Powered By Blogger

12 Mart 2020 Perşembe

ERKEKÇE (1983)






Senaryo ve Yönetmen: Çetin İnanç
Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker
Kurgu: Necdet Tok
Yapım: Anıt Film/Mehmet Karahafız

Oyuncular: Cüneyt Arkın, Nilgün Saraylı, Kazım Kartal, Sami Hazinses, Ali Şen, Hüseyin Peyda, Oktar Durukan, Nuri Kırgeç, Feryal Feray, serdar Bora, Necla Fide, Savaş Ustay, Türker Tekin, Nejat Gürçen, Fuat Onan

Konu: Yakın bir arkadaşının şüpheli ölümünü araştıran bir adamın mafya ile karşı karşıya gelmesini ve gelişen komik aynı zamanda ürkütücü olayları konu alan bir film.

EN BÜYÜK ŞABAN (1983)


Yönetmen : Kartal Tibet
Senaryo: Suphi Tekniker
Kameraman: Rafet Şiriner
Yapım: Cem Filmcilik/Yahya A. Kılıç

Reji Asistanları: Ahmet Sezerel, Ayşegül Gökçe, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Negatif Montaj: Gültekin Çavuş, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşses, Işık: İsmet Yurtçu, Set Ekibi: Cengiz Ökten, Hüseyin Kını, Mehmet Şenkal, Abdurrahman Menay, Prodüksiyon Amiri: Ekrem Gökkaya, (Yeni lale film stüdyosunda hazırlanmış Yeni stüdyoda seslendirilmiştir).

Oyuncular: Kemal Sunal, Kamran Usluer, Reha Yurdakul, Nilgün Bubikoğlu, Dinçer Çekmez, Hikmet Karagöz, Dinçer Çekmez, Ayten Erman, Zafer Önen, Yadigar Ejder, Hüseyin Kutman, İbrahim Kurt, Ziya Çelik,

Konu: Şaban bir an önce köşeyi dönmek için İstanbul'a gelir ve bu arada sokaklarda çiçek satan bir kızla tanışır. Kızdan çok etkilenir. Bir gece parkta otururken kendini ağaca asmak üzere olan zengin bir iş adamını kurtarır. İş adamı Faik çok alkollüdür önce Şaban'ı sahiplense de sabah ayıldığında hatırlamaz çünkü Faik'te unutma hastalığı vardır. Bir gece Faik gene sarhoşken Şaban'a beş milyon para verir. Şaban da bu parayı gözlerini açtırmak için Hülya'ya verir ama ertesi gün Faik Şabanı gene hatırlamaz.


EN BÜYÜK YUMRUK (1983)


Senaryo ve Yönetmen: Çetin İnanç
Kamera: Sedat Ülker
Yapım: Anıt Film / Mehmet Karahafız

Montaj-Senkron: Necdet Tok, Renk Uzmanı: Aslan Tektaş, Reji: Yardımcısı: Yılmaz Eşsiz,
(Kunt Film Stüdyosunda hazırlanmıştır).

Oyuncular: Cüneyt Arkın (Murat), Meral Orhonsay (Gazeteci Selin), Hüseyin Payda (Memduh Karaca), Kazım Kartal (Çetin), Nejat Gürçen (Cahit), Baykal Kent (Altan), İbrahim Kurt (Onur), Sönmez Yıkılmaz, Yavuz Selekman (Onur Bekiroğlu), Necati Bilgiç (Ramazan Gül), Kadir Kök (Samet), Ahmet Uz (Sefa), Mehmet Uğur (Yavuz Çakır), Melih Çardak (Tolga), Yavuzer Çetinkaya (Arda), Akif Kilman (Özcan), Cevdet Özalaş, Kudret Kara-dağ (Oğuz), Kuzey Vargın (Abdülkadir), Cengiz Nezir (Kaya), Orçun Sonat (Bakkal Sait), Salih Kırmızı (İsmet)

Konu: Murat (Cüneyt Arkın) yıllar sonra gözlerinin önünde öldürülen oğlunun intikamını almak için geri döner. Ancak oğlunu öldüren mafya bundan rahatsızdır. Mafya o kadar insan öldürmüştür ki kim olduğunu hatırlamaz bile. Ve Murat'ı bulup öldürmek için harekete geçerler. Onun için de Murat'i tanıyan ve yerini söylemeyen herkesi öldürürler. Aslında Murat bir polistir. Bu arada haraç alma ve uyuşturucu kacakçılığı da yapılmaktadır. Murat'ın patronu ise ondan bu işi çözmesini ve deliller toplamasını ister. Bu işi yapanların patron ise Murat'ın bir zamanlar kuru ekmeği paylaştıkları arkadaşı Memduh tur. Ama Murat buna inanmaz. Murat'ın patronu ise ondan ıspatlamasını ister. Ve Murat harekete geçer. Memduh bundan rahatsız olur ve Murat'ı araştırmaya başlar. Polis olduğunu öğrenince de ortadan kaldırmak icin o da harekete geçer ama başaramazlar. Murat böylece oğlunun da intikamını almıştır.

DUVAR (Le Mur) (1983)

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Güney,
Görüntü Yönetmeni: İzzet Akay,
Müzik: Ozan Garip Şahin, Setrak Bakırel,
Yapım: MK2 - Dilfussion/Martin Karmits Güney Prodüksiyon/YılmazGüney

Yönetmen Yardımcıları: Kerope Bağla, Fatoş Güney, Sefa Emet, Script: Marie-Helene Quinton, İmaj Asistanı: Laurent Chevallier, Francois Kotlarski, Serkis Çelik, Ses: Serge Guillemein, Dublaj: Patrick Joulin, Mirage: Gerard Tilly, Bruitage: Henri Humbert, Detection: Ois Koenigswerther, Figuration: Azise Belmiloud, Rauf Dursun, Interpretes: Tahsin Celal, Erdoğan Sezgin, Regisseur General: Dominique Toussaint, Regisseur General: Dominique Tosuuaint, Regisseur Adjoint: Monique Eydan, Regisseur Stagiaire: Patrice Lhtuillier, Directrice de Production: Catherina LapoujadeAbministratrice: Marie Noella Hauville, Secretaire: Marguerite Lemarchand, Maquillage: Francoise Chapois, Asst: Catherine Demilly, Yasemin Akay, Electricleas: Claude Rouxel, Joel Perrin, Machinisters: Jean-Paptiste Dutreix, Emeric Grunebaum, Montage: Sabine Mamou, Mon. Ast: Patricia Mazuy, Annie Allard, Montage son: Bob Wade, Asit: Fabienne de la Villegle, Avec la participation de: Ali Dede Altuntaş, Robert Kempler, Photos: Jean-Marc Lebeaupin, Çevirmenler: Tahsin Celal, Erdoğan Sezgin,

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (Tonton Ali), Ayşe Emel Meçsi (Siyasi), Malik Berrichi (Arap), Nicolas Hossein (Uzun, Isabella Tissandier (Hatice), Ahmet Ziyrek (Cafer), Ali Berktay (Şamil), Selahattin Kuzuoğlu (Hapishane Müdürü), Jean-Piere Colin (Genel Müdür), Jacques Dimanche (Başgardiyan Şevket), Ali Dede Altuntaş (Ali Dede), Necdet Nakipoğlu, Sema Kuray (Ayşe), Zeynep Kuray (Küçük Kız), Habes Bounabi (Tom), Bernard Certeau (Avukat), Jeremie NaCastillo, Aicha Arouali, Betty Nocella, Joelle Guigui, Sylvie Flepp, Schahla Aalam

Konu: Ankara Merkez Cezaevi hoparlöründen, ertesi gün mahkemeye çıkacak çocuk mahkumların isim listesi duyurulur. Kimi 2. Asliye Cezada kimi sulh ceza mahkemesinde hakim karşısıza çıkacaktır.. Aziz, yankesicilikten içeri girmiştir; Arap, anasına sataşan bir adamı öldürmüştür. Yetimhanede büyüyen en küçükleri Şaban ise, ne annesini tanır, ne babasını.

Dördüncü Koğuş'taki çocukların en büyük korkulan, endişeleri, görevlilerden gardiyan Cafer'dir (Ahmet Ziyrek). Cafer, zalim ve acımasızdır. Nöbette olduğu gün çocuk mahkûmları karşısına dizip terör estirir. Arkadaşları arasında Zapata adıyla anılan bir küçük mahkûm, "Burası dördüncü koğuştur, benim abim, bak camları yoktur kırıktır," dizeleriyle başlayan bir şiir okuduğu için hücreye atılır. Dayak yer, işkenceden tabanları şişer.

Sabahları jandarma türküleriyle, anahtar şıngırtılarıyla yataklarından kalkan mahkûmların çocuk çığlıklarıyla da uyandıkları olur. Cezaevinin bir bölümünde devrimciler, bir bölümünde de kadınlar koğuşu vardır. Kadın mahkumlardan Hatice (Isabelle Tisandier), idam cezasıyla yargılanır. Aşığı Şamil’le (Ali Berktay) bir olup kocasını öldürmüştür. İdamla yargılanan aşık çiftin cezaevinde bir kız çocukları doğmuştur. Avukatları nikâh işlemlerini bitirdiğinde evleneceklerdir. Mesleği öğretmen olan Emel (Ayşe Emel Mesçi) siyasi bir suçu nedeniyle cezaevindedir. Kocasını baltayla öldüren Türkan hamiledir. Sancılar içinde kıvranırken arkadaşları Hanife ve Aysel, onu cezaevinin hamamına götürüp doğumu-na yardımcı olurlar.

Devrimcilerin koğuşunda her taraf darmadağındır. Birkaç gün önce yapılan aramada gizli bir tünel ortaya çıkmış, beş mahkûm kaçmış, biri vurulup öldürülmüştür. Koğuşun duvarlarındaki elle çizilmiş resimler ve devrimci sloganların kazınıp silinmesi için gardiyan Cafer, çocuk mahkûmları görevlendirir. Tüm çocuklar, Cafer'den şikayetçidirler. Başka cezaevlerine gönderilmesini isterler. Dilekçe yazarlar. Hapishane müdürü (Selahattin Kuzuoğlu), tüm dilekçeleri yırtıp sobaya atar. Cezaevinin arka yolundaki çöplükte küçük Şaban, çöp taşımaktadır. Arkadaşlarından Ziya ile Uzun ise aynı yerde duvar örme işinde çalışmaktadırlar. Şaban, birden kaçmaya başlar. Ziya ile Uzun da başka bir istikamete doğru koşarlar. Jandarmalar arkalarından bağırır. O gün nöbeti teslim gardiyanlardan Ali Emmi (Tuncel Kurtiz) Şabanın kaçmasına mani olmak için arkasından koşar. Silahlar patlar. Şaban vurulup düşer. Uzun teslim olur. Ziya kaybolur. Ali Emmi, Şabanın cesedi başında ağlamaktadır.

Olaydan sonra Ali Emmi'nin ifadesi alınır. "Beceriksiz herif. Dört tane çocuğu idare edemedin. Git savunmanı yaz, elbiselerini de çıkart ve defol," diyen cezaevi müdürü tarafından kovulur. Ali Emmi, çocukların sevdiği ve 'Tonton Ali' adını taktıkları bir gardiyandır. Onlara hep sevecenlikle, anlayışla yaklaşmıştır. Çocuk mahkûmlar Ali Emmi'nin oğullan gibidir. Cezaevinin kapısından çıkarken dönüp bakar. Bir an durur ve sonra nefretle tükürür.

Ali Emmi'nin ayrılışından sonra Arap, Tom, Şişko ve Uzun, gizlice toplanıp ani bir karar alırlar. Gardiyan Cafer'i gece nöbetinde onu vuracaklardır. Çocuk mahkumlardan Hamamcı, kavga çıkaracak, Cafer koğuşa girdiğinde ona iki yandan saldıracaklardır. Ancak iki grup arasındaki kavga, bir süre sonra gerçeğe dönüşür. Birbirlerine şiş ve jiletlerle saldıran çocuklardan Aziz, delik deşik edilir. Bağırmalar, çığlıklar, dördüncü koğuşta isyan başlamıştır. Yataklar yakılır, ranzalar kapı önüne yığılır. Jandarmalar, gardiyanlar koşuşur. Kapı dinamitle havaya uçurulur. İçeri girildiğinde isyancı çocuklar, gardiyanlar tarafından dövülerek tutuklanırlar. Yaralılar battaniyelerle revire götürülür. Birbirlerini vuran çocuklaran ikisi ölmüş, dördü yaralanmıştır. İsyan bastırıldıktan sonra kırmızı bir arabaya bindirilen çocuklar, sonunda başka bir cezaevine doğru yola çıkarılacaktır. Agâh Özgüç, “Bütün Filmleriye Yılmaz Güney” syf, 366

*  Ankara Merkez Cezaevi. Ve dikkatle seçilmiş bir tarih: 1981. Yani, 12 Eylül dar-besinin hemen ertesinde, ülkenin birçok açıdan bir büyük hapishaneye döndüğü ve cezaevlerindeki geleneksel katı uygulamaların daha da sertleştiği bir dönem...

Bir koğuşta kadınlar, öbüründe erkekler. Bir diğerinde 'siyasiler'. Ve nihayet, dördüncü koğuş... Daha çocuk yaşta suçlular... Toplumun ya da kimi zaman (baklava çalma olayı gibi) bir anlık küçük yanlışların duvarlar arkasına ittiği ve orada, yaşadıkları acılarla ömür boyu damgalanacak ve belki de hiç iyileşmeyecek olan küçücük bedenler ve ruhlar…

Yılmaz Güney, Fransa'ya kaçtıktan ve Cannes'da Yolla büyük zafer kazandıktan sonra, Fransız yapımcı Marin Karmitz ve Fransız Kültür Bakanlığının yardımlarıyla çektiği Duvar'da, işte Türkiye'nin bu acılı dönemine eğiliyor. Hapiste bizzat tanık olduğu ve daha ni kusmuş, içini dökmüş, âdeta bîr terapi eylemi gerçekleştirmiş gibi…

Ama film, bu birikimden yarardan çok zarar görüyor, öylesine katı, öylesine merhametsiz ki... Sanki bir modern korku filmi izler gibiyiz. Elbette ki anlatılanların Önemli bölümü gerçektir. Cezaevlerimizdeki olaylardan da biliyoruz, benzer şeyler olmuştur, olmaktadır. Ve teke tek ele alındığın-da, anlatılan her şeyin gerçek hayatta karşılığı bulunabilir. Ne yazık ki sanat eseri, gerçeği aynen kopya etmekle oluşmuyor. Sanat eserinin kendi yapısı, mantığı ve iç dengesi olmalı. Bu film, o dengeyi gözetmiyor. İnsana nefes almak, biraz gülümsemek, bayata ve geleceğe karşı biraz umut ve iyimserlik duyma fırsatı tanımıyor.

Düğün töreninden sonra aniden ölüm odalarına itilen genç sevgililer ya da final bölümü, buna en iyi örnek. Kısacası Duvar, ustaca çekilmiş önemli sinemacı özellikleri taşıyan, hemen hepsi amatör geniş bir kadrodan alınabilecek en iyi sonucu alan, ama gerçeğe çabuk ve kestirme yoldan varmak istediği için gerçek izlenimi bırakmayan bir polemik filmi, sanki hayattan kopuk gibi duran bir manifesto. Eminim ki Yılmaz yaşasaydı, içini dökmüş olarak bize çok daha dengeli ve sağlam yapıtlar sunacaktı. Yazık Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 62”

* Güney'in her ne kadar iyi gözlemler ve deneyimlerle örü1müş öyküsü bir başarı tuttursa da, onun devlet aleyhtarı düşüncelerinin fazlasıyla etkisi altında kalmasından ötürü bir zaman sonra nötrleşme tehlikesine doğru gidiyor. Film 1970'li yılların ortalarında Ankara Kapalı Cezaevi'nde adli suçlular, siyasi mahkumlar, kadınlar ve çocukların ayrı ayrı koğuşlarda cezalarını çekme sürecinde maruz bırakıldıkları hayratlık ve şiddet üzerine yoğunlaşıyor. "Anlatılanların merkezinde çocuklar koğuşu bulunmakla beraber, diğer kesimler de ihmal edilmemiş. Kadınlar, siyasiler, kader kurbanları ve suçlular. Güney; doğumları, ölümleri, kavgaları, çelişkileri, özlemleri, isyanları ve yürek burkan küçük hikayecikleri ile hapishaneler dünyasını film karelerine resmetmiş. Güney'in yakından tanıdığı kişiler ve yakından tanık olduğu olaylar, onun edebiyatçı ve sinemacı kimliğiyle birleşerek alabildiğine 'içerden' anlatılmış son derece 'gerçek' ve 'gerçekçi' bir filmin doğmasına yol açmış ... Film, 'Sürü" ve 'Yol' gibi baş yapıtların ışıltısı altında biraz gölgede kalmış da olsa gerçekte mükemmele yakın başarılı bir çalışma ve 'üçüncü dünya sineması' diye adlandırılan bir sinema anlayışının, 'militan sinema'nın özgün ve uluslararası düzeyde bir örneği" (Sayman, Radikal İki, 12.11.2000).

*  Yılmaz Güney'in bir sanatçı olarak filmlerinin içeriğini, öncelikle dünya görüşünün belirlediğini düşündüğümüzde çıkan sonucu yadırgamamak gerekiyor. Fakat filmde canlandırılan cezaevi ortamının gerçekçiliği, insan denilen yaratığın en aşağılık şeyleri yapabilmeye açık olduğuna dair evrensel olabilecek saptamaları, filmin salt öyküsünü anlatabilmek için bile başarılı bir sinemasal evren kurduğunu belli ediyor. "Yılmaz Güney sinemasının ana yönelimi, bizzat Güney'in defalarca dile getirdiği gibi 'gerçekçilik' ya da 'toplumcu gerçekçilik' değil, onlardan çok farklı olarak doğrudan 'sosyalist gerçekçiliktir. Özellikle 'Umut'tan sonra kendini bu sanat yönteminin içinde tanımlamış ve gerek senaryo yazarı gerekse de yönetmen olarak o çerçevede kalmıştır. Dolayısıyla, gerçekçiliğin bu tarzını, Eisenstein'dan, Chaplin'den, Brecht'ten, Godard'a Taviani Kardeşler'e kadar çok geniş bir yelpazede sinema sanatını derinden etkilemiş 'sosyalist gerçekçiliğe' değinmeden yola çıkmak, Güney sinemasının yer yer 'kaba ve ilkel; yer yer son derece estetik ve etkileyici örneklerini barındırdığı bu çerçeveye hiç girmemek…. yeterince bütünlüklü gelmiyor. İşte 'Duvar'ın gücüya da güçsüzlüğü, diyelim ki 'Umut' ya da 'Yol' karşısındaki zayıflığı, 'bir büyük edebiyat' olup olmadığı da bu yöntemin 'turnusol kağıtlığı' yapmasıyla anlaşılabilir" (Arslan, Radikal, 15.11.2000).

*  Gün geçişlerinin sürekli 'oy akşamdan erken gel' türküsünü söyleyerek, eğitim yapan askerler ve doğa görüntüleri eşliğinde verilmesi, filmin yaratıcı buluşlarından. Bu allegori, bize yaşanılan günlerde salt hapishanelerde değil, ülke boyutunda bile bir hapishanede yaşandığı duygusunu geçiriyor. Bütün bunlara karşın, her ne suçtan olursa olsun hapishane personelinin kendi vatandaşlarına karşı bu kadar vahşi davranan insanlar olduğu yinelemesi bir zaman sonra, filmci yaratmak istediği etkiyi de silikleştiriyor. "Güney'in şiddet ile acının dozunu frenlemeden anlattığı, baş role birini seçmeden adeta anonim bir film yapmaya soyunduğu, hapishane gerçeğinin yanında çocuk ve kadının Türk toplumundaki değerini sorguladığı Duvar'ın, ... Batı basını sanatsal açıdan değerlendirmek yerine daha çok politik yanını ön plana çıkarıyor" ... (Canbazoğlu, Cum-huriyet: 28.09.2000)

Yılmaz Güney yurt dışına kaçtıktan sonra, sinema hayatının son filmi olan Duvar'ı (Le Mur) Fransa'da yönetti. Filmin tümü, yeni bir düzenlemeyle hapishaneye dönüştürülen Moncel Manastır'nda çekildi. Tuncel Kurtiz ve Emel Mesçi dışında, tümüyle amatör oyuncuların rol aldığı film Fransız Kültür Bakanlığı desteğiyle çekildi. Filmin kamera arkası çekimi, Patrick Blassier tarafından Duvarın Etrafında adıyla orta uzunlukta bir belgesele dönüştürüldü. Cannes Film Festivali'ne katılan Duvar ilk kez Fransız sinemalarında (18 Mayıs 1993) gösterime girdi. Türkiye'de gösterimi yasaklandı. Çekiminden on iki yıl sonra (1995), kendi ülkesinde ilk kez Cine 5 ekranlarında gösterildi. Türkiye sinemalarında ise 20 Ekim 2000'de gösterime girdi.
·
YILMAZ GÜNEY'İN ANLATIMIYLA DUVAR'IN ÇEKİM ÖYKÜSÜ
Arkadaş filminden beri tamamen benim yaptığım ilk film bu. Kelimenin dar anlamıyla politik bir film yapmak istemiyordum; propaganda yapmak, sloganlar haykırmak istemiyordum. İstediğim; konunun günümüz Türkiye'si olması ve orda kalmasıydı. 1980 darbesinden beri 40 kadar ölüm cezası infaz edildi, binlerce kişi halen hapiste; o halde, hapishaneyi anlatmak bir yerde Türkiye'yi anlatmak demekti, filme Türkiye'yi koymak demekti.

Bugünün Türkiye'sinin hapishane gerçeğini iyi bilen biri olarak, kendime başka aşadı. bir soru yönelttim: Olayları olduğu gibi mi yoksa dolaylı bir yoldan mı anlatmalıydım? İkinci çözümü benimsedim. Filmin can alıcı noktasına başta çocuklar olmak üzere yetişkinleri de koydum; hapishane gerçeğine onların gözüyle bakabilmek için. Birinci yol, yani olayları bütün çıplaklığıyla anlatmak yolu, gerçeğe ne kadar yakın o kadar inanılmaz görülecekti. Zira bugün Türk hapishanelerinde inanılması güç olaylar cereyan ediyor. Diğer bir zorluk daha vardı: Türkiye'den uzak kaldığım sürede, hayatımın politik tarafı, politik kişiliğim oldukça önem kazandı ve bunun filmimi gölgelemesini istemiyordum; çünkü hangi gerekçeyle olursa olsun bu filmin salt bir propaganda aracı olarak değerlendirilmesini istemiyordum. Sanatsal bir anlatım bulmam, anlatım dilinin bahsetmek istediğim gerçekliği taşıması ve anlatması en azından hissettirmesi gerekiyordu.

Duvar'da iki metodun karışımını kullandım. Gerçekte senaryo yazmayı hapishanede öğrendim ben. Önceki filmlerimi hikayenin zaman sırasına göre çekerdim ve senaryo olarak elimde sadece birkaç sayfa yazı olurdu. Daha sonra, yani sırasında gerek senaryonun gerekse mizansenin ayrıntılarını ayaküstü hazırlardım. Fakat hapishanedeyken, beton gibi sağlam senaryolara ihtiyacım vardı; bitmiş, her şeyin inceden inceye planlandığı senaryolara. Duvar için ki, dokuz yıldan bu yana baştan sona yönettiğim ilk filmim, bir yerde, yukarda sözünü ettiğim iki metodun karışımın kullandım. Çok ayrıntılı, oldukça iyi planlanmış bir senaryom vardı, fakat yine de senaryonun esiri olmamaya çalıştım. Değiştirdim, sahneler çıkardım, yeni sahneler ekledim... Özetle Duvar, miksaj aşamasına kadar bir anlamda kendi hayatını Bir hapishanedeydik ve şef gardiyan benim. Duvar'ı herhangi bir film gibi gerçekleştirmek imkansızdı. Alışagelmiş üretim yaklaşımına bir çeşit militanca yaklaşım eklemek gerekiyordu. Öyle bir şey yapılmalıydı ki çekime katılan herkesin veya en azından büyük bir kısmının kaderinin filmin kaderiyle örtüşmesi, iç içe geçmesi sağlanmalıydı. Benim için sorun, üretim koşullarını garantiledikten sonra bu ekibin nasıl idare edebileceğim meselesiydi. İlk günden itibaren, durumun herkes için açık olması gerekliydi. Filmin maddesi olan tedirginliği açıklamak, dolayısıyla havasını yaratmak; bu tedirginliğin filmden çıkarak ekibin günlük hayatına ve platoya geçmesini sağlamak gerekliydi. Açıkçası bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim. Ekibin büyük çoğunluğu, teknisyenlerinden aktörlerine, hapishaneye çevirdiğimiz bu eski manastırda uyumayı kabul ettiler. Ama bitti: bir daha hapishaneyle ilgili bir film çevir-meyi kesinlikle istemiyorum artık.

Bu film için hikayenin aslıyla tam anlamıyla ahenk sağlayan bir şekle ihtiyacım vardı. Bunu elde etmek için değişik metodlar kullandım. Örneğin; bütün çekim süresince bütün ekibe, bütün oyunculara bu dekordan dışarı çıkmayı yasakladım, hapishanede ve filmde görülen yataklarda uyumaya zorladım. Jandarmalar ki, dekorun yapımında çalıştılar; daima jandarma elbiseleri ve silahlarıyla çalışıyorlardı. Gardiyan sabah kalkar kalkmaz kasketleri giyiyor, çalışmaları olmasa bile bütün gün platoda coplarıyla dolaşıyorlardı. Jandarmalar, gardiyanlar ve tutukluları canlandıran figüranların arasında doğabilecek bağları kestim. Bir yerde filmin yapımcısı olarak şahsımda bir korku ve baskı öğesi yarattım. Platoya geldiğimde herkes benim tepkimden korkuyordu. Hapishanenin şef gardiyanıydım ve bütün çekimi katılanlarla çok sert ilişkilerim oldu. Diğer bir örnek; bütün çekim boyunca, yalnız bir çocuğu canlandıran çocuğun (Şaban) yalnız kalmasına itina gösteriyordum. Yetişkinlerle, jandarmalarla, gardiyanlarla ve filmde düşmanlarını canlandıracak çocuklarla, ilişkilerini önlüyordum. Fakat filmdeki arkadaşlarıyla daima bulunuyordu. Bugün yüz binlerce insan Türkiye'de aynı hayatı yaşıyor.

Vurgulamak istediğim nokta şu; her hikaye kendi isteğini beraberinde getirir. Bu anlamda gerek SÜRÜ'nün, gerek YOL'un genel olarak anlattığı hikaye ve insan ilişkileriyle, DUVAR'daki konu ve insan ilişkileri o kadar farklı ki... Hapishanede LİRİZM yok, gökyüzünde var. Bir takım küçük ilişkiler içinde var, onları mümkün olduğu kadar yansıtmaya çalıştım. Fakat esas olarak cezaevinde lirizm şiir bulunabilir. Yani o noktaya yöneltebiliriz. Ancak cezaevinin getirdiği baskı cezaevinin dayanılmazlığını anlatmak mümkün olmazdı ve sinemacı olarak yanlış bir iş yapmış olduk.

DUVAR'ı düşünürken uzun yılları iki saat içine sığdırmayı düşündüm. Uzun yıllarda elde edilen zorluk, baskı ve şiddeti iki saate sıkıştırmak istedim. İstedim ki, seyrci iki saat içerisinde bu bunalımla karşı karşıya gelsin. Birçok kimse filmin iki saatlik şiddetine tahammül edemedi. Bugün yüz binlerce insan ve yüz binlerce insanla ilişkide olan insanlar Türkiye'de benzer yerlerde milyonları bularak aynı hayatı yaşıyor. girdi
 FATOŞ GÜNEY'İN TANIKLIĞI
1976 yılıydı... üç yaşındaki oğlumla birlikte yaşamımızı Ankara’da sürdürüyorduk... Çünkü, babası iki yıldır Ankara Kapalı cezaevinde mahkumdu....O’nu ziyarete gittiğimiz bir kış günü, cezaevinin askerlerle sarılmış olduğunu gördük... Korktuk! O gün bizi içeri sokmadılar... Tel örgülü demir parmaklıklı küçük loş pencereden, mahkum babanın hüzünlü gözlerini ve her zaman gülümseyen yüzünü göremedik, Onunla konuşamadık.. Oğlumuz, babasının o’na kimi zaman kibritten, kimi zaman boncuklardan yaptığı, küçük renkli kuşlardan, oyuncaklardan alamadı!

Kadınlar ağlaşıyorlardı... Sübyan koğuşundaki çocukların anneleriydi onlar.. “Bebeler Koğuşu”nda isyan çıkmıştı... Bebelerin isyanına, cezaevinin diğer koğuşları da katılmışlardı... Bütün mahkum ayaklanmıştı! Yanıma genç bir adam yaklaştı... Elime bir kağıt tutuşturdu... Içerden gizlice çıkartılmış bir bildiriydi bu! Nedendi bebelerin isyanı, ne istiyorlardı? Koğuşlarının kırık pencerelerinin onarılmasını istiyorlardı... Isınmak için soba istiyorlardı...Doymadıkları için 1 yerine 2 ekmek verilmesini istiyorlardı!...

Bebelerin dertlerini dile getiren bildiri, diğer mahkumlarla birlikte YILMAZ GÜNEY imzasını taşıyordu ve bunun benim tarafımdan basına ulaştırılması isteniyordu...Ben gerekeni yaptım. Çocukların masum seslerini taş duvarların ötesine duyurmaya çalıştım.Cılız bir haber olarak gazetelerden bazılarında yer aldı... Ertesi günü, gece yarısı telefon çaldı!

Arayan Yılmaz’dı... Şaşırdım... Yoldan telefon ediyordu... Tüm cezaevine yayılan isyanın öncülerinden olduğu tespit edildiği için O’nu Kayseri’ye, Kayseri-Kapalı Cezaevine sürüyorlardı...

Arkasından biz de, Ankara’daki evimizi kapattık, Kayseri’ye göç ettik...Sübyan koğuşundaki bu olay, yüreği insan sevgisiyle dopdolu, sanatının gücünü halkınının kurtuluşu mücadelesine adamış bir büyük romancıyı, bir sinema ustasını, Yılmaz Güney’i derinden etkilemişti... yaralamıştı! Kayseri Cezaevinde, bu olaydan esinlenerek, önce iki yıllık bir çalışmanın sonucu adı: “ SOBA - PENCERE CAMI ve İKİ EKMEK İSTİYORUZ” olan bir roman yazdı.

1981 yılında sürgüne çıkışımızda ise, kafasındaki ilk ve en önemli proje yine aynı isyan olayından yola çıkan bir film yapmaktı...Bu filmin adı ilk önce; “CAMLARI KIRIN KUŞLAR KURTULSUN” olan “DUVAR” olacaktı...

Yılmaz, Fransa’nın kuzeyinde Pont St. Maxence kasabasındaki eski bir manastırı seçti... Manastırın bahçesine duvarlar, gardiyan kulübeleri, asker kuleleri inşa ettirdi. Gardiyan kostümleri, şapkaları diktirildi. Dekorların, aksesuarların büyük bir bölümü gizlice Türkiye’den getirildi... Yönetmeninden asistanına, kameramanından müzikçisine hepimiz cezaevinin inşasında bizzat çalıştık...

Filmin oyuncularının büyük bir kısmı o dönemde Fransa’da ilticacı olarak yaşayan Türk-Kürt, Kuzey Afrikalı, Latin Amerikalı kişilerden seçildi... Çocuk koğuşunun oluşturulması için, Almanya’nın sokaklarından gelişigüzel toplanmış yüzlerce çocuk Yılmaz tarafından önce fotoğraflarından seçilerek, Fransa’ya getirildi...8 aylık bir çalışma sürecini kapsayacak olan film çekimi başladığında, oyuncular iki kişi dışında (Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci) hepsi hayatlarında kamerayı ilk kez görüyorlardı...Filmin çalışma sureci başlı başına bir savaş”tı...

Kadro kimi zaman 1000-1500 kişiye yükseliyordu... Filmin Fransız prodüktörü Marin Karmitz şaşkınlık ve hayranlıkla bana şöyle diyordu:“Yılmaz bir çılgın! O’nun bu yaptığını kimse yapamaz... Biz batılıların ondan öğreneceği çok şeyi var...”

Hapishane atmosferini yaratmak, oyuncuları sihirlemek, ve oyunculukla hiç bir ilgisi olmayan bu çocuklardan “mucize” yaratmak, kolay bir iş değildi! Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin polisi O’nun peşindeyken...

12 Eylül rejimi O’nu “vatandaşlıktan” çıkartıp, filmlerini toplattırıp, adından söz etmeyi yasaklarken, Türkiye’deki kimi gerici basın ve TRT Yılmaz’ın çocuklara “işkence” yaptığını iddia ederken, aynı çocuklar, film çalışması bittiğinde, sevgili Yılmaz abilerinden ayrıldıkları için ağlayacaklardı...

Biz uyurken, herhangi bir sabotaj olmaması için kapımızda nöbet tutan devrimci arkadaşlarımızı,küçücük yaşlarıyla yerine getirdikleri ödevin bir kardeşlik ve dayanışma olduğunun bilinciyle, zor şartlarda özveriyle çalışan o sevgili çocukları ve filme emeği geçen tüm arkadaşlarımızı burada sevgiyle anıyorum...

Yılmaz bu film için şöyle dedi: “Halkımın yaşadığı baskılar ve zulüm öylesine yoğun, öylesine acılı ki, buna kayıtsız kalmak benim için mümkün değildir… Ben halkımın bir sanatçısı olarak aynı zamanda onun bir savaşçısıyım da! Bu nedenle Türkiye’de, güncel hayatın bir parçası haline gelmiş olan zulüm, baskı ve işkenceyi gündemine almalıydım.Emekçi halk ve devrimci - demokrat aydınlar için bir cezaevi haline gelen Türkiye gerçeği bir cezaevi portresi içinde tartışmaya sunulmalıydı.. Ancak işe başlarken benim de kaygılarım vardı! Türkiye Cezaevlerini ÇIPLAK gerçeğiyle anlatmam halinde bana ve tanıklığıma inanmayabilirlerdi... Bu nedenle, gözlemlerimi hikayeleştirirken ve sinemalaştırırken alabildiğine yumuşaklığı seçtim. Olayları hafiflettim.”

Eleştirmenler bu film için şöyle dediler: “DUVAR”la Yılmaz Güney bir sanat şaheserini imzalıyor...Bu bir romansal belgesel. YOL’da olduğu gibi, Türkiye’de ki diktayı gözler önüne seren bir gerçeklik abidesi...En gerici, en tutucu eleştirmenlerin bile birleştikleri bir nokta vardı: “Şeytan gibi büyüleyici bir sinemacı” Şimdi sizler de bu filmi izlerken zorlanacaksınız biliyorum...

Yaratıcısı “DUVAR”ı düşünürken 4. Koğuş çocuklarının gerçekleştirdiği bir isyanı ele alırken, bu olayı çeşitli cezaevlerinde edindiği gözlemler ve tanıklıklarıyla da beslemiştir… İstemiştir ki, seyirci 2 saat içerisinde bu bunalımla karşı karşıya gelsin!.. Bir çok kimse filmin iki saatlik şiddetine tahammül edemedi...Belki, sizlerden de edemeyenler olacaktır...




DÖNME DOLAP (1983)


Yönetmen : Zeki Alaysa
Senaryo: Süleyman Turan
Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi
Özgün Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Özer Film/Enver Özer

Yardımcı Yönetmenler: Ali Kıvırcık, Nursan Esenboğa, Kamera Asistanı: Erdal Kahraman, Set: Mustafa Buan, Erdal Sümer, Ömer Bubo, Işık: Süleyman Çekiç, Ahmet Gürkonak, Metin Devrim, Laboratuar: Adnan Şahin, Mustafa Oruç, Negatif Montaj: Muzaffer Karataş, Montaj ve Senkron: Nevzat Dişiaçık, Sesleri Alan: Erkan Aktaş, Yapım Yönetmeni: Günay Kosova, (Fonu Film stüdyosunda hazırlanmış ve seslendirilmiştir.)

Oyuncular: Zeki Alasya, Metin Akpınar, Pembe Mutlu, Nevra Serezli, Süleyman Turan, Ali Yalaz, Berrin Tuncel, Diana Taylor, Eser Işık, İsmail Hakkı Şen, Müfit Türkdamar, Yılmaz Kurt, Erdoğan , Üçkaya, Yadigar Ejder, Hakkı Kıvanç, Ahmet Kostarika, Orhan Aydınbaş

Konu: Yıllarca eczacılık fakültesine girmek için uğraşan Selami, kıskanç karısı Lamia ve çapkın arkadaşları Lütfü'nün güldürüsü. Lamia'nın kıskançlıkları iki arkadaşı yalan söylemek zorunda bırakır. Ancak bu küçük yalan iki arkadaşın başını derde sokar...

► " Küçük bir yalan yüzünden başı gerçek haydutlarla, kaçakçılarla derde giren saf kahraman motifi, güldürü sinemasının çokça kullanılmış entrikalarından biridir. Bu kez aynı motif İki kişiye uyarlanmış: "eczacı kalfası" Selâmi ile "Dört buçuk yaşından beri arkadaşı olan reklamcı Lütfü'nün serüvenleri anlatılıyor. Kıskanç karısını kandırmak için Lütfü'nün buluşuyla "gizli polis" olduğunu iddia eden Selâmi mahallede birden beklemediği bir "itibar" görmeye başlıyor. Ama işin içine gerçek eroin kaçakçıları girince, iki ahbap çavuşların başı derde giriyor, vs.

"Dönme Dolap", çok iyi başlayan bir filmin hiç de iyi denemeyecek bir düzeyde sürmesi ve sonuçlanmasıyla noktalanıyor. Gerçekten de ilk yarıda, bir hayli yerinde esprilerle ve Alasya/Akpınar ikilisinin dayanılmaz oyununun yanı sıra, Nevra Serezli'nin de nefis kompozisyonuyla bağlayan ve "bomba gibi" bir tempoda sürüp giden film, ikinci yarıda sanki senaryonun birden boşlukta takılıp kalmasıyla hızım, temposunu, en kötüsü güldürme özelliğini yitirir gibi oluyor, ancak finalde biraz toparlanıyor. Bu arada "Berrin Tuncel'in Lütfü’yü baştan çıkarma" sahnesinin filme "çıplaklık" sokmak için mi, yoksa bir "vamp kadın" parodisi yapmak için mi konduğu anlaşılamıyor. Zeki Alasya'nın piyasadaki "güldürü yönetmenlerimizden hiç aşağı kalır yanı yok. Üstelik iki oyuncu, bazı filmlerinde görülmüş olan "uzatılmış skeç" veya "skeçler toplamı" aşamasını çoktan geçmiş, sağlam, sürekli sinemasal bütünlüğü olan kişilikler yaratma noktasına varmış gözüküyorlar, O zaman onlardan çok daha iyisini beklemek ve bulmak sanırım ki hakkımız... “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız.”


DOSTLAR SAĞOLSUN (1983)



Yönetmen: Melih Gülgen
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Kameraman: Ali Yaver
Müzik: Ümit Besen
Yapım: Gülşah Film/Selim Soydan

Oyuncular: Ümnit Besen, Bahar Öztan, Münir Özkul, Yıldırım Gencer, Suzan Avcı, Süleyman Turan

Konu: Film, peşindeki kan davalılarından kaçan bir adamla bir dansözün aşkını konu edinir. Ümit cinayet işleyip hapse düşmüştür. Hapisten çıktığında ise kan davalıları Ümit’i ararlar. İstanbul’a gelen Ümit burada bir süre başıboş gezer. Günün birinde bir pavyonda tanıştığı Serap adındaki dansöz Ümit’in hayatını bir anda değiştirir. Serap, Ümit’in ölen sevgilisi Bahar’a benzemektedir. Bu benzerlik Ümit’te Serap’a karşı bir bağlılık yaratır. Ancak Ümit’in Serap’a olan bağlılığı onu hazin bir sona sürükleyecektir. (Hasan Sakın)

DERMAN (1983)


Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Ahmet Soner (Osman Şahin'in eserinden)
Kamera: Erdoğan Engin
Müzik: Yeni Türkü , (Selim Atakan)
Yapım: Gülşah Film/Selim Soydan

Negatif Montaj: Gültekin Çavuş, Suat İşlek, Işık Şefi: Mustafa Koçyiğit, Kamera Asistanı: Serdar Selvidal, Prodüksiyon Sorumlusu: Selahaddin Kocai Seyfettin Karadayı, Reji Asistanı: Aliye Turagay, Yapım Sorumlusu: Emrah Şimşit, Sinema TV Enstitüsü Laboratuvarlarında yıkanmış ve Yeni Stüdyoda seslendirilmiştir

Oyuncular: Tarık Akan (Şehmuz), Hülya Koçyiğit (Mürvet), Talat Bulut (Tahsin), Nur Sürer (Bahar),Sırrı Elitaş (Rıfat Ağa), Bedri Uğur, Mehmet Reşit Doğan, Çocuklar: Hakkı Zengin, Bingül Zengiin

KONU: Mürvet (Hülya Koçyiğit) Doğu Anadolu’nun bir köyüne ebe olarak gönderilmiştir. Hava şartlarının bozuk olması yüzünden onu bir köy evinde misafir ederler. Evin büyüğü Zeynel dayı ve Tahsin (Talat Bulut) onun ağırlanması için ellerinden geleni yaparlar. Evin gelini (Nur Sürer) ona hizmet eder. Ancak Mürvet görevinin başına gitmek istemektedir. Köyün yaşlıları toplanarak onu götürmeye karar verirler.Havanın bozması yüzünden geri dönerler ve Mürvet donma tehlikesi geçirir. Köyde kalmaya karar verir. Köylüler ona özen gösterirler Ancak komşu köyün ağası bir gün gelip onu almak ister. Silahlı adamlarla onu almaya gelmiştir. Ebeyi paylaşmaları gerektiğini söyler. Onu vermek istemezler ancak mesleğinin gereğini yapıp gitmek ister. Gittiğinde doğum yapacak bir insan yerine bir hayvan görür ve doğumu yaptırmayı bu konudaki cehaletini göstererek, baytar olmadığını söyleyerek reddeder. İki gün içinde dönmediği için kanun kaçağı Şehmuz (Tarık Akan) Tahsin silahlanıp Mürvet’i almaya giderler. Köydeki yaşam biçimine zorlanarak da olsa alışır Mürvet. Geri döndüğünde Tahsin’in kendisine aşık olduğunu öğrenir,Tahsin gaz satın almak için Eleşkirt’e gitmeye karar verir ve donarak ölür. Onu Şehmuz bulur getirir. Şehmuz ailesini öldürenlerden intikam almış ve devlete teslim olmamış biridir. Köyde Bahar gelinin doğum yapması gerektiğinde hayatı tehlikede olduğundan hastane-ye nakledilmesi gerekmiştir. Bunun için gene Şehmuz yardım eder ve teslim olarak hapishaneye girer. Bahar gelinin oğlu olmuştur. Hapishanede Şehmuz’u ziyaret ederek Mürvet,vedalaşır. Görevinin başına döner.

ÖDÜL:
 20. Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması (1 – 9 Ekim 1983)
► En başarılı Müzik,
► Hülya Koçyiğit, “En İyi Kadın Oyuncu”,
► Talat Bulut “En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Jüri Üyeleri: Nazan Akgün, Cihat Çiftçili, Atilla Dorsay, Süreyya Duru, İzzet Günay, Prof. Dr. Özdemir Nutku, Ülkü Tamer, Rekin Teksoy, Hayati Tungar, Gani Turanlı, Ziya Uçkan, Süheyla Uysal, Hurşit Yenigün.

 24. Karlovy Varly (Çekoslavakya) Festivali'nde; (1984)
► “Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Ödülü” ile “Uluslararası Film Kulüpleri Federasyonları Ödülü” 
 Valencia (İspanya) Film Şenliği’nde; (1984)
► Şerif Gören “Jüri Özel Ödülü, 
 25. Karlovy Varly (Çekoslavakya) Festivali'nde; (1985)
► Talat Bulut “ Prag Üniversitesi Sinema Enstitüsü’nce” ”Karakter Oyunculuğu ödülü.” 
4. Uluslar arası Şam (Suriye) Film Festi-vali’nde Birincilik Ödülü “Altın Kılıç” Ödülü

*  Derman'daki kadın güçlü, görevini ve insanları seven, onlara yardım eden genç ve tümüyle yaşamdan alınmış abartısız bir kişiliktir. Gören filmde, ebeyi anlatırken, uzak köylerde yaşayan ka-dınların, erkeklerin ve çocukların çilelerini de sergilemektedir. "Doç. Dr. Şükran Esen “80'ler Türkiyesi'nde Sinema”

* Film, kuşkusuz sinemamızın bugünkü genel görünümü içinde düzeyli, giderek onurlu bir yerde bulunuyor. Her türlü iyi niyetin açık ve belirgin olduğu bir proje, Şerif Gö0ren'in artık profesyonel düzeyi tartışma götürmeyecek sinemasıyla ve Hülya Koçyiğil, Tarık Akan, Nur Sürer ve Talât Bulut gibi dört dörtlük bir oyuncu kadrosuyla belli bir yere gelip yerleşiyor. Ama bu kadarı yeterli mi? Şerif Gören gibi, "Yol"u yapmış ve bununla sinemamıza tarihindeki en önemli ödülü kazandırmış bir yönetmen için "Derman" yeterli bir film mi'.' Bence değil, Şehmuız'un Tahsin'in cesedini bir yerden alıp başka yere gömmesi gibi hiç anlaşılmayan birkaç noktayı bir yana bırakalım. Temel sorun, bence Gören'İn bir hareket sineması yönetmem olması. Nitekim filmin harekete, gerilime dayanan sahnelerinde Gören çok başarılı. Ancak "Derman" bir ruh bilİmsel ilişkiler filmi, bu ilişkilerin sabırla, incelikle, bir yumak gibi açılması, çözülmesi gerekli. "Derman" bunu yapamıyor. Bİr de senaryodan gelen bir eksiklik var: Artık geri kalmışlığa ve onun sorunlarına değinen filmlerde, yüzeydeki olayın gerisine gitme gereği var. Ya geri kalmışlığın bir olgu değil, bir sonuç olduğunu anlatıp bunu gerideki daha genel ve temel sorunlara bağlamak gerekli ("Kara Çarşaflı Gelin'in, "Bereketli Topraklar Üzerinde"nin, vs. nin yaptığı gibi), ya da bu soruna zengin bir simgesellik yükleyip bir üslup araştırması yapmak gerekli. Şerif Gören için önemli bir adım, bir aşama değil bu film. Ama daha iyilerini beklerken, çeşitli olumlu yanlan ve genel düzeyiyle bu filmin yine de izlenmesi gerektiğini anımsatalım. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”

*  Şerif Gören'in çekici ve seyirlik niteliklere sahip, hareketli anlatımıyla ilginç sayılabilecek, sinemamızın standartlarına göre zorlu ve ürkütücü doğa koşullarını görüntülemedeki es geçilemeyecek başarısıyla ilgisiz kalınmayacak bir çalışma. (Sungu Çapan, Sanat Dergisi, S.: 85,1 Aralık 1983)

*  Ne var ki Gören, benzer diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de, insan ilişkilerini, bu ilişkilere neden olan yöre sorunlarını ve yaşam biçimlerini bir kenara iterek, kendi sineması için cazip olarak nitelediği doğanın gösterili ve abartılı yanlarını ön plana çıkarıyor. (Burçak Evren, Milliyet, Renk, 19 Kasım 1983)

* Şehmuz, Canan İnce Memed karışımı bir dağ adamı karikatürü olmaktan öteye gidemiyor, Tüm bu senaryodan kaynaklanan, ama filmin bütünü için büyük handikap olan zayıflıklara rağmen, “Derman” bu sezon göreceğimiz, sayıları beşi geçmeyecek en iyi yerli filmlerden biri. (Nokta, s: 39, 21-27 Kasım “198)