Powered By Blogger

21 Ocak 2023 Cumartesi

 

KAĞIT (2008) 

Senaryo ve Yönetmen Sinan Çetin Görüntü Yönetmeni Kamil Çetin Müzik Fırat Yükselir Yapım Plato Film / Sinan Çetin Senaryo Danışmanı: Deren Şekerciler, Kurgu: Barış Denge, Sanat Yönetmeni: Gün Doğa Sarı, Uygulayıcı Yapımcı: Emrah Akkurt , Adil Oğuz Valizade, Yardımcı Yönetmen: Adil Oğuz Valizade, 3. Kamera Asistanı: Sercan Sert, Focus Puller: Barış Yiğit, Film Tarama: Çağlar Özlek, Dijital Restorasyon: Çağlar Özlek, Işık Şefi : Bilal Tanrıverdi, Kostüm Sorumlusu: Elçin Canbaz, Ses Kayıt: Baycan Akçayöz, Premix: Ömür Öztürk, Prodüksiyon Amiri : Murat Aytekin,

 Oyuncular : Asuman Dabak (Müzeyyen Hanım), Ahmet Mekin (Mehdi Bey), Ayşen Gruda (Şahane Hanım), Öner Erkan (Emrah), Irmak Ünal , Zeynep Beşerler, Melik Akkaya, Haki Biçici (Kemal), Tolga Baş, Gökçay Yıldız, Mazlum Çimen, Fatoş Seğmen, Bahar Sarah Sarak, Uğur Bilgin, Metin Cantimur,

 Konu: Genç, idealist bir yönetmen olan Emrah (Öner Erkan), ilk sinema filmini çekmeye çalışmaktadır. Emekli gümrük muhafaza müdürü olan babası Mehdi Bey (Ahmet Mekin) Emrahın eczacı olacağına inanıyordur. Arkadaşları ve annesi Şahane Hanımın (Ayşen Gruda) da desteğiyle yapımcılardan para bulan Emrahın karşısına bürokrasinin çarkları çıkar. Hayalleriyle Emrah arasında sansür kurulu başkanı Müzeyyen Hanımdan (Asuman Dabak) alacağı son bir imza kalmıştır. Ama bu düşündüğü kadar kolay olmayacaktır. İdeallerinin peşinde resmi otoritenin karşısına dikilen Emrahı hiç de hoş olmayan gelişmeler beklemektedir.

 Saçma bir kanunu kör bir inançla uygulayan bir küçük memur. Bu saçma kanun karşısında ilk defa tevekkülle boyun eğmeyen bir genç adam.  Kanunzedelerin yanlış kanunlar karşısında hakkını kim koruyacak

 BÜROKRASİNİN PARMAKLIKLARI KESKİN

Türkiye’nin bürokratik sorunlarını, modern bir sinema diliyle harmanlayarak, adeta yerel bir “Taksi Şoförü”nün içinde canlandıran bir eser. Yenilikçi duruşuyla Lars Von Trier, Andrei Tarkovsky, Coen Kardeşler, Brian De Palma gibi ustaların işlerini hatırlatan postmodern bir anlatıyla servis ediliyor “Kağıt”. Aslında bir bakıma Onur Ünlü’nün “Acı Aşk”ı ile başlayan ‘Yeşilçam melodramları’nı bozup yeniden inşa etme anlayışını, dönemin eskitilmiş estetiğini de benimseyerek kullanan gerçek anlamda politik açılımlı bir kara film denemesi. Bürokrasinin en basit objesi ‘kağıt’ın göstermelik ‘beyaz’ının sardığı bir adamın psikolojik ve iğneleyici yolculuğunun fark yaratan adresi aynı zamanda. Sinan Çetin’in en iyi filmi olarak anılabilecek “Kağıt”, kimi eksiklerine karşın bürokrasi ve Yeşilçam taşlaması üzerine kurduğu kurmaca dünyasıyla reddedilemeyecek bir sinema deneyimi sunuyor.

 Sinan Çetin’i nasıl bilirsiniz? Tartışmalı popüler filmleriyle, medyatik yüzüyle ve reklamlarıyla. Yani göz önünde bir isim kendisi. Ancak ‘sinema’ deyince hiç de akılda kalıcı bir şeyi yoktur doğrusunu söylemek gerekirse. “Komser Şekspir” (2001) ve “Romantik” (2007), sinema dili açısından; “Çiçek Abbas” (1982) ve “Berlin in Berlin” (1993) ise bütün olarak birazcık akılları kurcalayabilir.

 Sinan Çetin’in en iyi filmi dersek yanlış yapmış olmayız

Yönetmen ilginçtir son 10 senede çekmeye başladığı bütün filmleri ‘postprodüksiyon’ aşamasında bırakmış durumda. Böyle olunca da 2000’lerde ulusal sinemamızda yükselişe geçen ‘popüler sinema’ geleneğinin içinde herhangi bir şekilde yer alamadı. Sadece “Romantik”in onun biçimci yönetmenlik stiline geçip farklı şeyler yapacağının bir kanıdı olduğunu söyleyebiliriz Bu açıdan da bir milat anlamına geliyor kanımca. “Kağıt” da zaten esasen Onur Ünlü ekolü diye bahsettiğimiz o ‘postmodern eğilimli’ eserlerden biri yerli sinemanın içinde. Yani Çetin adına bir fark yaratma arayışı diyebiliriz bu yapıt için. Ancak bu noktada yönetmenin en iyi ve en çarpıcı eseri olduğunu da es geçmemek lazım eldeki toplamın.

 “Taksi Şoförü”nün yapısını kullanan kara film izleğini, “Acı Aşk”ın tavrıyla bütünlüyor

Öyle ki ‘Yeşilçam dokusunu bozup yeniden inşa etmesi’ ile “Acı Aşk” (2009), politik taşlama tarafındaki fantastiğe yakın açılımıyla ise “Osmanlı Cumhuriyeti”nin (2008) bir bileşimi olduğunu söylenebilir daha iyi anlaşılması açısından. Zira burada temelde 1970’lerin Yeşilçam dönemine dair sıradan bir hikaye var. Ancak onun anlatılış şekli hiç de alışık olduğumuz gibi değil. Böyle olunca da seyirci filmi deneyimlerken kendisini tekin hissedeceği bir hikaye anlatısının içinde bulamıyor. Aksine sürekli rahatsız ediliyor.

 Aslında “Kağıt”, en kısa tanımıyla bir ‘neonoir’ (renkli kara film) örneği olarak ele alınabilir. Zira Scorsese’nin “Taksi Şoförü” (“Taxi Driver”, 1976) ile geniş kitlelere hitap etmeye başlayıp “Dövüş Kulübü” (“Fight Club”, 1999) ile farklı bir noktaya gelen o ‘masum bir insanın suç işlemek, sistemden intikam almak durumunda kalması’ meselesinin izini sürüyor özünde.

 Temeli 70’lere bağlanan politik damarı sağlam bir öykü

Ancak buna ulaşırken yaptıkları hiç de alışık olduğumuz gibi değil. Öncelikle filmin, hikayesi itibariyle kimin eline düşerse düşsün bir politik damara sahip olacağını ekleyelim. Bunu da sürekli 1 Mayıs şarkısı ile süslemesi bu duruşu daha da sağlamlaştırıyor Zira burada Çetin’in elindeki öykünün özünde ‘Devrimcilerle ilgili film çekmek isteyen genç yönetmenin, devlet memurundan izin alamaması ve bürokratik kuralları geçememesi sonrası yaşadığı maddi çöküş’ gibi bir konu var. Olayın 1970’lerde cereyan edip Türk sinemasının seks filmleri furyasının göbeğine denk gelmesi ve 12 Eylül 1980’i de içine alması, bir politik amaç yüklüyor bu duruma. Ancak Yeşilçam ve sosyolojik olaylarla yakın bağ kurmasına karşın Çetin’in esas amacı bürokrasi eleştirisi yapan bir politik damardan seslenmek.

 ‘Kağıt’ın göstermelik beyazının üzerine giden yenilikçi bir sinema dili

Bunun için ise karşımıza ne minimalist sinemaya uygun dingin açılardan kurulmuş, ne de Amerikan hikaye anlatma sinemasının mantığını karşılayarak açıkarşı tekniğini benimseyen bir yapı getiriyor. Aksine bu bürokrasinin özünde yatan ‘Kağıt insanoğlunun canını alıyor’ ya da ‘Kağıt kılıçtan keskindir’ gibi cümlelerin, yani somut bir şey canlıdan daha değerlidir deyişinin üzerine gitmek.

 Bu doğrultuda da ‘kağıt’, modern bir sinema dilinin objesine dönüşmüş oluyor Çetin’in elinde. Öyle ki ‘kağıt’ın rengi olan beyazın tonları üzerinden, ana karakterin ruh haline göre akan bir görsel yapıyla ilerliyor perdedeki yapıt. Bu da okumasını yaptığımızda bariz bir şekilde ‘bürokrasinin sardığı insan hayatı ve hapsettiği bireyler’ konulu yenilikçi bir sinema dili getiriyor karşımıza. Üstüne üstlük postmodern bir duruş sergileyip, hafif yabancılaştırıcı noktalara gitmesi de yönetmenin kariyerinden çok farklı bir noktadan seslendiğini anlatıyor bizlere.

 Aslında en kısa tanımıyla 2011 yılının Türk sinemasında garip bir kağıt estetiğinin başlangıcı anlamına geleceğini söylersek herhalde yeridir. Zira dünya sinemasında böylesi denemeler olsa da ülkemizde “Nokta” (2008) haricinde az gördüğümüz bir duruşla yüzleştiğimizden, son derece çarpıcı bir işe soyunuyor “Kağıt”.

 Yeşilçamın yapay dokusunu HD yoluyla günümüzde canlandırmak istemiş

Bunu yaparken bir başka amacı da bu siyah ile beyaz arasında giden dünyada 70’lerin Yeşilçam filmlerinin o yapay estetiğini 16 mm’nin eskimiş ve birazcık parçalanmış, üzerinde izler olan pelikülleriyle geri getirmek. Böylece ‘demode doku’yu taşlamak. HD’nin “Hayat Var”dan (2008) beri en işlevsel kullanımını sunan Çetin de bu noktada dünya sinemasına ayak uydurmuş oluyor.

 Bu ikisinin bir araya gelmesiyle birlikte ise adeta bir renk cümbüşü izliyoruz. Öyle ki Tarkovsky, Trier gibi yönetmenlerin eserlerinde gördüğümüz böylesi denemelerin bir yenisini sunuyor burada yönetmen. Hem de bütün o ‘izleyici karşıtı’ durma riskini alaraktan. Bu noktada da sinema tarihinde gördüğümüz farklı estetikler yaratma ve belli dönemlerin dokusunu canlandırma geleneklerinin her ikisini iç içe geçirerek ulusal bir yorum çıkartmış oluyor karşımıza. Yani asla basit olanı yapıp kopya çekmiyor.

 Aslında böylesi yapay bir doku kurarken, bir başka önemli amacı da gerçek anlamda Yeşilçam melodramlarının dramatik yapısını bozmak. Öyle ki burada bir de ona uygun akan aile dramı olsa da bütün karakterlerin savruk ve absürd halleri sayesinde, hikayeye o açıdan bir giriş yapma şansı tanınmıyor bize. Aksine o noktaya gelince seyirciyi görsel müdahale, kurgusal hamle ya da dışa dönük (external) bir oyuncu performansı bekliyor.

 Çoktan seçmeli görsel yapısı, akla dünya sinemasındaki ‘retro estetik’ denemelerini getiriyor

Arşiv görüntüleri, siyahbeyaz pelikül, monokroma (Tarkovsky’nin sinemaya soktuğu özel pelikül çeşidi) meyleden renkler, 16 mm dokusu derken, “Kağıt”ı izlerken karşımıza seyircinin görmek istediği 35 mm görüntülerin yani net, sorunsuz ve derinlikli dokunun çok uzağında bir şey çıkıyor. Bu da aslında Çetin’in sinema evreninde 70’lerin Yeşilçam’ını kağıdın hapsettiği bir şekilde canlandırma arzunu ortaya koyuyor.

  Bunun ise Coen Kardeşler’in kara filmlerinden (Özellikle “Orada Olmayan Adam” ve “Barton Fink”) “Dead Men Don’t Wear Plaid” (1982), “Cennetten de Uzakta” (“Far From Heaven”, 2002), “İyi Alman” (“The Good German”, 2006), “Brand Upon Your Brain” (2006), “Cehennem Çiçeği” (“The Black Dahlia”, 2006), “Killer Inside Me” (2010) gibi dünyadaki örneklerine uzanan çok geniş bir alanda uygulandığını biliyoruz. Öyle ki bu eserler yeri geldiğinde belli dönemlerde var olan farklı türleri o zamanın estetikleri ile karşımıza getirmeye çabalamışlardı. Üstüne üstlük hepsi de gerçek anlamda ayrı metodlar izlemişlerdi.

 Bazı eksiklerine rağmen bürokrasiye ve Yeşilçam’a eleştiri oklarını yöneltmeyi beceriyor

Aslında bu açıdan bakınca “Kağıt”ı evrensel anlamda oriJinnal olarak görmek mümkün değil. Ancak Ankara’ya trenle gidişleri Darren Aronofsky’nin filmlerinde gördüğümüz hiphop kurgusuyla halledebilen bir başka Türk yönetmenden de bahsetmek söz konusu olamaz. Lafın özü eldeki eser, renkli kara filmin hikaye yapısıyla ilerleyen, bol politik soslu, zaman zaman saldırgan ve en önemlisi de Yeşilçam’ın yapaylığını görsel olarak bünyesinde bulunduran bir yapıta dönüşüyor.

 Bu noktaya doğru kayarken melodramdan kara filme transfer olması bir yana, bazı yerlerde fazla didaktik durmasını saymazsak, eleştiri oklarını bürokrasiye hakkıyla yönlendirebildiğini de söyleyebiliriz. Sadece birazcık ‘kişisel hayat hikayesi’ kokması ve sondaki ‘öncesindeki kurbanlar’ bakışının seyircinin kalbini hedeflemesiyle bu amacından şaşıyor. Genel anlamda ise Türk sineması için şart bir proje bu. Çetin’in ise bundan sonra bu yolda ilerlemesi en büyük dileğimiz.

 Türk sineması için gerçek ve uluslararası bir başarı

Öyle ki böylesi denemeler Brian De Palma, Lars Von Trier, Coen Kardeşler, Steven Soderbergh gibi ustalaşmış isimlerde görülebiliyor dünya sinemasında. Türkiye’den de niye bir yönetmen bu bakış açısını daha da ileri götürmesin? Reha Erdem, Derviş Zaim ve Onur Ünlü’nün yaptıklarının üzerine koymasın?

 Bunun olabileceğini filmin genel yapısındaki detaylı çalışmayla da gözlemlemek mümkün. Öyle ki açılış sahnesinde kağıtların arasında sıkışmış “Koleksiyoncu”vari (“The Collector”, 1965) bir suçlu tiplemesi tasvir etmesinden hikayenin aralarına sokulan ‘kağıt yüzünü kesti’ ara planlarına, beyazın en bürokratik anlarda daha baskın hale gelmesinden ‘reddedildi’yi temsil eden ‘kırmızı’nın ana karakterin kıyafetlerinde karşımıza çıkmasına kadar sayısız yönetmenlik numarası ve her türlü evrensel öğe var burada. Anlayacağınız üzerinde tepeden tırnağa düşünülmüş bir dokuyla çıkageliyor “Kağıt” ve bunun altını da dolduruyor. Çetin’in filmi hakkında kısaca Türk sineması için gerçek ve uluslararası bir başarı diyebiliriz. (Kerem Akça, haberturk.com internet sitesinde yayımlanmıştır.)


FİLMİ İZLE 



29 Aralık 2022 Perşembe

 

KADRİ’NİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT (2008) 

Yönetmen: Onur Tan, Senaryo: Uğur Uludağ, Görüntü Yönetmeni: Rico, Yapım: U.S.T.A/Cem Özer  Medyavizyon/Derya Karaköse, Ortak yapımı Yardımcı Yönetmen: Muharrem Özabat, Türkan Yurdam, Tuncay Erol, Kameraman: İsa Toroman, Set Fotoğra: Gökçe Pehlivanoğlu, Işık Şefi: Aydın İz, Final Miks: Ulaş Ağçe, Boom Operatörü: Onur Akbaba, Diyalog Kurgu: Hasan Şakacı, Ses Tasarım: Nail Yılmaz, Miksaj: Ulaş Agce, Kurgu: Murat Bolayır, Görsel Efekt: Tamer Çınarcık, Müzik: Ercüment Vural, Özer Taşkın, Ses Tasarım: Nail Yılmaz, Mix: Ulaş Ağçe, Grafik Sanatçısı: Ergün Gündüz, Sanat Yönetmeni: Hasan Doğan, Yapım Sorumlusu: Tuğtekin Yeşilçay, Yapım Asistanı: Gonca Bahadır, Ortak yapımcılar: Fatih Oflaz, Ahmet Öncan,

 

Oyuncular: Şafak Sezer (Kadri), Alp Kırşan (Cem), Eylem Şenkal (Betül), Esin Civangil (Umut), Ahmet Mümtaz Taylan (Güneş), Nesrin Akdağ (Deniz), Gülden Avşaroğlu (Şeri), Koray Şahinbaş, Nurseli Tırışkan, Barış Ataş, Sevgi Berna Biber (Aysun), Mert Kırlak, Ebru Özerden (Beyza) Halil Eroğlu, Derya Karaköse, Ahmet Öncan, Tuğtekin Yeşilçay (Rus Mafyası), Özgür Ural, Muharrem Özabat, Ender Barutçugil, Baha Olgun, Fatoş kara, Konuk Oyuncular: Nilgün Belgün, (Teyze), Cem Özer (Arçil Nazx), Uğur Uludağ (Şota Su), fatoş kara, Barış Ataş, Mert Kırlak, Koray Şahinbaz,

 Konu: Kadri ve Cem birbirinden vazgeçemeyen iki yakın dosttur. Cem yaşadığı ve hayal kırıklığıyla sonuçlanan büyük aşkından bunalıma girmiş ve onu hayata döndürmek yine Kadri'ye düşmüştür. Cem'in kadim dostu, başına her belayı açan, alışveriş merkezlerinde palyaçoluk yapan Kadri, onu içine düştüğü bu bunalımdan kurtarmayı kendine bir borç bilir ve arkadaşını aldığı gibi, kendine gelmesi için ayarladığı Antalya'nın en güzel oteli Dionysos Oteli'ne götürür.

 Kadri, arkadaşının bu zamanında ona her şekilde destek olmayı sürdürmeye çalışırken, Cem'in eski sevgilisi Betül de, yeni edindiği sevgilisi Hakan ile aynı tatil köyüne gelirler. Bir dizi sürprizlerle karşılaşan Kadri ve Cem, kendilerini hiç tahmin etmedikleri birbirinden komik olayların içinde bulur.

Yüreğinin götürdüğü yerde, karanlıklar içinde kalan Cem, Kadri'nin götürdüğü yerde mutluluğu bulabilecek midir?

 FİLMİ İZLE 


 

 

İNCİR ÇEKİRDEĞİ (2008) 

Senaryo ve Yönetmen; Selda Çiçek, Müzik: Serkan Alkan, Özgür Yalçın, Görüntü Yönetmeni : İlker Berke Yapım: Mehmet Çiçek, PostProdüksiyon Danışmanı Ulaş Cihan Şimşek, Kurgu: Emrah Dönmez, Sanat Yönetmeni: Ruhan Ünlüer, Yapım Sorumlusu: Neslihan Çukuryurt, Yapım Amiri: Murat Çora, Yönetmen Asistanı: Selin Delioğlu, Yardımcı Yönetmen: Ahmet Saldırıcı, Kamera Asistanı: Evrim Kaya, Barbaros Engin, Kameraman: Serdar Güz, Set Fotoğrafları: Gökçe, Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Zekeriya Şahin, Film Yıkama: Ali Tuncay Koçtürk, Mustafa Oruç, Yahya Öztürk, Renk Düzenleme Asistanı: Erol Şahin, Negatif Kayıt: Şafak Mıhlaç, Altyazı Eşleme: Dila Ulutaş, Işık Şefi: Arda Erkmen, Sanat Yönetmeni yrd.: Doğa Erişen, Kostüm Sorumlusu: Meral Aktan, Makyaj: Esra akar, Ses Tasarım: Bülent Taban, Ses Miks: Nurkut Özdemir, Prodüksiyon Amiri: Uğur İşbilir , Set Amiri: Hüseyin Pulaş, Melih Sezgin, Set Asistanı: Murat Pulaş , Işık Asistanı: Özenç Kaya, Burak Parlak, Laboratuar Teknik Sorumlu: Erkan Aktaş, Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Zekeriya Şahin, Negatif Kayıt: Şafak Mıhlaç, Baskı Renk kontrol: Erol Şahin, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Film Yıkama: Yahya Öztürk, M. Mustafa Koç, Mustafa Şahin, Ali Komaz, Tuncay Koçtürk, Sona Kaymakçı, (Fono Film Laboratuarlarında hazırlanmıştır).

 Oyuncular: Özgü Namal (Heda), Derya Durmaz (Cemile), Burcu Salihoğlu (Defne), Sevinç Erol (Selime), Barış Çakmak (Nazif), Onur Dikmen (İbrahim), Turgay Tanülkü (Abdülkadir), Nalan Başaran (Hala), Veysel Diker (Adil), Makbule Sitare Akbaş (Delal), Halil Yomak (Celil), Tuğçe Şenoğul (Leyla), Emrah Dönmez (Doktor), Oğuz Oktay (Mustafa), Semanur Dönmerz (Suham), Bedri Alkan (kahveci Ekrem), Ekrem Yelsalı (kuşçu), Sadiye Sabaş (komşu kadın), Abdülmecid Ağış (berber), Leyla Seven (Ebe), Veysi Pordoğan (müşteri), Şehmuz Bisen (çaycı Şehmuz),

Konu: Günümüzden yedi yıl önce, ailenin tek oğlu Celil, askerden gelecektir. Evde telaşlı bir bekleyiş vardır. Celil'in ablası Delal'in Nazif'le evlenmiş ve ondan bir kız bebek doğurmuştur. Aile Celil'i heyecanlar karşılar. Hemen ertesinde gittikleri piknikte, Delal ağabeyinin komşu kızından etkilendiği fark eder. Henüz çok genç olan Heda'yı da peşlerine takarak alan dışına gönderir. Amacı konuşup anlaşmalarını sağlamaktır. Ancak, Celil ve genç kız dolaşırken bastıkları mayınla hayatlarını kaybederler. Aradan geçen zaman zarfında Delal vicdan azabına dayanamayacak ve intihar edecektir. Yedi yıl sonra, Heda, ablasının kocası ile evlendirilmiş ve onların kızına analık etmektedir. Ayrıca hamiledir de. Aile arasında bebeğin oğlan olacağı inancı hakimdir. Ancak, Nazif karısı ile ilgilenmemekte ve gecelerini sevgilisi Defne ile geçirmektedir. Tüm bunlar olurken Heda'nın annesi Cemile'nin kimselerin göremediği bunalımı büyümektedir

FİLMİ İZLE 



28 Aralık 2022 Çarşamba

 

 

İKİ ÇİZGİ (2008)


 Senaryo ve Yönetmen: Selim Evcı, Görüntü Yönetmeni: Meryem Yavuz,  Müzik: Samet Evci, Yapım: Evci Film/Selim Evci Sanat Yönetmeni: Emir Şahinoğlu, Yönetmen Yardımcısı: Metin Koca, Işık Şefi: Necmettin Akdeniz, Hatip Karabudak, Çekim Sesleri: İsmail Karadaş, Ses Tasarım: Selim Evci, Ses Kayıt Ast: M. Cem Öztüfekçi, Final Miks: Ulaş Ağçe, Yapım Tasarımı: Mediha Didem Türman, Kurgu: Selim Evci, Ses Kayıt Asistanı: M. Cem Öztüfekçi, Işık: Evci Film, Işık Asistanı: Erdem Oğuz, Kamera Asistanı: Kerem Arıca, Asistan: Begüm Moloz, Set Fotoğrafları: Zeka Sağlam, Yapım Sorumlusu: Emre Önel, Laboratuar sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Sinan Kılıç, Süleyman Göktaş, Cengiz Koç, Kenan Gürişan, Hüseyin Sargın, Serkan Yiğitkoç, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanby, (Sinefekt Laboratuarlarında hazırlanmış ve İmaj Stüdyo’larında seslendirilmiştir.)

 Oyuncular: Kaan Keskin, (Mert) Gülçin Santırcıoğlu (Selin), Perihan Kurtoğlu (Oyuncu), Erdem Sakalıbüyük (Otel Müşterisi), Yakup Yavru (Çiftçi), Mehmet Aslan (Oyuncu), Özgül Koşar, Zeynep Aydın (1. Kız), Özgül Koşar (2. Kız), Yakup Yavru (Ç:iftçi), Murat Şeker (benzinm getiren adam), Ayşegül Yorgun (Çiçekçi), Mustafa Akkan (otopark görevlisi), Mutlu Baysal (alarm görevlisi), Serkan Kars (alarm görevlisi), Cemil Hazar (fotoğrafçı), Zekiye Akkol (hayat kadını), Metin Koca (hırsız), Lorna Babikyan (dans eden kız), Erdem Çaklır (baba), Safa Keklik (Kız Çocuğu), Umurhan Alıcı (cam silen çocuk), Samet Evci (Solist), Orkut Atalay (Bas), Mete Keskin (gitar), Ata Erdem Şimşek (Davul),

 Konu: İki Çizgi, günümüz İstanbul’unda yaşanan genç bir erkekle bir kadının ilişkisi üzerine bir hikaye anlatıyor. Mert ve Selin birlikte yaşamaktadırlar. Mert, zamanını fotoğraf çekerek geçirirken Selin bir şirkette çalışmaktadır. İkili, tatile çıkmaya karar verir ama yolculukları planladıkları gibi gerçekleşmez.

 # Selim Evci'nin ilk uzun metrajlı filmi İki Çizgi'yle ilgili sıklıkla dile getirilen unsur, Nuri Bilge Ceylan'ın İklimler'ine (2006) benziyor ollması. Bunda filmin üslubunun, Evci'nin oldukça başarılı bir şekilde kullandığı uzun ve durağan planların, çarpıcı görsellerinin, çoğunlukla sessizlikler üzerinden ilerlemesinin payı yadsınamaz. Ancak, film bu şekilde sık sık İklimlere göz kırpmasına, benzer bir dil kullanmasına karşın derdinin İklimler' den farklı bir şey anlatmak olduğunun altını çizmeyi de ihmal etmiyor. İki Çizgi'nin ana karakterlerini oluşturan çift (Selin ile Mert) arabalarıyla Kuzey Ege' de yolculuk yapmaktadır ve arabada da klasik müzik çalmaktadır.

Bu haliyle gerçekten de neredeyse birebir İkiimIer' den alınmış gibi görünen (ve işitilen) bir sahne bu. Ancak bir süre sonra Mert, Selin'in tercihi olan bu müziğe homurdanır ve değiştirmesini talep eder. Bunun üzerine de filmde aynı İklimler görüntüsünün üzerine rock müzik düşmeye başlar. Aynı şeyi görmemize rağmen, başka bir şey duymaya başlarız: Filmin anlatmak istediği, duymamızı istediği farklı bir mesele vardır. Bu meselenin ne olduğuna da yine aynı sahneden yola çıkarak varabiliriz. Sorun Mert'in bu sahnedeki "zavallı" denebilecek güç gösterisinde, iktidar kanıtlama kaygısında yatmaktadır. Eğer İklimler erkek iktidarıyla ilgiliyse, İki Çizgi erkek iktidarsızlığıyla ilgili bir film. Daha doğrusu, her iki film de eril iktidar ve onun imkansızlığı üzerine, ama İklimler bu meseleyi iktidar edinme/kanıtlama çabası içinde kadınları harcayan, ezen bir erkek üzerinden irdelerken, İki Çizgi henüz bu "strateji"yi akıl edememiş bir karakteri konu edinmiş. İki Çizgi'nin Mert'i belli ki "büyüyünce" ikimler'in İsa'sına dönüşecek. Şimdilikse günlerini fotoğraf çekmekle ama daha çok karşı apartmandaki kızları gözetlemekle geçiren biri. Selin ise bir şirkette önemli bir pozisyonda çalışan, tiyatro oynayan, çok iyi piyano çalan, kitap okuyan, kısacası her şeyiyle Mert' den "daha" birisi. Filmle ilgili yazılıp söylenenler hep "iletişimsizlik" üzerinde dursa da bu ilişkideki sorunun iletişimsizlikten çok iktidar mücadelesi olduğu da tüm bu durumlarda ortaya çıkıyor. Mert, Selin'in her şeyi doğru ve daha iyi yapıyor olması karşısında ezilen ve uzun bir süre de bu konuda hiçbir şey yapamayan birisi olarak tasvir ediliyor; filmin sonunda "nihayet" kontrolü eline aldığındaysa film fazlasıyla tehlikeli bir alana giriyor. Mert, kendini küçük, yetersiz, beceriksiz hissetmesinin nedeni olarak gördüğü Selin'e neredeyse tecavüz ederek gücünü, üstünlüğünü, erkekliğini ispat ediyor (öyle sanıyor) ve film de bundan hemen sonra açık bir sonIa  bitiyor. Bu şekilde açık uçlu filmler genellikle muğlak görünmekle birlikte yine de sundukları belli biriki ihtimal vardır ve hangisini seçeceğiniz sizin kendinizle hesaplaşmanıza kalır. Evci her ne kadar "doğru ya da yanlış diye işaret etmeden veya çözüm önermeden, günümüz modern kadın ve erkeğine ayna tutmaya çalışan bir film çektiğini iddia etse de, filmin sunduğu ihtimaller pek de masumane görünmüyor. Selin'le Mert'in bu sahnenin hemen sonrasındaki finalde hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmesi, hatta her ikisinin de yüzlerinde memnun bir ifade taşıması "aslında kadının da istediği buymuşu bir ihtimal olarak akıllara getiriyor ki, bu zihniyetin tehlikelerini hatırlatmaya gerek bile yok. Filmin fragmanında da özellikle iki diyaloğa yer verilmiş: Birinde, Selin'le Mert hedefledikleri bir yere ulaşmaya çalışırken Selin "on beş kilometre var ama biraz yoldan sapmamız lazım" diyor. Sonra da, filmin finalinde yer alan ve tecavüzle sonuçlanan fahişe fantezisini oluşturdukları konuşmalara yer veriliyor. Bu durumda tecavüzü, bu ikilinin mutluluğa ulaşmak için yaptıkları ufak bir yoldan sapış olarak mı görmemiz gerekiyor? Daha iyimser olan ihtimalse bu sahnenin tamamının bir fantezi olduğu, tecavüzün de Selin'le Mert'in oynadıkları oyunun parçası olduğu. Ancak, bu ihtimali öne çıkaracak yeterince güçlü bir işaret olmadığından her şey izleyicinin iyi niyetine kalıyor. İki Çizgi, ancak tüm bunlar düşünülürse iyi niyetli ya da aykırı okumalarla açılım sağlayabilecek gibi görünüyor. Başta da belirttiğimiz gibi Evci'nin sinema dilini kullanmadaki yetisi Nuri Bilgi Ceylan'la karşılaştırılabilecek ölçüde etkileyici (hatta Antonioni ile bile karşılaştırıldığı söyleniyor) ancak söylediklerine kulak verdiğimizde işittiklerimiz artık hiç duymak istemediğimiz sözler. (Gözde Onaran) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi "

 

ISSIZ ADAM (2008) 


Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki Müzik: “Aria” Cenk Erdoğan, / Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Yapım: Most Production/Mustafa Oğuz Uygulayıcı Yapımcı: Esi Gülce, Sanat Yönetmeni: Murat Güney, Kurgu: Ruşen Dağhan, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı “Orion”, Kostüm: Kulis Kostüm, Yardımcı Yönetmen: Bahadır Başaran, Post Prodüksiyon Sorumlusu: Pelin Aksoy, Yönetmen Yardımcıları: Ender Emir, Gamze Cankul, Şahin Çetinkaya, Irmak Bayındır, Selen Şenay, Finans: Rena Delgi, Kıral Dontlu, Buket Auf, Yapım Kordinatörü: Senem Aykanat, Yapım Sorumluları: Müge Beceren, Gökhan Gündoğdu, Yapım yardımcıları: Sanem Soner, Onur Yıldız, Erdal Özdemir, Mehmet Irmak, Fikret Gövem, Focus Puller Cihan Yılmaz, Loader: Emre Başaran, Clapper Caner Şen, Kamera Asistanı: Seda Kısacık, Sanat Ymönetmeni yardımcıları: Buket Zezgin, Sinan Demir, Salih Gültekin, Kostüm Sorumluları: Umay Korgül, Şenay Oyuryüz, Kostüm Asistanları: Gülfem Çetin, Müge Aşanlı, Işık Ekibi: Ahmet Akça, Emre Çakır, Osman Timuçin, Boom Operatörleri: Serkan Acar, Hasan Ertugay, Set Amiri: Bedrettin Kılıcı, Set Ekibi: Tamer Gende, Tufan Koca, Oğuz Köse, Ramazan Benli, Süper Panter: Altuğ Acar, Aykut Çaylak, Cast Sorumlusu: Özlem Durak, Gülden Avşaroğlu, Muhasebe: Özlem Atasoy, Fuat Uysal, Hukuk Danışmanı: Burcu Can, Ofis Koordinasyon: Özlem Ege, Necla Öztürk, Ofis Ekibi: Mustafa Mercan, Turan Bektaş, Okan Bayar, Tuncay Karabulut, Makyaj: Sevil Küner, Özgen Çeliköz, Kıaför: Hakan Berber, Kamera Arkası: Berat Özdoğan, Set Fotoğrafları: Gökçe Pehlivanoğlu, Ulaşım: Muhammed Ali Kahraman, Kadir Kayhan, Mehmet Kurtoğlu, Bülent Tunuk, Seyfettin Sulaç, Nurettin Çelik, Osman Timuçin, Ses Miksaj: Melodika, (Sinefekt Laboratuarlarında hazırlanmıştır).

 Oyuncular : Cemal Hünal (Alper), Melis Birkan (Ada), Yıldız Kültür (Müzeyyen), Goncagül Sunar (müşteri), Gözde Kansu (Sinem), Aslı Aybars, Rolü:Efe Karaman (Mithatcan), Tarık Ündüz, (Veda Yurtsever İpek, (Necla Fide, (Sarp Aydınoğlu, (Ayşegül Devrim, (Şerif Bozkurt (Şenol), Aslı Aybars, (Nur Tüzün, Efe Babacan (Aşçı), Pınar Şenol, Ayşegül Devrim, Basri Albayrak, Sarp Aydınoğlu, Tuğçe Karaoğlan, Sevinç Üçok, Aynur Yıldız, Bülent Bölük, Onur Saracer, Sezgin Erdemir

 Konu: ALPER 30’lu yaşlarda, gurme sayılacak düzeyde yemek kültürü olan kendi restoranının sahibi iyi bir aşçıdır. Lüks yaşamayı seven, işinde başarılı ama özel yaşantısını her gün farklı kadınlarla birlikte olarak düzene koyamamış, hayatını; yaptığı yemekler, günübirlik ilişkiler, paralı kadınlar üçgeninde yaşayan birisi iken… Hayatının akışı, bir gün Beyoğlu’nun arka sokaklarında, aradığı eski plak için bir kitapçıya girmesiyle değişir.

 ADA 20’li yaşlarının sonlarında, güzel, çocuk kostümleri tasarlayıp diken, Alper’in modern yaşamının aksine çok mütevazı, hayatta fazla inişleri çıkışları olmayan genç bir kadındır. Bir gün eski bir kitabi bulabilmek için Beyoğlu’nda dolaşırken Alper ile ayni kitapçıya girer. Çapkın bir adam olan Alper, Ada’nın güzelliğinden etkilenir ve Ada’yı takip etmeye başlar. Ada’nın aradığı kitabi bulmuştur. İlk sayfasına telefon numarasını yazar. Ada’nın işyerine kadar devam eden takip, Alper’in tanışma bahanesiyle aldığı kitabı Ada’ya vermesiyle son bulur.

 Ada ve Alper ‘in yaşamlarında ilk defa karşılaştıkları tutkulu aşkın ilk sinyalleri bu kitapla başlar. Alper kopamadığı özgür hayatinin içersinde Ada’ya yer açmaya çalıştıkça, yaşamının daraldığını fark eder. Aşkı ve özgürlüğü arasında kalan Alper’in sessiz çığlıklarını duyamayan Ada, kendini aşkın rüzgârına kaptırmıştır bir kere…

 Ve yaşam bir kere daha aşk oyununun perdelerini Ada ve Alper için açacaktır lssız Adam filminin sonunda sıkılarak da olsa bu ay ne yazacağıma karar vermiştim. Şarkıların filmdeki yerinin ne kadar büyük olduğundan, Çağan Irmak'ın plak koleksiyonundan, karakterle dinlediklerinin yarattığı ikilemden bahsedecektim.

 Ama gördüm ki her şey kontrolden çıkıyor. Önce, köşe yazarlarımızın "içindeki 45'lik canavarı uyanıyor", sonra so· kaklarda albüm durmadan çalınıyor. Dahası Nil Burak tekrar tavan arasına fırlatılmak üzere göklere çıkarılıyor. Son olarak albüm üzerine televizyon programları yapılıyor. Belleksiz toplumumuz, bu "naif, saf, masum ve unutulmuş" şar· kılarla, kitlesel bir flashback yaşıyor. Ve Çağan Irmak'ın lssız Adam\, Can Dündar'ın Mustafa'sıyla sinirleri çok yıpranan buruk seyirciyi tavlayıp yatağa atmayı başarıyor.

 Filmin, müzik kullanımına yaklaşımı oldukça farklı. Bir filmde müzik genellikle sahnenin atmosferini güçlendir· mek ya da referanslar vermek adına kullanılır. Bunların nasıl yapılacağı da yönetmenin üslubuyla ve tercihleri ile illgilidir. Örneğin Woody Allen, kendi filmografisinde bir kırılma noktası olan Anything Else' de (2003) dijitalleştirilmiş CD'lerin dinlenemez olduğuna dair bir sohbet yapan çifti (lssız Adam' da da benzer bir diyalog geçiyor) ertesi gün bir plakçıda öpüştürür. Ama biliriz ki bu sadece, birlikte olmak isteyen karakterlerin buldukları bir bahane, bir ortak noktadır. Filmde çalınan parçalar filmin sonunda da başladıkları yerdedirler, seyircinin algısında yaratmış oldukları anlamlar değişmez. Bunun bir başka sebebi ise müziğin görselin üzerine geçmesine izin verilmemiş olmasıdır.

 Issız Adam'ın müzikleri içinse durum farklı, Cağan Irmak yaptığı başarılı seçkinin fazlaca altını çizmiş. Ve sinemasını bu parçalarla beslemiş. (Buğra Dedeoğlu – Alt Yazı)

 #Issız Adam tipik bir çağan Irmak filmi. Irmak'ın diğer filmleriyle benzeşen en önemli özelliği ise karakterlerin ve dolayısıyla filmin konuşkanlığı. Göstermekten, ima etmekten çok her şeyi yerli yerine kendi elleriyle koyarak izleyiciyi, izleyiciye has o külfetten kurtaran ve bundan haz alan bir yönetmen Irmak. Issız Adam'ın, izleyicinin kendi yorumuyla dahil olabileceği tek bir boşluk bile bırakmayan bu anlatım tutumunun, Babam ve Oğlum'un sınanmış yüksek izlenebilirliğinden alınan feyz ile Irmak'ın yine bu yılki mahsullerinden Ulak'ın konuşkanlığının aşırılığından alınmış derslerin karıştırılmasıyla son halini aldığını unutmamak gerek.

 Filmin konuşkanlığı nedeniyle, Issız Adam hakkında bir şeyler söyleyebilmek için, karakterlerin ettikleri kelamlara kulak kabartmaktan başka çaremiz yok. Bu noktada harflerin, kelimelerin ve nihayetinde cümlelerin kaynağına, karakterlerin söylediklerine kulak verdiğimizde; onların kim olduklarına, yani nasıl insanlar olduklarına odaklanmamız ise Alper (Cemal Hünal) ve Ada'nın (Melis Birkan) önce söyleyip Issız Adam' da neredeyse söylenmeyen hiçbir şey yapılmadığı için sonra yaptıklarını anlamlandırmamızı belki kolaylaştırabilir.

 Irmak'ın daha önceki filmlerinden aşina olduğumuz bir kalıp yine sessiz sedasız 'bir kırık aşk hikayesi' maskesi altında tıkır tıkır işliyor Issız Adam' da. Yüzeysellikte birbirleriyle adeta yarışan iki karakterimiz var. İster kırık, ister sapasağlam olsun, her aşk hikayesinin muhteviyatında kesinlikle bulunması gereken iki demirbaş Alper'ler ve Ada'lar. Ama farkı yaratan, karakterlerin nasıl inşa edildikleri. Karakterlerin yönetmenin 'okutmak' istediği çarpıcı diyalogları izleyiciye ulaştıran birer hoparlörden fazlası olup olamadıkları, bir noktada, hikayenin de farklılığının alametifarikası. Ancak karakterlerin birer seslendirme cihazı halini alması Irmak'ın sinemasının imzalarından. Irmak, genellikle izleyiciyi Ulak'ı biraz ayrı tutarsak yapıtının dertlerinin önüne koyan bir yönetmen. İzleyicinin filmle kuracağı özdeşlik ve filmin sonunda ulaşacağı fiziksel' katarsis, filmin işlediğinin en önemli ispatı olduğu için, özdeşliğin kurulması için şartları oluşturacak sinemasal stratejiler hikayenin iskeletini oluşturuyor. Bu nedenle izleyicinin özdeşlik kurmasının önünde çıkabilecek her tür sorunu aşmak için karakterlerini olabildiğince 'sade' tutuyor Irmak. Karmaşa yaratacak, izleyicinin kafasını karıştıracak eksiltili anlatım (elipsis) ve zorlu karakterler gibi unsurlar, izleyici ile karakterler, dolayısıyla da film ile izleyici arasında estetik bir mesafenin oluşmasına neden olduğu için özdeşleşme ihtimalini de ortadan kaldırır. İlk filminden beri hatta kısa filmi Bana Old and Wise'z çal' da (1998) vazgeçmediği sinemasal bir stratejidir bu Irmak'ın. Ada ve Alper de bu geleneğin yolları kesişen birer uzantısıdır. Ada ve Alper'i nasıl bilirdiniz sorusuna "birbirlerini sevmişlerdi" demenin dışında, "sadece profesyonelliklerinden" ve "nostaljik takıntılarından" diye cevap verilebilir gibi geliyor bana. Sıkıntılı olan nokta ise, onları, filmin kaçınılmaz hikaye merkezini oluşturan aşkları dışında tanımladığımız 'şeyler' de de bir tür yetersizlikle yüz yüze geliyor ve karakterler hakkında aslında çok da fazla şey söyleyemeyeceğimizi fark ediyor olmamız.

 Alper ve Ada'nın meslekleriyle kurdukları ilişkinin bile sıkıntılı bir yönü var gibidir. Alper'in mesleğiyle kurduğunu az da olsa sezdiğimiz tutkulu ilişkiyi şimdilik bir kenara koyarsak (eleştirmenin dediği gibi: İyi yemekler aşkla yapılanlardır"), Ada'nın mesleğiyle kurduğu ilişkinin ona dair ne söylediği tartışma konusudur. İşinden vazgeçmiş biridir, zira piyasa koşulları onu yormuş ve bıktırmıştır. O da piyasadan kurtulmanın yolunu küçük kahramanlar yaratan küçük bir kahraman olmakta bulmuştur. Belki bu kabul edilebilir bir tercihtir. Sonuçta etik bir yanı olduğu su götürmez. Fakat dükanların dışına çıktığında Ada hakkında bir fikir edinmemize de yetmemektedir. Tıpkı işine tutkuyla bağlı olduğundan emin olduğumuz Alper'in mutfak dışındaki tavırlarının, yine Irmak sinemasının değişmez öğelerinden olan 'bastırılan geçmiş', 'taşra sıkıntısı' ve 'silinip gitmiş baba yasası' gibi, Alper'i Alper yapan faktörleri anlamlandırmamızda yardımı dokunmaması gibi. Alper için cinsellik neden bu kadar önemlidir bir türlü çözemez. Alper'in, hayatı boyunca muhtemelen fazla yakınlık duyduğu kadınla sevişirken bile sertlikten kaçınmamasının nedenlerini bilemeyiz. Aynı şey Ada için de geçerlidir. Hakkında, Alper' den önceki hayatında yaşadığı başka bir kırık aşk hikayesinin bizler yine dikte edilen diyaloglarla sezdirildiği ("Benden daha iyilerini hak ediyorsun. Sen seni hak etmiyorum, bunu ilerde anlayacaksın." vs.) Ada'nın, saçlarından çekilmiş bir halden kurtulup Alper'i nasıl evcilleştirdiğini anlamlandırmamız da zordur. Bu tarz psikopatolojik bir tavrın, Alper'in "üstün" :insel deneyimine rağmen sevgilisiyle ilk sevişme girişiminde erken boşalmasından yola çıkarak büyük bir aşkın girizgahında olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, bir anda "onlar gerçek sevgiyi bulmuşlardı" klişesiyle açıklanamayacağı ne yazık ki aşikardır. Ada ve Alper'i rahatlıkla, aş çı ve eski işinden bıkmış biri olarak tanımlayabiliriz. Ama bu onların, Ada ve Alper'in, insan olarak neye tekabül ettiklerine bir açıklık getirmez, onların kim olduğunu bize söylemeye yetmez.

 Alper ve Ada'nın fetiş nesneleriyle kurdukları ilişkiler de kendi aralarındaki ilişkiden izler taşımaktadır aslında. Her şey nesnelere odaklanmıştır. Alper'in bedenlere olan takıntısı ile Adanın eski kitapIara içerikleri dışında bir bağlılık geliştirmesi arasında bir fark yoktur. Kitap, klasik bir kitap kurdunun sahaflarda daha ucuza alınabilecekleri için eski kitapIara yönelmesi dışında, sayfaları arasında kalmış kuru güller, eski mektuplar ve kitap kokusuna sinmiş hatıralar için önemlidir. Yeni hedefi Ada'nın ardından koşarken hızının kesilmemesi için bir kitaba fiyatının iki mislini ödemekte bir saniye bile tereddüt etmeyen Alper için de plaklar kitapların yerini tutmaktadır. Ama kadınlarla olan ilişkisi de plaklarla olan ilişkisi gibidir. Tamam, onları dinlerken tutkuyla kendinden geçer Alper, hatta Ada'nın ondan etkilenip kendisini ilk buluşmada Alper'e teslim etmesinin ardında da, Alper'in yaşadığı o az sayıdaki naif anlardan birinin plaklarını dinlerken cereyan etmesi yatmaktadır; ancak Alper'inki, müziğe olan bir tutkudan çok, olsa olsa retro kültüre saplantı veya analog kayıta bir övgüdür. Sahaflardan alınan bir kitap ile nostajik ve analog bir medya olarak alınan bir plağın Ada ve Alper'in yollarını kesiştirmesi bu yüzden şaşırtıcı değildir. Ne kitap Thomas Hardy'nin bir eseri olduğu için, ne de plak Nil Burak'ın kendisinde dahi bir kopyası olmayan" bir albümü olduğu için kıymetlidir. Onlar sadece birer eski nesne oldukları için onca övgü, arama ve masrafın sorumlusudurlar.

 Ada'nın bir an okurken görünüp sonra aniden kapattığı Puslu Kıtalar Atlası'nda yer alan bir cümleden çekip çıkardığım kelimelerle söylersek, karakterlerin özdeşlik kurma amacıyla geliştiriliş biçimleri, o " ... bedenlerin içinde ne vardı?"! sorusuna cevap verememektedir. Yani her şey yolundadır, düzeydedir.

Yüzey üzerinde batıp çıkmadan ilerlerken, nesneler imparatorluğunun yakışıklı ve güzel bu iki üyesi ile özdeşlik kurmak zor değildir artık. Özdeşliğin kurulmaya başladığı bu noktada izleyici kitlesinin önündeki yol çatallanır. Fatih Özgüven'in Issız Adam hakkındaki eleştirisinin ilk cümlesinde geçen "layık" kelimesi çatallanan yolda tercihlerin neye göre yapıldığına dair önemli bir ipucudur. Özdeşlik kurmak filmin işleyişinin ilk şartıdır. Özdeşlik kuramayanlar filmin finalinde izleyicisine hazırladığı tuzaktan kurtulurlar. Eleştirel bir izleme süreci zaten ancak böylelikle mümkündür. Acıklı finale gönüllülük esasına göre bağlılık göstermeyenler, Alper'in ruh taşrasından ve anlamlandırılamayan kendine kilitlenmişliğinden filme seyirci kalmamayı seçip müdahil olmayı arzu etmeleri sebebiyle sıkılırlar.

 Yola devam etmekte ısrarcı olan kalabalık, "sonsuza dek"in nesneler vasıtasıyla kurulan bağlılığın eşsiz sloganı haline geldiği günümüzde, ayrılığın hikayenin zirvesini oluşturacağını tahmin etmekte zorlanmaz. Yarım kalan aşk, her şeyden daha anlamlı bir son darbedir. Fiziksel katarsisin pürüzsüz zemininde devam eden yolculuk, naif izleyicinin muhtemel bir mutlu sondan feragat etmek zorunda kalabileceğini, göz yaşlarının sel olup akacağını Alper'in mutfağında yankılanan "ayrılmak istiyorum" cümlesiyle müjdeler. Fakat Issız Adam, gözyaşının hammaddesini, kendisinde bulunanlardan değiL, izleyicinin kendi hayatındaki ayrılıkları ve yarım kalmışlıkları (Babam ve Oğlum' daki kaybedilen aile ferdiyle yapılana benzer bir duygusal sondaj ile) sinema salonuna taşımasından elde etme amacındadır. Issız Adam biraz da bu yüzden kendisine layık bir izleyiciyi talep eder. ırmak kendi hikayesinde olanlardan çok, özdeşlik kurumunda filmin yer aldığı kanadın tam karşısında yer alan izleyicide olanlarla, izleyicilerin, yaşadıkları arasından sinema salonuna getirebildikleriyle ilgilidir. Herkes ayrılıklar yaşayarak veya bir yakınını kaybederek bir parçasını muhakkak yitirmiştir. İşte, izleyicideki bu tip kişisel travmalardır ırmak sinemasının beslendiği noktalar ve onun eksikliklerini örten yamalar. Fiziksel katarsis filmin başarısının bir ölçütüdür' artık. Herhalde aradığı gözyaşı debisini yakalayamadığı için tatmin olamayan izleyici, sinema salonundan çıktığında filme dair düşüncesini "bana yalan söylediler" diyerek açıklarsa şaşırmamak gerekir. (Ahmet Terzioğlu ) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı 79”

 Son dönem Türk sinemasının en dikkat çekici isimlerinden Çağarı ırmak'ın imzasını taşıyan "ıssız Adam", özellikle şehirli genç izleyiciler tarafından çok sevildi ve daha şimdiden kendisine özel bir yer edinmeyi başardı. Dışarıdan bakıldığında birbirlerine son derece uygun görünen iki genç insanın; restoran işletmecisi Alper ile kostüm tasarımcısı Ada'nın ayrılıkla noktalanan kısa aşk öyküsü üzerinde ilerleyen filmin bu kadar çok sevilmesinin ardında, yarattığı romantik atmosferden öte şeyler de gizliydi şüphesiz. ırmak, "ıssız Adam" ile günümüz insanının en çetin sorunlarına değinmişti hissettirmeden. Öyle ki Alper ve Ada'nın kavuşamayışına ağladığını zanneden çoğu seyirci, içten içe kendi ruhunu kemirmeye başlayan yabancılaşmayı, yalnızlığı ve tükenişi duyumsadığı için gözyaşı döktüğünün farkında bile olmadı. Filmin sonuna dek iki sevgilinin kavuşma ihtimalini sıcak tutan ırmak, umudun en büyük işkence olduğunu hatırlattı seyircisine ve sinemadan çıkan her genç kendisini aynı soruyu yinelerken buldu: "Neden .. ?" Görünürde sebepsiz bir ayrılık söz konusuydu çünkü. Alper ve Ada'nın mutlu olmaması için elle tutulur hiçbir sebep yoktu. Aralarında ne kültür farkı vardı, ne statü, ne yaş, ne ırk, ne din ... Bu ayrılığın sebebini bulabilmek için biraz daha derinlere bakmak gerekiyordu. Özgür olmakla yalnız olmak arasındaki farkı kavrayamayan günümüz insanının çalkantılı ruhunu, taşradan büyük kente gelip tırnakları ile bu yeni yaşama tutunmaya çalışan bireyin geri dönme döndürülme korkusunu, 'aşk olmadan meşk olmaz' sözünün çok eskilerde kaldığını düşünen, bedensel hazzı ruhsal doyurudan ayırarak yaşamayı kişisel sınırlarını korumanın bir biçimi zanneden şehirli insanın acınası halini anlayabilmek gerekiyordu. Bireyselleşme fikrinin, 'özgürlük' gibi süslü bir ambalajla bize sunulduğunu, her fırsatta bu dayatmanın pekiştirildiğini görmedikçe, Alper'in aşık olduğu kadından niçin kaçtığını anlayabilmek mümkün değildi ... Irmak filmiyle, sayısı hızla artmakta olan 'ıssız adamlar'a seslenmiş, onların duygularına tercüman olmuştu. Filmin incelikli senaryosunun en büyük kozlarından bir diğeri ise, Alper karakteri üzerinden ele alınan 'geçmişe övgü' temasıydı şüphesiz. Kendi geçmişinden çılgınca kaçmaya çalışan bir adamın, eski aşk şarkılarına tutkulu bağlılığı kadar, özel ilişkilerini 'fast food' mantığı ile yaşarken, restoranının mutfağında özenli bir aşçıya dönüşmesi de yerli yerine oturan tezatlıklardı. .. "ıssız Adam"ın seyirciyle kurduğu bağa baktığımızda, sinemamızın gelişimi adına sevinmek mi, gitgide yoksullaşan ruhlarımız için ağlamak mı gerekir diye sormadan duramıyor insan ... (P.T.) SİNEMA "En İyi 100 Film"



27 Aralık 2022 Salı

 

 

HAZAN MEVSİMİ “Bir Panayır Hikayesi” (2008)


Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Eryılmaz Görüntü Yönetmeni: Behiç Ayhan Gülsaçan Yapım Çan Film/Mehmet Eryılmaz 2. kamera: Sadık İncesu, Yönetmen yardımcısı: Seyfettin Tokmak, Yapım Sonrası Süpervizörü: Taner Sarf, Kurgu: Mehmet Eryılmaz, Kurgu Operatörü: Uğur Hamidoğulları, Müzik : Taner Sarf, Çekim Sesleri: Hüseyin Çakır, Ses Tasarım: Taner Sarf, Miksaj: Haluk Arca, Sanat Yönetmeni: Deniz Özen, Set Amiri: Erdoğan Sözeri, Prodüksiyon Amiri: Serdar Çileker, Prodüksiyon Çalışanları: Hüseyin Koç, Cihan Barış Yazkan, Barış Ekiz, Uğur Hamidoğullarfı, Reji Asistanları: Kenan Kavut, Fatma Bilgen Bıyıklı, Kamera Asistanları: Serkan Karakoç, Ali İlhan, Uğur Büyüktezgel, Sanat Yön. Ast.: Çiğdem Fırat, Set Asistanları: Sercan Sözeri, Yücel Sözeri,

 Oyuncular: Zümrüt Erkin (Nurşen), Fatih Al (Cemal), Erol babaoğlu (Kumarcı Ali), Ahu Sıla Bayer (Gülşen), Halil Kumova (Recep Dayı), Erol Tezeren (Panayır Ağası), Tarık Köksal (Yusuf), Figen Yalçınkaya ( Yonca),m Gültekin Çilekar (Hüseyin), Barış Ekiz (Barış), İpek Pehlivan (Ali’nin kızı), Alpaslan Cabbaroğlu (Yakup), Hüseyin Koç (Kaymakam), Süleyman Yurtseven (Başkan), Cihan Barış Yazkan ( Şıoför /Koruma), Yağmur Urguçbay (dansöz), Ceylan (çadır dansözü

 Misafir Oyuncular: Ahmet Altılı, Bahar Kalaycıoğlu, Bülent Gezen, Ali Altın, Cansu Koç, Okan Pul, Çetin Gülaçar, Gönül Gezen, Veli Oruç, Gökhan Altın, Hasan Salih Çalık, Hasret Danışoğlu, Hakan Altın, Hakan Terlemez, İbrahim Gezen, Kemal Dayı, Nacvi Kargı, Nazmi Gezen, Nice Koç, Özcan Öktem, Ramazan Demi, Recep Kol, Serkan Talay, Sefer Türkcan, Serkan Telci, Saadet Koç, Saffet Soysal, Tatar Hüseyin, Turan Bozdoğanoğlu, Ünal Öge, Volkan Pul, Vehbi Çalışkan, Yılmaz Kalaycıoğlu, Yonca Ayıboğan, Asya Danışoğlu, Orhan Altın, Şahin Altın, Nerşe Ceren Tosun,

 Konu: Bu, birbirine umutsuzca aşık olmuş iki insanın bir panayırda geçen hikayesidir. Panayırın yakınındaki inşaatta çalışan Cemal ile, bulunduğu her panayırda çalışan gezgin şarkıcı Nurşen’in hikâyesi. İkisi de bir yere kök salamayan, rüzgar nereden eserse oraya savrulan insanlar. Her ne kadar renkli ve eğlenceli bir hayat olduğu sanılsa da, panayırda çalışmak hiç de göründüğü gibi değil.

 Panayırlar, ortaçağdan kalma pek çok zenaat gibi, yok olmaya yüz tutmuş kültür miraslarımızdan biridir. Bu yok oluş, panayır sistemi içinde ezilen insanların arasında şiddet dolu ve dengesiz ilişkiler yaratmaktadır. “Hazan Mevsimi – Bir Panayır Hikayesi” kendi tarzındaki yerel dili çok iyi kullanan ve titizlikle kaleme alınmış bir modern çağ peri masalıdır. Panayırın görsel tanımlamalarının çarpıcılığının yanında, bu küçük insan grubunun arasındaki patlayıcı ilişkiler müşfik ve insancıl bir yaklaşımla yorumlanmıştır. Film, alt okumalarında, umutsuzca birbirine aşık olan bu iki insanın, çektikleri ızdırap ve acının kökeninde, aslında dağılan ve çözülen ilişkilerin, yok olan kültürel ve insani değerlerin yarattığı karmaşanın olduğunu hissettirmekte... ama yine de finalde insanlığın geleceğinden umudunu kesmemektedir…

FİLMİ İZLE  



 

HAYAT VAR (2008) 


Senaryo ve Yönetmen: Reha Erdem, Görüntü Yönetmeni: Florent Herry, Müzik: Orhan Gencebay, Yapım: Atlantik Film/ Ömer Atay Kurgu: Reha Erdem, Ses Miksaj: Herve Guyader, Kurgu ve Ses Tasarım: Reha Erdem, Sanat Yönetmeni: Ömer Atay, Kostüm: Mehtap Tunay, Kasting: Özlem Sungur Yener, Yürütücü Yapımcı: Gamze Paker, Yapım Amiri: Kaan Kurbanoğlu, Yönetmen Asistanları: Barış özbiçer, Selcen Ergun, İpek Kemahlıoğlu, Post Prodüksiyon Süpervizörü: Cengiz Çilek, Ortak Yapımcılar: Cemal Noyan, Harilaos Padouvas, Despina Mouzaki, Konstantinos Geronikolos, Kalin Kalinov

 Oyuncular: Elit İşcan (Hayat), Erdal Beşikçioğlu (Baba), Levend Yılmaz (Dede), Banu Fotocan (Anne), Handan Karaadam (Kamile), Nebil Sayın (Adam), Erhan Tekin(Oğlan), Metin Yıldırım (Bakkal), Önder Açıkbaş (Polis), Aynur Tokluoğlu (Öğretmen), İsmail Başöz(Müdür), Canbert Yerguz (1. Genç Oğlan), Kaan Mestut (2. Genç Oğlan), Halim Ercan (3. Genç Oğlan), Güliz Gençoğlu (1. Genç Kadın), Yaprak Aras (2. Genç Kadın Şahinbaş), Rahmi Elhan (İmam), Ender Efe Satır(Bebek), Kadir Poktiç (Oğlanın Arkadaşı), Asil Büyüközçelik (Bahçedeki Çift), Nilüfer Alptekin (Arabadaki Çift), Başak Keser, Serdar Bakioğlu, Steven Chen (Asyalılar), Mehmet Karabazar, Ali Düşenkalkar (Lunaparkçı)

 Konu: Reha Erdem, İstanbul'u bugüne dek hiçbir filmde görülmedik farklılıkta ele alarak adeta bir 'su kenti' olarak çiziyor, acı dolu, sert ve açık söylemek gerekirse hazmı hayli zor bir öykü anlatıyor. Hiçbir baltaya sap olamamış, gemilere kadın götüren, esrar kuryeliği vb. yasadışı işlere bulaşmış gizli eşcinsel babası ve oksijen tüpüne bağlı 'sürünen' yatalak dedesiyle aynı evde kabus gibi bir yaşam süren 14 yaşındaki bir kızın, Hayat'ın öyküsü var karşımızda. Anne çekmiş gitmiş, bir polisle evlenmiş, yeni bir çocuk doğurmuş... Boğaz'a açılan bir derenin ağzındaki küçük kulübede yaşayan bu tuhaf aile, İstanbul'un kıyısında köşesinde kalmışlığın ve merkezden dışlanmışlığın tipik bir simgesi. Babasının kayığıyla okula giden, nafile çabalarla yaşama tutunmaya çalışan zavallı kızın ergenliğe geçiş sancılarını, Gencebay şarkıları eşliğinde aktaran "Hayat Var", 'Gün gelecek isyan edip / niye doğdum diyeceksin / Gün gelecek isyanına / kahkahayla güleceksin' diyor özetle. Okulda da dışlanan ve uyumsuzluğu yaşayan Hayat, bir atölyede çırak olarak çalışan Fenerbahçe taraftan çocuk dışında kimseden yakınlık ve ilgi görmüyor, sapık bir bakkalın tacizlerine uğruyor ve ruhu iyice örseleniyor. Müthiş deniz çekimleriyle her biri ayrı güzellikte kartpostalvari görüntüler sunan Reha Erdem, dış sesleri de inanılmaz bir yaratıcılıkta kullanarak benzersiz bir gerçeklik duygusu yakalıyor. Yatalak huysuz dedenin hırlayışından hindinin gıdaklamasına, cam kırılışından suya dalıp çıkan küreklere kadar, Hayat'ın etrafındaki tekinsizlik halini çok iyi yansıtıyor bu sesler. Seyirciye yoğun bir üzüntü ve karamsarlık vermekle birlikte görselişitsel anlamda tam bir şölen sunuyor "Hayat Var".

 Baba rolündeki Erdal Beşikçioğlu, dedeyi canlandıran Levent Yılmaz, gerçekten çok çok iyiler ama "Beş Vakif'te de birlikte çalıştığı genç oyuncu Elit Işcan'dan mükemmel bir verim alıyor Erdem.

 Babakızın motorla hiç konuşmadan küçük bir Boğaz turu atıp köprünün altından geçtikleri ve Hayat'ın motorun burnunda uyuduğu sahnenin hüznüne de özel olarak dikkat çekelim ve "Hayat Var"ın 2010'daki 45. SİYAD Ödülleri'nde En İyi Film seçilip En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu dallarında da birinciliği göğüslediğiııi, 45. Altın Portakal'da da gene SİYAD jürisince ödüllendirildiğini 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FIPRESCI ödülü kazandığını, 3. Yeşilçam Ödülleri'nde En İyi Film olarak seçilip Elit İşcan'a En İyi Genç Yetenek ödülü getirdiğini ekleyelim. (T.A.) Sinema En İyi, 100 Film

ÖDÜL:

 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali  Ulusal Yarışma (Ekim 2008)
► SİYAD (Sinema Yaza rları Derneği) Özel Ödülü

59. Berlin Uluslararası Film Festivali (515 Şubat 2009)
► Tagesspiegel Gazetesi Okurları Jürisi Özel Ödülü

3. Yeşilçam Ödülleri, 22 Şubat 2009 (Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda düzenlenen)
► Reha Erdem “En İyi Yönetmen”
►Elit İşcan “ En İyi Genç Yetenek”

# Nurdan Gürbilek 'Vitrinde Yaşamak' adlı kitabında, 70'lerdeki ortak bir vicdanın sesi olarak tanımladığı Orhan Gencebay üzerine şöyle diyor: "... artık vicdanın kendini bir zamanlar Orhan Gencebay' da olduğu çıplaklıkta duyurduğu bir dönemin uzağındayız. Bu, bir zamanlar bir terbiyeyi ihlal ederek, yalnızca bir duruş, bir jest olarak da olsa yapılabiliyordu. Bugünün gürültüsü içinde ise jestin hedefiyle buluşması neredeyse imkansız".

 Hayat Var, bu türden bir imkansızlığın filmi, bahsi edilen gürültünün, ses bandıyla görüntüler dünyasının kavuşamayan hikayesinin filmi. Filmin ses tasarımı bize keşmekeş halinde bir İstanbul sunuyor, filmin asıl duygu dünyası sanki ses bandında akıyor. Martı sesleri, polis sirenleri, vapur düdükleri, . Orhan Gencebay ve Mine Koşan'ın şarkıları karmakarışık, derin bir duygu dünyası barındırıyor. Bu ses bandının üzerine döşenmiş görüntülerse, Hayat'ın etrafında, bir o kadar iki boyutlu, bir o kadar karton, karikatür, bir o kadar duygusuz "kahraman"larla dolu bir dünya sunuyor bize. Belli ki bu dünyanın asıl eksiği, yönetmenin avazı çıktığı kadar bağıran ses bandında gizli.

 Hayat Var, sırtını kameraya yüzünü denize dönmüş bir kız çocuğuyla açılıyor. Hava yavaştan kararır ve sokak lambaları yanmaya başlarken, babası sandalla gelip alıyor kızını. İsmi Hayat olan bu kız çocuğu, ergenlik çağında. Onu terk etmiş bir annesi, babasını arayan ama bir türlü bulamayan bir abisi, sürekli bir yerlerde olan babası ve onun aksine sürekli evde olan bir dedesi var Hayat'ın. Bir de hayat kadınları var etrafında ...

 Hayat, adının aksine, yaşamıyor aslında. Bütün bu karakterlerin arasında, sisli gri sokaklarda, denizin dalgalarında, yeşilliklerin arasında gezinirken; birileri onu oraya buraya sürükler ya da orada burada mahsur bırakırken, Hayat kendi kendine bir ninni mırıldanarak, parmağını emerek katlanmaya çalışıyor sadece hayata.

 Hayat, ergenliğinin tam ortasında, çocukluğunun elinden alındığı ve kadın olmasının gerektiği bir zamanda, kadınlığı da elinden alınan, bu yüzden ne bir çocuk ne de bir kadın olarak var olamayan biri. Derme çatma kurulmuş bir salıncaktaki bebek alınır alınmaz onun üzerine oturan, ama aynı zamanda eline verilen bebeğe bakma sorumluluğunu da yüklenen Hayat, çocuk olsa bakkalın tacizinden kurtulamayacak, kadın olsa parmağını emmekten vazgeçemeyecek. Hayat, bu dünyada asla kendisi gibi var olamayacak. Adet görünce tokat yiyecek, canı acısa da ağda yapılacak, zorla saçları kesilecek, tecavüze uğrayacak. Fakat bütün or bunlar, ve en önemlisi en sonuncusu, filmin hikaye dünyası içinde bir hissizlik hali içinde geçip gidecek. Ses bandı, polis sirenleriyle çimenlerin arasında Hayat'ı arayadursun, bu dünyanın içinde Hayat sırtı sıvazlanıp geçiştirilecek.

 Hayat Var, üç farklı düzlemde üç farklı hissiyat yaratan bir film. Çok ağır bir hikaye anlatıyor ama bu hikayeyi görselleştirme biçimi o kadar güzel ve estetize ki hikayenin ağırlığını hissetmek çok zorlaşıyor. Diğer taraftan ses tasarımıyla, seyircinin bu güzel dünyadan zevk almasına da mütemadiyen engel oluyor. Filmin görsel ve işitsel olarak en çarpıcı sahnelerinden biri olan lunapark sahnesi belki de bu tuhaf his ağının en iyi örneklerinden biirini sunuyor.

 Mine Koşan'ın sesinden 'Dert Bende'nin lunaparktaki rengarenk neon ışıklı Balerina'yla beraber açıldığı sahneden etkilenmemek, seyirci olarak haz almamak mümkün değil. Oldukça uzun bir süre devam eden ve bir kutlama havası içinde ilerleyen sahne, Balerina' da ikinci tura maruz bırakılan Hayat'ı gördüğümüzde tamamen başka bir duyguya çevriliveriyor. Bizim hazla izlediğimiz bu sahne, Hayat'ın midesini bulandıran, ona işkence edilen bir sahneye dönüşüveriyor birden. Filmin sonunda tekrarlanan bu müziği artık bu bağlamdan koparmamız da mümkün görünmüyor. Hayat'ın dudakları yerine bütün suratına sürdüğü kırmızı rujun arasından görünen gülümsemesi ve ardından gelen uzun, sert (ve benzer bir mide bulantısı yaratabilecek) dalgalar, yine çelişkili bir ruh haline işaret ediyor. Filmin "mutlu son"una engel oluyor.

 Ses bandının kendisi kadar, tekrarları üzerinden de ilerleyen film, başta cazip, ilginç, eğlenceli gelebilecek her şeyi bir "yeter artık"a dönüştürüyor. Dedenin öksürüğü ve babasının Hayat'a hediye ettiği oyuncağın sürekli tekrarlanan melodisi gibi, önce her şey bir tekinsizliğe, sonraysa düpedüz bıkkınlığa dönüşüyor. Sesler artık kesilsin istiyoruz. Oysa bu sesler, tam da o hissizleşmiş dünyanın bir hissiyata dönüşmesine izin veren şeyler aslında. Hayatla ilgili karmakarışık hislerimiz, tek bir duyguya indirgeyemeyeceğimiz her şey bütün bunların birlikteliğinde yatıyor. Hayat'ın film boyunca sadece bir mırıltı olarak çıkan sesi,arabeskin bas bas bağıran duygu derinliğiyle bir araya geldiğinde , hissetmekle hissetmemek arasında bile kararsız bir dünya çıkıyor karşımıza.

 Hayat'ın sedeye mahkum dedesinin yaşamaya" devam etmek için, aynı anda iki şeye ihtiyacı var : Oksijen tüpüne ve sigaraya. Biri diğerini değillenemiyor, ne biri öldürüyor ne diğeri yaşatıyor, sedyede devam eden bir hayatı sürdürmeye yarıyorlar sadece. Hayat Var ise, hem nefes keserek, hem nefes daraltarak, hem de nefes aldırarak, nefessiz bir hayatın hikayesini sunuyor seyircisine. (Senem Aytaç) “Altyazı Aylık Sinema Dergiai sayı 78”

 Altın Portakal’da SİYAD’ın seçmiş olduğu, sinemamızın yüz aklarından Reha Erdem‘in son filmi Hayat Var, Genellemelerle sinemasını ifade etmeye gücümüzün yetmediği usta, önceki filmlerinde görmeye (ve duymaya) alışık olmadığımız bir hale bürünüyor bu filmde. Hayat’ın maruz kaldıklarının sadece küçük bir kısmına biz seyircileri maruz bırakarak huzurumuzu kaçıran; gürültülü; hayatın sesinin sadece mırıltı olarak duyulduğu bir dünya resmediyor bu sefer bizlere.

 Basın bültenlerinde yer alan filmlerin özetleri, genellikle ait oldukları yapıtları yansıtmazlar. Ya abartılıdırlar ya da filmi basite indirgerler. Bu genellemelerin dışında kalan Hayat Var filminde, çok güzel yazıldığını düşündüğümüz özet, filmin ruhunu oldukça güzel yansıtır nitelikte. Bu yüzden basın bülteninde yazıldığı şekliyle filmin özetini aynen yayınlıyoruz.

 Babası ve yatalak dedesi ile birlikte, nefes kesici güzellikteki İstanbul Boğazı’na açılan bir dere ağzına kurulmuş, derme çatma ahşap bir evde yaşamaktadır. Boğaz güzel olduğu kadar da karanlık ve tehlikelidir. Babası ailenin hayatta kalmasını sağlamak için küçük teknesiyle bu sularda balıkçılık yaparken, bir taraftan da birtakım yasadışı işlere girip çıkar. Hayat bu zorlu, sert ve acımasız dünyaya doğmuştur ama yaşama sıkı sıkıya sarılır. Dünyadaki adaletsizliklere karşı cesaretini, dayanıklılığını ve umudunu yitirmez.”

 Filmi seyredenler, Hayat Var’ın Altın Portakal’da es geçildiği görüşünde hemfikir. Özgün bir hikayede yarattığı gerçekçi ambiyans ve farklı bir denemeyle, Erdem alışılmış ve güvenli sınırları aşarak önemli bir başarıya imzasını attı. Müziklerini Orhan Gencebay‘ın yaptığı filmin bir yandan özgün olması; diğer yandan rahatsız edici ve yorucu olmasının sebebi büyük ölçüde ‘sesler’: şarkılar, gemi sesleri, jet sesleri, silah sesleri, bağırışlar, kuş sesleri… tüm bunların yanında Hayat’ın sürekli mırıldandığı şarkı.

 Başrollerde seyrettiğimiz Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu ve Levend Yılmaz yukarıdaki ikonografik karede olduğu gibi, film boyunca muhteşem bir iş çıkarmışlar. Reha Erdem’in görüntülerinin alıştığımız yaratıcısı Florent Herry de beklediğimiz özgünlükte bir iş çıkarmış. Görüntüler kimi zaman büyüleyici, kimi zaman ise Hayat’ın ruh halini yansıtır şekilde korkutucu ve tacizci.

 Belki alıştığımız gibi dingin bir Reha Erdem filmi değil Hayat Var. Ama filme paralel olan konu da, yaşatılan ve yaşanılan hayat da dingin değil. Yorucu, çıkışı olmayan, tacizlerle bezeli bir hayat anlatılan… seyirci de maruz kalıyor tüm bunlara; tabi sadece iki saat kadar. Seyirciyi bu tacize maruz bırakarak Hayat’ın ve hayatın daha iyi anlaşılmasını sağlayan yönetmene teşekkür etmek gerekir. Son yıllarda sürekli önümüze sürüklenen gereksiz sinemayı ‘biz seyirciye iki saat kafasını dağıtma şansı sunuyoruz; iki saat boyunca sadece gülüyorlar’ şeklinde meşrulaştırmaya çalışanlara inat Hayat Var.Altın Portakal’dan tatminkâr bir sonuçla dönmemiş olsa da, farklı festivallerde ismini duyuracağından emin olabilirsiniz. Rahatsız olduğu için bu filmi sevecek pek çok sinemasever ve jüri olduğuna inanıyoruz. (Onur Ertuğrul, www. Bakiniz.com)


FİLMİ İZLE