Yönetmen: Abdullah Oğuz,
Senaryo: Kubilay Tunçel, Elif Ayan, Abdullah Oğuz, Görüntü yönetmeni Mirsat
Herovic Yapım: Ans Production/ Abdullah Oğuz Eser: Zülfü Livaneli,
Müzik: Zülfü Livaneli, Yardımcı Yönetmen: Berna Ertürk, Dolly
Operatörü: Ufuk Kayar, Yürütücü Yapımcı: Sadık Deveci, Uygulayıcı
Yapımcı: Hasan Çetin, Ses Tasarım ve Final Miks, Orçun Kozluca,
Sanat Yönetmeni: Tolunay Türköz, Sanat Asistanı: Serkan Dövücü,
Kurgu: Levent Çelebi, Kurgu Asst.: Emrah Canoğlu, Negatif Kayıt.
Şafak Mihlaç, Işık Şefi: Ümit Barlas, Sanat Asistanı: Serkan Dövücü,
Kostüm Asst.:Sema Birdal, Ses Tasarım: Orçun Kozluca, Ses Fix: Mehmet
Aksoy, Foley Artist: Ali Ören, Fuat Güney, DS Nitris: Burak
Sürücü, Mekan Sorumlusu: Abdullah Yalçın, Afiş: Mehtap Yılmaz, Abdullah
Oğuz, Kostüm Asistanı: Sema Birdal,
Oyuncular: Özgü Namal
(Meryem), Ali Çiftçi (yaşlı çoban), Şebnem Köstem (Döne), Emin Gürsoy (Tahsin),
Mustafa Avkıran (Ali Rıza), Ali Zeytin (Ali Rızanın adamı), Uğur İzgi (Ali
Rızanın adamı), Murat Han (Cemal), Emel Göksu (bibi), Sevgi Onat (vapurdaki
kadın), Erol Babaoğlu (Yakup), İdil Yener (Nazik, Yakup’un karısı), Lale Mansur
(Aysel), Talat Bulut (İrfan), Meral Çetinkaya (Münevver, İrfan’ın annesi),
Alpay Atalan (Selo), Kubilay Tuncer (balık çiftliğindeki adam), Leyla Başak
(Serap Lena), Onur Yar (buzcu adam)
Konu. Film, Meryem’in perişan ve baygın
halde, bir göl kenarında bulunmasıyla başlar. Ailesi kızlarının bir namussuzluk
yaptığını düşünerek töre gereği öldürülmesine karar verir. Öldürme görevi ise
yakın akrabası Cemal’e verilir. Çıktıkları ölüm yolculuğunda, Meryem ve
Cemal’in yolları, Profesör İrfan Kurudal’la kesişir. Bu karşılaşma üçünün de
kaderlerini değiştirecek mutluluğa doğru bir yolculuğun başlangıcı olur.
ÖDÜL:
19. Ankara Film Festivali
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
Abdullah Oğuz “Mahmut Tali Öngören Özel
Okulu”
Mirsat Heroviç “en iyi görüntü yönetmeni”
44. Antalya Altın Portakal Film Festivali
Özgü Namal “en iyi kadın oyuncu”
Orçun Kozluca “en iyi ses tasarımı”
Murat Han “ en iyi erkek oyuncu”
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
13. Nürnberg Türkiye/Almanya Fillm
Festivali
Abdullah Oğuz “halk jürisi Ödülü
6. Punen Uluslar arası Film Festivali
Özgü Namal “en iyi kadın oyuncu
40. Siyad (Sinema Oyuncuları Derneği), Ödülleri
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
1. Yeşilçam Ödülleri
Mirsat Heroviç “en iyi görüntü
yönetmeni”
Mutluluk
“ en iyi film”
Özgü
Namal “en iyi kadın oyuncu
Zülfü
Livaneli “en iyi özgün müzik”
& Zülfü
Livaneli son romanlarında (okuduğum “Leyla’nın Evi” ve bir türlü okuyamadığım
“Mutluluk”), anladığım kadarıyla şöyle bir öğeye yaslanıyor: Türkiye’nin insan
mozaiğinden son derece farklı konumlarda bir avuç kahraman seçmek, onları
rastlantılarla karşılaştırmak. Ve böylece bize, toplumun yaşadığı çelişkilerden
çarpıcı yansımalar vermek…
Dünyaca övgü kazanan ve
ödüller alan “Mutluluk” romanı, gerçekten de filmi kadar iyi mi? Yoksa film
romanı aşıyor mu? Bu konudaki kişisel yargımı izninizle romanı okuyunca
vereceğim. Ama şimdilik çok iyi bir film karşısında olduğu Bir Anadolu kırsalı
dekorunda açılan film, bir göl kıyısında tecavüze uğramış ve baygın olarak
bulunan genç Meryem’i ve onun saldırganı bir türlü açıklamaması üzerine, aile
reisi olan dayısı tarafından verilen ölüm kararını hikaye ediyor. Bu “görev” de
askerden yeni dönen amca oğlu Cemal’e veriliyor. Askerde “hainlerin peşinde”
koşmuş ve bir kısmını haklamış olan komando Cemal, işi sessizsedasız bitirmek
için kızı alıp İstanbul’a geliyor. Ama orda, onu öldürmeye eli varmıyor. Bu kez
Ege kıyılarına geliyor, bir balık çiftliğinde yeni bir hayat kurmayı
deniyorlar. Ve karşılarına, sosyetik karısından, yapay hayatından ve rutin
işlerinden bıkıp kendini denizlere adamış orta yaşlı bilim adamı, üniversite
hocası İrfan çıkıyor.
Mirsad Heroviç’in kameranın değdiği her
yeri ve her şeyi büyülü biçimde güzelleştiren çabasıyla saptadığı bir cennet
dekorunda, bir cehennem öyküsü izliyoruz. Sormamak elde değil: Tanrım, bu
güzelim doğada bu köylüler, niye bu kadar zalim, neden bu denli kıyıcı? Bu
güzellikler önünde böylesine çirkin ruhlar nasıl var olabiliyor, böylesine
insanlık dışı şeyler nasıl düşünülüp tasarlanıyor? Film, adına töre cinayetleri
denen şeye öylesine güçlü bir tanıklık getiriyor ki, aşkolsun. Tüm bu adamları
devasa bir salona toplayıp bu filmi göstersek...Acaba bir şeyler değişir miydi?
Ama bu sanılacağı gibi bir tez filmi, bir
polemik filmi değil. Livaneli’nin sanırım romana yüklemeyi başardığı tüm
evrensel hümanizma öğeleri, filmde de güçlü ve etkileyici biçimde beliriyor. Ve
bize kolay kolay unutulamayacak birçok sahne armağan ediyor. Hemen tüm olaylar,
suyun (göl, Haliç veya deniz) egemen olduğu bir coğrafyada geçiyor ve suyu
nerdeyse trajedinin bir öğesi haline getiriyor. Bu temelde üç kişilik oyun, son
derece iyi seçilip yönetilmiş olağanüstü oyuncularıyla, bir büyük aşk ve ölüm
dansı gibi sanki...Meryem ve Cemal, tutkuları, gelenekleri ve duygularıyla
adeta bıçak sırtında dolaşıyorlar, yaşamla ölüm arasındaki ince çizginin bir bu
yanına, bir öbür yanına düşüyorlar. Onların gerçekliklerine karşı, Profesör
İrfan biraz hayal eseri, biraz fantezi gibi duruyor. İyi niyetli, bohem
karakterli, iklim ve coğrafya değiştirerek kendi gerçeklerinden kaçabileceğini
hayal eden idealist, saf aydın tipi. Ama o tipler var, biliyorum ve tanıyorum.
Ve onu da karikatürize olmaktan biraz da usta oyuncu Talat Bulut kıl payıyla
kurtarıyor.
Sonuç olarak hem görsel nitelikleriyle,
hem de özüyle ön plana çıkan sıra dışı bir film, sinemamızın şu dönemde
kalkıştığı atakta bir diğer zirve. Abdullah Oğuz da artık dikkate alınması
gereken önemli bir yönetmen sayılmalı. Bence vakit ayırıp mutlaka izleyin.
(Atilla Dorsay)
&
Abdullah Oğuz'un Mutluluk filmi nedeni ile, Nazım'ın sorduğu "mutluluğun
resmini yapabilir misin Abidin?" sorusu gündeme gelirken beraberinde,
"mutluluk"un filminin çekildiği görüşünün de getirdi.
Ankara'da öğrencilik yıllarında, Türkçe
adı Mutluluk olan Agnes Varda' nın Le Bonheur (964) filmini görmüştüm. Evli ve
çocuk sahibi bir kasaba marangozunun, işleri için gittiği postane de çalışan
bir kız ile girdiği ilişkiyi öğrenen karısının intihar etmesi üzerine
yıkılmasını, bir süre sonra ilişki kurduğu kız ile evlenmesini anlatan film,
gerçekçi olmayan öyküsü ile soyut bir mutluluk betimlenmesi yaptığı nedeniyle
eleştirilir.
Abdullah Oğuz'un Mutluluk'una gelince (
Zülfü Livaneli'nin Mutluluk' u değil) o başka bir üçgeni anlatıyor. Aslında bir
üçgende değil, birleşmiş olan (açı oluşturan) kenarların karşısında ki kenar,
diğer iki kenarla birleşip üçgeni oluşturamıyor, onların açısının karşısında
bir süre durduktan sonra (kapanamayan bir üçgen) uzaklaşarak, uzaklaşıyor...
Ülkenin gündemde olan "töre
cinayetleri" ile ilgili olarak başlıyor film. Tecavüze uğramış Meryem, bu
nedenle lekelenmiş oluyor, tecavüzcüsünü söylememesi belki bunda etken oluyor
ve damgalanmasına yetiyor. Damgalayan güya toplum; damgalayıp, bunu ortaya
"topluma" atan da ailesi. Aslında atıldığı yer bir
"dam'dır", toplumdan, köyden soyutlanmıştır, tüm baskılara rağmen
kimin tarafından lekelendiğini' söylemez. Ve 'lekelenmesinin' bedelini ödemesi
gerekir. Önüne atılan bir kangal ip ve abdest olması için verilen bir ibrik su.
Abdestti alır ve ipi de hazırlar. Ama "niçin?", aslında mağdurdur,
mağdurun ceza görmesi, haksız talep edilen bir bedel karşılığı canını
vermesinin istenmesi ne kadar haklılık
töresel de olsa taşır. Susarak,
gerçek suçluyu söylemeyerek daha büyük acılara neden olmaması, ebediyen
susturulmasını gerektirecek. Meryem, susmasının karşılığında öldürülecekse de,
en azından cezasını kendi infaz etmesinin keyfini, cezayı kesenlere yaşatmıyor
ve değişen bir şey olmayacağını bilerek, intihardan vaz geçiyor. İstanbul'a
gönderilmek belki bir "umut" aralıyor, ona ermemiş her şey en kötü
koşullarda bile ufukta bir umut ışığı taşır. .. Aile meclisinin, aslında meclisin değil bir "tiranın" aldığı karar, asker (otorite, yasa) korkusundan,
başka mekana taşınmak istenir ve hedef olarak kozmopolit yer İstanbul olarak
gösterilir. İstanbul'da, kentlileşememiş gecekonduda oturur , bulaşıkçılık
yapan (işçileşememiş ) ağabey, peşine düşülen töreleri n anlamsızlığını,
küfürle ifade etmeye çalışır; kısa zaman önce döndüğü askerde ölümün her
türlüsünü görmüş, (arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmiş ve gerek devlet adına
veya ölen arkadaşları adına adam "terörist" öldürmüş) Cemal ise hala
töreleri anlamlandıramasa da yakın
durmaktadır. Töreler bu kadar ağırlık taşır da, peki Meryem törelere karşı ne
yapmıştır, tüm mağdurluğu ile ... Gidecek yerleri yok, zaman daralmakta, her
olay için yeniden düşünüp, belki gerekli kalıplarına yeniden oturtulup
tartışılması gereken töreye karşı fiilde suçlunun kimliği, tartışılmaya değil
de şüphe uyandırmaya başlayınca Cemal tetiği çekemez, Meryem'e kendi cezasını
kendisi vermesi gerektiğini söyler, tıpkı köydekilerin yaptığı gibi, kendi
ellerini kirletmemek için, peki sonuç değişecek midir? Töre, yaşamın gerisine
düşünce, cellat ve hükümlüye kaçmak düşecektir. Kaçmak eğer
kovalayanı, "izini süreni" varsa, dolambaçlı yollara da
girilse sonunda çıkmaz sokakla sonuçlanabilir. Prof. İrfan gece yatağından
fırlayarak kalkar ve ilaçlarına koşar. Ufak bir Anadolu kasabasından çıkmış,
ülkenin hayli karışık olduğu günlerde üniversitede okumuş, yurt dışında
(A.B.D.) master ve doktora yapmak olanağı bulmuş, şimdilerde bir üniversitede
profesör branşı belirtilmiyor ,
kendisinden zengin, hiçbir iş yapmayan bir kadınla evli, "babasının
cenazesine" gidememiş, toplumsal sıralamada ulaştığı noktaya rağmen, eski
günlerdeki, dostluğu ile özlediği arkadaşının alıp başına bir tekne ile bilmediği yerlere gitmesine
hasretlik çeken ve bu nedenle edindiği teknesini elinin altında bağlı tutarken,
bir gece ilaçlarına saldırmak ihtiyacı ile uykusundan fırlayarak uyanır.
Annesine uğrar, artık oğlunun yolunu beklemeyen, ama hasretliğini çeken. Belki
bir vedalaşmadır bu, karısına bir mektup bırakır, bilinmezlere, ama karısı ufak bir çaba ile izini
bulacaktır, giderken ... işte tam burada, kaçaklarımız Meryem ve Cemal ile
yolları kesişir. Karı koca veya sevgili sanıp, yalnızlığını da gidermeleri için
yanına alır onları, hepsinin birbirlerinden öğrenecek şeyleri vardır,
konuştukları, söyleştikleri şeyleri pek anlamasalar da.
Iz sürenler hepsini bulurlar, ama onlara,
yaşamına son verilmesi gerekli Meryem'den başkası lazım değildir, Cemal de
töreye karşı gelmiştir akıbeti aynı olacaktır ama yapılan baskın, Meryem'in
sırrının ortaya çıkmasına neden olacaktır, töre diye, "lekelendi"
diye, fetvayı veren otorite,
"hiyerarşik ve ekonomik"
otorite, namus düşmanı bir hedef olacaktır, ama Cemal tarafından öldürülmeye
bile değer bulunmaz, sadece yüzüne tükürülür. Sonra yolları kesişen ama bir
'üçgen' oluşturamayan, kişilerimiz yollarına giderler, Ege Denizi'nde adaları
gezen, açık deniz sevdalısı arkadaşına özenen akademisyenimiz, diz dize
bıraktığı Meryem ve Cemal' den sonra rotasını ne tarafa çevirecektir. Aytmatov
uyarlaması 'Selvi Boylum Al Yazmalım'da Atıf Yılmaz bir soru atar ortaya
"sevgi neydi ?" ve cevabını emek olarak verir, yine bir aşk filmi
olan Mutluluk'ta bir soru sorulacaksa bu "mutluluk nedir?" olur
kaçınılmaz olarak. Ne "sevgi" tek başına "emek"tir, ne
"mutluluk" tek başına sevgidir. Mutluluk, emekten veya sevgiden
geçilerek varılabilecek bir duygu ise, olgunlaştığı zaman yaşanır ve gider
dalga dalga ufalır, ama bir başka nedenle yeniden gelecektir. İrfan, Meryem,
Cemal kendi yalnızlıklarından hüzünler, çatışmalar ve bu arada mutluluklar da çıkarıyorlar.
Mutluluk, üç ayrı yapının, farklı kırılma noktalarından sonra buluşmalarından
bir çözüm çıkarmıyor, yaşam devam ediyor, ertesi sabah güneş tekrar doğacak.
Her üçü de yaşamla toplumla kavgalarına devam edecek, arada yolları
"mutluluk" ile de kesişecek '" Ama "mutluluk" nedir ki
... Benim de bir karanlık salonda, belirli bir süre Mutluluk ile yolum (ve
zamanım) kesişti, "mutlu" oldum. Ülke içinde ve dışında ses getiren
romanı "Mutluluk" tan uyarlanan filmde Livaneli, aynı zamanda müzikle
ri de yüklenmiş, oyuncular ise diğerlerinin yanında bir üçlü olarak (Prof.
İrfan'da Talat Bulur, Meryem'de Özgü Namal, Cemal'de Murat Han) öykünün
gelişine uygun olarak ön plana çıkıyorlar. Mirsad Heroviç'in görüntüleri yer
yer tablo gibi ama filmin ritmine uygunluk gösteriyor, Kubilay Tuncer, Elif
Ayan ve Abdullah Oğuz elinden çıkan senaryo, Livaneli'nin romanını
sinemalaştırırken, edebiyat / sinema ilişkisinde, kaynağın roman oluşunu
sezdirecek ip uçları verirken, sinemayı da unutmuyor, yönetmen Abdullah Oğuz ise,
giderek görsel öykü anlatımını geliştiriyor. Yeşilçam anlayışı bir kez daha
aşılarak, altı kalın kalın çizilmeden, sıradan gündelik yaşayış içinde
oluşan Meryem için belki adı konulmadan
eskiden beri olan bir sevginin gelişimi
anlatılıyor. Sinemamızın aşkı konu alan pek çok filmi arasında ön plana çıkan
ve bu yıl hızla artan yapıtlar arasında da belirttiğimiz özellikleri ile iz
bırakacak bir ürünle karşı karşıyayız. (Orhan Ünser “Sinematürk Aylık Sinema
Dergisi 2007, sayı