Powered By Blogger

28 Aralık 2022 Çarşamba

 

ISSIZ ADAM (2008) 


Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki Müzik: “Aria” Cenk Erdoğan, / Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Yapım: Most Production/Mustafa Oğuz Uygulayıcı Yapımcı: Esi Gülce, Sanat Yönetmeni: Murat Güney, Kurgu: Ruşen Dağhan, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı “Orion”, Kostüm: Kulis Kostüm, Yardımcı Yönetmen: Bahadır Başaran, Post Prodüksiyon Sorumlusu: Pelin Aksoy, Yönetmen Yardımcıları: Ender Emir, Gamze Cankul, Şahin Çetinkaya, Irmak Bayındır, Selen Şenay, Finans: Rena Delgi, Kıral Dontlu, Buket Auf, Yapım Kordinatörü: Senem Aykanat, Yapım Sorumluları: Müge Beceren, Gökhan Gündoğdu, Yapım yardımcıları: Sanem Soner, Onur Yıldız, Erdal Özdemir, Mehmet Irmak, Fikret Gövem, Focus Puller Cihan Yılmaz, Loader: Emre Başaran, Clapper Caner Şen, Kamera Asistanı: Seda Kısacık, Sanat Ymönetmeni yardımcıları: Buket Zezgin, Sinan Demir, Salih Gültekin, Kostüm Sorumluları: Umay Korgül, Şenay Oyuryüz, Kostüm Asistanları: Gülfem Çetin, Müge Aşanlı, Işık Ekibi: Ahmet Akça, Emre Çakır, Osman Timuçin, Boom Operatörleri: Serkan Acar, Hasan Ertugay, Set Amiri: Bedrettin Kılıcı, Set Ekibi: Tamer Gende, Tufan Koca, Oğuz Köse, Ramazan Benli, Süper Panter: Altuğ Acar, Aykut Çaylak, Cast Sorumlusu: Özlem Durak, Gülden Avşaroğlu, Muhasebe: Özlem Atasoy, Fuat Uysal, Hukuk Danışmanı: Burcu Can, Ofis Koordinasyon: Özlem Ege, Necla Öztürk, Ofis Ekibi: Mustafa Mercan, Turan Bektaş, Okan Bayar, Tuncay Karabulut, Makyaj: Sevil Küner, Özgen Çeliköz, Kıaför: Hakan Berber, Kamera Arkası: Berat Özdoğan, Set Fotoğrafları: Gökçe Pehlivanoğlu, Ulaşım: Muhammed Ali Kahraman, Kadir Kayhan, Mehmet Kurtoğlu, Bülent Tunuk, Seyfettin Sulaç, Nurettin Çelik, Osman Timuçin, Ses Miksaj: Melodika, (Sinefekt Laboratuarlarında hazırlanmıştır).

 Oyuncular : Cemal Hünal (Alper), Melis Birkan (Ada), Yıldız Kültür (Müzeyyen), Goncagül Sunar (müşteri), Gözde Kansu (Sinem), Aslı Aybars, Rolü:Efe Karaman (Mithatcan), Tarık Ündüz, (Veda Yurtsever İpek, (Necla Fide, (Sarp Aydınoğlu, (Ayşegül Devrim, (Şerif Bozkurt (Şenol), Aslı Aybars, (Nur Tüzün, Efe Babacan (Aşçı), Pınar Şenol, Ayşegül Devrim, Basri Albayrak, Sarp Aydınoğlu, Tuğçe Karaoğlan, Sevinç Üçok, Aynur Yıldız, Bülent Bölük, Onur Saracer, Sezgin Erdemir

 Konu: ALPER 30’lu yaşlarda, gurme sayılacak düzeyde yemek kültürü olan kendi restoranının sahibi iyi bir aşçıdır. Lüks yaşamayı seven, işinde başarılı ama özel yaşantısını her gün farklı kadınlarla birlikte olarak düzene koyamamış, hayatını; yaptığı yemekler, günübirlik ilişkiler, paralı kadınlar üçgeninde yaşayan birisi iken… Hayatının akışı, bir gün Beyoğlu’nun arka sokaklarında, aradığı eski plak için bir kitapçıya girmesiyle değişir.

 ADA 20’li yaşlarının sonlarında, güzel, çocuk kostümleri tasarlayıp diken, Alper’in modern yaşamının aksine çok mütevazı, hayatta fazla inişleri çıkışları olmayan genç bir kadındır. Bir gün eski bir kitabi bulabilmek için Beyoğlu’nda dolaşırken Alper ile ayni kitapçıya girer. Çapkın bir adam olan Alper, Ada’nın güzelliğinden etkilenir ve Ada’yı takip etmeye başlar. Ada’nın aradığı kitabi bulmuştur. İlk sayfasına telefon numarasını yazar. Ada’nın işyerine kadar devam eden takip, Alper’in tanışma bahanesiyle aldığı kitabı Ada’ya vermesiyle son bulur.

 Ada ve Alper ‘in yaşamlarında ilk defa karşılaştıkları tutkulu aşkın ilk sinyalleri bu kitapla başlar. Alper kopamadığı özgür hayatinin içersinde Ada’ya yer açmaya çalıştıkça, yaşamının daraldığını fark eder. Aşkı ve özgürlüğü arasında kalan Alper’in sessiz çığlıklarını duyamayan Ada, kendini aşkın rüzgârına kaptırmıştır bir kere…

 Ve yaşam bir kere daha aşk oyununun perdelerini Ada ve Alper için açacaktır lssız Adam filminin sonunda sıkılarak da olsa bu ay ne yazacağıma karar vermiştim. Şarkıların filmdeki yerinin ne kadar büyük olduğundan, Çağan Irmak'ın plak koleksiyonundan, karakterle dinlediklerinin yarattığı ikilemden bahsedecektim.

 Ama gördüm ki her şey kontrolden çıkıyor. Önce, köşe yazarlarımızın "içindeki 45'lik canavarı uyanıyor", sonra so· kaklarda albüm durmadan çalınıyor. Dahası Nil Burak tekrar tavan arasına fırlatılmak üzere göklere çıkarılıyor. Son olarak albüm üzerine televizyon programları yapılıyor. Belleksiz toplumumuz, bu "naif, saf, masum ve unutulmuş" şar· kılarla, kitlesel bir flashback yaşıyor. Ve Çağan Irmak'ın lssız Adam\, Can Dündar'ın Mustafa'sıyla sinirleri çok yıpranan buruk seyirciyi tavlayıp yatağa atmayı başarıyor.

 Filmin, müzik kullanımına yaklaşımı oldukça farklı. Bir filmde müzik genellikle sahnenin atmosferini güçlendir· mek ya da referanslar vermek adına kullanılır. Bunların nasıl yapılacağı da yönetmenin üslubuyla ve tercihleri ile illgilidir. Örneğin Woody Allen, kendi filmografisinde bir kırılma noktası olan Anything Else' de (2003) dijitalleştirilmiş CD'lerin dinlenemez olduğuna dair bir sohbet yapan çifti (lssız Adam' da da benzer bir diyalog geçiyor) ertesi gün bir plakçıda öpüştürür. Ama biliriz ki bu sadece, birlikte olmak isteyen karakterlerin buldukları bir bahane, bir ortak noktadır. Filmde çalınan parçalar filmin sonunda da başladıkları yerdedirler, seyircinin algısında yaratmış oldukları anlamlar değişmez. Bunun bir başka sebebi ise müziğin görselin üzerine geçmesine izin verilmemiş olmasıdır.

 Issız Adam'ın müzikleri içinse durum farklı, Cağan Irmak yaptığı başarılı seçkinin fazlaca altını çizmiş. Ve sinemasını bu parçalarla beslemiş. (Buğra Dedeoğlu – Alt Yazı)

 #Issız Adam tipik bir çağan Irmak filmi. Irmak'ın diğer filmleriyle benzeşen en önemli özelliği ise karakterlerin ve dolayısıyla filmin konuşkanlığı. Göstermekten, ima etmekten çok her şeyi yerli yerine kendi elleriyle koyarak izleyiciyi, izleyiciye has o külfetten kurtaran ve bundan haz alan bir yönetmen Irmak. Issız Adam'ın, izleyicinin kendi yorumuyla dahil olabileceği tek bir boşluk bile bırakmayan bu anlatım tutumunun, Babam ve Oğlum'un sınanmış yüksek izlenebilirliğinden alınan feyz ile Irmak'ın yine bu yılki mahsullerinden Ulak'ın konuşkanlığının aşırılığından alınmış derslerin karıştırılmasıyla son halini aldığını unutmamak gerek.

 Filmin konuşkanlığı nedeniyle, Issız Adam hakkında bir şeyler söyleyebilmek için, karakterlerin ettikleri kelamlara kulak kabartmaktan başka çaremiz yok. Bu noktada harflerin, kelimelerin ve nihayetinde cümlelerin kaynağına, karakterlerin söylediklerine kulak verdiğimizde; onların kim olduklarına, yani nasıl insanlar olduklarına odaklanmamız ise Alper (Cemal Hünal) ve Ada'nın (Melis Birkan) önce söyleyip Issız Adam' da neredeyse söylenmeyen hiçbir şey yapılmadığı için sonra yaptıklarını anlamlandırmamızı belki kolaylaştırabilir.

 Irmak'ın daha önceki filmlerinden aşina olduğumuz bir kalıp yine sessiz sedasız 'bir kırık aşk hikayesi' maskesi altında tıkır tıkır işliyor Issız Adam' da. Yüzeysellikte birbirleriyle adeta yarışan iki karakterimiz var. İster kırık, ister sapasağlam olsun, her aşk hikayesinin muhteviyatında kesinlikle bulunması gereken iki demirbaş Alper'ler ve Ada'lar. Ama farkı yaratan, karakterlerin nasıl inşa edildikleri. Karakterlerin yönetmenin 'okutmak' istediği çarpıcı diyalogları izleyiciye ulaştıran birer hoparlörden fazlası olup olamadıkları, bir noktada, hikayenin de farklılığının alametifarikası. Ancak karakterlerin birer seslendirme cihazı halini alması Irmak'ın sinemasının imzalarından. Irmak, genellikle izleyiciyi Ulak'ı biraz ayrı tutarsak yapıtının dertlerinin önüne koyan bir yönetmen. İzleyicinin filmle kuracağı özdeşlik ve filmin sonunda ulaşacağı fiziksel' katarsis, filmin işlediğinin en önemli ispatı olduğu için, özdeşliğin kurulması için şartları oluşturacak sinemasal stratejiler hikayenin iskeletini oluşturuyor. Bu nedenle izleyicinin özdeşlik kurmasının önünde çıkabilecek her tür sorunu aşmak için karakterlerini olabildiğince 'sade' tutuyor Irmak. Karmaşa yaratacak, izleyicinin kafasını karıştıracak eksiltili anlatım (elipsis) ve zorlu karakterler gibi unsurlar, izleyici ile karakterler, dolayısıyla da film ile izleyici arasında estetik bir mesafenin oluşmasına neden olduğu için özdeşleşme ihtimalini de ortadan kaldırır. İlk filminden beri hatta kısa filmi Bana Old and Wise'z çal' da (1998) vazgeçmediği sinemasal bir stratejidir bu Irmak'ın. Ada ve Alper de bu geleneğin yolları kesişen birer uzantısıdır. Ada ve Alper'i nasıl bilirdiniz sorusuna "birbirlerini sevmişlerdi" demenin dışında, "sadece profesyonelliklerinden" ve "nostaljik takıntılarından" diye cevap verilebilir gibi geliyor bana. Sıkıntılı olan nokta ise, onları, filmin kaçınılmaz hikaye merkezini oluşturan aşkları dışında tanımladığımız 'şeyler' de de bir tür yetersizlikle yüz yüze geliyor ve karakterler hakkında aslında çok da fazla şey söyleyemeyeceğimizi fark ediyor olmamız.

 Alper ve Ada'nın meslekleriyle kurdukları ilişkinin bile sıkıntılı bir yönü var gibidir. Alper'in mesleğiyle kurduğunu az da olsa sezdiğimiz tutkulu ilişkiyi şimdilik bir kenara koyarsak (eleştirmenin dediği gibi: İyi yemekler aşkla yapılanlardır"), Ada'nın mesleğiyle kurduğu ilişkinin ona dair ne söylediği tartışma konusudur. İşinden vazgeçmiş biridir, zira piyasa koşulları onu yormuş ve bıktırmıştır. O da piyasadan kurtulmanın yolunu küçük kahramanlar yaratan küçük bir kahraman olmakta bulmuştur. Belki bu kabul edilebilir bir tercihtir. Sonuçta etik bir yanı olduğu su götürmez. Fakat dükanların dışına çıktığında Ada hakkında bir fikir edinmemize de yetmemektedir. Tıpkı işine tutkuyla bağlı olduğundan emin olduğumuz Alper'in mutfak dışındaki tavırlarının, yine Irmak sinemasının değişmez öğelerinden olan 'bastırılan geçmiş', 'taşra sıkıntısı' ve 'silinip gitmiş baba yasası' gibi, Alper'i Alper yapan faktörleri anlamlandırmamızda yardımı dokunmaması gibi. Alper için cinsellik neden bu kadar önemlidir bir türlü çözemez. Alper'in, hayatı boyunca muhtemelen fazla yakınlık duyduğu kadınla sevişirken bile sertlikten kaçınmamasının nedenlerini bilemeyiz. Aynı şey Ada için de geçerlidir. Hakkında, Alper' den önceki hayatında yaşadığı başka bir kırık aşk hikayesinin bizler yine dikte edilen diyaloglarla sezdirildiği ("Benden daha iyilerini hak ediyorsun. Sen seni hak etmiyorum, bunu ilerde anlayacaksın." vs.) Ada'nın, saçlarından çekilmiş bir halden kurtulup Alper'i nasıl evcilleştirdiğini anlamlandırmamız da zordur. Bu tarz psikopatolojik bir tavrın, Alper'in "üstün" :insel deneyimine rağmen sevgilisiyle ilk sevişme girişiminde erken boşalmasından yola çıkarak büyük bir aşkın girizgahında olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, bir anda "onlar gerçek sevgiyi bulmuşlardı" klişesiyle açıklanamayacağı ne yazık ki aşikardır. Ada ve Alper'i rahatlıkla, aş çı ve eski işinden bıkmış biri olarak tanımlayabiliriz. Ama bu onların, Ada ve Alper'in, insan olarak neye tekabül ettiklerine bir açıklık getirmez, onların kim olduğunu bize söylemeye yetmez.

 Alper ve Ada'nın fetiş nesneleriyle kurdukları ilişkiler de kendi aralarındaki ilişkiden izler taşımaktadır aslında. Her şey nesnelere odaklanmıştır. Alper'in bedenlere olan takıntısı ile Adanın eski kitapIara içerikleri dışında bir bağlılık geliştirmesi arasında bir fark yoktur. Kitap, klasik bir kitap kurdunun sahaflarda daha ucuza alınabilecekleri için eski kitapIara yönelmesi dışında, sayfaları arasında kalmış kuru güller, eski mektuplar ve kitap kokusuna sinmiş hatıralar için önemlidir. Yeni hedefi Ada'nın ardından koşarken hızının kesilmemesi için bir kitaba fiyatının iki mislini ödemekte bir saniye bile tereddüt etmeyen Alper için de plaklar kitapların yerini tutmaktadır. Ama kadınlarla olan ilişkisi de plaklarla olan ilişkisi gibidir. Tamam, onları dinlerken tutkuyla kendinden geçer Alper, hatta Ada'nın ondan etkilenip kendisini ilk buluşmada Alper'e teslim etmesinin ardında da, Alper'in yaşadığı o az sayıdaki naif anlardan birinin plaklarını dinlerken cereyan etmesi yatmaktadır; ancak Alper'inki, müziğe olan bir tutkudan çok, olsa olsa retro kültüre saplantı veya analog kayıta bir övgüdür. Sahaflardan alınan bir kitap ile nostajik ve analog bir medya olarak alınan bir plağın Ada ve Alper'in yollarını kesiştirmesi bu yüzden şaşırtıcı değildir. Ne kitap Thomas Hardy'nin bir eseri olduğu için, ne de plak Nil Burak'ın kendisinde dahi bir kopyası olmayan" bir albümü olduğu için kıymetlidir. Onlar sadece birer eski nesne oldukları için onca övgü, arama ve masrafın sorumlusudurlar.

 Ada'nın bir an okurken görünüp sonra aniden kapattığı Puslu Kıtalar Atlası'nda yer alan bir cümleden çekip çıkardığım kelimelerle söylersek, karakterlerin özdeşlik kurma amacıyla geliştiriliş biçimleri, o " ... bedenlerin içinde ne vardı?"! sorusuna cevap verememektedir. Yani her şey yolundadır, düzeydedir.

Yüzey üzerinde batıp çıkmadan ilerlerken, nesneler imparatorluğunun yakışıklı ve güzel bu iki üyesi ile özdeşlik kurmak zor değildir artık. Özdeşliğin kurulmaya başladığı bu noktada izleyici kitlesinin önündeki yol çatallanır. Fatih Özgüven'in Issız Adam hakkındaki eleştirisinin ilk cümlesinde geçen "layık" kelimesi çatallanan yolda tercihlerin neye göre yapıldığına dair önemli bir ipucudur. Özdeşlik kurmak filmin işleyişinin ilk şartıdır. Özdeşlik kuramayanlar filmin finalinde izleyicisine hazırladığı tuzaktan kurtulurlar. Eleştirel bir izleme süreci zaten ancak böylelikle mümkündür. Acıklı finale gönüllülük esasına göre bağlılık göstermeyenler, Alper'in ruh taşrasından ve anlamlandırılamayan kendine kilitlenmişliğinden filme seyirci kalmamayı seçip müdahil olmayı arzu etmeleri sebebiyle sıkılırlar.

 Yola devam etmekte ısrarcı olan kalabalık, "sonsuza dek"in nesneler vasıtasıyla kurulan bağlılığın eşsiz sloganı haline geldiği günümüzde, ayrılığın hikayenin zirvesini oluşturacağını tahmin etmekte zorlanmaz. Yarım kalan aşk, her şeyden daha anlamlı bir son darbedir. Fiziksel katarsisin pürüzsüz zemininde devam eden yolculuk, naif izleyicinin muhtemel bir mutlu sondan feragat etmek zorunda kalabileceğini, göz yaşlarının sel olup akacağını Alper'in mutfağında yankılanan "ayrılmak istiyorum" cümlesiyle müjdeler. Fakat Issız Adam, gözyaşının hammaddesini, kendisinde bulunanlardan değiL, izleyicinin kendi hayatındaki ayrılıkları ve yarım kalmışlıkları (Babam ve Oğlum' daki kaybedilen aile ferdiyle yapılana benzer bir duygusal sondaj ile) sinema salonuna taşımasından elde etme amacındadır. Issız Adam biraz da bu yüzden kendisine layık bir izleyiciyi talep eder. ırmak kendi hikayesinde olanlardan çok, özdeşlik kurumunda filmin yer aldığı kanadın tam karşısında yer alan izleyicide olanlarla, izleyicilerin, yaşadıkları arasından sinema salonuna getirebildikleriyle ilgilidir. Herkes ayrılıklar yaşayarak veya bir yakınını kaybederek bir parçasını muhakkak yitirmiştir. İşte, izleyicideki bu tip kişisel travmalardır ırmak sinemasının beslendiği noktalar ve onun eksikliklerini örten yamalar. Fiziksel katarsis filmin başarısının bir ölçütüdür' artık. Herhalde aradığı gözyaşı debisini yakalayamadığı için tatmin olamayan izleyici, sinema salonundan çıktığında filme dair düşüncesini "bana yalan söylediler" diyerek açıklarsa şaşırmamak gerekir. (Ahmet Terzioğlu ) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı 79”

 Son dönem Türk sinemasının en dikkat çekici isimlerinden Çağarı ırmak'ın imzasını taşıyan "ıssız Adam", özellikle şehirli genç izleyiciler tarafından çok sevildi ve daha şimdiden kendisine özel bir yer edinmeyi başardı. Dışarıdan bakıldığında birbirlerine son derece uygun görünen iki genç insanın; restoran işletmecisi Alper ile kostüm tasarımcısı Ada'nın ayrılıkla noktalanan kısa aşk öyküsü üzerinde ilerleyen filmin bu kadar çok sevilmesinin ardında, yarattığı romantik atmosferden öte şeyler de gizliydi şüphesiz. ırmak, "ıssız Adam" ile günümüz insanının en çetin sorunlarına değinmişti hissettirmeden. Öyle ki Alper ve Ada'nın kavuşamayışına ağladığını zanneden çoğu seyirci, içten içe kendi ruhunu kemirmeye başlayan yabancılaşmayı, yalnızlığı ve tükenişi duyumsadığı için gözyaşı döktüğünün farkında bile olmadı. Filmin sonuna dek iki sevgilinin kavuşma ihtimalini sıcak tutan ırmak, umudun en büyük işkence olduğunu hatırlattı seyircisine ve sinemadan çıkan her genç kendisini aynı soruyu yinelerken buldu: "Neden .. ?" Görünürde sebepsiz bir ayrılık söz konusuydu çünkü. Alper ve Ada'nın mutlu olmaması için elle tutulur hiçbir sebep yoktu. Aralarında ne kültür farkı vardı, ne statü, ne yaş, ne ırk, ne din ... Bu ayrılığın sebebini bulabilmek için biraz daha derinlere bakmak gerekiyordu. Özgür olmakla yalnız olmak arasındaki farkı kavrayamayan günümüz insanının çalkantılı ruhunu, taşradan büyük kente gelip tırnakları ile bu yeni yaşama tutunmaya çalışan bireyin geri dönme döndürülme korkusunu, 'aşk olmadan meşk olmaz' sözünün çok eskilerde kaldığını düşünen, bedensel hazzı ruhsal doyurudan ayırarak yaşamayı kişisel sınırlarını korumanın bir biçimi zanneden şehirli insanın acınası halini anlayabilmek gerekiyordu. Bireyselleşme fikrinin, 'özgürlük' gibi süslü bir ambalajla bize sunulduğunu, her fırsatta bu dayatmanın pekiştirildiğini görmedikçe, Alper'in aşık olduğu kadından niçin kaçtığını anlayabilmek mümkün değildi ... Irmak filmiyle, sayısı hızla artmakta olan 'ıssız adamlar'a seslenmiş, onların duygularına tercüman olmuştu. Filmin incelikli senaryosunun en büyük kozlarından bir diğeri ise, Alper karakteri üzerinden ele alınan 'geçmişe övgü' temasıydı şüphesiz. Kendi geçmişinden çılgınca kaçmaya çalışan bir adamın, eski aşk şarkılarına tutkulu bağlılığı kadar, özel ilişkilerini 'fast food' mantığı ile yaşarken, restoranının mutfağında özenli bir aşçıya dönüşmesi de yerli yerine oturan tezatlıklardı. .. "ıssız Adam"ın seyirciyle kurduğu bağa baktığımızda, sinemamızın gelişimi adına sevinmek mi, gitgide yoksullaşan ruhlarımız için ağlamak mı gerekir diye sormadan duramıyor insan ... (P.T.) SİNEMA "En İyi 100 Film"



27 Aralık 2022 Salı

 

 

HAZAN MEVSİMİ “Bir Panayır Hikayesi” (2008)


Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Eryılmaz Görüntü Yönetmeni: Behiç Ayhan Gülsaçan Yapım Çan Film/Mehmet Eryılmaz 2. kamera: Sadık İncesu, Yönetmen yardımcısı: Seyfettin Tokmak, Yapım Sonrası Süpervizörü: Taner Sarf, Kurgu: Mehmet Eryılmaz, Kurgu Operatörü: Uğur Hamidoğulları, Müzik : Taner Sarf, Çekim Sesleri: Hüseyin Çakır, Ses Tasarım: Taner Sarf, Miksaj: Haluk Arca, Sanat Yönetmeni: Deniz Özen, Set Amiri: Erdoğan Sözeri, Prodüksiyon Amiri: Serdar Çileker, Prodüksiyon Çalışanları: Hüseyin Koç, Cihan Barış Yazkan, Barış Ekiz, Uğur Hamidoğullarfı, Reji Asistanları: Kenan Kavut, Fatma Bilgen Bıyıklı, Kamera Asistanları: Serkan Karakoç, Ali İlhan, Uğur Büyüktezgel, Sanat Yön. Ast.: Çiğdem Fırat, Set Asistanları: Sercan Sözeri, Yücel Sözeri,

 Oyuncular: Zümrüt Erkin (Nurşen), Fatih Al (Cemal), Erol babaoğlu (Kumarcı Ali), Ahu Sıla Bayer (Gülşen), Halil Kumova (Recep Dayı), Erol Tezeren (Panayır Ağası), Tarık Köksal (Yusuf), Figen Yalçınkaya ( Yonca),m Gültekin Çilekar (Hüseyin), Barış Ekiz (Barış), İpek Pehlivan (Ali’nin kızı), Alpaslan Cabbaroğlu (Yakup), Hüseyin Koç (Kaymakam), Süleyman Yurtseven (Başkan), Cihan Barış Yazkan ( Şıoför /Koruma), Yağmur Urguçbay (dansöz), Ceylan (çadır dansözü

 Misafir Oyuncular: Ahmet Altılı, Bahar Kalaycıoğlu, Bülent Gezen, Ali Altın, Cansu Koç, Okan Pul, Çetin Gülaçar, Gönül Gezen, Veli Oruç, Gökhan Altın, Hasan Salih Çalık, Hasret Danışoğlu, Hakan Altın, Hakan Terlemez, İbrahim Gezen, Kemal Dayı, Nacvi Kargı, Nazmi Gezen, Nice Koç, Özcan Öktem, Ramazan Demi, Recep Kol, Serkan Talay, Sefer Türkcan, Serkan Telci, Saadet Koç, Saffet Soysal, Tatar Hüseyin, Turan Bozdoğanoğlu, Ünal Öge, Volkan Pul, Vehbi Çalışkan, Yılmaz Kalaycıoğlu, Yonca Ayıboğan, Asya Danışoğlu, Orhan Altın, Şahin Altın, Nerşe Ceren Tosun,

 Konu: Bu, birbirine umutsuzca aşık olmuş iki insanın bir panayırda geçen hikayesidir. Panayırın yakınındaki inşaatta çalışan Cemal ile, bulunduğu her panayırda çalışan gezgin şarkıcı Nurşen’in hikâyesi. İkisi de bir yere kök salamayan, rüzgar nereden eserse oraya savrulan insanlar. Her ne kadar renkli ve eğlenceli bir hayat olduğu sanılsa da, panayırda çalışmak hiç de göründüğü gibi değil.

 Panayırlar, ortaçağdan kalma pek çok zenaat gibi, yok olmaya yüz tutmuş kültür miraslarımızdan biridir. Bu yok oluş, panayır sistemi içinde ezilen insanların arasında şiddet dolu ve dengesiz ilişkiler yaratmaktadır. “Hazan Mevsimi – Bir Panayır Hikayesi” kendi tarzındaki yerel dili çok iyi kullanan ve titizlikle kaleme alınmış bir modern çağ peri masalıdır. Panayırın görsel tanımlamalarının çarpıcılığının yanında, bu küçük insan grubunun arasındaki patlayıcı ilişkiler müşfik ve insancıl bir yaklaşımla yorumlanmıştır. Film, alt okumalarında, umutsuzca birbirine aşık olan bu iki insanın, çektikleri ızdırap ve acının kökeninde, aslında dağılan ve çözülen ilişkilerin, yok olan kültürel ve insani değerlerin yarattığı karmaşanın olduğunu hissettirmekte... ama yine de finalde insanlığın geleceğinden umudunu kesmemektedir…

FİLMİ İZLE  



 

HAYAT VAR (2008) 


Senaryo ve Yönetmen: Reha Erdem, Görüntü Yönetmeni: Florent Herry, Müzik: Orhan Gencebay, Yapım: Atlantik Film/ Ömer Atay Kurgu: Reha Erdem, Ses Miksaj: Herve Guyader, Kurgu ve Ses Tasarım: Reha Erdem, Sanat Yönetmeni: Ömer Atay, Kostüm: Mehtap Tunay, Kasting: Özlem Sungur Yener, Yürütücü Yapımcı: Gamze Paker, Yapım Amiri: Kaan Kurbanoğlu, Yönetmen Asistanları: Barış özbiçer, Selcen Ergun, İpek Kemahlıoğlu, Post Prodüksiyon Süpervizörü: Cengiz Çilek, Ortak Yapımcılar: Cemal Noyan, Harilaos Padouvas, Despina Mouzaki, Konstantinos Geronikolos, Kalin Kalinov

 Oyuncular: Elit İşcan (Hayat), Erdal Beşikçioğlu (Baba), Levend Yılmaz (Dede), Banu Fotocan (Anne), Handan Karaadam (Kamile), Nebil Sayın (Adam), Erhan Tekin(Oğlan), Metin Yıldırım (Bakkal), Önder Açıkbaş (Polis), Aynur Tokluoğlu (Öğretmen), İsmail Başöz(Müdür), Canbert Yerguz (1. Genç Oğlan), Kaan Mestut (2. Genç Oğlan), Halim Ercan (3. Genç Oğlan), Güliz Gençoğlu (1. Genç Kadın), Yaprak Aras (2. Genç Kadın Şahinbaş), Rahmi Elhan (İmam), Ender Efe Satır(Bebek), Kadir Poktiç (Oğlanın Arkadaşı), Asil Büyüközçelik (Bahçedeki Çift), Nilüfer Alptekin (Arabadaki Çift), Başak Keser, Serdar Bakioğlu, Steven Chen (Asyalılar), Mehmet Karabazar, Ali Düşenkalkar (Lunaparkçı)

 Konu: Reha Erdem, İstanbul'u bugüne dek hiçbir filmde görülmedik farklılıkta ele alarak adeta bir 'su kenti' olarak çiziyor, acı dolu, sert ve açık söylemek gerekirse hazmı hayli zor bir öykü anlatıyor. Hiçbir baltaya sap olamamış, gemilere kadın götüren, esrar kuryeliği vb. yasadışı işlere bulaşmış gizli eşcinsel babası ve oksijen tüpüne bağlı 'sürünen' yatalak dedesiyle aynı evde kabus gibi bir yaşam süren 14 yaşındaki bir kızın, Hayat'ın öyküsü var karşımızda. Anne çekmiş gitmiş, bir polisle evlenmiş, yeni bir çocuk doğurmuş... Boğaz'a açılan bir derenin ağzındaki küçük kulübede yaşayan bu tuhaf aile, İstanbul'un kıyısında köşesinde kalmışlığın ve merkezden dışlanmışlığın tipik bir simgesi. Babasının kayığıyla okula giden, nafile çabalarla yaşama tutunmaya çalışan zavallı kızın ergenliğe geçiş sancılarını, Gencebay şarkıları eşliğinde aktaran "Hayat Var", 'Gün gelecek isyan edip / niye doğdum diyeceksin / Gün gelecek isyanına / kahkahayla güleceksin' diyor özetle. Okulda da dışlanan ve uyumsuzluğu yaşayan Hayat, bir atölyede çırak olarak çalışan Fenerbahçe taraftan çocuk dışında kimseden yakınlık ve ilgi görmüyor, sapık bir bakkalın tacizlerine uğruyor ve ruhu iyice örseleniyor. Müthiş deniz çekimleriyle her biri ayrı güzellikte kartpostalvari görüntüler sunan Reha Erdem, dış sesleri de inanılmaz bir yaratıcılıkta kullanarak benzersiz bir gerçeklik duygusu yakalıyor. Yatalak huysuz dedenin hırlayışından hindinin gıdaklamasına, cam kırılışından suya dalıp çıkan küreklere kadar, Hayat'ın etrafındaki tekinsizlik halini çok iyi yansıtıyor bu sesler. Seyirciye yoğun bir üzüntü ve karamsarlık vermekle birlikte görselişitsel anlamda tam bir şölen sunuyor "Hayat Var".

 Baba rolündeki Erdal Beşikçioğlu, dedeyi canlandıran Levent Yılmaz, gerçekten çok çok iyiler ama "Beş Vakif'te de birlikte çalıştığı genç oyuncu Elit Işcan'dan mükemmel bir verim alıyor Erdem.

 Babakızın motorla hiç konuşmadan küçük bir Boğaz turu atıp köprünün altından geçtikleri ve Hayat'ın motorun burnunda uyuduğu sahnenin hüznüne de özel olarak dikkat çekelim ve "Hayat Var"ın 2010'daki 45. SİYAD Ödülleri'nde En İyi Film seçilip En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu dallarında da birinciliği göğüslediğiııi, 45. Altın Portakal'da da gene SİYAD jürisince ödüllendirildiğini 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FIPRESCI ödülü kazandığını, 3. Yeşilçam Ödülleri'nde En İyi Film olarak seçilip Elit İşcan'a En İyi Genç Yetenek ödülü getirdiğini ekleyelim. (T.A.) Sinema En İyi, 100 Film

ÖDÜL:

 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali  Ulusal Yarışma (Ekim 2008)
► SİYAD (Sinema Yaza rları Derneği) Özel Ödülü

59. Berlin Uluslararası Film Festivali (515 Şubat 2009)
► Tagesspiegel Gazetesi Okurları Jürisi Özel Ödülü

3. Yeşilçam Ödülleri, 22 Şubat 2009 (Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda düzenlenen)
► Reha Erdem “En İyi Yönetmen”
►Elit İşcan “ En İyi Genç Yetenek”

# Nurdan Gürbilek 'Vitrinde Yaşamak' adlı kitabında, 70'lerdeki ortak bir vicdanın sesi olarak tanımladığı Orhan Gencebay üzerine şöyle diyor: "... artık vicdanın kendini bir zamanlar Orhan Gencebay' da olduğu çıplaklıkta duyurduğu bir dönemin uzağındayız. Bu, bir zamanlar bir terbiyeyi ihlal ederek, yalnızca bir duruş, bir jest olarak da olsa yapılabiliyordu. Bugünün gürültüsü içinde ise jestin hedefiyle buluşması neredeyse imkansız".

 Hayat Var, bu türden bir imkansızlığın filmi, bahsi edilen gürültünün, ses bandıyla görüntüler dünyasının kavuşamayan hikayesinin filmi. Filmin ses tasarımı bize keşmekeş halinde bir İstanbul sunuyor, filmin asıl duygu dünyası sanki ses bandında akıyor. Martı sesleri, polis sirenleri, vapur düdükleri, . Orhan Gencebay ve Mine Koşan'ın şarkıları karmakarışık, derin bir duygu dünyası barındırıyor. Bu ses bandının üzerine döşenmiş görüntülerse, Hayat'ın etrafında, bir o kadar iki boyutlu, bir o kadar karton, karikatür, bir o kadar duygusuz "kahraman"larla dolu bir dünya sunuyor bize. Belli ki bu dünyanın asıl eksiği, yönetmenin avazı çıktığı kadar bağıran ses bandında gizli.

 Hayat Var, sırtını kameraya yüzünü denize dönmüş bir kız çocuğuyla açılıyor. Hava yavaştan kararır ve sokak lambaları yanmaya başlarken, babası sandalla gelip alıyor kızını. İsmi Hayat olan bu kız çocuğu, ergenlik çağında. Onu terk etmiş bir annesi, babasını arayan ama bir türlü bulamayan bir abisi, sürekli bir yerlerde olan babası ve onun aksine sürekli evde olan bir dedesi var Hayat'ın. Bir de hayat kadınları var etrafında ...

 Hayat, adının aksine, yaşamıyor aslında. Bütün bu karakterlerin arasında, sisli gri sokaklarda, denizin dalgalarında, yeşilliklerin arasında gezinirken; birileri onu oraya buraya sürükler ya da orada burada mahsur bırakırken, Hayat kendi kendine bir ninni mırıldanarak, parmağını emerek katlanmaya çalışıyor sadece hayata.

 Hayat, ergenliğinin tam ortasında, çocukluğunun elinden alındığı ve kadın olmasının gerektiği bir zamanda, kadınlığı da elinden alınan, bu yüzden ne bir çocuk ne de bir kadın olarak var olamayan biri. Derme çatma kurulmuş bir salıncaktaki bebek alınır alınmaz onun üzerine oturan, ama aynı zamanda eline verilen bebeğe bakma sorumluluğunu da yüklenen Hayat, çocuk olsa bakkalın tacizinden kurtulamayacak, kadın olsa parmağını emmekten vazgeçemeyecek. Hayat, bu dünyada asla kendisi gibi var olamayacak. Adet görünce tokat yiyecek, canı acısa da ağda yapılacak, zorla saçları kesilecek, tecavüze uğrayacak. Fakat bütün or bunlar, ve en önemlisi en sonuncusu, filmin hikaye dünyası içinde bir hissizlik hali içinde geçip gidecek. Ses bandı, polis sirenleriyle çimenlerin arasında Hayat'ı arayadursun, bu dünyanın içinde Hayat sırtı sıvazlanıp geçiştirilecek.

 Hayat Var, üç farklı düzlemde üç farklı hissiyat yaratan bir film. Çok ağır bir hikaye anlatıyor ama bu hikayeyi görselleştirme biçimi o kadar güzel ve estetize ki hikayenin ağırlığını hissetmek çok zorlaşıyor. Diğer taraftan ses tasarımıyla, seyircinin bu güzel dünyadan zevk almasına da mütemadiyen engel oluyor. Filmin görsel ve işitsel olarak en çarpıcı sahnelerinden biri olan lunapark sahnesi belki de bu tuhaf his ağının en iyi örneklerinden biirini sunuyor.

 Mine Koşan'ın sesinden 'Dert Bende'nin lunaparktaki rengarenk neon ışıklı Balerina'yla beraber açıldığı sahneden etkilenmemek, seyirci olarak haz almamak mümkün değil. Oldukça uzun bir süre devam eden ve bir kutlama havası içinde ilerleyen sahne, Balerina' da ikinci tura maruz bırakılan Hayat'ı gördüğümüzde tamamen başka bir duyguya çevriliveriyor. Bizim hazla izlediğimiz bu sahne, Hayat'ın midesini bulandıran, ona işkence edilen bir sahneye dönüşüveriyor birden. Filmin sonunda tekrarlanan bu müziği artık bu bağlamdan koparmamız da mümkün görünmüyor. Hayat'ın dudakları yerine bütün suratına sürdüğü kırmızı rujun arasından görünen gülümsemesi ve ardından gelen uzun, sert (ve benzer bir mide bulantısı yaratabilecek) dalgalar, yine çelişkili bir ruh haline işaret ediyor. Filmin "mutlu son"una engel oluyor.

 Ses bandının kendisi kadar, tekrarları üzerinden de ilerleyen film, başta cazip, ilginç, eğlenceli gelebilecek her şeyi bir "yeter artık"a dönüştürüyor. Dedenin öksürüğü ve babasının Hayat'a hediye ettiği oyuncağın sürekli tekrarlanan melodisi gibi, önce her şey bir tekinsizliğe, sonraysa düpedüz bıkkınlığa dönüşüyor. Sesler artık kesilsin istiyoruz. Oysa bu sesler, tam da o hissizleşmiş dünyanın bir hissiyata dönüşmesine izin veren şeyler aslında. Hayatla ilgili karmakarışık hislerimiz, tek bir duyguya indirgeyemeyeceğimiz her şey bütün bunların birlikteliğinde yatıyor. Hayat'ın film boyunca sadece bir mırıltı olarak çıkan sesi,arabeskin bas bas bağıran duygu derinliğiyle bir araya geldiğinde , hissetmekle hissetmemek arasında bile kararsız bir dünya çıkıyor karşımıza.

 Hayat'ın sedeye mahkum dedesinin yaşamaya" devam etmek için, aynı anda iki şeye ihtiyacı var : Oksijen tüpüne ve sigaraya. Biri diğerini değillenemiyor, ne biri öldürüyor ne diğeri yaşatıyor, sedyede devam eden bir hayatı sürdürmeye yarıyorlar sadece. Hayat Var ise, hem nefes keserek, hem nefes daraltarak, hem de nefes aldırarak, nefessiz bir hayatın hikayesini sunuyor seyircisine. (Senem Aytaç) “Altyazı Aylık Sinema Dergiai sayı 78”

 Altın Portakal’da SİYAD’ın seçmiş olduğu, sinemamızın yüz aklarından Reha Erdem‘in son filmi Hayat Var, Genellemelerle sinemasını ifade etmeye gücümüzün yetmediği usta, önceki filmlerinde görmeye (ve duymaya) alışık olmadığımız bir hale bürünüyor bu filmde. Hayat’ın maruz kaldıklarının sadece küçük bir kısmına biz seyircileri maruz bırakarak huzurumuzu kaçıran; gürültülü; hayatın sesinin sadece mırıltı olarak duyulduğu bir dünya resmediyor bu sefer bizlere.

 Basın bültenlerinde yer alan filmlerin özetleri, genellikle ait oldukları yapıtları yansıtmazlar. Ya abartılıdırlar ya da filmi basite indirgerler. Bu genellemelerin dışında kalan Hayat Var filminde, çok güzel yazıldığını düşündüğümüz özet, filmin ruhunu oldukça güzel yansıtır nitelikte. Bu yüzden basın bülteninde yazıldığı şekliyle filmin özetini aynen yayınlıyoruz.

 Babası ve yatalak dedesi ile birlikte, nefes kesici güzellikteki İstanbul Boğazı’na açılan bir dere ağzına kurulmuş, derme çatma ahşap bir evde yaşamaktadır. Boğaz güzel olduğu kadar da karanlık ve tehlikelidir. Babası ailenin hayatta kalmasını sağlamak için küçük teknesiyle bu sularda balıkçılık yaparken, bir taraftan da birtakım yasadışı işlere girip çıkar. Hayat bu zorlu, sert ve acımasız dünyaya doğmuştur ama yaşama sıkı sıkıya sarılır. Dünyadaki adaletsizliklere karşı cesaretini, dayanıklılığını ve umudunu yitirmez.”

 Filmi seyredenler, Hayat Var’ın Altın Portakal’da es geçildiği görüşünde hemfikir. Özgün bir hikayede yarattığı gerçekçi ambiyans ve farklı bir denemeyle, Erdem alışılmış ve güvenli sınırları aşarak önemli bir başarıya imzasını attı. Müziklerini Orhan Gencebay‘ın yaptığı filmin bir yandan özgün olması; diğer yandan rahatsız edici ve yorucu olmasının sebebi büyük ölçüde ‘sesler’: şarkılar, gemi sesleri, jet sesleri, silah sesleri, bağırışlar, kuş sesleri… tüm bunların yanında Hayat’ın sürekli mırıldandığı şarkı.

 Başrollerde seyrettiğimiz Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu ve Levend Yılmaz yukarıdaki ikonografik karede olduğu gibi, film boyunca muhteşem bir iş çıkarmışlar. Reha Erdem’in görüntülerinin alıştığımız yaratıcısı Florent Herry de beklediğimiz özgünlükte bir iş çıkarmış. Görüntüler kimi zaman büyüleyici, kimi zaman ise Hayat’ın ruh halini yansıtır şekilde korkutucu ve tacizci.

 Belki alıştığımız gibi dingin bir Reha Erdem filmi değil Hayat Var. Ama filme paralel olan konu da, yaşatılan ve yaşanılan hayat da dingin değil. Yorucu, çıkışı olmayan, tacizlerle bezeli bir hayat anlatılan… seyirci de maruz kalıyor tüm bunlara; tabi sadece iki saat kadar. Seyirciyi bu tacize maruz bırakarak Hayat’ın ve hayatın daha iyi anlaşılmasını sağlayan yönetmene teşekkür etmek gerekir. Son yıllarda sürekli önümüze sürüklenen gereksiz sinemayı ‘biz seyirciye iki saat kafasını dağıtma şansı sunuyoruz; iki saat boyunca sadece gülüyorlar’ şeklinde meşrulaştırmaya çalışanlara inat Hayat Var.Altın Portakal’dan tatminkâr bir sonuçla dönmemiş olsa da, farklı festivallerde ismini duyuracağından emin olabilirsiniz. Rahatsız olduğu için bu filmi sevecek pek çok sinemasever ve jüri olduğuna inanıyoruz. (Onur Ertuğrul, www. Bakiniz.com)


FİLMİ İZLE 


 

HADİ GARİ CUMHUR (2008)

 Senaryo ve Yönetmen: Harun Özakıncı, Görüntü yönetmeni Bünyamin Yaşar Müzik: Barış Kırımşelioğlu Yapım Metafor Filmcilik Fırat Uğurlu Yardımcı Yönetmen: Oktay Arabacı, Reji asistan: Gülce Sezgin,: Bünyamin Yaşar, Kurgu: Ender Özyer İsmail Akbulut, Kamera operatör: Arda Canel, Kamera asistanı: Murat Karabina, Kamera asistanı: Çağdaş Aktaş, Işık : CM Plus, Işık şefi: Fatih Aycı, Işık asistanları: Adem Yüksektepe, Fırat Aycı, Gökhan Gümrükçü, Serkan Kaya, Produksiyon şefi: Selçuk Günaydın, Produksiyon asistanları: Kenan Evren Karabudak. Ender Koç, Set amiri: Hüseyin Köken, Set asistanları: Feramuz Metin, Murat Rahmi Dogan, Tuncay Caylan, Ümit AyaN, Hakan Tar, Ömer Köken, Sanat Yönetmeni: Fatma Top, Sanat asistanları: Cansu Saydam, Ses: Ferit Karabiba, Ses asistan: Ümit Zararsız  Batuhan Ekşioğlu, Set Foto: Göker Yalçın, Maytere Hazinader, Afiş tarsım ve grafik: Ahmet Sırmaçek, Müzik: Barış KırmşelioğluMelih Oğuzhan, Web tasarım: Kolektifatolye, Post Production: Şafak Südyoları, Yapım uygulayan firma: Rollart Film, Yapım sorumlusu: Fırat Uğurlu, Genel Koordinatör: Oktay Arabacı,

 Oyuncular: Merve İldeniz, Harun Özakıncı, Ersin Aycan, Turan Özdemir, Yelda Güney Akbulut, Duygu Urak, Eylem Can, Serhat Saylan, Selçuk Aydın, Taylan Özgür Ölmez, Aksona Mehmet, Mahmut Kocadan, Niyazi Atare, Süslü Celal, Oğuz Kutsi Akhan, Erim Önüt, Mahmut Apak, Şöhret Neco, Emine Bar, Fatma Satı, Beysun Özbek

 Konu: Hikayenin geçtiği Bodrum yöresinde tek geçim kaynağı olduğu için, zeytinlik ve portakal bahçelerini erkek çocuklarına, bataklık olduğu ve işe yaramadığı ve mal bölünmemesi içinde deniz kenarlarını kız çocuklarına devir ederlerdi.

Seksenli yıllardan sonra yörede patlayan turizm, kız çocukları ile evlenen damatların kaderini değiştirdi. Haliyle kayınbiraderlerinin de.! İngiliz, İskandinav ve Alman turizm acentaları ile anlaşan damatlar, işe yaramaz diye bırakılan eşlerine ait denize sıfır arazileri Beş yıldızlı otellerle donattılar. Kayınbiraderlerin tek varlığı narenciye bahçeleri ve bahçe içindeki evden bozma pansiyondur.

 

Küçük pansiyonları yörenin dokusu itibari ile çok otantik bulunmakta ve yeterli kazanç getirmekte olduğu halde kayınbiraderlerin gözü hep abla ve eniştelerinin otellerindedir. Kayınbiraderler kanunen ortak oldukları arazi üstüne yapılmış oteli ele geçirmek için olmadık yollara başvururlar. Kahramanımız Cumhur, ablasına bırakılan araziyi eline geçirmeyi namus davasından farksız görmektedir.

Bodrum un en işlek caddesinde, babadan kalma küçücük dükkanında, gene babadan kalma berberlik mesleği ile uğraşmaktadır. Bankalar bu işlek caddedeki bu küçük dükkanı çok iyi fiyatla kiralayıp bankamatik yapmak isterler. Kuyumcular, döviz büroları, turizm şirketleri ofis ve dükkân olarak kiralamak isterler ve çok iyi tekliflerde bulunurlar. Cumhur un derdi, bir otele ve otel içindeki turist kadınlara sahip olmaktır.

 Bunun içinde küçücük dükkânının çok değerli olduğunu düşünür ve çok yüksek fiyata satmak ister. Çünkü dükkânını satarak alacağı arazi ile bir otel sahibi olacağına inanmaktadır. Almak istediği arazi ablasının ve eniştesinin arazisinin hemen yanındaki boş arazidir. Cumhurun planı şudur; Dükkânını satacak ve araziyi satın alıp üstüne otel yapıp eniştesi ve ablasına rakip olup, onların işini bozup belki de tekrardan malına sahip olacaktır.

Cumhur un evden bozma pansiyonunda kalan Nejat ruh hastasıdır. İstanbul da yaşadığı her güne lanet eden Nejat ilk karısından ayrılmış ikinci eşi ile Bodrum a yerleşerek Bodrum da hediyelik eşya dükkanı açarak Bodrum da yaşamak ister. Mazereti^de büyük şehirlerde yaşamak artık ölümdür.

 Yediği her şeyde hormon olduğundan, trafiğin çözülemeyecek safhaya geldiğinden, insanların yozlaşmasından devamlı şikayet etmekte, sahil kasabalarında yaşamın mükemmel olduğunu düşünmekte, küçük yerlerde hiçbir sorun olmadığını iddia etmektedir.

 Paraya, kadına, kıza çok düşkün olan Cumhur ablası ve eniştesine huzursuzluk vermek için her türlü yolu dener. Eniştesi Ethem’in otelinin su kuyusuna sabote etmekten, otelde kalan müşterileri otele yaptığı ani baskınlarla korkutmaya kadar her saçmalığı deneyerek kendini rahatlatmaktadır. Çünkü yapabileceği başka hiçbir şey yoktur.

 Eniştesi ve ablası Bodrum un en saygın işletmecileridir. Başarılı ve düzenli hayatları sadece çalışmak ile geçer. Eniştesi ve ablasının bu düzenli hayatları ve maddi güçleri kahramanımız Cumhur un neredeyse hayat garantisidir. Eniştesi Ethem’in belediyeden, askeriyeye kadar saygı görmesi Cumhur unda herkes tarafından idare edilmesi demektir. Yaşadığı yöredeki polis, maliye, zabıta Cumhur a, eniştesinin hatırı için resmen torpil geçer, kayırır. Bütün bunlardan habersiz ve inatçı Cumhur, düzensiz hayatına devamlı şahit ve ortak arar.

 Entel bozması hippi Nejat, Cumhur a destek vererek enişte Ethem in adını ve tesisini asılsız uyuşturucu komplosuna alet eder. Basını da araya sokarak ülke çapında duyulacak rezaleti planlar ve uygular. Gazete ve televizyonlarda demeçler veren hastalıklı Nejat ve ne yaptığını bilmeyen Cumhur kendilerince derebeyi diye adlandırdıkları eniştenin otelini sezonun tam başında mühürlettirirler. Onlara göre ortada haksızlık vardır. Enişte, hem Cumhur un ablasını kandırmış malına el koymuş hem de uyuşturucu işi yapmaktadır. Çıkardıkları rezalet ile popüler olan Nejat ve Cumhur zafer sarhoşluğu içinde daha da sapıtacaklardır. Cumhur bu popülerlik sayesinde İzmir den gelen dansöz Okşan aşık olacak karısını bile boşamak isteyecektir.

 

 

GÜZ SANCISI (2008)


 Yönetmen Tomris Giritlioğlu Senaryo Nilgün Öneş , Etyen Mahçupyan Görüntü Yönetmeni Ercan Yılmazi , Fatih Enes Ömeroğlu, Müzik Tamer Çıray Yapımcı CYF Film/Asis Yapım Bahadır Atay Eser Yılmaz Karakoyunlu, Kurgu: Mark Marnikovic, Ulaş Cihan Şimşek, Sanat Yönetmeni: Naz Erayda, Nilüfer Çamur, Erol Taştan, Kostüm Tasarım: Ceylan Şenbark, Sevgi Duman, Yapım Koordinatörü: Mine Yılmaz, Uygulayıcı Yapımcı: Cengiz Çağatay, Mekan Sorumlusu: Burçin Düz, 2. Yönetmen: Ahmet Katıksız, Yönetmen Yardımcısı: Ufuk Hakan Eren, Fikret Kadıoğlu, Uğur Karaaslan, Hakan Güner, Koordinasyon: Dilan Tokay, Stajyer: Emrah Ağuş, Set Fotoğrafları: Murat Akay, PostProdüksiyon Sorumlusu: Natalin Solakoğlu Işık Şefi: Ali Salim Yaşar, Sanat Asistanı: Cenk Karaağaç, Mehmet Seyhan Ünver, Ses Kayıt, Murat Şenürkmez, Ses Tasarım & Final Miks: Bülent Taban, Ses Fx: Suat Onur Ayas, Boom Operatörü: Furkan Atlı, Cast Sorumlusu: Başar Dengiz, Prodüksiyon Asistan: Mehmet Özdemir, Set Ekibi: Aytek Saraç, Sponsor Sorumlusu: Nazlı Yeter, Ses Teknik Asistanı: Erdem Dayıoğlu, Ulaşım: Bilal Yörük, Set Teknisyeni: İbrahim Baran, Dövüş Kareografı: Cemil Uylukçu,

 Oyuncular: Murat Yıldırım (Behçet), Okan Yalabık (Suat), Beren Saat (Elena), Belçim Erdoğan (Nemika), Umut Kurt (Ferit), Zeliha Berksoy (Babaanne), Kenan Bal, Ömer Saruhan, İlker Aksum (İsmet), Tuncel Kurtiz (Kamil Efendi), Hüseyin Avni Danyal (Kenan), Engin Şenkan (Albay), Emre Erkan (Nümayişçi), Kosta Kortidis (Dialekt Uzmanı), Erkan Kolçak Köstendil (Nümayişçi), Hare Sürel, Sitare Bilge (Elena), Engin Alkan (Korseci), Adnan Biricik (Komiser), Demir Karahan, Gazanfer Ündüz (Restorandaki Misafir), Şahnaz Çakıralp (Restorandaki Kadın), Bayazıt Gülercan (Emekli Albay), Gökhan Bekletenler (Kapıcı), Cem Bender (Adli Tıp Görevlisi), Ruhi Sarı (Nümayişçi), Kadir Özdal (Nümayişçi), Onur Saylak (Tüy Üfleyen Adam), Tansu Biçer (Nümayişçi), Bora Sivri (Nümayişçi), İpek Gülbir, Ali Barışık (Korsecinin Oğlu), Ercüment Acar, Necmettin Çobanoğlu (Nümayişçi), Ali Emre Ateş (Genç Suat), Fırat Can Aydın, Genç Behçet,Emrah Elçiboğa (Nümayişçi), Mert Hürol (Adli Tıp Görevlisi), Ezgi Bakışkan, Zuhal Olcay, Ümit Ertan (Yağmacı Lideri), Avni Yalçın (Yorgo), Kadir Leblebici (Yağmacı), Sait Ali Erişek (Elanor), Emrah Uslu

 Konu: 1955 yılı güz mevsimine doğru yol alırken, Beyoğlu’nun ışıltılı güzelliğinin üstüne Türkiye’nin gerginleşen siyasi ortamının gölgeleri düşmeye başlamıştır. Antakya’daki güçlü nüfuzu yüzünden DP’ nin yakından ilgilendiği, babasının tek oğlu olan Behçet, İstanbul’da Hukuk Fakültesinde asistanlık yaparken, yetiştiriliş tarzı ve babasının etkili kimliğinin gölgesinde marJinnal düşüncelere doğru sürüklenmektedir. Behçet’i sürüklendiği yolda tökezleten tek şey, oturduğu dairenin karşısındaki bir başka dairenin penceresinde gizlice izlediği kadın olacaktır. Behçet tarafından izlendiğini bilen bu kadın Elena’dır. Elena, Beyoğlu’nun kozmopolit güzelliğini oluşturan eşsiz parçalardan biridir. Genç kadın, kendisi de eski bir fahişe olan babaannesi tarafından, üst düzey bürokratlara sunulan bir fahişedir. Babaanne ile torun arasında, yaşadıkları toplumda gayrimüslim olmanın getirdiği dayanışmanın ötesinde, gizemli bir bağımlılık ilişkisi vardır. 

 Beyoğlu’na ağır ağır inmeye başlayan bu gergin siyasi atmosferin karanlığı altında Behçet ve Elena’nın yolları kesişir. Gayrimüslimleri taraf olarak belirleyen ve günden güne coşan siyasi dalgaların ortasında, Elena ile Behçet arasındaki karşı konulmaz aşk, kendini savunmaya çalışmaktadır. İki genç, aşkın topraklarında aynı, yaşadıkları ülkenin topraklarında farklı taraflardadırlar. Behçet, militan bir kalemin günbegün koyulaşan renklerle çizdiği politik çizgide yürürken; attığı her adım onu, düşman uyruğundaki Elena’dan, yani aşktan biraz daha uzaklaştırmaktadır. Elena ise, babaannesinin ona biçtiği, çıkışı olmayan yazgının duvarlarını Behçet’e duyduğu aşkla zorlarken, başka bir çıkışsız yazgının; sevgilisini teslim alan marJinnal siyasetin duvarlarına çarpacaktır...

 

GÜNEŞİN OĞLU (2008) 


Senaryo ve Yönetmen: Onur Ünlü, Görüntü Yönetmeni: Aras Demiray, Müzik: Doruk Somunkıran, Yapım :Funda Alp, A. Taner Elhan, Orkun Ünlü Sanat Yönetmeni: Çağlar Narler, idari yapımcı: A. Orçun Okşar, ortak yapımcı: Yeşim Sezgin, uygulayıcı yapımcı: Canan Ekinci, kurgu: Gonca Gül, Cin Aköz, film şarkıları: 100 derece, sanat yönetmeni: Çağlar Narler, görsel efekt tasarım: Genel Yetenek, yardımcı yönetmen: Özlem Yılmaz, oyuncu seçimi: Gaye Sökmen Ajans  Savaş Şaylan, post prodüksiyon süpervizörü: Yeşim Sezgin, ses tasarım&final miks: Can Aykal, Görsel efekt uygulama: Cem Erdoğan – Kaan Demirçelik, ışık şefi: Özer Çalık, ses kayıt: Enis Danabaş, HD Süpervizör: Muharrem Dokur, kostüm tasarım: Ebru Öztürk, makyaj: Sahra Çelik, set amiri: Osman Aydın, Kamera Operatörü: Sercan Sert, yönetmen yardımcıları: Levent Pala, Erkan Ersezer, Gülenay Acar, kamera ekibi: Ahmet Osman Gençali, boom operatörü: Samet Yılmaz, belgesel yönetmeni: Nihan Arısoy, belgesel kurgu: Enes Köktaş, Yapım asistanları: Aziz Aydın , Enes Köktaş , Merve Çelik, sanat asistanları: Oya Köseoğlu ,Metin Akdemir , kostüm asistanı : Ceren Erer, Makyaj: Sahra Çelik, Serap Saral, kuaför: Aydın Cebeci, ışık asistanları: Sezgin Keriş , Burak Saçlı, set asistanları: Cihat Yunus Aydın , Ozan Ulu , tanıtım : SODA MEDYA  Ayşegül Kulu , Soysal Demir , Ender Ayna , Özgür Poyrazoğlu , Mehmet Nuri Bilgiç , Funda Demir , fragman kurgu: Yeşim Sezgin , Muharrem Dokur , mali işler: Kayhan Kaygusuz , Laboratuvar Fono Film (Logo) İdari Koordinatör :TURAN TOKEL, 35mm Negatif Kayıt : Şafak Mıhlaç, Negatif : Erol Şahin, Mixer: Nurkut Özdemir, Laboratuar Sorumlusu: Erkan Aktaş, Kopya Baskı : Zekeriya Şahin, Osman Yıldız , Çağlar Özlek , Film Yıkama: Yahya Öztürk ,M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin , Ali Komaz , Tuncay Koçtürk, Suna Kaymakçı, Telesine : Eyüp Yıldız , Altyazı Eşleme : Dila Ulutaş, Lazer Altyazı: Mürsel Gülveren, Taner Alioğlu, İsmail Yeltek, Yusuf Aksoy , Mehmet Komaz, İletişim: Fatma Gülveren, Dolby Sound Consultant: Nurkut Özdemir, online kurgu asistanları: Merve Çelik, Nazan Yıldıran, Stüdyo koordinasyon: Müzeyyen Çınar, final – cut kurgu yardımcısı : Kürşad İlçin, Aygün Mutlu MÜZİK STÜDYOSU , müzik kayıt: surround müzik miks / 5.1 music mix Sertaç Güler, ulaşım : Mesut Taş ,

ŞARKILAR :

çapkın kız” söz: Ülkü Aker Müzik: Marnay  Popp düzenleme: Barış Çakır solist: Özgü Namal “mavra” söz  müzik : Barış Çakır “kahpe felek” Söz  müzik : Barış Çakır “rüzgar hep aynı esmez” Söz  müzik : Barış Çakır “böyle bir kara sevda” söz – müzik: Gündoğdu Duran düzenleme: Eser Taşkıran solist: Haluk Bilginer

 Oyuncular : Haluk Bilginer (Alper Canan), Özgü Namal (Şule), Köksal Engür (Fikri Şemsigil), Bülent Emin Yarar (Kurban Murat), Hümeyra Akbay (Saadet Şemsigil), Tansu Biçer (Burak), Ahmet Kural (Ahmet), Görkem Yeltan (Cahide Canan), Burçin Yıldırım (Oya), Serkan Keskin (Serkan), Levent Öktem (Nevzat Trabzon), Gamze Demirbilek (Hafize), Özkan Meşe (Necati Bey), Ferit Kaya (Orkun), Sinan Urundaş ( Garson),Deniz Özde Sürmeli (Öğrenci Kız),

 ………..filmin başında filmin gerçek olay ve kişilerden yola çıkılarak hazırlandığı yazısı, ne yazık ki Ünlü'nün ilk filmi Polis'te (2007) Kurt Vonnegut Jr.' dan yapılan alıntı kadar anlamlı durmuyor. Filmin fantastik bir düzleme oturtulması ve bu uyarı arasındaki ikilik filmin yönetmeninin "gerçek" ile olan paradoksal ilişkisinin altını çizse de, filmin gerek anlatı düzeyinde gerekse kolaycılığa kaçan yapım düzleminde anlamlı bir yere oturmuyor.

 Platon'un 'mimesis' (Türkçe karşılık olarak 'gösterme' diyebiliriz sanırım) ve 'diegesis' (buna da 'anlatma' demekte bir sakınca yoktur gibi geliyor) ayrımından ilerleyecek olursak filmle yönetmenin basında çıkan açıklamaları arasında derin bir uçurum çıkıyor karşımıza. Ünlü'nün pek çok röportaJinnda üzerine basa basa söylediği "sinemada çok önemli şeyler söylenemeyeceği" tezinin aksine; filmin (özellikle ikinci yarısından itiibaren) mimesisten kopup birden diegesise yönelmesi izleyende yönetmenin ciddi ciddi bir şeyler öğretmeye çalıştığı kanısını uyandırıyor. Yani, Ünlü'nün röportajlarında defalarca dile getirdiğinin aksine, sanki yaptığı film zaman öldürmekten daha fazlasını ifade ediyormuş kanısı hasıl oluyor. Diegesis düzeyinde film karakterlerinden Kurban Murat'ın gözümüzün içine baka baka hakikat üzerine verdiği söylevler filmin başında (bunun içine bütün PR numaralarını da katıyorum) vaat ettiği dünya ile bir türlü örtüşmüyor. Onur Ünlü bir filme ilişkin üretilebilecek yaklaşımların (kendi yaklaşımı hariç) hemen hemen hepsinin önünü kapadıktan sonra, sürekli yer değiştiren bir tür yapboz şeklinde karar kılıyor. Son olarak da bizlere tek bir anlam kalıyor, o da anlamsızlık. Bu açıdan bakıldığında filmin sloganının yani "fantastik mavra" olma savıının boşa çıkmadığı da düşünülebilir pekala. Ancak filmin oturduğu gerçek/hayal ikiliğiinin filmin mavra söylemiyle açıklanamayacak kadar baskın olması bu anlamsızlık noktasına oturan yaklaşımı da yetersiz kılıyor.

Filmin on gün kadar kısa bir sürede çekilmiş olmasının filmi kötü film yapmayacağı söylemine katılsam da; hem senaryo aşamasındaki hem de çekim aşamasındaki bu hızın filmin seyirciyle kurduğu ilişkiye bir tür samimiyetsizliği de taşıdığını söylemek durumundayım. Mekan seçimlerinin, karakterlerin, olay kurgusunun tam da bu az zamanda büyük işler yapma isteğinin bir sonucu olarak hikayeden çok yapım aşamasını kolaylaştırmaya yönelik seçimlerle tasarlanmış olduğu izlenimi ediniyoruz. Kısa bir zaman içinde filmin bitirilebilmesi için sanki hikayeden bazı tavizler verilmiş ve ortaya ilk yarısı daha rahat akan ve gösterdikleriyle seyirci ile daha rahat bir ilişki kuran bir film çıkmış. Ancak ikinci yarısında koşturan, acele Güneşin Oğlu, tıpkı Polis filminde olduğu gibi merkeze, gerçek ve hayal ikiliğini oturtuyor. Hatta arada karakterlerin ağzından ruhbeden, gerçekhayal, görecelik gibi konularda felsefe metnine yakın söylemler çıkıyor. Bu ciddi mevzular filmi, filmin vaadi ve söylemi bağlamında, anlamsız bir noktaya oturtuyor. Mimesis ve diegesis arasında kalmış bir anlatıcı ile baş başa bırakılıyoruz. Onur Ünlü, bir yandan bunları ciddiye almayın, zaten sinema denen şey ciddi şeylerin anlatılacağı bir mecra değildir derken; bir yandan da karakterlerin ağzından seyirciye benim size anlatmak istediğim şeyler var ama zamanımız az, bundan sonraki görüşmemizde devam ederiz diyor. "Yapılan saçmalık seyirci oranıyla doğru orantılıdır" ya da "aslında gerçek görece değildir ... " gibi aforizmalar art arda sıralanırken, filmin bir şey anlatmama iddiası pek de uzun soluklu bir iddia olarak kalamıyor.

 Hikayenin özgünlüğü ve oyuncuların özellikle Bülent Emin Yarar ve Haluk Bilginer'in gösterişsiz ama güçlü performansları dışında Onur Ünlü'nün Polis'te de kendini belli eden farklı yaklaşımı filmi yine de sözünü etmeğe değer kılıyor. Her ne kadar Ünlü deneysel bir sinema yapmadığını iddia etse de ortaya bir tür deneme çıkıyor. Ve o denemede kanımca yönetmenin seyirciyi denemesi Seyircinin hangi özelliğini denediği sorusunun cevabını ise size bırakıyorum. (Alper Kırklar) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi, sayı 79”

 

 

 

GÖLGESİZLER (2008)

 Senaryo Ve Yönetmen: Ümit Ünal Eser: Hasan Ali Toptaş, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Atılmış Müzik: Candan Erçetin Yapım: Narsist Film/Hakan Karahan Kurgu: Çiçek Kahraman, Yardımcı Yönetmen: Cem Tabak, Sanat Yönetmeni: Serdar Yılmaz, Yapım Koordinatörleri: Meltem Tulukçu, Ceylan Karaca, Prodüksiyon Amiri: Vahit Sandalcılar, Kostüm Sorumlusu: Nadide Argun, Ses Kayıt: Murat Şenürkmez, 1.Yönetmen Yardımcısı: Gülbin Aydın, 2.Yönetmen Yardımcısı: Fulya Kurçenli, 3.Yönetmen Yardımcısı: Sertaç Kasaplar, Kamera Operatörü: Türksoy Gölebeyi, Sanat Asistanları: Barış Yıkılmaz, Gözde İlkin, Elif Öner, Prodüksiyon Asistanı: Sezgin Acuner, Yasin Kocaman, Yapım Koordinatör Asistanı: Nurdan Keleşoğlu, Ofis Asistanı: Rıdvan Tuncer, Kostüm Asistanı; Seda Yılmaz, 1.Kamera Asistanı: Cenk Bingöl, 2.Kamera Asistanı: Hakan Bulut, Ses Ekipmanı: Melodika, Boom Operatörü: Furkan Atlı, Boom Operatör Asistanı: Görkem Barçın, Özel Efektler: DükkanÜl Hayal, Özel Makyaj : Derya Ergün, Ahsen Gülkaya, Makyaj Grubu: Özge Kaya, Mualla Şentürk, Kuaför: Fatih Gündoğdu, Oyuncu Sorumlusu: Ebru Akıncı, Işık Şefi: Ali Salim Yaşar, Işık Asistanları: Hakan Altunkok, Mehmet Tuna, Hüseyin Koç, Mehmet Bildik, Set Hizmetleri : Hürrem Şeker, Set Amiri: Erkan Akyüz, Set Asistanları: Cemal Mühürcü, Veysi Ekin, Mustafa Soysal, Veysel Esen, Web Tasarım: Bozkurt Bayer, Web Uygulama: Vecdi Türk, Kamera Arkası / Set Fotoğrafçısı: Oktay Ardos, Sercan Bozkurt, Basın Tanıtım: Plan Tanıtım, İpet Altınay, Storyboard: İmge Özbilge, Ulaşım Ekibi: Naci Ererdem, Salih Özdemir, Yusuf Baş, Yalçın Atasoy, Sezai Yeşil, Erkan Dolunay, Laboratuvar: Sinefekt, Sinefekt Yapım Sorumlusu: Emre Önel, Laboratuvar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Transfer: Özgür Taparlı, Görsel Efekt : Makina Fx, Online Montaj: İmaj, Online Editör:

Cengiz Çilek, Renk Düzeltme: Cengiz Çilek, Avıd Offlıne Aktarma: Murat Aydın, Umut Ulutaş,

 Asker Hamdi: Yine Dede Musa anlatıyor yiğit mi yiğit, adımları yerin taşlarını, toprağını titreten yakışıklı, efsane Asker Hamdi’yi.. Köyün tüm kadınları etkileniyor ondan. O ise aşkı Aynalı Fatma’da tadıyor.. Ama ne aşk! Aşk değil ölüm kalım mücadelesi sanki..

Cennet’in oğlu: Yakışıklı, duyarlı, okur yazar, meselelere karışmadan kendi yazdığı öykü ve şiirlerde yaşayan delikanlı.. Annesinin biricik oğlu.. Nasıl oluyor da köyün bir numaralı suçlusu haline geliyor? Suçlu mu, masum mu, yoksa köyün delisi mi?

Cennet: Bir “kayıp annesi”. Her anne kadar şefkatli, yavrusunun hayatı söz konusu olduğunda her anne kadar yırtıcı.

Rıza: Hikayenin en “inançlı” adamı. Batıl inancın, körlemesine inanmanın getirebileceği felaketleri görmek için Rıza’nın kayıplarına ve acılarına bakmak yeterli..

Hacer / Rıza’nın karısı: Köydeki herkes gibi onun da sırları var. En büyük sırrı aşkı. Yıllarca sessiz yaşadığı aşkı, en acılı anlarında bile açığa dökmeyecek kadar da sağlam bir kadın.

Ramazan: Köyün gençlerinden.. Rıza ile Hacer’in oğlu.. Her genç gibi aşkını arıyor.. Bulduğu ise sadece kendi kaderi..

Güvercin: Köyün en güzel kızı.. Berber’in köye gelirken gördüğü ilk yüz. Burası kayıplar köyü, insanların durduk yerde sırlara karıştığı bir yer.. Ama bir gün Güvercin yok olduğunda artık buna kimse sessiz kalamaz. Yıllarca sır perdesi arkasında kalan sırlar, yalanlar, rivayetler, Güvercin’in kaybolmasıyla birlikte tek tek ortaya dökülmeye başlar.

Reşit: Hiç bir şeye inanmayan, hiç kimseye güvenmeyen bir adam… Güvercin’in babası… Bir gün hayatı ve bildiği her şey tuzla buz olunca kendi yalanlarına en çok inanan o oluyor.

Reşit’in karısı: Bu köyün tüm kadınları gibi, sadece ‘kadın’ olmakla bile bir yük taşıyor. Çok sevdiği kızı Güvercin’i kaybettiği yetmiyor, bulunca da sevinemiyor.

Cıngıl Nuri: Köyden kayıplara karışan ilk kişi. Kayboluşu bir bilmece.. Ama dönüşü bir cevap değil daha da büyük bir bilmece..

Kadriye/Cıngıl Nuri’nin karısı: Kadriye, kaybolan kocasının ardından, dolaşmaya başlar. çaresizliğini tek başına yaşayamıyor. Uzanan ellerden medet umuyor. Seçtiği yolda o da kayıplara karışıyor.

İmam: Bu imam sıradan bir imam değil.. Yalnız nefesinin gücüyle değil, insani zaaflarıyla da etki yaratıyor.

Kunduracı: Berberin hemen yanı başındaki dükkanda yalnız olanı biteni izleyen kişi değil Kunduracı, bir yandan köyün gözü, kulağı..

Postacı: Şehirden köye, köyden şehire mektupları taşırken, karışan sadece kafası mı yoksa hayatı mı?

Çırak: Berberin çırağı da kayboluyor ama çıkıverdiği yerlerde insanın aklı da karışmıyor değil.

Muhtar’ın karısı: Karmakarışık hayat onu da sürüklerken, acı belki de en çok onu etkilerken, o karmakarışıklık ve acı içinde öylesine edilgen ki..

 Konu: Hepimizin hayatı sırlarla, kimseye söyleyemediğimiz gizli arzularla, korkularla, yalanlarla dolu… Yalanlara, rivayetlere inanmak, başkalarının gerçeğine uymak ve itaat etmek çoğumuza daha kolay geliyor. Ama ya kendi yalanlarına inanmaya başlarsa insan?

 İstanbul'da çalışan bir berber, "hem burada, hem de çok uzaklarda" olmak ister. Ve birgün aniden başını alır ve o çok uzaklara gidiverir. Çok uzaklarda, bir "hiçkimse" olarak yepyeni bir hayata başlamak mümkün müdür?

 Orada bir köy vardır uzakta… O köy neresidir, Türkiye’nin neresindedir? Bilinmez. Yıllardan hangi yıldır, zamanlardan hangi zamandır? Bilinmez. Orada, zaman sonsuz bir baharda donmuş gibidir.

Orda bir köy vardır uzakta… Peki o köy kimin köyüdür?

 O köy Muhtar'ın köyüdür. İstanbul'dan gelen Berber bu ücra köye yerleşir. Köyün eski berberi Cıngıl Nuri yıllar önce ortadan kaybolmuştur. Yeni Berber onun dükkanını kiralar, dükkanı işletmeye başlar.

 Köy, hayallerdeki masum köylerden değildir. Köyün yöneticisi, herşeyi, Muhtar, tuhaf kayıplarla uğraşıp durmaktadır. Köyün en güzel kızı, Güvercin, hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur. Muhtar ve tek silahlı adamı Bekçi, köydeki herkesi sorguya çekerler. Muhtar en çok Cennet’in Oğlu’ndan kuşkulanır. Bu şair ruhlu, hayalci delikanlıyı sorgu sırasında öldüresiye döver ve Cennet’in Oğlu’nun aklını kaçırmasına sebep olur. Muhtar ve Bekçi köye korku salar ama Güvercin’i bulma konusunda başarılı olamazlar. Cennet’in Oğlu, hiç kar yağmayan bu köyün sokaklarında “Kar neden yağar, kar?” diye sorarak Daha da tuhaf şeyler olur. Durduk yerde Cıngıl Nuri çıkıp geliverir mesela. O gelir ama bu kez yıllarca sabırla Nuri’nin yolunu bekleyen karısı kaybolur ortadan. Güvercin’in inatçı ve inançsız babasını, son çare olan büyünün gücüne ikna etmek için düzmece bir aşk büyüsü yapılır ama büyü ters teper ve masum bir gencin ölümüne sebep olur.

Muhtar ve giderek işin içine giren Bekçi ve köylüler, her adımda karşılaştıkları kayıplardan, ölümlerden dehşete düşerler. Hayatın karmaşıklığı, bir türlü anlayamadıkları yazgıları başlarını döndürür, Muhtar tarifi imkansız dertlerini çözmek için devlete başvurmaya karar verir, ilçeye gider ve bir daha asla dönmez. Güvercin bulunur ama bulunması hiç bir sorunu çözmez. Tam tersine köy halkının kendi uydurdukları çok büyük bir yalan içinde kaybolmasına sebep olur. Berber bütün bunlara soğukkanlı bir seyirci gibi uzaktan, dışarıdan bakmakla yetinir sanki. Kavak tozlarının asla yağmayan kar taneleri gibi köyün göklerinde uçuştuğu bir günde köyü terk eder, son kez bir tepeden köyü seyreder. Ama çok uzaklardan, onu da seyreden biri daha vardır! (Ümit Ünal)




 

GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞTÜ (2008)


 Senaryo ve yönetmen: Raşit Çeliker, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Nuri Eser, Müzik: Tamer Çıray, Yapım: Defne Film Prodüksiyon/ Raşit Çeliker Genel Koordinatör: Şencan Güleryüz, Öykü Raşit Çeliezer, Nüans Çelikezer, Sanat Yönetmeni: Ayşen Gürevin Karaytuğ, Kurgu: Serdar Çakular, Focus Puller: Muammer Ulakçı, Renk Düzenleme: S. Samil Er, Işık Asistanı: Kubilay Özoğul, Sanat Asistanı: Fatih Tavas, Ceren Sakar, Ses Teknisyeni: Onur Yavuz, Boom Operatörü: Seçkin Akyıldız, Makyaj: Naime Gürseller, Kuaför: Cem Şahin, Genel Koordinatör: Şencan Güleryüz, Yapım Koordinatörü; Ali Yiğit, Yapım Sorumlusu: Berrin Dinç, Mekan Sorumlusu: Güçlü Demir Toprak, Yönetmen Yardımcısı: Burcu Akbaş,

 Oyuncular: Köksal Engür (Recep), Bennu Yıldırımlar, Şebnem Köstem (Deniz), Kürşat Alnıaçık (Melih Yavuz), Serhat Nalbantoğlu (Tuğrul), Ayten Uncuoğlu (KIayınvalide), Ali Hürol (Cemal), Devrim Parscan (Kayınpeder), Toprak Sağlam (Sema), Fatma Karanfil (Hülya), Goncagül Sonar (Yıldız), Cengiz Bozkurt (Mafya), Yeşim Gül Akşar (Necla), İlker Ayrık (Şoför Necmi), Aykut Taşkın (Mafya), Umut Başkırma (Murat), Hasan Milan, Deniz Gönenç Sümer,

 Konu: Küçük çapta bir hırsız olan genç Ali (İsmail Hacıoğlu) evden kaçmıştır. Annesinden ve ender gördüğü babasından...Nasıl karşılanacağını bilmeden İstanbul'daki daha önce hiç görmediği dedesine doğru garip bir yolculuğa çıkar...

 Ali'nin dedesi emekli asker Recep (Köksal Engür), tek başına askeri disiplin içinde yaşayan huysuz bir ihtiyardır. Karısını üç yıl önce kaybetmiş ve onay vermediği bir evlilik yapmış kızı Yıldız'la da yaklaşık yirmi yıldır görüşmüyordur. Recep'in tüm saatleri hemen her gün aynı geçiyordur artık. Ta ki küçük torunu Ali çıkıp gelene kadar...

 Recep'in üst kat komşusu Nilgün (Bennu Yıldırımlar) ise; Yalnız yaşayan, orta yaşlarda, üniversite mezunu, asi, modern bir fahişedir. Nilgün ile Recep sürekli tartışırlar. Çünkü Recep onun fahişe olduğunu biliyor ve onu apartmandan atmak istiyordur.

 Recep'in kızı Yıldız'ın eve gelip onunla yüzleştiği; Ali'nin kokain borcu yüzünden rehin tutulduğu yerden kurtulup eve nasıl gireceğini düşündüğü; Ve Nilgün'ün bir müşterisinin yaşattığı bunalımla intihar aşamasına geldiği o gece, oturdukları apartmanın çatısında bir araya gelirler… Onlar artık geri dönülemez bir birlikteliğin içindedirler. Üçü de yaşam hakkında düşünülenlerin gerçekle uyuşmadığını anlar. Her şey 'aile' içinde çözümlenmiştir o gece. Birini öldürmüşlerdir...

 # Raşit Çelikezer'in bizzat yazıp yönettiği ilk sinema filmi Gökten Üç Elma Düştü, 'aile'yle ve aile içine saklanmış ilişki formlarıyla derdi olan bir film. Bu derdini kabaca, 'modern hayatların yükünü geleneksel aile yapısı artık kaldırmıyor; farklı aileler, farklı ilişki biçimleri de düşünmeye başlamalıyız' şeklinde özetlemek mümkün. Ancak film, özellikle teknik sorunları ve sinemasal zaafları nedeniyle, aileyle olan meselesini yeterince güçlü bir şekilde işleyemiyor. Televizyonda uzun bir geçmişi olan Raşit Çelikezer, Gökten Üç Elma Düştü'yü de adeta bir televizyon filmi gibi tasarlamış. Dijital olarak çekilen film, görüntü ve sanat yönetimi 35 mm transferin incelikleri göz önünde tutularak planlanmadığı için, fazlasıyla iki boyutlu ve derinlikten yoksun bir görüntü tasarımına sahip. Televizyonda çok da itirazımız olmayacak bu durum, sinema perdesinde fazlasıyla sırıtıyor; filmin kurduğu dünyayı düzleştiriyor ve hikayenin etkileyiciliğini azaltıyor. Bununla birlikte, karakterlerin ve olayların birbiriyle ilişkilenme biçimi de, sinema filmlerinde görmeye alıştığımız bütünlükten yoksun. Film 'Evim' apartmanında yolları kesişen üç karakter arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Emekli bir asker olan ve askeri disiplini yapayalnız hayatında da sürdüren apartman yöneticisi Recep Bey ve torunu Ali hikayenin bir cephesini oluşturuyor. Hikayenin diğer cephesindeyse, Recep Bey'in fahişelik yaparak geçinen komşusu Nilgün var. Erkeklere inancını yıllar önce yitirriş olan Nilgün'ün hayatı, üniversite yıllarından tanıdığı bir müşterisine aşık olmasıyla alllak bullak oluyor ve bu noktada aradığı yardım elini, yıldızının bir türlü barışamadığı Recep Bey ve Ali' de buluyor. Recep Bey, Ali ve Nilgün ekseninde gelişen hikaye, filmin süresi içinde işlenebilecek malzemeyi fazlasıyla sunarken, Çelikezer filmde bu karakterlerin hayatlarına giren yan karakterlerin sunduğu ara yolları da sonuna kadar zorlamayı tercih etmiş. Öyle ki, yan karakterleri canlandıran oyuncular sıkça rol çalma girişiminde bulunuyor ve hikaye akışını bozan bir ağırlık kazanıyorlar. Filmin Evim apartmanındaki odağı, iş yerinde birlikte olduğu genç kadını işten attıran bir banka müdürünün, işten attırdığı kadının, uyuşturucu mafyasıyla başı derde giren bir gencin ve onun dibe vuruşunu göremeyen annebabasının hikayeleriyle gereksiz yere dağılıyor. Bu durum filmin kurgusunun sarkmasına ve süresinin fazlasıyla uzamasına yol açtığı gibi , ana gerilim noktalarının yeterince geliştirilmesinin de önüne geçiyor. Filmin, baştan eşit olmayan ve sorunlu bir şekilde, yalan üzerine kurulan kadınerkek ilişkilerine yaklaşımı, Nilgün'ün ağzından çıkıveren "bir kadının her zaman gerçekleri bilmeye hakkı vardır" repliğine indirgeniyor. Recep Bey'in emekli bir asker olmasından gelen sertliği ve bunun yarattığı pişmanlık "emirkomuta zinciri içinde insan özgür düşünemiyor ... herhalde" cümlesiyle geçiştiriliveriyor. Paranın saadet getirmeyeceği ve mutlu bir aile için yeterli olmadığı fikri, Ali'nin arkadaşı Murat'lara misafir olduğu zorlama kahvaltı sahnesiyle gözümüze sokuluyor. Film, çevresinde dolaştığı asıl meseleleri, hikaye ye damdan düşer gibi yerleştirilmiş bu tür sahneler ve zorlama repliklerle kolayca geçiştirip, adından başlayarak fazlasıyla anlam yüklenen 'Evim' apartmanını bu kadar anlamı kaldırabilecek bir mekan olarak kurmaya zaman ayırmayınca, adeta kendi bindiği dalı kesmiş, etkileyici olabileceği tüm alanlardan bir şekilde vazgeçmiş oluyor.

 Gökten Üç Elma Düştü'nün, adıyla gönderme yaptığı masal/hikaye anlatma geleneğini sinemaya hakkıyla taşıyabildiğini söylemek zor. Çocukluğumuzda dinlediğimiz masalların sonunda gökten düşen üç elman biri anlatıcıya, biri masal kahramanına gider, kalan elma da dinleyen olarak bizim payımıza düşerdi. Böylece anlatıcı, masal anlatmanın insanı zenginleştiren yanına ve ahlaki yüküne işaret ederken, masal dünyasından gerçek dünyaya geçerken elimizdeki elmayla ne yapacağımız da bize kalırdı. Raşit Çelikezer, filmini, gökten düşen üç elmayla dinleyeni şaşırtarak sona eren masallar gibi, izleyicisini şaşırtarak bitirmek istemiş belli ki. Filmin, bütününden bağımsız bir tonu ve hissi olan final bölümü, Recep Bey, Ali ve Nilgün eksenli epizodlar halinde gelişen öykü çizgisini terk edip, bu üç karakterin öykülerini değilse de kaderlerini birleştiriyor. Film içinde üçü de farklı şekillerde bildik aile olma özlemiyle yüz yüze kalan karakterlerimiz, bir kez daha hayal kırıklığına uğruyor ve üzerlerine yapışan 'aile olma' lanetini el birliğiyle gömüyorlar. Ne var ki, açtıkları yeni sayfanın ilk görüntüsü, bir çekirdek ailenin Pazar sabahı kahvaltısı mutluluğu olunca, filmin karşı durduğu 'aile' fikrini kırabilen bir model önerme gibi bir niyeti olmadığını, daha çok karakterlerini mutlu sona götürecek bir çıkış yolu aradığını anlıyoruz. Böylece, gökten düşen üç elma hikaye dünyasına hapsolup, filmin üç ana karakteri arasında bölüştürülürken, hakkı olan elmayı alamayan izleyici filmin dünyasından eli boş ayrılıyor. (Fuat Camgöz) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı, 78”

 FİLMİ İZLE