Powered By Blogger

28 Nisan 2015 Salı

ATEŞTEN GÖMLEK [1] (1923)



 Senaryo ve Yönetmen Muhsin Ertuğrul (Halide Edip Adıvar’ın romanından)
Operatör Cezmi Ar
Yönetmen Yardımcısı Kemal Küçük
Yapım Kemal Film / Kemal ve Şakir Seden

Oynayanlar: Ertuğrul Muhsin (İhsan), Bedia Muvahhit(Ayşe) Neyyire Neyyir (Kezban) Emin Beliğ (Peyami), Behzat Haki (Burak), Hakkı Necip (Ağnman), Vasfi Rıza (Zobu), Refik Kemal (Arduman

Konu: Film, Kurtuluş Savaşı'nda başından yaralanmış bir yedek subay olan Peyami'nin Ankara'da yazdığı hatıralarından oluşmuştur: Peyami, işgal yıllarında İstanbul'daki evlerinde, İzmir'de kocası ve çocuğu Yunanlılar tarafından öldürüldükten sonra kendilerine sığınan  

Ayşe ve arkadaşı İhsan'la yurt savunması konusunda görüşmeler yapar, Fatih ve Sultanahmet mitinglerine katılır, sonra da bir yedek subay olarak Anadolu'ya geçer.  ilkin gittikleri Adapazarı civarında düşmanla çarpışan müfrezelerden birinin başında bulunan Ahmet Rıfkı, Ayşe'den aldığı ilham ve vatan sevgisiyle çarpışırken vurularak ölür. Ayşe, gerek İhsan, gerekse Peyami için, vatan sevgisiyle kadın sevgisinin birbirine karıştığı bir ilham kaynağı, bir 'ateşten gömlek' olmuştur.

'Milli Mücadele' içinde olaylar şöyle gelişir: İhsan bir köyde tanıdığı bir köylü kızı olan Kezban'ı korur; bu koruma Kezban'ın gönlünde ona karşı onulmaz bir aşk uyandırır. Ama İhsan savaş içindedir ve Ayşe'yi sevmektedir. Bundan dolayı Kezban'ın sevgisini kabul edemez ve çocukluktan yeni kurtulmuş olan bu genç kızın Çerkez asıllı bir çavuşla evlenmesini sağlar.

İhsan, Eskişehir'de görev verirken, bura-da hemşire olarak bir hastanede çalışan Ayşe'ye karşı yakınlık duyduğunu belli eder; Ayşe de vatan kurtulup İzmir alındıktan sonra onunla evlenmeyi kabul eder. Ancak
İhsan'ın Ankara'da bulunduğu sırada bazı tanıdık kızlarla yakınlık kurması ve bunlardan biriyle çektirdiği fotoğrafın sonradan Ayşe'nin eline geçmesi, aralarındaki hissi ilişkiyi bir ara zedelerse de, zamanla durumları yeniden düzelir. Peyami de gizli bir aşkla Ayşe'yi sevmekte ve bir 'ateşten gömlek'in yakışını bağrında duymaktadır. Ama bu duygusunu Ayşe'ye hiçbir zaman açamaz.

İhsan bir ara 'milli kuvvet'e aykırı tutumdaki bir köy halkı tarafından yakalanır ve tutuklanır. Aynı köyde bulunan ve milli kuvvetlere hainlik etmiş kocasından bezmiş olan Kezban'ın yardımıyla bu kötü durumdan kurtulur, fakat Kezban da sevdiği adam uğrunda canını verir. Sonunda 'İzmir Taarruzu' başlar. İhsan, Peyami ve Ayşe aynı cephede vazife görmektedirler. Savaşın kanlı bir safhasında, bir bombardıman sıra-sında İhsan'la Ayşe vurulur; ölü gövdeleri yan yana yatırılır.

Eleştiri: “İlk Kurtuluş Savaşı filmi denemesi. Cumhuriyet’in ilanından sonra Müslüman Türk kadınlarının sanatsal özgürlüğüne kavuşup kamera karşısına oyuncu olarak geçtikleri ilk film Ateşten Gömlek. Film gösterildiği her yerde büyük bir coşkuyla karşılanır ve gişe rekorları kırar. Ancak Yapımcısının filmi gereksiz yere uzatıp, seyircinin karşısına ayrı ayrı haftalarda iki bölüm halinde çıkarılmasına, Muhsin Ertuğrul karşı çıkar ve olayı bir “sömürü” olarak eleştirir. Dönemin ilkel koşulları içinde çekilmesine karşılık, en iyi üç filmden biri sayılır”. (Agah Özgüç 100 Filmde Türk Sineması)

► Muhsin Ertuğrul, tek adam olarak Türk sinemasında kurduğu egemenliğin başlangıç yıllarındadır. 1923 yılından başlayıp 1939 yılına kadar devam edecek olan bu 17 yıllık zaman Muhsin Ertuğrul’un ve Dar-ül Bedayi tiyatro oyuncularının tekeli altındadır. Ve birbiri ardına üç film çeker. İlki Halide Edip Adıvar'dan uyarladığı “Ateşten Gömlek”tir. Kurtuluş Savaşı'nı konu alan bir ilk filmdir. Türk sineması adına bir diğer özelliği de Ateşten Gömlek'te ilk kez Türk kadınlarının oynamasıdır. Bu yıla kadar Müslüman kadınların perdede ve sahnede oynaması yasaklanmış, bu yasağı dikkate almayanlar polis tarafından tutuklanmıştır.

1918 yılında Dar-ül Bedayi kadrosuna bir çok Müslüman Türk kadını alınmışsa da bu baskı nedeniyle bunların hiç biri oyun oynayamamıştır. Ancak bunlardan Afife Hanım, “Jale” adıyla sahneye çıktığı an polis tarafından tutuklanmıştır. Cumhuriyet'in ilanının Müslüman Türk kadınlarına çalışma özgürlüğü tanıması sonucu,

Muhsin Ertuğrul Türk kadınını sinemada oynatmak istemiş ve yaptığı araştırma sonunda filmdeki “Ayşe” rolü için tiyatronun kadrosunda bulunan Muvahhit Bey’in karısı Bedia’yı seçmiş ancak “Kezban” rolü için gazetelere ilan vermiştir. Bu ilana bir kişi cevap vermiş ve gelmiştir. Bu isim de sonradan Muhsin Ertuğrul ile evlenecek olan Münire Neyyir veya sahne adıyla Neyyire Nehir hanım. Ve böylece Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir'le yeni bir dönem açılır. Artık Türk Sineması’nda 1930 yılına kadar sessiz sinema dönemi de başlamıştır.

► Zor ve ağır bir savaştan yeni çıkılmış, Türk milletinin azim ve gayretiyle harp kazanılmış, yeni bir yönetim sistemi getirilerek cumhuriyet ilan edilmişti. Ancak halkın milli hislerini diri tutmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmaktaydı. Bunun fehmine varan Mustafa Kemal, Halide Edip'i çağırtır. Halkın hislerini diri tutabilmek için vasıta olarak sinemayı gördüğünü, bunun için de ':Ateşten Gömlek" isimli eserinin filme alınıp alınamayacağını sorar. Halide Edip, bu teklifi elbette olumlu karşılar. Bunun üzerine Mustafa Kemal, İstanbul'a gitmesini ve film Yapımcıları ile görüşmesini ister.

Halide Edip, İstanbul'a gelerek Muhsin Ertuğrul ile görüşür. Ancak bir şartı vardır. Bu şart, aynı zamanda Mustafa Kemal'in de arzusudur: Filmdeki kadın rollerinin bizzat Türk kadınlarınca oynanması. Bunun için hemen gazetelere ilan yerilerek, temsil verebilecek yetenekte olan, kendine güvenen Türk kadınları aranır. Bir öğretmen olan Neyyire Neyir de bu ilanı görmüş ve bunun üzerine oyuncu olarak başvurmuştur. Böylece Neyyire Neyir, beyaz perdede görülen ilk Türk kadını unvanını alır: Bu unvan altında adı geçen bir diğer kişi de Bedia (Ştatzer) Muvahhit'tir. Film, Kurtuluş Savaşı'nda Yunanlıların işgali sırasında kocası ve çocuğu öldürülen Ayşe ile İhsan'ın, sonları ölümle biten hazin hikayelerini anlatmaktaydı.

Kurtuluş Savaşı'yla ilgili ilk konulu film olma özelliğini taşıyan ve ilk gösterimi Beyoğlu Palas Sineması'nda 23 Nisan 1923 tarihinde yapılan Ateşten Gömlek"i henüz işgal altındaki İstanbul'da gösterime girmiş oldu. O vakte kadar, çevrilmiş en iyi öykülü film olan bu çalışma, kuşkusuz sinemanın bir ulusun yaşamındaki en büyük, en önemli olayları yansıtmadaki eşsiz gücünü örneklemekteydi. Dolayısıyla Cumhuriyet'in kuruluş yılında Türk sineması için bundan daha iyi bir başlangıç düşünülemezdi. Muhsin Ertuğrul, “Ateşten Gömlek" filmini çevirdiği zaman büyük ilgi ile karşılandı. Cumhuriyetin ilan edildiği, ulusal duyguların doruk noktasına ulaştığı o günlerde halk, kazandığı bağımsızlık savaşının perdedeki yansımasını büyük bir coşku ile karşılamıştı. (Gülşah Nezaket Maraşlı, “Türk Sinemasında Düet” syf: 50)


[1] Tarihi kostümlerle çevrilen bu film, müesseseye (Kemal Film) gayet pahalıya maloldu. Üstelik oynayanlann çoğu tiyatro aktörü olduğu için sahneler bir türlü tabiiliğini bulamamıştı. Eser olduğu gibi filme çekilmiş tiyatro durumunda kalıyordu. Daha çok savaş ve macera filmlerinin geçer akça olduğu yıllarda sessiz sinema devrindeki bu şarkılı oyun başansız bir deneme oldu. Hiç iş yapmadı. (Zahir Güvemli, Sinema Tarihi 1960 Varlık İst.) 



İSTANBUL’DA BİR FACİA-I AŞK (1922)



“Şişli güzeli Mediha Hanımın facia-i katli

Senaryo ve Yönetmen Muhsin Ertuğrul
Foto Direktörü Cezmi Ar
Yönetmen Yardımcısı Kemal Küçük
Yapım Kemal Film / Kemal ve Şakir Seden

Oynayanlar: Anna Mariyeviç (Mediha), Lian Corısole (İffet), Roza Felekyan (Büyük Hanım), Aznif Mınakyan (Ziynet), Roza (Gülter), Blanş (bir misafir), Siranuş Aleksanyan (Kemal'in annesi), Vahram Papazyan (Kemal), Dr. Emin Behğ (Sadi), Onnik Binemeciyan (Ali), Behzat Haki (Çingene Hakkı), Dr. Neşet (Rernzi Paşa), Vasfi Rıza (Aşçıbaşı), Avedyan (Sadi'nin babası), Nişarıyan (Müstantık), Refik Kemal Arduman ve Panayatar

KONU: Kemal, Sultanahmet'de rastladığı eski bir arkadaşı olan Ali'ye bir kadın uğruna düştüğü felaketi anlatırken, kadın bir arabayla yanlarından geçer. Kemal kadını hala sevmektedir. Mediha'nın ise yeni aşkı artık Sadi'dir. Bu kadın uğruna taşrada bıraktığı annesi, eşi ve çocuklarını unutmuş gibidir. Annesi İstanbul'a gelir oğlunu razı eder, öğütler verir, Ancak Sadi bu aşkından bir türlü vaz geçemez. Annesinin üzgün çıktığı bu evin kapısına yoksul bir adam yaklaşır, bu Kemal'dir. Aşçıbaşı Kemal'i görür ve acır, onu mutfağa alır, yedirir, içirir. Mediha da onu görürü ve perişan ettiği bu adama kahkahalarla güler. Ancak merhametli olan evin beyi, Kemal'i uşak olarak konağa alır. Ancak Kemal, Mediha ile birlikte yaşadığı Ziynet'in Sadi'ye bir komplo hazırladığını görünce, dayanamayıp, Sadi'ye haber vermek isterse de her ihtimali düşünen kadınlar, bir yolunu bulup Kemal'i kovarlar Bir gece Sadi ve kadınlar, boğaz-da yemekten dönerlerken, tecavüze uğrar-lar, kadınlar öldürülür, Sadi ise yaralanır. Sadi olayları hatırlamaz, hafızasını yitirmiştir. Bu nedenle de mahkemede kadınları kendisinin öldürdüğünü söyler. Durumu öğrenen Kemal büyük acılar içindedir, çünkü kadınları o öldürmüştür. Sadi'ye durumu anlatırsa da kimse buna inanmaz ve sonun-da Kemal intihar eder. Bu sıralarda tüm dünyanın gözü önünde Anadolu’da devam etmekte olan Kurtuluş Savaşı bütün şiddetiyle devam etmekteydi. Bu hareket sonucu istilacı kuvvetler gerisin geriye dönerken, “Malul Gaziler Cemiyeti” de son denemeleri yapıyordu.

Fehim Efendi ve Karagözoğlu’ndan sonra, bu kez, derneğin rejisörlüğüne Fazlı Necip getirildi. Bununla birlikte Fazlı Necip çevirmeyi tasarladığı “Lale Devri” adlı tarihsel konu ile “Binbir Direk Vak’ası” yahut “Tayyarzade” adlı, İstanbul batakhaneleri-ne dair bir meddah hikayesini filme çekemedi.

Bu başarısız girişim üzerine, dernek daha öncede yaptığı gibi, yine elindeki sinema cihazlarını kiralamak yoluna başvurdu. Seden Kardeşler’in 1919 yılında kurduğu film şirketi Kemal Film ile bir anlaşma yaptı. Ancak Anadolu’daki harekatın kesin sonucu alınmak üzereydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları’nda da bir ‘Ordu Film Alma Dairesi kurulduğundan, Malul Gaziler Cemiyeti’ne verilmiş olan sinema cihazları geri alındı. Ve Ordu Film Alma Dairesi, kaçan düşmanın dönüş yolu üzerindeki köy ve kasabalarda işlediği vahşeti tespit etti. Sonradan, çekilen bu filmler kurgulanarak “İstiklal/Zafer Yollarında (İzmir Zaferi) adlı belgesel film meydana getirildi.

Not: İlk özel sinema kuruluşu Kemal Film Şirketi ile Muhsin Ertuğrul'un Türkiye'de yönettiği "ilk film olup bugün kayıplar listesindedir.

Eleştiri:  İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk", o günlerde geçen hakiki bir aşk faciasından mülhemdi. Çok tutulmuştu. Ali Efendi ve Kemal Bey sinemalarında gösterilen filmin ilk gösterimi 20 Kasım 1922 tarihinde yapılmıştır.

Film henüz gösterime girmeden evvel basında da büyük ilgi görmüştü. Yeni İnci gazetesinde yayınlanan habere göre filmin bir kopyası Fransa'ya ve Amerika'ya gönderilmişti. Kemal Film platosunun, Avrupa film platolarından bir farkı olmadığını bildiren haberde film setinden de fotoğraflar kullanılmıştı.

Övgü dolu sözlerle geniş olarak yer verilen haberin tam metni şöyledir: Bu nüshamızın sinema musahabesini bizdeki sinema imalathanelerine hasredeceğiz Karilerim bu yeni tabir karşısında belki mütehahyyir kalacaklardır. Bizde sinema imalathanesi var mı diyeceklerdir. Evet var.

Hem Avrupa sinema atelyeleri zenginliğinde atelyelerimiz de mevcuttur. Bizde sinemacılık pek yeni olmakla beraber pek büyük adımlarla ilerliyor. Harbi umumide gazetemizin sahibi imtiyazı tarafından Müdafaa-i Milliye Cemiyeii Sinema Şubesi'nde atılan ilk adımlar harbin gaileleri, mütehassısların mefkudiyeti yüzünden akim kalmış ve o günden beri sinemacılıkta hiçbir terakki gösterememiştik. Vakta ki Ertuğru Muhsin Bey Almanya'da sinemacılığı kendine ihtisas edip geldi. Gayyur iki Türk, Kemal ve Şakir biraderler bu kıymetli artistten istifa-de etmenin yolunu buldular ve vazettikleri sermayelerle Eyüp Sultan'da mükemmel bir sinema atelyesi vücuda getirdiler.

Biz bu atelyeyi ziyaret ettik. Gördüğümüz teşkilat, intizam diyebiliriz ki Avrupa'nın bir çok sinema stüdyosunun fevkindedir. Ertuğrul Muhsin'İn bu işlerde vukufu, Kemal Bey'in hüsnüniyetine inzimam etmiş öyle asri bir şekilde tesisat yapılmış ki, Türklük bu vücuda gelen teşkilattan bihakkın iftihar edebilir. Ertuğrul Muhsin Bey Almanya'da vaktini boş geçirmediğini, sinemaya taalluk eden her şeyi tetkik ve tetebbü ettiğini ispat etti.

Biz bu musahabemizde "Kemal Film" atelyelerinden çıkacak "İstanbul'da Bİr Facia-ı Aşk" unvanlı filmden bahsediyoruz ve atölyeleri ziyaret esnasında aldığımız fotoğ-rafları neşreyliyoruz. "İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk" filmi baştan aşağıya Ertuğrul Muhsin Bey tarafından vaz'ı sahne" edilmiş bir filmdir.

Bu film gerek vaz'ı sahne, gerek dekor, gerekse priz itibariyle şimdiye kadar İstanbul'da imal edilen filmleri gölgede bırakacak kadar güzel ve kusursuzdur. Hatta diyebiliriz ki Ertuğrul Muhsin'in sinemacılığa olan vukufu sayesinde bu film san'at noktai nazarından Avrupa'nın bir çok eserine faiktir. edeceklerine hiç şüphe etmiyoruz.
Filmin başlıca parçalarının fotoğraflarını bu nüshamızda dercederken bu güzel filmi vücuda getiren artistleri tebrik efmeyi münasip gördük.

Sinemacılık bizde pek yeni bir san'at olmakla beraber, ilk tecrübelerimizin bu kadar muvaffakiyetle neticelenmiş olması atide Türk filmlerinin pek büyük adımlarla ileri gideceğini bize kafi derece ispat ediyor. Bu Filmin Türk sinema tarihindeki en önemli özelliği ise, konusunun gerçek bir olaydan alınmasıyla, Türk sinemasında ilk defa "gerçekçilik” çabalarının başlatılmış olmasıdır, üstelik ilk kez "polisiye" bir konuya el atarak. Ancak ne yazık ki bu gerçekçilik çabaları, bir tiyatro adamı olan Muhsin Ertuğrul ile gölgelenecek, diğer filmler de tiyatrocuların esaretinden kurtulamayacak-tır. (Gülşah Nezaket Maraşlı, “Osman Fahir Seden’le Türk Sinemasında Düet” 



BOĞAZİÇİ ESRARI/ NUR BABA [1] (1922)




Senaryo ve Yönetmen Muhsin Ertuğrul (Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun romanından)

Görüntü Yönetmeni Fuat Uzkınay

Kamera Asistanı Cezmi Ar

Yönetmen Yardımcısı Kemal Küçük

Yapım Kemal Film Kemal ve Şakir Seden



Oynayanlar: Muhsin Ertuğrul (Nur baba), Emin Beliğ Belli (Figâni), Vasfi Rıza Zobu, Kemal Küçük (Lokman Hekim), Behzat Haki Butak (Çinari), Roza Felekyan (Nasip), İsmail Galip Arcan, Refik Kemal Arduman, Hakkı Necip Ağrıman, Anna Mariyeviç, Komik Ali Rıza, Aznif Mınakyan (Celile), Helene Artinova (Süheyla), Madam Sarmatova (Nigâr), Vahram Papazyan,



Konu: Zevk ve şehvete düşkün, tekkesine gelen zengin kadınlardan yararlanan, önce şeyhin karısıyla evlenen, başka kadınlarla ilişki kuran, Nigar'ı ailesinden uzaklaştıran ama sonunda Süheyla ile evlenen bir adamın Nur Baba'nın öyküsü.



► Nur baba Romanından özet alıntı:



Nur Baba romanı bir Bektaşi şeyhiyle genç bir muhibbesi arasındaki aşkın hikayesidir. Roman bu aşkın sahnesini çizen bir dekorla başlamaktadır. Nur Baba dergahı İstanbul’un yedi tepesinden birinde bulunmaktadır. Her zamanki ilahili, neyli, sazlı ve içkili dem alemlerinden birine sahne olmaktadır. Bu alemler sabaha kadar sürmekte ve sofralar çoğunlukla bir tekme ile devrilmektedir Romanın birinci kısmında merkez Nur Baba’dır. Nur Baba söz konusu dergahın şeyhidir. Hırslı ve hoppa bir genç olan şeyh eski bir aşkını değiştirmek üzeredir. Bu eski aşkı Ziba hanım adlı Boğaziçi’nin eski şiir ve zevkinden kopup gelen bir kadındır. Ziba hanım İstanbul’un eski ve namlı ailelerinden birine mensuptur. Babası Abdülaziz devrinin zenginlerinden Safa Efendi isimli bir zattır. Çamlıca’daki köşkünde tantana ile yaşamaktadır. Tekkelerde hiçbir mürşidin yanı başı Ziba hanım’a Nur Baba’nınki kadar haz verici gelmemiştir. Nur Baba’ya şöhretini kazandıran Ziba hanımdır. İkisi arasında zamanında çok ateşli olan bu aşk artık küllenmeye yüz tutmuştur. Nur Baba erenler meclisinde daima yanarken, aynı zamanda daima hükmetmektedir. Etrafı gençlerden, ihtiyarlardan, kadın ve erkeklerden oluşan dindar ve gönlü yaralı bir aşık alayı ile çevrilmiştir. Nur Baba çocukken bu dergahın aslı belli olmayan, cılız bir sığıntısıdır. Muhitler arasında «Nuri» diye çağırılmaktadır. Çocukluğu hastalıklı ve çirkindir. Dergahın sahibi olan Arif Baba’nın ölümünden sonra Arif Baba’nın karısı Celile bacı ile evlenir. Celile bacı onu seven üç önemli kadından biridir. Ciddi,düzenli ve ağır başlıdır. Nur Baba üzerindeki etkisi büyüktür.



Nur Baba, Ziba Hanım’ın yeğeni Nigar Hanımın da kendi aralarına katılmasını istemekte, fakat Ziba hanım buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Nigar ile karşı karşıya geldiği zaman değişken devreyi atlatmış, sabit ve olgun bir Bektaşi şeyhidir, Nur Baba. Gür ve siyah sakalı ona olgun bir erkek görünümü “Nigar’ı elde edebilmek için çeşitli aşk oyunlarına ve hilelerine baş vurmuştur. Maddi kadınları istila etmekte, hükmeden marurların karşısında şimarık çocuk rolü oynamaktadır. Nigar’ı ise diller dökerek, çeşitli ağlamalar yaparak; mey ve şarkılarla , bütün sesinin ve bakışının kudretini kullanarak elde etmeye çalışmaktadır. Dini ayinleri de insanları elde etmede bir araç gibi kullanmaktadır. Nigar, bir sefirin, hayatı herke gibi anlamsız geçen güzel karısıdır. Nişantaşı’da kocasının akraba ve dostlarıyla çevrili dar ve sıkıcı bir çember içinde gibidir. Nur Baba’yla karşı karşıya geldiğinde yanaklarında gamzeler, çocuk gözleriyle günahın ve tehlikenin karşısındadır. Renk renk çıralar yanan bir çevrenin havasını solumuş ve baş döndürücü bir koku ile sarhoş olmuştur. Nigar, halası Ziba Hanımın da etkisiyle, fakat yanında yakın dostlarından bir genç olan Macit ile beraber tarikata girer ve bektaşi olur. Nur Baba Nigar Hanım’a büyük bir ilgi gösterir. İlk sefer baba tarafından kendisine sunulan demi reddeden Nigar, ikinci defa sunulduğunda çevresindekilerin de uyarılarıyla bunu kabul etmek zorunda kalır. Zamanla Nigar ile Nur Baba arasında büyük bir aşk doğar. Sık sık mektuplaşırlar. İlk aşıklar gibi Çamlıca tepelerinde, Boğaziçi korularında, Marmara sahnelerinde bütün yaz şarkı ile, yan yana oturarak baş başa dolaşırlar. Hiçbir şeyden çekinmezler. Fakat kışın ilk yağmurları düşmeye başladığı zaman Nur Baba her sene olduğu gibi dergahını kapayıp Üsküdar’daki kışlığına iner. Nigar Hanım da kocasının Nişantaşı’ndaki konağına taşınır. Artık görüşmeleri, birçok fedakarlıkları gerektiren ve zahmetler doğuran bir olay haline gelmiştir. Nur



Baba sonunda Nigar’ı ikna eder. Nigar Hanım evini, kocasını ve çocuklarını terk ederek Nur Baba’ya gider. Canını, malını ve rahatını f eda eder. Malını dergaha bağışlar. Fakat beş altı sene gibi kısa bir süre geçirdiği hayat, yirmi dört saat süren dem alemleri, arasız muhabbetler ve Nur Baba’nın yorucu aşkı, kadıncağızı vaktinden evvel çökertmiş adeta tanınmaz bir hale sokmuş, saçları ağarmış ve sesi o kadar içki ve sigaraya, bağırıp çağırmak, uykusuzluklara dayanamayarak kısılmıştır. Yavaş yavaş babanın yanındaki itibarını kaybetmeye başlar.



Aşk oyunlarından çok çeşitli yollara ve hilelere başvurmaktadır. Nur Baba bir ihtiras ve aşk putu, gözleri, sakalı, hatta dudakları ile, vücudunun şekliyle zevke düşkün bir tiptir. Bu tupu etrafında toplanan kadınlar en canlı ve İstanbul hayatına en düşkün olanlarıdır.



Gözlerinin sürmesi, saçlarının sun’i rengiyle pırıl pırıl yanan ihtiyar Ziba Hanım; tombul, telaşlı, dedikoducu Nasip Hanım;«Ah arslan kadın!» diye halanın boynuna sarılan Alhotoz Afife Hanım İstanbul’da geçen hayatın motiflerindendir. Üstü başı içki kokan bu kadın, bir dalkavuk tipindedir. Bütün bu safahat meydanında temiz ve sakin kalan tek kadın ciddi ve ağır başlıdır. Bu kadın, birinci derecedeki Nigar Hanım’dır. Bütün hayatı manasız, herkes gibi geçen Nigar Hanım bir sefirin genç, güzel karısıdır. Bu hayatından sıkılmakta, Bektaşiliğe bir yandan iğrenerek bakarken, öte yandan istekle bakmaktadır. Bir aşk putu gibi olan Nur Baba ile tanıştığında yanaklarında cazip çukurluklarla, berrak çocuk gözleriyle günahın ve tehlikenin karşısındadır. Renk renk çıralar yanan bir çevrenin havasını solumuş ve baş döndürücü bir koku ile sarhoş olmuştur. Nigar, halası Ziba Hanımın da etkisiyle, fakat yanında yakın dostlarından bir genç olan Macit ile beraber tarikata girer ve Bektaşi olur. Nur Baba Nigar Hanım’a büyük bir ilgi gösterir. İlk sefer baba tarafından kendisine sunulan demi reddeden Nigar, ikinci defa sunulduğunda çevresindekilerin de uyarılarıyla bunu kabul etmek zorunda kalır. Zamanla Nigar ile Nur Baba arasında büyük bir aşk doğar. Sık sık mektuplaşırlar. İlk aşıklar gibi Çamlıca tepelerinde, Boğaziçi korularında, Marmara sahnellerinde bütün yaz şarkı ile, yan yana oturarak baş başa dolaşırlar. Hiçbir şeyden çekinmezler. Fakat kışın ilk yağmurları düşmeye başladığı zaman Nur Baba her sene olduğu gibi dergahını kapayıp Üsküdar’daki kışlığına iner. Nigar Hanım da kocasının Nişantaşı’ndaki konağına taşınır.



Artık görüşmeleri, birçok fedakarlıkları gerektiren ve zahmetler doğuran bir olay haline gelmiştir. Nur Baba sonunda Nigar’ı ikna eder. Nigar Hanım evini, kocasını ve çocuklarını terk ederek Nur Baba’ya gider. Canını, malını ve rahatını feda eder. Malını dergaha bağışlar. Fakat beş altı sene gibi kısa bir süre geçirdiği hayat, yirmi dört saat süren dem alemleri, arasız muhabbetler ve Nur Baba’nın yorucu aşkı, kadıncağızı vaktinden evvel çökertmiş, adeta tanınmaz bir hale sokmuş, saçları ağarmış ve sesi o kadar içki ve sigaraya, bağırıp çağırmak, uykusuzluklara dayanamayarak kısılmıştır. Yavaş yavaş babanın yanındaki itibarını kaybetmeye başlar.



Hele Nur Baba’nın dergahın genç ve güzel muhibbelerinden Süheyla ile evleneceğini açıklaması üzerine zavallı kadıncağız büsbütün yıkılır. Nur Baba’ya bağlanmadan evvel en yakın dostu olan Macit ona çocuklarına ve eski yaşantısına geri dönmesi için bir fırsat verirse de, o kendisine uzanan yardım elini kabul etmez ve tekrar Nur Baba dergahına geri döner. Kişiler ve Karakteristik Özellikleri: Nur Baba, hırslı ve hoppa genç bir şeyhtir. Şehvetli ağızlı ve süzgün bakışlıdır. Onu erenler meclisinde bazen Ziba hanım ile yaptığı kavgalarla buluyoruz.



Erenler meclisine daima hükmetmekte ve sözü daima geçmektedir. Etrafı genç, ihtiyar, kadın ve erkekten oluşan insanlarla çevrilmiştir. Çocukluğu maddi bir aşk etrafında hayat ve meslek kuran bütün adamlarındaki gibi hastalıklı ve çirkindir; bu çocukluk, ne hülya, ne de fantezi ile çizilmiştir. Sofralar altında muhiblerin ellerini ısıran, çimdikleyen, dehlizlerde bir teke vahşetiyle kadınlara saldıran tüysüz ve sıska genç çok hakiki bir portreye benzetmektedir.

Evlendiği gün  ve siyah bir sakalla çevrelenen çehresi, süzgün ve halden anlar gözleriyle bu vahşi genç birdenbire olgun bir erkek durumunu alıyor. Nigar ile karşılaştığında değişken devreyi atlatmış, artık sabit ve olgun bir Bektaşi şeyhidir. Aşk oyunlarından çok çeşitli yollara ve hilelere başvurmaktadır. Nur Baba bir ihtiras ve aşk putu, gözleri, sakalı, hatta dudakları ile, vücudunun şekliyle zevke düşkün bir tiptir. Bu tipin etrafında toplanan kadınlar en canlı ve İstanbul hayatına en düşkün olanlarıdır. Gözlerinin sürmesi, saçlarının sun’i rengiyle pırıl pırıl yanan ihtiyar Ziba Hanım; tombul, telaşlı, dedikoducu Nasip Hanım; «Ah arslan kadın!» diye halanın boynuna sarılan Alhotoz Afife Hanım İstanbul’da geçen hayatın motiflerindendir. Bütün hayatı ma-nasız, herkes gibi geçen Nigar Hanım bir sefirin genç, güzel karısıdır. Bu Üstü başı içki kokan bu kadın, bir dalkavuk tipindedir. Bütün bu safahat meydanında temiz ve sakin kalan tek kadın ciddi ve ağır başlıdır. Bu kadın, birinci derecedeki Nigar Hanım’dır hayatından sıkılmakta, Bektaşiliğe bir yandan iğrenerek bakarken, öte yandan istekle bakmaktadır. Bir aşk putu gibi olan Nur Baba ile tanıştığında yanaklarında cazip çukurluklarla, berrak çocuk gözleriyle gülen Nigar hayatın manasını, kendi ruhunun derinliğini buluyor. Romanın sonunda en temiz muhitte, en parlak ve berrak bir ruhla yetişen Nigar, adi, hafif, odalık ruhlu bir kadın durumuna düşmüştür. .(www.ogretmenlerforumu.com/roman_ozetleri)”



(*) İlk konulu film deneyimini, gerçekten yaşanmış olan özgün bir senaryoya dayanarak çeken Ertuğrul, Kemal Film'le olan beraberliğinde bu kez bir edebiyat uyarlamasıyla karşımıza çıkmaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun çokça tartışılan bir romanı olan "Nur Baba", film olarak da romanla aynı kaderi paylaşıyor ve yine çevresinde fırtınalar koparılıyor. Hatta film, olaylı geçen çekimlerin ardından, ancak bir zaman sonra gösterime girme imkanı bulabiliyor. Filmin çekimleri için, o zamanlar işgal altında bulunan İstanbul'da ki tek söz sahibi olan işgal kuvvetleri komutanlığından izin alınır. İşgal kuvvetleri, o yıllarda sosyal hayatın hemen her alanında olduğu gibi filmciliğimiz üzerinde de söz sahibi idi.



Bektaşilerin ayaklanmasından çekinilerek polisçe oynatılmayan, ancak İstanbul'un kurtuluşundan sonra gösterime girebilen ve ilk gösterimi Kemal Bey Sineması'nda 13 Aralık 1923 tarihinde yapılan' bu filmin bir kısmı, Eyüp Sultan Camisi'nin avlusunda çekilir. Fakat çekimler olurken Bektaşiler ve halk seti basar. "Kahrolsun zındıklar!" nidaları arasında oyuncular dört bir yana kaçışır.



Fuat Uzkınay da güçbela kamerayı kaçırmayı başarır. Muhsin Ertuğrul'dan evvel Nur Baba rolünde filmin başrol oyuncusu olarak yer alan Vahram Papazyan ise, baskından ancak çarşaf giyip de kadın kılığına girerek kaçabilmiştir. Bu baskından sonra Papazyan, Nur Baba rolünü oynadığı taktirde halk tarafından öldürülmek korkusuyla ekipten tamamıyla ayrılır.



Bu kez çekimler mecburen iç mekanlara taşınarak stüdyoda dekorlarla yapılır, 'Vahram Papazyan’ın yerine de Muhsin Ertuğrul geçer. (Gülşah Nezaket Maraşlı, “Osman Fahir Seden’le Türk Sinemasında Düet” syf,49 )






[1]  Filmin dış sahneleri çekilirken Eyüp Camisi'nin avlusu Bektaşiler tarafından basıldı. Saldırı sırasında bazı oyuncuları tartakladılar. Filmin çekimi, ancak polis kuvvetlerinin korunması altında tamamlandı. Daha sonra ise yeni bir olaya meydan verilmemesi için İşgal Kuvvetleri yönetimi, filmi yasakladı. İstanbul'un kurtuluşundan sonra gösterime girebildi. (Rakım Çalapala, “Südyoya Baskın”, Yıldız D. 1.8.1944)


BİCAN EFENDİ'NİN RÜYASI (1921)



Yönetmen ve Senaryo  Şadi Fikret Karagözoğlu
Görüntü Yönetmeni  Fuat Uzkınay
Yapım Malul Gaziler Cemiyeti / Fuat Uzkınay (Kısa öykülü film)

Oyuncular: Şadi Fikret Karagözoğlu, İsmail Galip Arcan, Behzat Butak, Nurettin Şefkati, Şehper Karagözoğlu

► Bugün sadece ilkinin elde bulunduğu bilinen bir tür "Şarlo"yu andıran "Bican Efendi" tipi halk tarafından tutuldu. O sırada bütün dünyanın gözleri önünde Anadolu'da bir çete savaşı olarak başlayan ve kolayca bastırılacağı sanılan milli mücadele hareketi, ölüm kalım uğraşına dönüşen bir Kurtuluş Savaşı niteliğine büründü. Bu hareket sonunda. istilacı kuvvetler gerisin geriye dönerken, "Malül Gaziler Cemiyeti" de son denemeleri yapıyordu. Fehim Efendi ve Karagözoğlu'ndan sonra, bu kez, derneğin rejisörlüğüne Fazlı Necip getirildi. Bununla birlikte Fazlı Necip çevirmeyi tasarladığı "Lale Devri" adlı tarihsel konu ile Binbir Direk Vak'ası (yahut Tayyarzade)" adlı, İstanbul batakhanelerine dair bir meddah hikayesini filme dönüştüremedi. (Prof. Dr. Alim Şerif Onaran)