Powered By Blogger

12 Mart 2020 Perşembe

DUVAR (Le Mur) (1983)

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Güney,
Görüntü Yönetmeni: İzzet Akay,
Müzik: Ozan Garip Şahin, Setrak Bakırel,
Yapım: MK2 - Dilfussion/Martin Karmits Güney Prodüksiyon/YılmazGüney

Yönetmen Yardımcıları: Kerope Bağla, Fatoş Güney, Sefa Emet, Script: Marie-Helene Quinton, İmaj Asistanı: Laurent Chevallier, Francois Kotlarski, Serkis Çelik, Ses: Serge Guillemein, Dublaj: Patrick Joulin, Mirage: Gerard Tilly, Bruitage: Henri Humbert, Detection: Ois Koenigswerther, Figuration: Azise Belmiloud, Rauf Dursun, Interpretes: Tahsin Celal, Erdoğan Sezgin, Regisseur General: Dominique Toussaint, Regisseur General: Dominique Tosuuaint, Regisseur Adjoint: Monique Eydan, Regisseur Stagiaire: Patrice Lhtuillier, Directrice de Production: Catherina LapoujadeAbministratrice: Marie Noella Hauville, Secretaire: Marguerite Lemarchand, Maquillage: Francoise Chapois, Asst: Catherine Demilly, Yasemin Akay, Electricleas: Claude Rouxel, Joel Perrin, Machinisters: Jean-Paptiste Dutreix, Emeric Grunebaum, Montage: Sabine Mamou, Mon. Ast: Patricia Mazuy, Annie Allard, Montage son: Bob Wade, Asit: Fabienne de la Villegle, Avec la participation de: Ali Dede Altuntaş, Robert Kempler, Photos: Jean-Marc Lebeaupin, Çevirmenler: Tahsin Celal, Erdoğan Sezgin,

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (Tonton Ali), Ayşe Emel Meçsi (Siyasi), Malik Berrichi (Arap), Nicolas Hossein (Uzun, Isabella Tissandier (Hatice), Ahmet Ziyrek (Cafer), Ali Berktay (Şamil), Selahattin Kuzuoğlu (Hapishane Müdürü), Jean-Piere Colin (Genel Müdür), Jacques Dimanche (Başgardiyan Şevket), Ali Dede Altuntaş (Ali Dede), Necdet Nakipoğlu, Sema Kuray (Ayşe), Zeynep Kuray (Küçük Kız), Habes Bounabi (Tom), Bernard Certeau (Avukat), Jeremie NaCastillo, Aicha Arouali, Betty Nocella, Joelle Guigui, Sylvie Flepp, Schahla Aalam

Konu: Ankara Merkez Cezaevi hoparlöründen, ertesi gün mahkemeye çıkacak çocuk mahkumların isim listesi duyurulur. Kimi 2. Asliye Cezada kimi sulh ceza mahkemesinde hakim karşısıza çıkacaktır.. Aziz, yankesicilikten içeri girmiştir; Arap, anasına sataşan bir adamı öldürmüştür. Yetimhanede büyüyen en küçükleri Şaban ise, ne annesini tanır, ne babasını.

Dördüncü Koğuş'taki çocukların en büyük korkulan, endişeleri, görevlilerden gardiyan Cafer'dir (Ahmet Ziyrek). Cafer, zalim ve acımasızdır. Nöbette olduğu gün çocuk mahkûmları karşısına dizip terör estirir. Arkadaşları arasında Zapata adıyla anılan bir küçük mahkûm, "Burası dördüncü koğuştur, benim abim, bak camları yoktur kırıktır," dizeleriyle başlayan bir şiir okuduğu için hücreye atılır. Dayak yer, işkenceden tabanları şişer.

Sabahları jandarma türküleriyle, anahtar şıngırtılarıyla yataklarından kalkan mahkûmların çocuk çığlıklarıyla da uyandıkları olur. Cezaevinin bir bölümünde devrimciler, bir bölümünde de kadınlar koğuşu vardır. Kadın mahkumlardan Hatice (Isabelle Tisandier), idam cezasıyla yargılanır. Aşığı Şamil’le (Ali Berktay) bir olup kocasını öldürmüştür. İdamla yargılanan aşık çiftin cezaevinde bir kız çocukları doğmuştur. Avukatları nikâh işlemlerini bitirdiğinde evleneceklerdir. Mesleği öğretmen olan Emel (Ayşe Emel Mesçi) siyasi bir suçu nedeniyle cezaevindedir. Kocasını baltayla öldüren Türkan hamiledir. Sancılar içinde kıvranırken arkadaşları Hanife ve Aysel, onu cezaevinin hamamına götürüp doğumu-na yardımcı olurlar.

Devrimcilerin koğuşunda her taraf darmadağındır. Birkaç gün önce yapılan aramada gizli bir tünel ortaya çıkmış, beş mahkûm kaçmış, biri vurulup öldürülmüştür. Koğuşun duvarlarındaki elle çizilmiş resimler ve devrimci sloganların kazınıp silinmesi için gardiyan Cafer, çocuk mahkûmları görevlendirir. Tüm çocuklar, Cafer'den şikayetçidirler. Başka cezaevlerine gönderilmesini isterler. Dilekçe yazarlar. Hapishane müdürü (Selahattin Kuzuoğlu), tüm dilekçeleri yırtıp sobaya atar. Cezaevinin arka yolundaki çöplükte küçük Şaban, çöp taşımaktadır. Arkadaşlarından Ziya ile Uzun ise aynı yerde duvar örme işinde çalışmaktadırlar. Şaban, birden kaçmaya başlar. Ziya ile Uzun da başka bir istikamete doğru koşarlar. Jandarmalar arkalarından bağırır. O gün nöbeti teslim gardiyanlardan Ali Emmi (Tuncel Kurtiz) Şabanın kaçmasına mani olmak için arkasından koşar. Silahlar patlar. Şaban vurulup düşer. Uzun teslim olur. Ziya kaybolur. Ali Emmi, Şabanın cesedi başında ağlamaktadır.

Olaydan sonra Ali Emmi'nin ifadesi alınır. "Beceriksiz herif. Dört tane çocuğu idare edemedin. Git savunmanı yaz, elbiselerini de çıkart ve defol," diyen cezaevi müdürü tarafından kovulur. Ali Emmi, çocukların sevdiği ve 'Tonton Ali' adını taktıkları bir gardiyandır. Onlara hep sevecenlikle, anlayışla yaklaşmıştır. Çocuk mahkûmlar Ali Emmi'nin oğullan gibidir. Cezaevinin kapısından çıkarken dönüp bakar. Bir an durur ve sonra nefretle tükürür.

Ali Emmi'nin ayrılışından sonra Arap, Tom, Şişko ve Uzun, gizlice toplanıp ani bir karar alırlar. Gardiyan Cafer'i gece nöbetinde onu vuracaklardır. Çocuk mahkumlardan Hamamcı, kavga çıkaracak, Cafer koğuşa girdiğinde ona iki yandan saldıracaklardır. Ancak iki grup arasındaki kavga, bir süre sonra gerçeğe dönüşür. Birbirlerine şiş ve jiletlerle saldıran çocuklardan Aziz, delik deşik edilir. Bağırmalar, çığlıklar, dördüncü koğuşta isyan başlamıştır. Yataklar yakılır, ranzalar kapı önüne yığılır. Jandarmalar, gardiyanlar koşuşur. Kapı dinamitle havaya uçurulur. İçeri girildiğinde isyancı çocuklar, gardiyanlar tarafından dövülerek tutuklanırlar. Yaralılar battaniyelerle revire götürülür. Birbirlerini vuran çocuklaran ikisi ölmüş, dördü yaralanmıştır. İsyan bastırıldıktan sonra kırmızı bir arabaya bindirilen çocuklar, sonunda başka bir cezaevine doğru yola çıkarılacaktır. Agâh Özgüç, “Bütün Filmleriye Yılmaz Güney” syf, 366

*  Ankara Merkez Cezaevi. Ve dikkatle seçilmiş bir tarih: 1981. Yani, 12 Eylül dar-besinin hemen ertesinde, ülkenin birçok açıdan bir büyük hapishaneye döndüğü ve cezaevlerindeki geleneksel katı uygulamaların daha da sertleştiği bir dönem...

Bir koğuşta kadınlar, öbüründe erkekler. Bir diğerinde 'siyasiler'. Ve nihayet, dördüncü koğuş... Daha çocuk yaşta suçlular... Toplumun ya da kimi zaman (baklava çalma olayı gibi) bir anlık küçük yanlışların duvarlar arkasına ittiği ve orada, yaşadıkları acılarla ömür boyu damgalanacak ve belki de hiç iyileşmeyecek olan küçücük bedenler ve ruhlar…

Yılmaz Güney, Fransa'ya kaçtıktan ve Cannes'da Yolla büyük zafer kazandıktan sonra, Fransız yapımcı Marin Karmitz ve Fransız Kültür Bakanlığının yardımlarıyla çektiği Duvar'da, işte Türkiye'nin bu acılı dönemine eğiliyor. Hapiste bizzat tanık olduğu ve daha ni kusmuş, içini dökmüş, âdeta bîr terapi eylemi gerçekleştirmiş gibi…

Ama film, bu birikimden yarardan çok zarar görüyor, öylesine katı, öylesine merhametsiz ki... Sanki bir modern korku filmi izler gibiyiz. Elbette ki anlatılanların Önemli bölümü gerçektir. Cezaevlerimizdeki olaylardan da biliyoruz, benzer şeyler olmuştur, olmaktadır. Ve teke tek ele alındığın-da, anlatılan her şeyin gerçek hayatta karşılığı bulunabilir. Ne yazık ki sanat eseri, gerçeği aynen kopya etmekle oluşmuyor. Sanat eserinin kendi yapısı, mantığı ve iç dengesi olmalı. Bu film, o dengeyi gözetmiyor. İnsana nefes almak, biraz gülümsemek, bayata ve geleceğe karşı biraz umut ve iyimserlik duyma fırsatı tanımıyor.

Düğün töreninden sonra aniden ölüm odalarına itilen genç sevgililer ya da final bölümü, buna en iyi örnek. Kısacası Duvar, ustaca çekilmiş önemli sinemacı özellikleri taşıyan, hemen hepsi amatör geniş bir kadrodan alınabilecek en iyi sonucu alan, ama gerçeğe çabuk ve kestirme yoldan varmak istediği için gerçek izlenimi bırakmayan bir polemik filmi, sanki hayattan kopuk gibi duran bir manifesto. Eminim ki Yılmaz yaşasaydı, içini dökmüş olarak bize çok daha dengeli ve sağlam yapıtlar sunacaktı. Yazık Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 62”

* Güney'in her ne kadar iyi gözlemler ve deneyimlerle örü1müş öyküsü bir başarı tuttursa da, onun devlet aleyhtarı düşüncelerinin fazlasıyla etkisi altında kalmasından ötürü bir zaman sonra nötrleşme tehlikesine doğru gidiyor. Film 1970'li yılların ortalarında Ankara Kapalı Cezaevi'nde adli suçlular, siyasi mahkumlar, kadınlar ve çocukların ayrı ayrı koğuşlarda cezalarını çekme sürecinde maruz bırakıldıkları hayratlık ve şiddet üzerine yoğunlaşıyor. "Anlatılanların merkezinde çocuklar koğuşu bulunmakla beraber, diğer kesimler de ihmal edilmemiş. Kadınlar, siyasiler, kader kurbanları ve suçlular. Güney; doğumları, ölümleri, kavgaları, çelişkileri, özlemleri, isyanları ve yürek burkan küçük hikayecikleri ile hapishaneler dünyasını film karelerine resmetmiş. Güney'in yakından tanıdığı kişiler ve yakından tanık olduğu olaylar, onun edebiyatçı ve sinemacı kimliğiyle birleşerek alabildiğine 'içerden' anlatılmış son derece 'gerçek' ve 'gerçekçi' bir filmin doğmasına yol açmış ... Film, 'Sürü" ve 'Yol' gibi baş yapıtların ışıltısı altında biraz gölgede kalmış da olsa gerçekte mükemmele yakın başarılı bir çalışma ve 'üçüncü dünya sineması' diye adlandırılan bir sinema anlayışının, 'militan sinema'nın özgün ve uluslararası düzeyde bir örneği" (Sayman, Radikal İki, 12.11.2000).

*  Yılmaz Güney'in bir sanatçı olarak filmlerinin içeriğini, öncelikle dünya görüşünün belirlediğini düşündüğümüzde çıkan sonucu yadırgamamak gerekiyor. Fakat filmde canlandırılan cezaevi ortamının gerçekçiliği, insan denilen yaratığın en aşağılık şeyleri yapabilmeye açık olduğuna dair evrensel olabilecek saptamaları, filmin salt öyküsünü anlatabilmek için bile başarılı bir sinemasal evren kurduğunu belli ediyor. "Yılmaz Güney sinemasının ana yönelimi, bizzat Güney'in defalarca dile getirdiği gibi 'gerçekçilik' ya da 'toplumcu gerçekçilik' değil, onlardan çok farklı olarak doğrudan 'sosyalist gerçekçiliktir. Özellikle 'Umut'tan sonra kendini bu sanat yönteminin içinde tanımlamış ve gerek senaryo yazarı gerekse de yönetmen olarak o çerçevede kalmıştır. Dolayısıyla, gerçekçiliğin bu tarzını, Eisenstein'dan, Chaplin'den, Brecht'ten, Godard'a Taviani Kardeşler'e kadar çok geniş bir yelpazede sinema sanatını derinden etkilemiş 'sosyalist gerçekçiliğe' değinmeden yola çıkmak, Güney sinemasının yer yer 'kaba ve ilkel; yer yer son derece estetik ve etkileyici örneklerini barındırdığı bu çerçeveye hiç girmemek…. yeterince bütünlüklü gelmiyor. İşte 'Duvar'ın gücüya da güçsüzlüğü, diyelim ki 'Umut' ya da 'Yol' karşısındaki zayıflığı, 'bir büyük edebiyat' olup olmadığı da bu yöntemin 'turnusol kağıtlığı' yapmasıyla anlaşılabilir" (Arslan, Radikal, 15.11.2000).

*  Gün geçişlerinin sürekli 'oy akşamdan erken gel' türküsünü söyleyerek, eğitim yapan askerler ve doğa görüntüleri eşliğinde verilmesi, filmin yaratıcı buluşlarından. Bu allegori, bize yaşanılan günlerde salt hapishanelerde değil, ülke boyutunda bile bir hapishanede yaşandığı duygusunu geçiriyor. Bütün bunlara karşın, her ne suçtan olursa olsun hapishane personelinin kendi vatandaşlarına karşı bu kadar vahşi davranan insanlar olduğu yinelemesi bir zaman sonra, filmci yaratmak istediği etkiyi de silikleştiriyor. "Güney'in şiddet ile acının dozunu frenlemeden anlattığı, baş role birini seçmeden adeta anonim bir film yapmaya soyunduğu, hapishane gerçeğinin yanında çocuk ve kadının Türk toplumundaki değerini sorguladığı Duvar'ın, ... Batı basını sanatsal açıdan değerlendirmek yerine daha çok politik yanını ön plana çıkarıyor" ... (Canbazoğlu, Cum-huriyet: 28.09.2000)

Yılmaz Güney yurt dışına kaçtıktan sonra, sinema hayatının son filmi olan Duvar'ı (Le Mur) Fransa'da yönetti. Filmin tümü, yeni bir düzenlemeyle hapishaneye dönüştürülen Moncel Manastır'nda çekildi. Tuncel Kurtiz ve Emel Mesçi dışında, tümüyle amatör oyuncuların rol aldığı film Fransız Kültür Bakanlığı desteğiyle çekildi. Filmin kamera arkası çekimi, Patrick Blassier tarafından Duvarın Etrafında adıyla orta uzunlukta bir belgesele dönüştürüldü. Cannes Film Festivali'ne katılan Duvar ilk kez Fransız sinemalarında (18 Mayıs 1993) gösterime girdi. Türkiye'de gösterimi yasaklandı. Çekiminden on iki yıl sonra (1995), kendi ülkesinde ilk kez Cine 5 ekranlarında gösterildi. Türkiye sinemalarında ise 20 Ekim 2000'de gösterime girdi.
·
YILMAZ GÜNEY'İN ANLATIMIYLA DUVAR'IN ÇEKİM ÖYKÜSÜ
Arkadaş filminden beri tamamen benim yaptığım ilk film bu. Kelimenin dar anlamıyla politik bir film yapmak istemiyordum; propaganda yapmak, sloganlar haykırmak istemiyordum. İstediğim; konunun günümüz Türkiye'si olması ve orda kalmasıydı. 1980 darbesinden beri 40 kadar ölüm cezası infaz edildi, binlerce kişi halen hapiste; o halde, hapishaneyi anlatmak bir yerde Türkiye'yi anlatmak demekti, filme Türkiye'yi koymak demekti.

Bugünün Türkiye'sinin hapishane gerçeğini iyi bilen biri olarak, kendime başka aşadı. bir soru yönelttim: Olayları olduğu gibi mi yoksa dolaylı bir yoldan mı anlatmalıydım? İkinci çözümü benimsedim. Filmin can alıcı noktasına başta çocuklar olmak üzere yetişkinleri de koydum; hapishane gerçeğine onların gözüyle bakabilmek için. Birinci yol, yani olayları bütün çıplaklığıyla anlatmak yolu, gerçeğe ne kadar yakın o kadar inanılmaz görülecekti. Zira bugün Türk hapishanelerinde inanılması güç olaylar cereyan ediyor. Diğer bir zorluk daha vardı: Türkiye'den uzak kaldığım sürede, hayatımın politik tarafı, politik kişiliğim oldukça önem kazandı ve bunun filmimi gölgelemesini istemiyordum; çünkü hangi gerekçeyle olursa olsun bu filmin salt bir propaganda aracı olarak değerlendirilmesini istemiyordum. Sanatsal bir anlatım bulmam, anlatım dilinin bahsetmek istediğim gerçekliği taşıması ve anlatması en azından hissettirmesi gerekiyordu.

Duvar'da iki metodun karışımını kullandım. Gerçekte senaryo yazmayı hapishanede öğrendim ben. Önceki filmlerimi hikayenin zaman sırasına göre çekerdim ve senaryo olarak elimde sadece birkaç sayfa yazı olurdu. Daha sonra, yani sırasında gerek senaryonun gerekse mizansenin ayrıntılarını ayaküstü hazırlardım. Fakat hapishanedeyken, beton gibi sağlam senaryolara ihtiyacım vardı; bitmiş, her şeyin inceden inceye planlandığı senaryolara. Duvar için ki, dokuz yıldan bu yana baştan sona yönettiğim ilk filmim, bir yerde, yukarda sözünü ettiğim iki metodun karışımın kullandım. Çok ayrıntılı, oldukça iyi planlanmış bir senaryom vardı, fakat yine de senaryonun esiri olmamaya çalıştım. Değiştirdim, sahneler çıkardım, yeni sahneler ekledim... Özetle Duvar, miksaj aşamasına kadar bir anlamda kendi hayatını Bir hapishanedeydik ve şef gardiyan benim. Duvar'ı herhangi bir film gibi gerçekleştirmek imkansızdı. Alışagelmiş üretim yaklaşımına bir çeşit militanca yaklaşım eklemek gerekiyordu. Öyle bir şey yapılmalıydı ki çekime katılan herkesin veya en azından büyük bir kısmının kaderinin filmin kaderiyle örtüşmesi, iç içe geçmesi sağlanmalıydı. Benim için sorun, üretim koşullarını garantiledikten sonra bu ekibin nasıl idare edebileceğim meselesiydi. İlk günden itibaren, durumun herkes için açık olması gerekliydi. Filmin maddesi olan tedirginliği açıklamak, dolayısıyla havasını yaratmak; bu tedirginliğin filmden çıkarak ekibin günlük hayatına ve platoya geçmesini sağlamak gerekliydi. Açıkçası bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim. Ekibin büyük çoğunluğu, teknisyenlerinden aktörlerine, hapishaneye çevirdiğimiz bu eski manastırda uyumayı kabul ettiler. Ama bitti: bir daha hapishaneyle ilgili bir film çevir-meyi kesinlikle istemiyorum artık.

Bu film için hikayenin aslıyla tam anlamıyla ahenk sağlayan bir şekle ihtiyacım vardı. Bunu elde etmek için değişik metodlar kullandım. Örneğin; bütün çekim süresince bütün ekibe, bütün oyunculara bu dekordan dışarı çıkmayı yasakladım, hapishanede ve filmde görülen yataklarda uyumaya zorladım. Jandarmalar ki, dekorun yapımında çalıştılar; daima jandarma elbiseleri ve silahlarıyla çalışıyorlardı. Gardiyan sabah kalkar kalkmaz kasketleri giyiyor, çalışmaları olmasa bile bütün gün platoda coplarıyla dolaşıyorlardı. Jandarmalar, gardiyanlar ve tutukluları canlandıran figüranların arasında doğabilecek bağları kestim. Bir yerde filmin yapımcısı olarak şahsımda bir korku ve baskı öğesi yarattım. Platoya geldiğimde herkes benim tepkimden korkuyordu. Hapishanenin şef gardiyanıydım ve bütün çekimi katılanlarla çok sert ilişkilerim oldu. Diğer bir örnek; bütün çekim boyunca, yalnız bir çocuğu canlandıran çocuğun (Şaban) yalnız kalmasına itina gösteriyordum. Yetişkinlerle, jandarmalarla, gardiyanlarla ve filmde düşmanlarını canlandıracak çocuklarla, ilişkilerini önlüyordum. Fakat filmdeki arkadaşlarıyla daima bulunuyordu. Bugün yüz binlerce insan Türkiye'de aynı hayatı yaşıyor.

Vurgulamak istediğim nokta şu; her hikaye kendi isteğini beraberinde getirir. Bu anlamda gerek SÜRÜ'nün, gerek YOL'un genel olarak anlattığı hikaye ve insan ilişkileriyle, DUVAR'daki konu ve insan ilişkileri o kadar farklı ki... Hapishanede LİRİZM yok, gökyüzünde var. Bir takım küçük ilişkiler içinde var, onları mümkün olduğu kadar yansıtmaya çalıştım. Fakat esas olarak cezaevinde lirizm şiir bulunabilir. Yani o noktaya yöneltebiliriz. Ancak cezaevinin getirdiği baskı cezaevinin dayanılmazlığını anlatmak mümkün olmazdı ve sinemacı olarak yanlış bir iş yapmış olduk.

DUVAR'ı düşünürken uzun yılları iki saat içine sığdırmayı düşündüm. Uzun yıllarda elde edilen zorluk, baskı ve şiddeti iki saate sıkıştırmak istedim. İstedim ki, seyrci iki saat içerisinde bu bunalımla karşı karşıya gelsin. Birçok kimse filmin iki saatlik şiddetine tahammül edemedi. Bugün yüz binlerce insan ve yüz binlerce insanla ilişkide olan insanlar Türkiye'de benzer yerlerde milyonları bularak aynı hayatı yaşıyor. girdi
 FATOŞ GÜNEY'İN TANIKLIĞI
1976 yılıydı... üç yaşındaki oğlumla birlikte yaşamımızı Ankara’da sürdürüyorduk... Çünkü, babası iki yıldır Ankara Kapalı cezaevinde mahkumdu....O’nu ziyarete gittiğimiz bir kış günü, cezaevinin askerlerle sarılmış olduğunu gördük... Korktuk! O gün bizi içeri sokmadılar... Tel örgülü demir parmaklıklı küçük loş pencereden, mahkum babanın hüzünlü gözlerini ve her zaman gülümseyen yüzünü göremedik, Onunla konuşamadık.. Oğlumuz, babasının o’na kimi zaman kibritten, kimi zaman boncuklardan yaptığı, küçük renkli kuşlardan, oyuncaklardan alamadı!

Kadınlar ağlaşıyorlardı... Sübyan koğuşundaki çocukların anneleriydi onlar.. “Bebeler Koğuşu”nda isyan çıkmıştı... Bebelerin isyanına, cezaevinin diğer koğuşları da katılmışlardı... Bütün mahkum ayaklanmıştı! Yanıma genç bir adam yaklaştı... Elime bir kağıt tutuşturdu... Içerden gizlice çıkartılmış bir bildiriydi bu! Nedendi bebelerin isyanı, ne istiyorlardı? Koğuşlarının kırık pencerelerinin onarılmasını istiyorlardı... Isınmak için soba istiyorlardı...Doymadıkları için 1 yerine 2 ekmek verilmesini istiyorlardı!...

Bebelerin dertlerini dile getiren bildiri, diğer mahkumlarla birlikte YILMAZ GÜNEY imzasını taşıyordu ve bunun benim tarafımdan basına ulaştırılması isteniyordu...Ben gerekeni yaptım. Çocukların masum seslerini taş duvarların ötesine duyurmaya çalıştım.Cılız bir haber olarak gazetelerden bazılarında yer aldı... Ertesi günü, gece yarısı telefon çaldı!

Arayan Yılmaz’dı... Şaşırdım... Yoldan telefon ediyordu... Tüm cezaevine yayılan isyanın öncülerinden olduğu tespit edildiği için O’nu Kayseri’ye, Kayseri-Kapalı Cezaevine sürüyorlardı...

Arkasından biz de, Ankara’daki evimizi kapattık, Kayseri’ye göç ettik...Sübyan koğuşundaki bu olay, yüreği insan sevgisiyle dopdolu, sanatının gücünü halkınının kurtuluşu mücadelesine adamış bir büyük romancıyı, bir sinema ustasını, Yılmaz Güney’i derinden etkilemişti... yaralamıştı! Kayseri Cezaevinde, bu olaydan esinlenerek, önce iki yıllık bir çalışmanın sonucu adı: “ SOBA - PENCERE CAMI ve İKİ EKMEK İSTİYORUZ” olan bir roman yazdı.

1981 yılında sürgüne çıkışımızda ise, kafasındaki ilk ve en önemli proje yine aynı isyan olayından yola çıkan bir film yapmaktı...Bu filmin adı ilk önce; “CAMLARI KIRIN KUŞLAR KURTULSUN” olan “DUVAR” olacaktı...

Yılmaz, Fransa’nın kuzeyinde Pont St. Maxence kasabasındaki eski bir manastırı seçti... Manastırın bahçesine duvarlar, gardiyan kulübeleri, asker kuleleri inşa ettirdi. Gardiyan kostümleri, şapkaları diktirildi. Dekorların, aksesuarların büyük bir bölümü gizlice Türkiye’den getirildi... Yönetmeninden asistanına, kameramanından müzikçisine hepimiz cezaevinin inşasında bizzat çalıştık...

Filmin oyuncularının büyük bir kısmı o dönemde Fransa’da ilticacı olarak yaşayan Türk-Kürt, Kuzey Afrikalı, Latin Amerikalı kişilerden seçildi... Çocuk koğuşunun oluşturulması için, Almanya’nın sokaklarından gelişigüzel toplanmış yüzlerce çocuk Yılmaz tarafından önce fotoğraflarından seçilerek, Fransa’ya getirildi...8 aylık bir çalışma sürecini kapsayacak olan film çekimi başladığında, oyuncular iki kişi dışında (Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci) hepsi hayatlarında kamerayı ilk kez görüyorlardı...Filmin çalışma sureci başlı başına bir savaş”tı...

Kadro kimi zaman 1000-1500 kişiye yükseliyordu... Filmin Fransız prodüktörü Marin Karmitz şaşkınlık ve hayranlıkla bana şöyle diyordu:“Yılmaz bir çılgın! O’nun bu yaptığını kimse yapamaz... Biz batılıların ondan öğreneceği çok şeyi var...”

Hapishane atmosferini yaratmak, oyuncuları sihirlemek, ve oyunculukla hiç bir ilgisi olmayan bu çocuklardan “mucize” yaratmak, kolay bir iş değildi! Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin polisi O’nun peşindeyken...

12 Eylül rejimi O’nu “vatandaşlıktan” çıkartıp, filmlerini toplattırıp, adından söz etmeyi yasaklarken, Türkiye’deki kimi gerici basın ve TRT Yılmaz’ın çocuklara “işkence” yaptığını iddia ederken, aynı çocuklar, film çalışması bittiğinde, sevgili Yılmaz abilerinden ayrıldıkları için ağlayacaklardı...

Biz uyurken, herhangi bir sabotaj olmaması için kapımızda nöbet tutan devrimci arkadaşlarımızı,küçücük yaşlarıyla yerine getirdikleri ödevin bir kardeşlik ve dayanışma olduğunun bilinciyle, zor şartlarda özveriyle çalışan o sevgili çocukları ve filme emeği geçen tüm arkadaşlarımızı burada sevgiyle anıyorum...

Yılmaz bu film için şöyle dedi: “Halkımın yaşadığı baskılar ve zulüm öylesine yoğun, öylesine acılı ki, buna kayıtsız kalmak benim için mümkün değildir… Ben halkımın bir sanatçısı olarak aynı zamanda onun bir savaşçısıyım da! Bu nedenle Türkiye’de, güncel hayatın bir parçası haline gelmiş olan zulüm, baskı ve işkenceyi gündemine almalıydım.Emekçi halk ve devrimci - demokrat aydınlar için bir cezaevi haline gelen Türkiye gerçeği bir cezaevi portresi içinde tartışmaya sunulmalıydı.. Ancak işe başlarken benim de kaygılarım vardı! Türkiye Cezaevlerini ÇIPLAK gerçeğiyle anlatmam halinde bana ve tanıklığıma inanmayabilirlerdi... Bu nedenle, gözlemlerimi hikayeleştirirken ve sinemalaştırırken alabildiğine yumuşaklığı seçtim. Olayları hafiflettim.”

Eleştirmenler bu film için şöyle dediler: “DUVAR”la Yılmaz Güney bir sanat şaheserini imzalıyor...Bu bir romansal belgesel. YOL’da olduğu gibi, Türkiye’de ki diktayı gözler önüne seren bir gerçeklik abidesi...En gerici, en tutucu eleştirmenlerin bile birleştikleri bir nokta vardı: “Şeytan gibi büyüleyici bir sinemacı” Şimdi sizler de bu filmi izlerken zorlanacaksınız biliyorum...

Yaratıcısı “DUVAR”ı düşünürken 4. Koğuş çocuklarının gerçekleştirdiği bir isyanı ele alırken, bu olayı çeşitli cezaevlerinde edindiği gözlemler ve tanıklıklarıyla da beslemiştir… İstemiştir ki, seyirci 2 saat içerisinde bu bunalımla karşı karşıya gelsin!.. Bir çok kimse filmin iki saatlik şiddetine tahammül edemedi...Belki, sizlerden de edemeyenler olacaktır...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder