlar doğrusu sürekli kafa karıştırıyor ve filmi hem adli, hem de etik açıdan şüpheli bir konuma getiriyor. (Atilla Dorsay)

. Afla salıverilmiş bir toplumda yaşıyoruz! çoğumuz böyle düşünmek için yeterince akla yakın ve güncel örnek bulabiliriz. Toplumsal olayları ve onun bireysel tezahürlerini medyanın dilinden arındırmak ve başka bir dille yeniden tanımlamak gerekir. Her birimiz kendi sosyal ve ekonomik koşulları içinde masum bir hayat sürüyor olabiliriz ancak dahil olduğumuz zümrenin toplamında açığa çıkan vahşetten ne ölçüde bağışık olduğumuzu düşünmek zorundayız. Kendi halinde işine gidip gelen, ailesiyle ve çocuklarıyla ilgilenen, genel kurallara uyan ve başkalarına zarar vermeyen insanlar olarak bizim gibi insanlardan oluşan bir topluluğun genel karakterinde açığa çıkan vahşetten sorumludur. Aksi takdirde, başkalarının dramından yalnızca ders çıkaran ve davranışlarına çeki düzen veren, benzer felaketleri açığa çıkaran koşulların üzerine gitmektense kendini korumayı seçen insanların soğuk vicdanı dünyamızı soğutmaya devam eder. Kötülük, başkalarının eylemlerinde açığa çıkan bir durum olarak algılandıkça kendi payımızı teslim edemeyiz. Oysa, olup biten her şeyde payımız mutlaka vardır. İnsanlar eğlenmek için kapalı, dar mekanları seçiyorlar. Dar mekanlar vahşeti çağıran, onu gizleyen ve meşru kılan çarpık bir sosyalliğin oluşmasına izin verirler aynı zamanda. Buradaki bastırılmış şiddetin açığa çıkması için dışarıdan bir müdahale gerekir çoğu zaman tıpkı insanın içindeki şiddetin açığa çıkması gibi. Politik çağrışımlarla yüklü açık alanlar insanlara yasaklandığından beri ya da politikanın dili sokaktan çekildiğinden beri yer altına inmiş ve dar mekanlara hapsedilmiş bir sosyalleşme biçiminin tezahürleriyle karşı karşıyayız. Kent hayatında meydanlar insanların hızla geçip gitmek istedikleri bir koridor işlevi görürler: Bu koridorlar kentsel yaşamın bölünmüş kompartımanlarını birbirine bağlar, insanlar tesadüfen bu geçitlerde karşılaşırlar ve sonra her biri kendi odacığına ulaşır. Politik çağrışımını kaybeden sokaklar adi ve kaba suçun teslim aldığı mekanlara dönüşürler. Televizyon ve gazete haberleri her gün sokaklarla ilgili dehşet verici haberler verirler. Kimi zaman küçük bir kız çocuğu kapağı çalınmış bir kuyuya düşer, kimi zaman yaşlı bir kadın emekli aylığını hırsızlara kaptırır, kimi zaman da suça eğilimi ve niyeti olmayan sürücüler birer canavara dönüşerek dehşet saçarlar. Odasından dünyayı seyreden insanları bekleyen en büyük tehlike herkesin beklenmedik bir anda suçun ve vahşetin hem öznesi hem de nesnesi olma ihtimalidir. Sokaklarda rastgele dolaşmak, insanlarla konuşmak, denizi seyretmek, günün batışını beklemek geçmiş yılların şairlerine özgü bir davranışa dönüşmüştür. Sokağa çıkmak gayri resmi bir biçimde yasaklanmaktadır aslında. Gazeteler, televizyonlar sokaklardan hızlıca geçmemizi, fazla oyalanmadan istediğimiz yere ulaşmamızı tavsiye ederler. Elbette bu durum ne bize ne de bugün~ özgüdür. Üretimi merkezileştiren ve kentleşmeyi kaçınılmaz olarak destekleyen kapitalistleşme süreci boyunca kentler her dönem sıradan insan için tehlike, korku ve yalnızlık anlamına gelmiştir. Ancak kentlerin tarihi yalnızca endüstrileşmenin neden olduğu çarpık, adaletsiz, acımasız gelişmeyle, karanlık, umut kırıcı, sefil varoşlarla değil aynı zamanda politik mücadelelerle, sokak çatışmalarıyla, barikatlarla oluşmuştur. Fakat bugün büyük kentler camdan binalarla karanlık varoşlar arasındaki apolitik, gerici gerilimin yarattığı bir dönemden geçiyor. Varoşlar camdan binalarda kendi karanlık yüzlerinin aksini göre göre geleceklerine dair hiçbir umut taşımadan yaşamaya çalışıyorlar. Sokağın zorunlu sakinleri çoğu zaman bir tehdit olarak algılanıyorlar ve öyleler de, ama kim ve ne için? Onların mevcut düzen için bir tehlike taşımadıkları, aksine, insanları evlerine kapatmanın bir aracı olarak önemli bir işlev gördükleri apaçık. Barda dehşet saçan adamlar sokakların hakimi artık ve onlardan korkan diğerlerini evlerine ve yer altı eğlencelerine hapsedenler de onlar. Yine de insanı evinde ya da eğlendiği barda bulup öçlerini alıyorlar.

Yıllar önce Ankara'da bir evi basarak orada bulunan genç insanlara her türlü işkenceyi uygulayan insanlar toplumun vi
cdanında kısa süren bir rahatsızlığa neden olmuştu o zamanlar. Başta bu vahşetin mağdurları olmak üzere herkes bu olayı unutmanın en iyisi olacağını düşündü. Unutmak çözüm değil ve tekrar olasılığını ortadan kaldırmıyor. Nitekim daha bu olaydan birkaç yıl önce Sivas'ta insanlarımız diri diri yakılmışlar ve o zaman da toplumun vicdanı Madımak otelinden yükselen dumanlar nedeniyle önünü bile görememişti. Sivas'tan birkaç yıl sonra benzeri bir vahşet Ankara'nın bir köşesinde genç insanları kıskıvrak yakaladığında insanı kahreden şeyler yaşanmış ve sonra hemen unutulmuştu. Bir tarafta politik arka plana sahip bir vahşet diğer tarafta ise münferit, bireysel bir başka türü aynı on yıl içerisinde peş peşe yaşandı. İkisi arasında bir bağ muhakkak vardır.

Şiddete maruz kalan insanların bunu hak etmiş olabileceklerine dair gizli bir inanç da oluştu toplumda. Kimi zaman politik ya da dinsel görüş farklılığı (Sivas'ta), kimi zaman adi bir olayda yaşanan tedbirsizlik (Ankara'da) şiddeti bir biçimde meşrulaştırmaktadır.

 Barda ya da Ankara'da yaşananlar sivil işkencenin bir türüdür. Sivil toplumun sivil vatandaşlarının uyguladığı bir işkence türü. Bunun daha sistematik ve politik biçimine dünya solu Arjantin'de, Şili'de ve başka ülkelerde yıllarca maruz kaldı. Olympia Garajı ya da Eve Dönüş filmindeki işkencecilerle Barda gençlere işkence eden varoş delikanlıları arasındaki benzerliklere dikkat etmek gerekir. Kurumsal, sivil ya da münferit işkence yöntemleri birbirine o kadar yakın ki. Her ikisinde de işkenceciler hap almadan, uyuşturulmadan eylemde bulunamayan güvensiz, karanlık insanlardır. İşkence yöntemleri, küfürleri, mağdurla kurdukları ilişkinin biçimi yb. birbirine çok benzer. Barda'ki adamlar Şili'de rahatlıkla işkenceci kontenjanından işe bile alınabilirler. Binlerce evladını işkencelerde kaybetmiş, işkencecilerden hesap soramamış bu ülke benzeri münferit olaylara da aynı duyarsızlıkla yaklaşmıştır. Bugün, Barda filmini izleyenleri rahatsız eden şey yalnızca aynı şeyin kendi başlarına da gelebileceği korkusu değil aynı zamanda bu biçimde kaybedilmiş, karartılmış yaşamlara karşı gerekli vicdani sorumluluğu yerine getirmemiş olmanın verdiği suçluluk duygusudur. Film dolaylı olarak işkencecileri cezalandırarak izleyiciyi bir nebze rahatlatmışsa da gerçeğin farklı olduğunu herkes biliyor. İşkencenin insanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü bozarak onu insanlığından çıkarmayı amaçladığı biliniyor. İşkenceyi politik bilince taşımak gerekmektedir. İşkence bireysel değil ancak toplumsal bir mücadeleyle yenilebilir.

Sinema izleyicisi bu sezon iki filmle birlikte işkenceyle yüzleşmek zorunda kaldı. Eve Dönüş filmi sistematik işkenceyi ele alırken Barda filmi aynı iklimden beslenen münferit ama çoğaltılabilir bir olayı gündeme taşıdı. Eve Dönüş'te işçi Mustafa, Barda ya da Ankara'da bir grup genç insan benzeri şeyleri yaşadılar. Barda, uzaktan izledikleri hayata ve kadınlara ancak zorla sahip olabileceğini bilen bir grup varoş delikanlısı fırsatını bulduğu anda alkolün ve uyuşturucunun da yardımıyla yıllardır içlerinde taşıdıkları nefreti açığa çıkarırlar. Filmin sonunda işkenceciyle mağdurun daha önce sokakta karşılaştıklarını görürüz. Biri diğerine saati sorar, aldığı yanıt üzerine hemen oradan uzaklaşır. Varoş delikanlılarının barın çevresinde dolaştıkları, buradaki gençlere uzaktan ama nefretle baktıkları anlaşılır. Onlar da buralara başka türlü giremeyeceklerini, herkes gibi eğlenemeyeceklerini bilmektedirler. Barda diğerleriyle baş başa kaldıklarında bunu bir kez daha görürler ve bildikleri tek yönteme, kaba kuvvete yönelirler. Şiddet aslında iki grup arasındaki uçurumdan doğar. Aralarında hiçbir ortak dil, bağ, temas yoktur. İki tarafta sokaktaki zorunlu karşılaşmalar dışında birbirlerine tamamen yabancıdırlar. Sokaklar hızla geçilip gidilmesi gereken tehlikeli yerler olduğundan bu zorunlu karşılaşma birbirini tanımaya, anlamaya, ortak bir sosyallik geliştirmeye elverişli değildir. Birbirine yabancı bu iki taraf karşılaştığında birlikte ne yapabileceklerini bilemezler. Ortak hiçbir, şeyleri olmadığı için insanca bir şeyler paylaşamazlar; zaten buna niyetleri de yoktur. Geriye tek bir şey kalır o zaman; filmde yaşananlar. Aynı durumu aydınlarımıza, üniversiteli gençlere yöneItilmiş şiddete defalarca yaşadık.

Bir toplumun adalet mekanizması o toplumun vicdanının bir uzantısıdır aynı zamanda. Serdar Akar filmin sonunda izleyiciyi rahatlatmayı tercih ederek adalet meselesini üstünkörü güncel bir anlayışa bağlamıştır. İşkencenin mağdurları tıpkı gerçeğinde olduğu gibi işkencecileri her şeye rağmen bir insan olarak görmeye devam ettiklerini ve onlara aynı biçimde yaklaşılmasını tasvip etmediklerini belirtmelerine rağmen film aksi bir sonIa bitirilmiştir. Filmin oyuncularından Nejat İşler bütün bu yaşananların asıl sorumlusunun 'kapitalizm' olduğunu vurgulasa da filmin bu anlamda politik bir tavrı yoktur. Film Ankara'da yaşananlardan yola çıkarak bir durumu açığa çıkarmaya çalışmış ancak gerek politik gerekse ahlaki bakımdan yeterince derinleşemeden bir tür şiddet filmine dönüşmüştür. Bu yaşananlara Türkiye'nin güncel ve tarihi koşullarından bakan, politik arka plana sahip bir film çıkmayınca geriye zayıf bir ticari sinema örneği kalmıştır 





 

AURA (2006)


Senaryo ve Yönetmen: Orhan Oğuz, Görüntü Yönetmeni: Ümit Ardabak, Müzik: Murat Evgin, Yapım: 7. Sanat/Arafat Şavata Kurgu: Mevlut Koçak, Negatif Kayıt: Cem Taşkara, Kameraman: Emir İlboğa, Film Baskı: İlker Şen, Negatif Kurgu: Kadir Burç, Renk: Tolga Girici, Renk Asistanı: Çetin Yılmaz, Kostüm Sorumlusu: Nildağ Kılıç, Ses Tasarım: Bayram Karaman, Final Miks: Soner Koç

Oyuncular: Gani Şavata, Töre Anadolu, Ahmet Satılmış, Mahmut Bintepe, Reyhan Karaçam

Konu: Haydar, cemaatinden yol düşkünü cezası alır. Oysa asıl suçlu ağabeyi Şahin'dir. Yol düşkünü Haydar ile yezidi Yezide'nin yolları kesişir. Öksüz büyüyen Yezide'nin bundan sonraki hayat hikayesi bir auraya dönüşür. İki soyguncunun serüveni de bu auraya karışır.

Konu: Haydar, cemaatinden yol düşkünü cezası alır. Oysa asıl suçlu ağabeyi Şahin'dir. Yol düşkünü Haydar ile yezidi Yezide'nin yolları kesişir. Öksüz büyü Yezide'nin bundan sonraki hayat hikayesi bir Auraya dönüşür. İki soyguncunun serüveni de bu Auraya karışır.

 Doğu’da töreler, aşk ve zülum

Ağabeyinin suçunu yüklenerek cemaati ile kötü kişi olan Haydar’ın yolu, bir yezidi kızıyla kesişir. Törelerin yoğun biçimde hakim olduğu bu yörede aşk da, mutluluk da, kurtuluş da Kaf dağının ardında gözükmektedir.

 

Gani Rüzgar Şavata sinemamızda yeni bir Yılmaz Güney olmayı umdu. Ama bu mümkün müydü? Ne ülkede ve sinemada o koşullar var, ne de Güney’in yeteneği kolay kolay bulunur... Bu son çaba da “Güneyvari bir hikayenin” ve onun sinemasına özgü sert ve vurucu sahnelerin karışımıyla oluşuyor. Deneyimli yönetmen Orhan Oğuz, bu tehlikeli maceradan belli bir başarıyla çıkıyor, gemiyi karaya oturtmuyor. Ama öncelikle senaryo öylesine zayıf ki...Örneğin müze soygunu sahnesi son derece beceriksizce. Ayrıca soygunculardan birinin bir çocuğu sevmesi uzun uzun gösterilirken, öbürünün çalınan gerdanlıkla gelmesi ve yola çıkmaları sahnesi yok!...Acaba kurgu masasında mı unutuldu? Müzik ise biraz aşırı kullanılmış, ama yine de iyi. Biraz 70’ler sinemasını, yer yer de günümüzün TV dizilerini çağrıştıran orta karar bir film. (Atilla Dorsay)


FİLMİ İZLE 




 

AŞKIN DANSI (2006)

Senaryo ve Yönetmen Sami Güçlü Görüntü Yönetmeni Mahmut Yumuşak Müzik Okay Barış, Açelya Ülgenay Kurgu: Erdinç Dinçer, Sanat Yönetmeni: Secat Kırmacı, Genel Koordinatör: Engin Temizer, Yardımcı Yönetmen: Özkan Çelik, Kameraman: Sedat Koçak, Kareografi: Bora Kaskan,

Oyuncular: Tolga Savacı (Barış), Yıldız Asyalı (Saliha), Ahmet Mekin (Nihat), Alev Oraloğlu (Alev), Ahmet Sezerel (Cemal), Bora Kaskan (Bora)Tarhan Eroğlu (Baha), Açelya Ülgenay (Su), Emrah Keskin (Michael), Bekir Ödemiş ( Dr. Mehmet ), Nuri Mutlu

Konu: Fransa Devlet Balesinde baş balet olan Salih Sorbon Üniversitesinde Fransız filolojisi okuyan nişanlısı Suna ile birlikte Ürgüp, Van, Antalya'yı dolaşmak üzere arabalarıyla yola çıkarlar.. İlk durakları Ürgüp’tür.. Ürgüp’e gelişlerinin ikinci gününde Nevşehir.e giderken freni patlayan bir kamyonun çarpması ile kaza geçirirler... Kazanın sonunda Suna ölür, Salih ise ağır yaralanır ve 15 gün komada kalır... Komadan çıktığında nişanlısının öldüğünü ve ailesinin onu Ürgüp’e gömdüklerini öğrenince o da Ürgüp'te kalmaya karar verir…


Nişanlısının ölümü onu çok sarsmış ve derin acılar içinde bırakmıştır. Aylar sonra bir gün Konya.da Hz. Mevlana Celalettin Rumi’nin türbesini ziyaret eder... Orada gördüğü sema dansı onu etkiler... Her hafta Konya'ya gelerek semayı seyretmeye başlar... Sonra bir gün avluda hat yazarak hayatını kazanan Mevlevi dervişi Muhammet'e Sema'nın ne olduğunu ve anlamını sorar derviş Muhammed ona anlatır. Salih yavaş yavaş sema öğrenmeye başlar... Dansı ilerlettikçe içindeki acının azaldığını onun yerine manevi hazlar hissetmeye başlar... Bir süre sonra iyi bir semazen haline gelir ve sonra Sema'yı dünyaya tanıtmaya karar verir. Bu fikrini Derviş Muhammed’e açar ve birlikte çalışmak istediğini söyler. Muhammed teklifi kabul eder, Salih.in yanına Ürgüp'e gelir ona hem yoldaş hem de mürşidi olur.

Salih semayı insanlara öğretir ve uzun bir süre sonra dünya çapında sufi dans otoritesi haline gelir ve dünyanın çeşitli ülkelerinden kendisine asistan olmak isteyen insanlara sufi dansları öğretir. Böylece sema dünyadaki başka ülkelerde de bilinmeye başlanır…

Boston üniversitesine ekonomi okumaya giden zengin bir ailenin kızı Saliha Boston'da ekonomi okurken bir yandan da akşamları dans kursuna gitmektedir...

Üniversiteden sonra mastırını da Bostan'da tamamlayan Saliha'nın en büyük ideali iyi bir dansçı olup Broadway.de dans etmektir... Sonunda New York'ta bir tiyatronun deneme imtihanlarını kazanır ve profesyonel dans yaşamına adımını atar... Çok mutludur, idealine kavuşmuştur. 2 hafta izin alır ve Türkiye.ye ailesini ziyarete gelir... Ailesine durumu anlattığında babası Cemal şiddetle karşı çıkar ve onu Amerika'ya ekonomi okuması için gönderdiğini okulunu bitirdiğine göre şirketlerinden birinin başına geçmesini ister ama Saliha kabul etmez ve dansçı olacağını söyler. Münakaşa ederler. Saliha o kızgınlıkla evden çıkar ve arkadaşları ile eğlenmeye gider. Eğlencenin dönüşünde beraber gittikleri arkadaşları ile bir kaza geçirirler kazada iki arkadaşı hayatını. Saliha ise sol bacağını kaybeder. Saliha için yaşamın sonu gelmiştir. Dans edemiyorsa yaşamanın da anlamı yoktur... İntihar etmeye karar verir... Bunun için bir tur şirketi ile Ürgüp'e gezmeye gelir.


FİLMİ İZLE