MADE İN EUROPE (2007)
Senaryo ve Yönetmen:
İnan
Temelkuran, Müzik: Ferit Özgüner, Görüntü Yönetmeni: Enrigue
Santiago Silguero, Alberto Rodriguez Novoa Yapım: İnan Temelkuran Kurgu:
İnan Temelkuran, 1. Asistan: David Cordero, 2. Asistan Cem
Çınar, Devamlılık: Jorge Calatayud, Katılımcı Yapımcılar: Oğuz
Peri, Joan Borrell, Mustafa Dok, Yapım Amiri: Yıldıray İnan, Murat
Kılıç, Mustafa Dok, Cem Çınar, Yapım Asistanları: Daisy Borrel, Serdar
Akgün, Kristen Srevens, Serkan Turhan, Meltem Öztürk, Dekor: Maja Zogg,
Makyaj: Sevinç Kaygun, Lorena Ruız, Murat Oruç, Semra Güzel Kader,
Kamera: Ergin Yılmazer, Tayman Tekin, Işık Şefleri: Cemil Uyguın,
Ersin Aldemir, Nadya Kurtz, Işık: Barış Koçak, Oğuz Önen, Jorge Arribas,
Anna Villar, Alfa Yaravi, Lara Grau, Carolina, Noseque, Ses: Santiago Lagrigados,
Bilge Bingül, Gürkan Özkaya, Onur Yavuz, Dimitri Pedrovski, Ses Mix: Sinan
Sakızlı, Renk Düzeltme: Cenk Erol , David Heras, Negatif Renk
Düzenleme: Erol Şahin, Laboratuar Teknik Sorumlu: Erkan Aktaş,
Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Özle, Burak Çapur,
Film Yıkama: Yahya Öztürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Ali Komaz, 7
MADRİD
Teoman
Kumbaracıbaşı (Halil), Yolanda Rincon (Yoli), Josue Naval (Çöpçü), Roberto
(Colombiano), Murat Öncül (Tarkan), Ali Çelik (Yusuf), Murat Makel (Patron),
Murat Kılıç (Cengiz), Ruhi Sarı (Ali), Jose Luis Alcobendas (Pepe), Jose Marie
Gonzales (1. Adam), Ignacio Merlo (2. Adam)
PARIS
Mustafa Kırantepe (Celal), Hasan Şahintürk (İsmet), Barış Yıldız (Fethi), Emin Gürsoy (Mehmet) Bertrand Glosset (Remy), Mehmet Mehmedov (Garson), Hüsnü Özçetin (1. Adam), Erdem Ağar (2. adam), Nail kaçar (3. adam), İnan Temelkuran (4. qdqm), Özgür Kocabaşoğlu (5. qdqm), Güven İnce (Serdar), Nadir Çermik (İlyas)
BERLİN
Ali Rıza Kubilay (Ahmet), Öner Erkan
(Cem), Ahmet Mümtaz Taylan (Usta), Aybanu Aykut (Rumen Kadın), İnan Ulaş Torun
(Rrecep), Özlem Turhal (Aylin), Hülya Duyar (Gülay), William Cardose (Kübalı),
M. Shafique Mir (Bangaldeşli), Murat Şen (1. adam), Murat Akdağ (2. adam),
Kerem Bil (3.adam), Musa Seyis, Şükriye Dönmez (arap Kadın), Aykut Kayacık
(Yılmaz), Ernest Allan Hausmann (Armando)
Konu: Amerikan ordusunun Afganistan’a
girdiği gece Avrupa’nın üç şehrinde bir grup Türk bir araya gelir. Avrupa’da
yaşayan Türk toplumunun küçük bir örneklemesi olan gruplardaki bireyler
yıllardır Avrupa’da gezinmektedirler. Hepsi birarada göçmenlerin dünyasının
şizofrenik doğasını oluştururken izleyiciye de, Avrupa’da yaşayan “insanlar”
olduklarını hatırlatırlar.
MADRİD: Sorun çıkarttığı için bir çok
kebapçıdan kovulan Ali’nin Madrid’de son gecesidir, çünkü iltica başvurusu
reddedilmiştir. Arkadaşları dükkanları kapandıktan sonra Ali’yle birlikte vakit
geçirmek için Tarkan’ın evinde bir araya gelirler. Halil’de davetlidir.
İstemeye istemeye gider çünkü bütün gece boş konuşmalarla ve anlamsız
kavgalarla geçecektir. Halil Tarkan’ın evine diğerlerinden önce varır ve
Ali’yle Avrupa’da adam olmakla ilgili konuşurlar. Restoranda bir türlü
denkleşmeyen kasa hesabıyla ilgili uzun bir konuşmadan sonra diğerleri de eve
gelirler. Geceyi Yusuf’un karısına nasıl şiddet uyguladığı ve karısının O’nu
nasıl şikayet ettiği ile ilgili dedikodu yaparak geçirirler. Yusuf arkadaşlarına
çok sinirlense de bir şey yapamaz. Başka bir kavga konusu da kasada eksik olan
paradır. Valencia limanından çalınan gemiler, Yusuf’un Paraguaylı karısı ile
Berlusconi arasında kurulan mantıksız bağ, tsunami hikayeleri, kimin çince
bildiği vs. gece boyunca konuşulan diğer konulardır. Gecenin sonunda Halil
Ali’yle vedalaşır. Dönüş yolunda Madrid’in nemli ve soğuk caddelerinden
geçerken Halil başka hikayelerle ve başka yabancılarla karşılaşır.
PARİS: Hasan, Mehmet, Fethi ve Celal bir
antikacıda hamal olarak çalışlar. Çalıştıkları yerde sorumlu olan Remy’yi
beklerken Fethi’nin yeni cep telefonu ve onun ailevi ilişkileri ile tartışırlar
Bu tartışma onların aileler ve ilişkiler hakkında neler düşündüklerini anlatır.
İş sırasında eski halterci olan Celal çok
büyük bir masayı tek başına taşımakla ısrar edince ertesi gün açık artırmaya
çıkacak olan bir avizeyi kırar. Bunun sonucu olarak oradan kovulurlar ve her
zaman gittikleri Türk kahvesine giderler. Serdar adlı birinin sahibi olduğu bir
kebapçı dükkanında tekrar çalışmaktan bahsederler ama Fethi bu fikre sert
muhalefet eder. Herkese eski arkadaşlarının deli ve homoseksüel olduğunu
düşündürten garip hikayeler anlatır. Bu sırada Serdar aynı kahvenin mutfağında
oranın sahibiyle birlikte gece yarısı yemeği yemektedir. Serdar da Fethi
hakkında dedikodu yapıp herkese kendisini küçük gördükleri için kızar. Yemeğini
bitirdikten sonra hepsi aynı masada bir araya gelirler. Çarpışma çok sert
geçecek gibidir ancak masadaki bilge ve yaşlı adam her iki genci de utandıran
bir hikaye anlatarak onları yatıştırır. Hayat devam etmektedir ve onların
dışındaki insanlar, patronlarından şikayet etmeye korkarlar zira uzakta bakmak
zorunda oldukları çocukları vardır. Bir başkası Almanya’da bir akıl
hastanesinden kaçmış, elindeki taşınabilir bilgisayarı satmaya çalışıyordur.
BERLİN: Cem ve Ahmet, Ahmet’in yaşadığı
mülteciler yatakhanesinde vakit geçirirler. Genç ve başarılı bir mühendis olan
Cem konuşmaları boyunca Ahmet’in inanılmaz geçmişini keşfeder. Ahmet Bu
birliktelik sırasında göçmenler arasında “kağıtsız” olanların anlatılmamış
karanlık ilişkilerinden, kendisinin Almanya’ya nasıl geldiğinden, nasıl mülteci
durumuna düştüğünden kadınlara nasıl davrandığından bahseder. Bu sırada daha
önce Ahmet’in daha önce çalıştığı restoranda onun iş arkadaşları ile
karşılaşırız. Türkiye’den gelmiş bir baba ve oğul; Almanya doğumlu, bağımsız
bir kız olan Aylin, BulgarTürk Gülay. Bu karakterleri biraz daha iyi tanıdıktan
sonra, restoranın sahibi olan Yılmaz ve hemen ardından da siyahi bir Kübalı
olan Aylin’in yeni erkek arkadaşı Armando gelir. Yılmaz ve Armando Castro ve
Küba’nın geleceği ile ilgili tartışırken, Yılmaz polisten gelen bir ceza
olduğunu düşündüğü bir kağıdı yırtar. Aylin bu kağıdın Ahmet’in iltica
başvurusuna verilmiş olan olumlu yanıt olduğunu keşfeder. Aylin daha sonra
Ahmet ve Cem’le Armando’nun çalıştığı barda karşılaşır ve neler olduğunu
Ahmet’e anlatır. Ahmet’in tepkisi ise kestirilemez
Dijital teknoloji sayesinde film çekme,
bunu dağıtıma sokma ve farklı şeyler deneme girişimi kolaylaştı.
"Türev" (2005), "Bir Kaftancıoğlu Filmi" (2003) gibi
"Made in Europe" (2008) da dijital kameranın estetiği, pratikliği ve
bir nebze de amatörlüğüyle yoğrulan ama derdini bilen filmlerden biri.
Amatörlük, bu üç film zikredilince üzerinde
durulması gereken zaruri bir konu. "Made in Europe" dışında adı geçen
iki filmin amatörlüğünün biçimsel işlevleri vardı. "Türev"de bir okul
ödevi için dijital kameraya konuşuyorlardı filmin karakterleri, yani hikâyeyle
ilintiliydi bu durum. "Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi"nin kendisi zaten
film çekme üzerine bir denemeydi ve filmde farklı kameralarla (analog, dijital,
8 mm) çekimler yapılıyordu. Yani o filmler bu yolla hem pratik bir şekilde
kotarılıyor hem de onların amatörlükleri belli bir nedene bağlanıyordu.
"Made in Europe"un biçimsel denemelerini ve kusurlarını mazur görmek
ise biraz zor. Mesela dış çekimlerin siyah beyaz olmasına rağmen iç mekânlarda
görüntünün renklenmesinin filmde pek bir anlamı yok. Varsa da (görüldüğü üzere)
bu, izleyiciye geçmiyor. Bunun gibi, bir sahnede karakterlerden birinin sesiyle
oynamak gibi numaraları var filmin. Aslında o sahnede de anlıyoruz, karakterin
nasıl perişan bir vaziyette olduğunu, yıkıldığını. Ancak "Made in
Europe" gibi sade olması beklenen, koşullarının böyle gerektirdiği filmin
bu gibi ucuz efektlerden medet umması pek anlaşılır ve kabul edilebilir değil.
Biçim meselesini bir kenara bırakırsak,
içerik açısından filmin bir derdi olduğunu söylemek mümkün. Bu da Avrupa'da
bulunan Türkiyeli genç neslin umutsuzluğu diye özetlenebilir. Filmde de zaten
belirli bir olay örgüsü ya da hikâyeden çok Avrupa'ya belirli bir umutla gitmiş
Türkiyelilerin oraya tutunma çabası ve hayal kırıklıkları yer alıyor.
Hikâyeler, Avrupa'nın üç büyük kentinde (Madrid, Paris, Berlin) geçmekte.
Hikâyelerin arasında bağlantı kuran karakterler ya da olaylar yok. Bunun nedeni
ise hikâyenin değil de "Alamanya Rüyası"na kapılan neslin ortak
yönlerinin olması diye açıklanabilir. Ayrıca üç farklı kent seçilerek,
Avrupa'nın neresine gidilirse gidilsin, manzaranın hep bu umutsuzluk tonlarıyla
bezeli olduğunun vurgulandığı yorumunu yapmak da pekâlâ mümkün. Bu noktada
filmin karakterlerinin Tunç Okan'ın "Otobüs" (1976) filmindeki
karakterlerin manevi çocukları olduğu da söylenebilir. Söz konusu filmde
Avrupa'nın bir kentinde bir otobüs içinde terk edilen Türkiyelilerin, otobüs
dışına çıktıkları anda yaşadıkları travma anlatılıyordu. "Made in
Europe"un karakterlerinin haleti ruhiyesi de o otobüstekilerden pek farklı
değil. Belki o otobüsten çıkmışlar ama işsizlik, oturma/çalışma izni
alamamaları, bulundukları yere entegre olamamaları ve daha da beteri kendi
topluluklarında bir bütünlük kuramamaları nedeniyle durumları çok da iç açıcı
değil. Buna ek olarak "Made in Europe"un sadece oradaki Türkiyeliler
com değil de bütün göçmenler üzerine konuştuğunu iddia etmek de yerinde.
Hikâyede bahsi geçen Paraguaylı kadının ya da küçük bir rolü olan Kübalı
karakterin işaret ettiği gibi.
İçerik bakımdan tutarlı bir meseleye sahip olsa da "Made in Europe" çok parlak bir film gibi durmuyor neticede. Amatörlükleri göze batacak cinsten. Ama biraz derli toplu olsa, biraz sakin davransa (mesela hınçla intikam almaya koşan karakteri gibi, o agresif sona sahip olmasa) ve de sınırlarını bilse daha iyi bir yapım ortaya çıkabilirmiş. Ancak yine de derdinin ne olduğunu net olarak bilen bir yönetmenin ilk adımlarına tanık olmak, hiç de fena bir deneyim olmayabilir. (kyn: www.sinema.com)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder