AŞK ÜZERİNE SÖYLENMEMİŞ
HER ŞEY (1995)
10
yapımcı yönetmen tarafından kurulan Sinema Vakfı’nın Sevgi ve Hoşgörü
temaları üzerine, birbirinden bağımsız 5 kısa öyküden oluşan filmlerin ilk
parçası.
Neler söylenmedi neler... Bir vakıfla alay
edildi, batan bir sinemayı bir vakıf mı kurtaracak dendi, onlar sinemayı
kurtarmak istiyorlarsa önce film yapmayı bıraksınlar diye sataşıldı. Kırk yılın
başı bir konuda, hem de temel bir konuda anlaşıp bir araya gelebilmiş, aslında
sorunlu ve bölünmüş bir camiaya destek olunacağına köstek olundu. Her alanda
ancak böylesine beraberliklerle, güç ve irade birliğiyle sonuca belki
yaklaşılabileceği göz ardı edildi.
Bu eleştirilerin, kötü niyetli
olanlarının dışında, belki içerdikleri kimi gerçek payları vardı. Sinemayı
elbette bir vakıf kurtaramazdı, ama böyle bir örgütlenme, sinemayı kurtaracak
bir seferberliğin başlangıcı olabilirdi. Sinemamızın artık fazlasıyla
yaşlandığı, ihtiyacı olan taze kana kavuşamadığı, son yıllarda filmleriyle
nasılsa çıkış yapabilen biriki yönetmen dışında gençlere şans tanımadığı da
doğru olabilirdi.
Ama
eskilerin tümüyle işi bitmiş miydi, Türk sinemasının sesi soluğu tükenmiş
miydi, almış başını giden Amerikan sineması karşısında sinemacılarımızın
yapacak işi, söyleyecek sözü kalmamış mıydı? Böyle düşünenlerin, galada
olmalarını isterdim. Hem beyazperdeye yansıyanların güzelliği, hem o coşkulu
medya ilgisi, hem de tüm bu isimlerin bir araya gelebilmelerindeki heyecanı tatmaları
için… ”Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 151”
& Film
çekmeyi sürdürürken, yönetmenlerimizden bir bölümünün çalışmalarını kapsayan 10
kısa filmi bir arada görmenin doĞrusu çok yararı var. Yönetmenlerin ortak
eğitimleıi, alışkanlıkları, eksikleri, görülebiliyor. Diğerlerine kıyasla daha
başarılı duranlar da dahil, 10 filmde de görülen yetersizliklerin en başında,
artık klasikleşmiş "kötü senaryo sorunu" duruyor.
( ... ) Ne yazık ki öykülerin neredeyse tümü
başarısız. Önemli bir bölümü, seyircinin hiç ilgisini çekmiyor, çünkü yüzlerce
filmde gördüğümüz insanlık durumlarını yineliyorlar. Bu sorunun, aynen
diğer ortak hatalar gibi, yönetmenlerimizin, dünya sinemasından kopuk
olmalarıyla ilintili olduğunu düşünüyorum. Okumayan, izlemeyen, dünya
sinemasında olup bitenlerden bihaber ve daha önemlisi seyircisini hiç tanımayan
10 kişi bir araya gelince, çoğunun başarısızlığı, en temel noktadan, yani
seçtikleri öyküden başlıyor doğal olarak. Usta senarist sayısının çok düşük
olduğu bir ülkede, bu işe gerçekten yeteneği olanlar da dar zamanda ve iki
kuruşa çalıştırılınca, başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Buna bir de,
yönetmenlerimizden bir bölümünün, kim bilir hangi veriden hareketle kendisinin
çok iyi bir senarist olduğunu sanmasını eklerseniz, 10 filmin tam sayı vermek
gerekirse 7 sinde kötü senaryolar izlemeniz doğal.
10
filme bakılınca, garip bir gerçek göze çarpıyor: Türk sinemasının ciddi bir dar
boğazdan geçtiği bu yıllar boyunca, geçmişte iyi işler çıkaran isimler de
körelmiş, adeta "sinema"yı unutmuşlar ... Vakıf yönetmenlerinin,
sinemanın en temelde, görselliğe ve dramaturjiye dayalı olduğunu, seyircinin
öncelikle "seyir zevki"nin peşinden koştuğunu "unutmuş"
oldukları ortada Hangi konuda, hangi olanaklarla çekilirse çekilsin, kim
yönetirse yönetsin, dünyada, seyircisiyle iletişim kuramayan, izleyenin kılını
bile kıpırdatmayan bir filmden daha kötüsü olamaz. Senaryo biraz etkileyici,
yönetmen biraz yaratıcı olursa, kötü oyunculukları, teknik yetersizlikleri
affetmeye eğilimlidir seyirci, yeter ki, filmi görmekten bir kazancı olsun,
verdiği paranın, ayırdığı zamanın karşılığını alabilsin.
Bu 10 filmin önemli bir bölümü
oyunculuktan kurguya, öyküden görüntüye, bir filmi oluşturan tüm öğeler
bakımından, en alt düzeyde bir seyir zevki bile veremiyor.
Vakıf filmleri, sinemamızın başarılı
olduğu genel kabul gören alanlarda da durumun pek parlak olmadığını ortaya koyuyor:
Sinemamızın, güçlü oyunculara sahip olduğu, filmlerimizin en başarılı tarafının
bu olduğu söylenirdi ya, buyurun izleyin bakalım, bu 10 filmdeki 30'a yakın
başrolden kaçı başarılı? ..
Son dönem sinemamızın onulmaz
hastalıklarından birine, bu 10 filmin birkaçında da rastlıyoruz.
Yönetmenlerimiz nedense çizdikleri karakterlere "entellektüel"
diyaloglar yazmayı, filmlerinde ciddi felsefi konulara girmeyi kendilerine
görev edinmişler. Sinemada felsefenin, ancak "görüntüler
aracılığıyla" yapılabileceğini, iki insanın karşılıklı durup, kötü
diyaloglarla yaşamın anlamını tartışmasına sinema denemeyeceğini bilmedikleri
için, görevlerini başaramıyorlar tabii ki.
Herhalde
bu entellektüel amaca uygun olsun diye, karakterlerini de çoğunlukla aydınlar
arasından seçiyorlar. Yazarlar, müzisyenler, tiyatro oyuncuları perdede resmi
geçit yapıyor. 10 filmin bir başka ortak özelliği, çoğunun
"uzatılmış" olması... Çağdaş sinema dili öylesine gelişmiş bir
noktada ki, bu 10 öykünün çoğunu, 5 dakika uzunlukta bile çekmiyor kimse artık.
Örneğin "Ona Sevdiğimi Söyle"deki bir öykü, 2 dakikalık kliplerde, 40
saniyelik reklam filmlerinde, hem de hiç diyalog kullanmadan rahatlıkla
anlatılıyor . (Tamer Baran Amntrakt 98/97 yıllığı)
1.Buluşma (Ömer Kavur),
2. Monte Kristo (İrfan Tözüm),
3.Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli),
4. Ay Hikayeleri (Erden Kıral),
5. Hep Aynı (Zeki Ökten), Yapım: Sinema Vakfı
1)
BULUŞMA Senaryo ve Yönetmen: Ömer Kavur, Görüntü
Yönetmeni: Orhan Oğuz, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlüt
Koçak, Yapım: Sinema Vakfı
Oyuncular:
Zühal Olcay, Lale Mansur, Cüneyt Türel, Nüvit Ozduğru
Konu: Aynı
erkeğe farklı dönemlerde aşık olmuş iki kadın, adamın ölümünden üç yıl sonra
mezarı başında karşılaşırlar.
¸
Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşeyi söyleme sayındaki ilk 5 filmlik bütünü açan
Ömer Kavur'un çalışması özellikle öykü seçimi konusundaki eleştirilerimi haklı
çıkaran filmlerden biri. Aynı erkekle evlenmiş iki kadın, adamın ölümünden üç
yıl sonra karşılaşır, konuşurlar.
...Sonra' .. Sonrası belki sinema olur, ama bu
hali olamıyor ne yazık ki. Karakterler yeterince işlenemediği için
birbirlerinden ne açıdan farklı oldukları, merhum Selçuk Bey'in neden birinden
boşanıp ötekiyle evlendiği, Olcay'ın filmin sonunda daktiloda ne yazdığı, bu
finalin ne anlama geldiği, en hazini de bu filmin ne anlatmaya çalıştığı
anlaşılmıyor: Böylece geriye konuşulanlar ve düş sahnesi kalıyor: Konuşulanlar
pek ilgi çekmiyor; bunda kötü diyalogların, başarısız oyunculukların ve
özellikle Mansurun dublajındaki sorunların da payı var. Düş sahnesinin ve sonra
Olcay'ın düşteki kızı görmesinin "felsefi" açıdan ne manaya geldiğini
de anlamak mümkün değil. Zaten film de, hiçbir biçimde "dramatik"
değil ... "Seyir zevki" bakımından da ilgi çeken tek bölüm,
"langırt" sahnesi... Onda da Kavur, nedendir bilinmez, kamerasını
oyunculardan çekip, geniş bir çevrinmeyle duvarları falan gösteriyor:
2) MONTE KRİSTO (1995) Yönetmen:
İrfan Tözüm, Senaryo: Barış Pirhasan (Nazlı Eray’ın öyküsünden), Görüntü
Yönetmeni: Erdal kahraman, Müzik: Can Hakgüder, Kurgu: Mevlut
Koçak, Yapım: Sinema Vakfı
Oyuncular: Hale
Soygazi, Macit Koper, Taner Barlas, Figen Evren, Ahmet Okay, Emre Okay
Konu:
Mutsuz bir yaşam süren ev kadını Nebile, bir gün süpürgelerin, faraşların
durduğu küçük odanın duvarını tırnakları ile kazımaya başlar. "Amacı bir
tünel kazıp özgürlüğüne kavuşmaktır .
Monte Kristo, başlarda Hale Soygazi’li
yeni ve kısa bir “Cazibe hanımın Gündüz Düşleri” gibi görünüyor. Ancak filmin
verdiği sonsal izlenim, kaynaklandığı Nazlı Eray’ın fantezi dünyasını özgün
biçimde görselleştirirken, özellikle Marcel Ayme tarzı bir “feminist söylem”
filmi oluyor. Finali ise sanırım uzun zaman unutulmayacak.
¸ Şu aralar genç bir
yazarla, toplumsal gerçekçi öğelere sahip bir senaryo üzerinde çalışan İrfan
Tözüm, Vakıf projesine, klasik çizgisinde bir filmiyle katılıyor. Kendisine
Macit Koper yerine, sinemamızın genç senaryo yazarlarından biriyle çalışmasını,
Antrakt'ın Nisan 1993 tarihli sayısında ben önermiştim ama, itiraf etmeliyim,
senaryoyu Barış Pirhasan'ın yazması da filmi, üstelik aynı oyuncuların rol
aldığı yeni bir Cazibe Hanım ... olmaktan kurtaramamış. Zaten o yazıda
kastettiğim, aynı senaryoyu A yerine B'nin yazması değil, Tözüm'ün artık farklı
türlerde film yapması gerektiğiydi Çünkü görülen o ki, bu tuhaf kişiliklerden,
absürd durumlardan, gerçeküstücü olaylardan ilgi çekici bir film çıkmıyor, ya
da Tözüm çıkaramıyor.
Açıkçası,
"Monte Kristo"yu ciddiye almak mümkün değil. Filmin tek ilginçliği,
"ortak alışkanlıklar"dan birine işaret etmesi: Kavur'un langırt
sanhesinde yaptığı çevrinmeyi, Tözüm de sevişme sahnesinde yapıyor...
3)
ÇÜNKÜ ONU SEVİYORUM (1995) Senaryo ve Yönetmen: Yusuf
Kurçenli, Görüntü Yönetmeni: Selçuk Taylaner, Müzik: İlhan Şeşen,
Tarık Sezer, Kurgu: Mevlut Koçak Yapım: Sinema Vakfı
Oyuncular: Yakçın Dümer,
Şermin Karaali, İlhan Şeşen, Kadir Avcılar, Selçuk Taylaner
Konu: Uğur ve Cem birbirlerinden
oldukça farklı düşünce ve yaşayış biçimine sahiptirler. Peride'nin olanca
yalınlığı, önce kocası Cem'in sonra da sevgilisi Uğur’un konumlarını sorgular
¸
Felsefe kırıntıları" ara başlığına güzel bir örnek... Hiçbir ilginçliği
olmayan bir aşk üçgeni öyküsünü, son derece sıradan biçimde anlatan Yusuf
Kurçenli, nedense aralara birkaç "telesekreterle" dertleşme sahnesi
de koymuş. Aşık müzisyenin o sahnelerdeki "yüksek" diyaloglarının,
Belty Blue tarzı final için yararlı olduğunu anlıyorum tabii ki, anlayamadığım,
bu diyalogların neden bu kadar edebi olduğu ve neden bunca uzun tutulup, hatta
yinelendiği ... Karşımızdaki o kadar sıradan bir öykü ki, seyirci bir bakışta
kimin ne olduğunu ve ne hissettğini anlıyor zaten, yüzlerce benzer sahneyi
izlemekten gelen görsel birikim, buna yetiyor, öyleyse, bu sıradanlığı, bir de
o edebi diyaloglarla sürdürüp uzatmanın ne gereği var' Hele de seyirciyi
şaşırtmak, değişik bir yorum getirmek gibi bir amacınız yoksa?.
4) AY HİKÂYELERİ (1995) Yönetmen: Erden Kıral,
Senaryo: Erden Kıral, Hüseyin Kuzu, Görüntü Yönetmeni: Barış Ulus, Kurgu:
Mevlut Koçak, Müzik: Guiseppe Verdi (Don Carlos), Stephen Micus
(Twilight Fields), Henry Purcell (King Arthur Frost) Yapım: Sinema
Vakfı, Kültür Bakanlığı, Efes Pilsen Katkılarıyla
Oyuncular: Fikret Kuşkan,
Güner Özkul, Vecihi Ataberk, Zeynep Kayabal
Konu: Hans Kristian Anderse’in “Ay
Hikayeleri” ile Alphonse Daudet’in “Ayna” isimli öykülerinden uyarlanan bu
filmde; yalnızlık çeken bir yazarın ay ile kurduğu iletişimi anlatmaktadır.
“Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Doç. Dr. Bülent Vardar, “20. Yüzyılın Son Beş
Yılında Türk Sineması” syf, 45”
¸
Kıral, Hüseyin Kuzu'yla birlikte yazdığı senaryoda Andersen ve Alphonse
Daudet'nin birer kısa öyküsünden yola çıkan iki bölümlük bir küçük film yapmış.
ilki, denize saldığı bir lambanın ışığı sönmediği sürece sevgilisinin
döneceğine inanan bir kızın; ikincisi ise kuzeye, soğuk ülkelere giden ve
oradaki "aldatıcı güneş" karşısında zayıf bedeni onulmaz biçimde yok
olmaya mahkum olan kırılgan bir genç kızın öyküsü... Bir yazarın Ay'a bakarken
gördüğü iki düş, hayal ettiği iki küçük öykü…
Ama bu filmin asıl önemli yanı biçimi veya
biçemi (uslubu). Kıral, bu iki Ay hikayesinde, sinemamızda az görülmüş bir
plastik yakalıyor, perdede müthiş bir gece estetiğini egemen kılıyor. Bu
başarının teknik yanında gencecik bir ismin, görüntü yönetmeni Barış Ulus'un
bulunması ayrıca şaşırtıcı. Birkaç kez görülmeden kavranamayacak bu bölüm
üzerine böyle çalakalem yazdığım için yaratıcıları beni bağışlasın... Ama, en
azından bir ilk izlenim olarak, bu bölümü ne denli beğendiğimi belirtmeden
edemedim. Bana Taviani kardeşlerin Kaos veya Feliini'nin Ayın Sesi filmlerini
anımsatan bu küçük film, özellikle görülmeye deger.. (Atilla Dorsay,
Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 153)
¸ Andersen ve Daudet'in
öykülerini bilmiyorum; birer başyapıt olduklarını varsaysak bile, sinemaya
uygun olmadıkları ortada Iki öyküyü birleştiren genel çerçevenin de herhangi
bir ilginçliği yok, zaten bir final yazmaya bile gerek görülmemiş ... Öyküler
ise, "film öyküsü" olarak hiç ilginç değiller. Bir genç kızın
sevgilisinin ölüp ölmediğini anlamak için denize saldığı lambanın sönüp
sönmeyeceğini beklemesi, edebiyatta çok şey ifade edebilir, ama sinemada değeri
sıfır. Bu yüzden Erden Kıral, denizin üstündeki gaz lambasını dakikalarca
gösteriyor, çünkü en azından 7 dakika olması gereken öykünün malzemesi, sinema
diliyle 1 dakikayı geçmiyor. Bu film de, dramatik açıdan zayıf. Nasil yapıyorsa
Erden Kıral da, genç bir kızın, sevgilisinin şömineyi görebilsin diye çevirdiği
aynaya bakarak ölmesindeki dramatik etkiyi yok etmeyi başarmış. Filmin tek
olumlu noktası da, genç görüntü yönetmeni Banş Ulus'u sinemamıza kazandırmış
olması.
5) HEP AYNI (1995) Yönetmen:
Zeki Ökten, Senaryo: Hakan Haktan, Görüntü Yönetmeni: Ertunç
Şenkay, Müzik: Oğuz Abadan, Kurgu: Mevlût Koçak, Yapım: Sinema
Vakfı
Oyuncular: Tarık Akan,
Serap Aksoy, Nezihe Becerikli, Arda Bülbül, Ali Sunal, Arda Selvi Evren, Erol
Demiröz, Nabi Turan Tekinsay,
Konu:
Filmde tek düze bir yaşamın içine hapsolmuş günümüz insanının fark etmediği ve
onların çok uzağındaymış gibi olan, iki kuşağın birbirleriyle olan dayanışması
anlatılmaktadır.
¸ Birbirinden kötü 4
filmin ardından gelen "Hep Aynı", seyirciye çölde bir vahaya
rastlamış duygusu yaşatıyor. Hakan Haksun'un senaryosu, teknik açıdan, film
içinde en başarılı çalışmalardan biri, eni konu usta işi. Sağlam bir yapıyı
incelikle kuran senaryonun, öyküsü ve karakterleri de çok sıcak. Bu sıcaklığı,
oyuncuların performansı da artırıyor. Yetenekli küçük canavar Arda Bülbül'ün
yanı sıra Tarık Akan, herkesi aslan, kaplan diyerek idare etmeye çalışan aile
reisi rolünde çok olgun bir oyun çıkarıyor. Diğer oyunculardan da sıradanın
üstünde performanslar alan Ökten filmini, Vakfın en iyi çalışmalarından biri
arasına sokmayı başarıyor. Bu filmin de bir kusuru var: Liseli aşıkları ve
otobüsten inen Akan'ı gördüğümüz harici sahneler gereksiz. Ökten bunları atıp
filmi tümüyle bir evde bitirse, daha hoş olurdu.
¸ Zeki Ökten’in “Hep Aynı”sı bana biraz acı verdi. Ökten gibi
gündelik yaşamı tüm sıradanlığı ve sıradanlığın altında yatan dram malzemesiyle
perdeye getirmekte böylesine usta bir yönetmenin 1988 den beri sinemadan uzak
kalmış olmasının acısı. Bir ailenin bireyleri arasında gün boyu oluşan çeşitli
olayları sevgi ve tahammülsüzlüğü, küçük suç ortaklıkları ve küçük savaşları bu
bölüm, kendini kolay ele vermeyen, aslında çok usta işi bir sinemanın ürünü...
“Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 152”