Powered By Blogger

27 Mart 2020 Cuma

ANAYURT OTELİ (1986)


 Senaryo ve Yönetmen: Ömer Kavur . (Yusuf Atılgan’ın 1973 yılında aynı isimle yazdığı romanından)
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Müzik: Atilla Özdemiroğlu
Yapım: Alfa Film/Ömer Kavur
Odak Film/Cengiz Ergun

Oyuncular: Macit Koper (Zebercit), Sera Yılmaz, Orhan Çağman (emekli subay Mahmut), Kemal İnci, Yaşar Güner, Şahika Tekand (esrarengiz kadın), Serra Yıl-maz (ortalıkçı), Ülkü Songül (öğretmen), Ülkü Ülker (tiyatrocu kadın), Orhan Başaran, Aslan Kaçar, Cengiz Seçici, Osman Alyanak (parktaki adam), Yaşar Güner (kestaneci), Arslan Kaçar, Server Mutlu, Kemal Kocatürk, Sadık Deveci (öğretmen), Nevin Buket (fahişe), Şener Kökkaya (köylü), Ergun Özcan (tiyatro patronu),

KONU: Anayurt Oteli'nin öyküsü de Anadolu'nun tipik kasabalarından birinde geçer. Filmin baş kişisi Zebercet küçük bir kasabanın Anayurt Otelini İstanbul'daki dayısı adına işletmektedir. Zebercet kasabaya Ankara ekspresiyle gelip otelde yalnızca bir gece kalan ve tekrar geleceğini söyleyip, bir türlü gelmeyen kadının bekleyişi Anayurt Oteli içindedir. Kadının anısı Zebercet'in belleğine kazınmıştır. Tekdüze bir yaşam içinde tanınmayan, ama beklenip sahip olunmak istenen kadın, Zebercet'in giderek saplantıya dönüşecek tutkusu olur. Zebercet her gün oteldeki koltuğuna oturup, gelmeyeceğini bile bile umutsuz ve çaresizce Ankara ekspresini bekler: tek tesellisi kadının kaldığı oda olur. Zebercet o günden sonra kimseye vermediği ve eşyaların yerini değiştirmediği odada her günün bitiriminden sonra saatlerce kadını düşler. Oda duygusallıkla cinsellik arasında gidip gelen bir arayışın mekanı olur. Her geçen günle birlikte Zebercet'in içine düştüğü bunalım derinleşir. Ne temizlikçi kadınla girdiği cinsel ilişkiyi sürdürüp sonunda onu boğması, ne de oteldeki müşterilerle kurduğu ilişki ona doyum sağlar. Zebercet bunalıma dayanamayıp oteli kapatır ve kendini kadının kaldığı odanın tavanına asarak intihar eder.

Ödüller
1987 Altın Portakal Film Fevstivali Jüri Özel

Ödül
► En İyi 2. Film, En İyi Yönetmen
1987 İstanbul Uluslararası Film Festivali En İyi Türk Filmi
1987 Venedik Film Festival Fipresci Prize, Ömer Kavur'a
1987 Nantes Three Continents Festi-val Golden Montgolfiere (Büyük Ödül),
►Ömer Kavur'a
1987 Valencia Film Festivali Bronz Ödül 
1987 - 1988 Siyad Ödülleri
►En İyi Film,
► En İyi Yönetmen,
►En İyi Özgün Müzik,
► En İyi Erkek Oyuncu (Macit Koper),
► En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Serra Yılmaz)

Ø Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"ni ilk okuduğumda ne çok sevmiştim!..
170 sayfalık bu küçük roman, bana, aslında pek benzemediği halde Carnus'nün "Yabancı"sını,daha ötesi, Kierkegaard'ı, "Beat kuşağı" yazarlarını, dışarıdan ve bizden tüm bir "bunalım edebiyatının baş yapıtlarını çağrıştırıp duruyordu. Kitabın ilk cümlesiyle "İstasyona yakın Anayurt Oteli'nin katibi Zebercet" ise, yıllar yılı, tüm okuduğum kitaplar arasın-da belleğimde en çok çakılıp kalan, en somutlaşan roman kişilerinden biri olup çıkmıştı. Ve doğrusu ya, ben de, Fatih Özgüven gibi, romanın filme alındığını duyunca birazcık korkmuştum...

Boşuna korkmuşum..."Anayurt Oteli", Yusuf Atılgan dostum ne der, bilmem ama, bence "uyarlama" denen belalı, çetrefil sorunu hemen tümüyle çözümleyen, heyecan verici bir başarı, kolay unutulamaz bir film... Artık Zebercet, gözümüzün önünde hep Macit Koper'in o binbir iç bunalımı gizleyen hafif sarsak hareketleri, dalıp giden gözleri, yalnızlığın tedirginliğiyle gerilmiş yüzü ve aklın çöküşünü adım adım veren oyunu ile belirecek...

“Anayurt Oteli", kuşkusuz sinemamızda şimdiye dek yapılmış en iyi "dramatürji” çalışmasını ve bununla birlikte (özellikle "dramatürji" sözcüğünü biraz daha dar bir anlamda, bir insan dramının, bir bireysel dramın en iyi biçimde ortaya çıkması içİn yapılan çalışma diye alırsak), en olgun, kapsamlı, ayrıntılı "birey" çizimini içeriyor... Bu, filmdeki Zebercet tipinin çok değişik düzeylerdeki izdüşümünün (toplumsal, tarihsel) ihmal edildiği anlamına gelmiyor. Tersine, otel katibi Zebercet'in bu küçük Anadolu kasabasında, kasabanın insanları; iç (otel, meyhane, sinema) ve dış mekanları (çarşı, meydan, sokaklar, park, vs.) ve genel yaşamı ile olan ilişkileri, kısa ama özlü sahnelerde yeterince beliriyor….

Ancak asıl çaba ve asıl başarı, Zebercet'in iç dünyasının, iç gelişimlerinin sinema aracılığıyla verilmesinde... Sinemamız, maşallah, her şeyi öğrenmiştir, her şeyi becerir… Ama iç dünyaları, ruhsal oluşumları, bireyin iç aleminde oluşan fırtınaları vermeyi henüz pek bilemez... Bunca yıllık sinemamızdan, unutulmaz biçimde belleğinize çakılıp kalmış kaç insan portresi, kaç birey tasviri anımsıyorsunuz? Ah, keşke onca toplumsal serüvenleri, kuşaksal hesaplaşmaları, politik savları, ideolojik öğretileri duyurmaya sıvanan yönetmenIerimiz, özellikle insan, tek bir insanı anlatmayı başarabilseler!...

Ömer Kavur, bize Zebercet'i anlatıyor. Anayurt Oteli katibi Zebercet, bu küçük Anadolu kasabasının, Cumhuriyet bayramlarında izcilerin geçtiği, belediye hoparlörlerinden hutbe okutulan, hayat kadınlarının hasat geliriyle cebi şişkin köy ağalarını hoşnut etmeye çalıştığı, sinemalarında karate filmleri gösterilen, serin çarşılarında pantolon giyen genç kızların ilk sevgilileriyle buluştuğu, tatminsiz genç çırakların horoz dövüşlerinde geçici eş-cinsel ilişkiler aradığı bu küçük ve tipik kasabanın Anayurt Oteli'ni İstanbul'da oturan dayısı adına çalıştıran otel katibi Zebercet, kişilik ve yalnızlık bunalımını yaşıyor. Çeşitli günlük ve sıradan ilişkileri gitgide gerginleşiyor, sonunda kopuyor.

Zebercet'in küçük, cılız yapısı, bunca yalnızlığı, bunca özlemi kaldıracak gibi değildir… Zebercet'in çöküşü, yalnızca sıradan bir "klinik olay", Batılı anlamında bir yabancılaşma olayı değildir... Bu, herhangi bir dostluk, bir yakınlık, bir insancıl ilişki arayıp da bulamayan bir ruhun, artık kaldıramadığı yalnızlığa teslim olmasının irdelenmesidir. Zebercet'in belleği, bir yandan, resmi odasını süsleyen kadının (annesinin ?) yüzünü taşıyan, "Ankara treniyle gelen" ve otelde bir tek gece kalıp ayrılan o gizemli kadına takılıp kalmıştır... Öte yandan, duygusal açlıkla cinsel açlığın birbirine karıştığı, altında hep "uyur gibi" yatan temizlikçi kadında da giderilemeyen bir "insan özlemi", Zebercet'i kemirip bitirmektedir. Böylece Zebercet'in çöküşü, soyut bir "çıldırma" olayı değil, aşamaları ustaca belirmiş bir arayış serüvenidir. Çift yönlü bir arayış: duygusal ve cinsel yönden... Ama yalnızlık ve cinsel doyumsuzluk, bir türlü kurtulamadığı bu iki sorun, bir türlü doyuramadığı bu iki açlık, Zebercet'i iyiden iyiye kıstıracak, sonunu getirecektir.

Ömer Kavur, Zebercet'in öyküsünü bize örnek bir sinemayla anlatıyor. Son derece ekonomik, hiçbir fazlalığın olmadığı, frenklerin "epure" dediği alabildiğine yalınlaştırılmış bir üslupla Ama bu Ömer Kavur yalınlığı, sonunda bizi değme biçim cambazlıklarından çok daha fazla heyecanlandırıyor. Çünkü, başta da söyledim, bu film boyunca bir insanı yakalıyor, gerçek, inandırıcı bir portreyle karşılaşıyor, bir film boyunca bir yaşa-mı sanki ellerinizde tutuyorsunuz... "Anayurt Oteli"ni özellikle bu sanki ellerinizde tutuyorsunuz... "Anayurt Oteli"ni özellikle bu açıdan sinemamızın önemli bir dönüm noktası sayıyorum. Bu başarıya katkıda bulunan tüm sanatçıları da anmama izin verilsin: Macit Koper'in olağanüstü kompozisyonu, başta Orhan Çağman, Serra Yılmaz, tüm yardımcı oyuncuların katkısı, Orhan Oğuz'un kimi iç mekanlarda laboratuvarın oyununa geldiğini sandığım çok düzeyli görüntü çalışması ve artık dünya çapında bir film müziği bestecisi olduğuna inandığım Atilla Özdemiroğlu'nun, filmin gerçek bir "atmosfer filmi" olmasına büyük ölçüde yardımcı olan müziği.

"Anayurt Oteli"ni mutlaka görün...Türk sinemasının (belki teknik altyapı dışında) nerelere geldiğini anlamanın en İyi yolu bu.. Ve bu filmi görmeden, günümüzün Türk sineması üzerine de "ahkam kesmeye" kalkmayın. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 177 ”

Ø  Türk sinemasının en çarpıcı yalnızlık, iletişimsizlik, aşksızlık, saplantı ve buhran öyküsü... Aynı zamanda da en başarılı edebiyat uyarlaması.

Anadolu'da bir kasaba... İstasyon yakınlarında konaktan bozma bir otel... Bir süre önce Ankara treniyle gelip, tek gece kaldıktan sonra "bir haftaya kadar" döneceğini söyleyerek giden ama geri gelmeyen meçhul kadını tutkuyla, ısrarla bekleyen otel katibi Zebercet...

Adını, "zümrütten daha açık yeşil renkte bir süs taşından alan ve sinemamızda o güne dek görülmeyen ölçüde iyi işlenmiş bir negatif kahraman olan Zebercet, belli ki önceleri yalnızca kendi içinde büyüttüğü, beton çatlaklarının arasında yeşeren yabani otlara benzeyen bir umutla beklemiştir, bu hayal gerçek kadını. Umudun yerini umutsuzluğun alması, bekleyişin umutsuzca sürmesi de Zebercet için yakınma konusu olmayacaktır.

Ama anlatılan, klasik yapıda bir "Bekledim de gelmedin..." serüveni değildir. Zebercet'in, giderek alacakaranlıklaşan dünyasında, kadının dönmeyeceğini, kendisinin kadın için hiç önem taşımadığını anlamasıyla (gerçekten anlıyor mu, kendini kandırmayı başka bir yoldan mı sürdürüyor, bilmiyoruz!) içine girdiği dönüşüm sürecini sergileyen "Anayurt Oteli", benzersiz bir anlatımla psikolojik "duraklamanın, gerilemenin ve çöküşün öyküsünü sunar.

Yönetmen Ömer Kavur, küçük Anadolu kasabasındaki kasvetli, hüzün dolu, aileden kalma 14 odalı otelin katibi Zebercet'i, Yusuf Atılgan'ın romanından alıp, başlangıçta kimilerine "çok rizikolu", hatta "korkutucu" gelen bir çaba içinde, beyaz perdede yeniden yaratır. Çok ince bir buz tabakası üzerinde olduğunu fark etmeden, herhangi bir yere gitmek ya da yere sağlam basmak gibi kaygıları olmadan, yalnızca "bekleyen" bir adamın çöküş serüveni vardır karşımızda.

Zebercet, giderek günlük gerçeklerden kopacak, tümüyle içine kapanacaktır. Bu, aynı zamanda otelin de "içine kapanışı" anlamına gelecektir. Başlı başına bir "tekinsizlik" atmosferi oluşturulmamakla birlikte, kapalı mekân gerçekliği üstün başarıyla yaratılır filmde. Bir anlamda Stephen King - Stanley Kubrick The Shining ilişkisi tekrarlanır ve bu kez Yusuf Atılgan-Ömer Kavur-Anayurt Oteli zinciri kurulurken, Zebercet'in oteli, otelin de Zebercet'i etkileme ve "parıldama-parlama" biçimlerine tanıklık edilir.

Belki Batılı anlamda "birey"in değil, Anadolu'dan bir "insan teki"nin öyküsüdür anlatılan. Ama Ömer Kavur, alabildiğine yalın, ekonomik, hiçbir fazlalık içermeyen sinema diliyle, filmi evrensel kılmayı da başarmış, Altın Portakal'dan Nantes'a, Venedik'ten Valencia'ya kadar pek çok festivalde kazandığı ödüllerle de bu başarısını pekiştirmiştir.

Macit Koper'in büyük başarıyla canlandırdığı Zebercet'in iç dünyası ile dış dünyanın gerçekliğini, eşine az rastlanır türden bir "soluk görkem" içinde buluşturan "Anayurt Oteli", baştan sona "kırılganlığın" egemen olduğu, ama her yönüyle çok sağlam bir film olarak yer edinir sinema tarihimizde. Kanlı horoz dövüşü, tavayla öldürülen kedi, röntgencilik, gizemli kadının kullanmış olduğu havluyla mastürbasyon, temizlikçi kadının sevişirken boğularak öldürülmesi gibi allak bullak edici sahneler ve başlı başına "son nokta"nın konuluş biçimi, "Anayurt Oteli"nin Türk sinemasındaki "klinik-krimonolojik olaylar" dökümünde saygın bir parantez açmasına yetecek derecededir! Ve kim bilir daha ne çok Zebercet'imiz vardır, giderilmemiş cinsel açlıklarıyla ortalıkta dolaşan, bir köşede bekleyen... 

Zebercet'in, edebiyatımızın hazinelerinden biri niteliğindeki bir başka Yusuf Atılgan romanı "Aylak Adam"ın, kısaca C. olarak tanıtılan, 28 yaşındaki "tedirgin" karakteriyle akraba olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öte yandan ve buna paralel olarak, Ömer Kavur filmografisindeki diğer pek çok karakterle hısımlık akrabalık ilişkisi içinde bulunduğu da görülecektir. Tutkusunun esiri olan, yabancılaşıp kendi dünyasına kapanan ama arayışlarını da tuhaf-gizemli biçimlerde sürdüren bireylerle doludur Kavur filmografisi. Bu özellik, bazı sinema yazarlarının ve akademisyenlerin bilinçsiz bir çabayla Metin Erksan'la ilintilendirdikleri Ömer Kavur'un, öykülerini, Erksan'ın tersine "içeriden dışarıya doğru" anlattığı ve "yerli olanın yabancılaştırılması" temelinde kurduğu düşünülürse (Erksan, yabancı olanı yerlileştirir...), "

Anayurt Oteli"nde tümüyle modernist bir yapıda ve alabildiğine vurgulanmış olarak çıkar karşımıza. Yani Zebercet, her şeyiyle bize, buralara, örneğin filmin çekim mekânı otelin bulunduğu Nazilli'ye aittir ama önce Atılgan, ardından da Kavur tarafından mümkün olduğunca "yabancı" kılınmıştır.

"Ömer Kavur'un peşine düştüğü imgeler, daha önceki filmlerinde görülmekle birlikte, 'Anayurt Oteli' ile birlikte kristalize olmaya, bakışımlı bir prizmada özel bir dil oluşturmaya başlamıştır" diyor, Kavur'un değişmez senaristi ve oyuncusu Macit Koper ve ekliyor: "Şöyle de söylenebilir: 'Anayurt Oteli' Ömer Kavur'un yola çıkmak için bütün ağırlıklarını bıraktığı, dönüp arkasına bakmaktan vazgeçtiği, başyapıtı-dır." (Yönetmen: Ömer Kavur, Ankara Sinema Derneği Yay., sayfa 111, 2002


► Film Zebercet'in hikayesine onun anlatımıyla başlar: "Adım Zebercet. Zebercet. 28 Kasım 1950'de doğdum. 7 aylık. Annem 44 yaşındaymış o zaman babamdan büyük. 4 kez düşük yapmış bana kadar."

Zebercet, 1960' da sünnet olduğu yaz annesinin öldüğünü, okulu orta ikiden terk ettiğini ve askerden 1971'de terhis olduğunu belirttikten sonra ekler: "Babam birkaç yıl önce öldü. Oteli ben yönetiyorum. 80' den beri." 1923'te otele dönüştürülen bu eski konak ve bulunduğu kasaba Zebercet'in öyküsünü de çizen en önemli mekanlar olacaktır. Kavur, karakterinin öznel anlatımıyla filme başlarken, hem izleyiciyle Zebercet'in öyküsü arasına bir mesafe koyar hem de vurgulanan bu tarihlere dikkat çekmiş olur.

Zebercet'in konakla otel arası bu mekana sıkışmışlığı filmin birinci bölümünü oluşturur. Zebercet nerdeyse hiç dışarı çıkmaz. Otele günü birliğine gelip gidenler dışardaki bir hayatın ritmini içeri taşır. Bir hafta gibi en uzun kalan yaşlı müşterisi ve otel hizmetçisi geçmişleriyle gelecekleri arasında bir yerlerde asılı kalmış bir zaman diliminde yaşarlar. Serra Yılmaz'ın başarıyla canlandırdığı hizmetçi, dayısının öldüğü gerçeğini ve bu otele saplandığını kabul etmez ora-da takılı kalmıştır. Film boyunca dayısından haber olup olmadığını sorar. Zaman zaman da Zebercet için cinsel bir bedendir ve sanki hiç yaşamıyormuş gibidir. Yaşlı müşteri de kendini soran olup olmadığıyla ilgilidir ve hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Zebercet'in onlardan bir farkı yoktur. Ne dışarısı ne de içerisi kendi mekanıdır. Bu mekanla kimliğini ilişkilendirebileceği, iğreti duran birkaç resim ve beşik dışında hiçbir bağ yoktur. Donup kalmış anlara sıkışmış, kendi mekanında yaşamayan bu kimliğin zamanla olan ilişkisi de parçalanmıştır. Kendini bu mekana ait hissettiren tek anı otele bir günlüğüne gelen bir kadın ve ardında bıraktıklarıdır. Zebercet, adeta durmuş olan kendi kişisel zamanını yeniden yaşamaya başlar. Ona uzak geçmişi ve bu mekan, kadının geleceği umudu ve beklentisiyle anlam kazanır gibi olur. Ama Zebercet bu mekanı terk edemeyeceği için umutsuzluğu daha da artar. Kendisini suçlu hisseder. Kendi imgesine bile yabancıdır. Hayal ettiği Hitler bıyığı aslında kurtulmak istediği, vücuduna yapışmış bir simgedir. Suçluluk ve umutsuzluk duygularıyla, kopuk kopuk yaşanan zamanlarla anlamsızlaşmış bu mekandan, bu geçici kimliklerin mekanından kurtulmaya çalışır Zebercet. Filmin ikinci bölümünü oluşturan arka plansa yaşadığı kasabadır. Zebercet bir çeşit geriye dönüşü yaşamak, hatırlamaya çalışmak ve boşlukları doldurmak zorundadır. Kendine yeni bir kimlik mekanı yaratmaya çalışan Zebercet, bu Yolculuk sırasında parçaların sandığından da kopul olduğunu keşfeder. İn-sanlar her an bir eylem içindedir

Tutuklamalar, kasaba megafonlarında anons edilen diğer hayatlar ve olaylar, horoz dövüşleri, mezarlıklar, cinayetler ...

Zebercet başkalarının öyküsünü yaşa-maya başlamıştır sanki, ama ne zaman, ne mekan, ne de yüzlerin arkasındaki öyküler birbiriyle örtüşmez. İnsanlar sanki tarihsiz bir mekan içinde dolaşmaktadır. Filmin bu soyutluğu izleiciyi de farklı sorular sormaya, çoklu anlamlar üretmeye iter.

Zebercet'in belirttiği tarihler aynı zamanda Türkiye tarihinin kırılma noktalarıdır. Çözülmeden kalmış bu noktalar, bireyin yaşadığı mekanı, zamanı ve onunla şekillenecek kimlikle bağlarını da güç-süzleştirmiştir. Aynı isimde hiç kimseye rastlamamış olan Zebercet sanki hiç yokmuş gibi var olmuştur. Filmin sonunda soranlara adının Ahmet, yaşadığı yerin de bir konak olduğunu söyler. Bu aslında dokunulabilen, hissedilebilen ve yaşayan bir kimliği edinme ve yeniden başlamaya olan bir arzudur.

Ama zaman akmıştır. 1960'ta ölen anne-sine benzeyen o kadın gelmeyecektir, o zaman tekrar yaşanamayacaktır ve Zebercet 1980'den beri işlettiği bu otelde çıkışsızlıkla intihar edecektir. Bu andan sonra duvar saati çalışmaya, su musluktan damlamaya başlar.

Ömer Kavur'un "Anayurt Oteli" filminde devamlılığı sağlayan ana eksen, mekan olarak karşımıza çıkar. Karakterinin mekanla arasındaki bağı onun iç dünyasının bir boyutudur. Zamansa filmin öykülemesi içinde episodik olarak, günlere bölünmüş bir şekilde yer alır. Unutulmayacak performansıyla Macit Koper'in çizdiği Zebercet adlı bir karakterin bir-kaç haftasıdır bu ve klasik bir anlatımın ötesine geçen bir öykülemedir; tarihi bir bekleyişin doruktaki son birkaç haftası. Her günün bir yüzü, bir durumu vardır. Attığı adımlar Zebercet için bir neden-sellik taşımaz. Filmdeki kişileri birbirine bağlayan ya oteldir ya da kasabanın çeşitli mekanları. Bazen Zebercet seyirci için bir aracıdır mekanlara ve kişilere götüren. Karakterin mekanına yabancılaşmışlığı ve olayların nedensizlikle yan yana gelişi izleyiciyi de filme yabancılaştırır. Bu nedensel bağın yokluğu izleyicinin hem kişileri ve yüzleri algılamasına hem de estetik olarak mekanın karanlık atmosferine ve film boyunca otelin kapısından içeri patlayan gün ışığına dikkatini çeker. Dışarısının kör eden aydınlığı ve içerisinin kasvetli ışığı Zebercet'in bu mekana hapsolmuşluğunu güçlü bir kontrastla vurgular. Öyle ki konak intiharla son bulan bir hayat hikayesinin, bir tarihin mekan olur. Filmin sonunda konağını otelin her bir noktasını dolaşarak kat kat aşağı inen kamera, dışarısının patlayan ışığıyla izleyiciyi de bu mekanda, Zebercet'in kaderiyle baş başa bırakır. (Ayla Kanbur) “SİYAD, 40 Yılın Serüveni ”




ANA KUCAĞI (1986)




Senaryo ve Yönetmen: Yücel Uçanoğlu
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Yapım: Gözde Film /Zikri Köksoy

Set: Selçuk Ökten, Saban Derya, Eray Kantarcı, Işıklar: Turgut Köse, Selahattin Vural, Montaj Asistanı: Metin Çeşmebaşı, Soner Şenbecerir, Mustafa Kalkan, Prodüksiyon Amiri: Erol Deniz, Yardımcı Yönetmen: Ali Kıvırcık, Ümit Hiçdurmaz, Kamera Yardımcısı: Kemal Şanlı, Sineray Stüdyosunda hazırlanmış ve seslendirilmiştir.

Oyuncular: Küçük Ceylan (Ceylan Avcı), Özlem Onursal, Murat Soydan, Nazan Ayaz, Münir Özkul, Sümer Tilmaç, Çiler Onur, Kazım Kartal, Renan Fosforoğlu, Selçuk Ökten, Adnan Tezel,

Konu: Annesi alkolik olan ve babası Almanya’da bulunan bir kızın dramatik öyküsü.

ALMANYA 40 METRE KARE (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Tevfik Başer
Görüntü Yönetmeni: İzzet Akay
Özgün Müzik: Klaus Bantser
Yapım: Tevfik Başer (Türk-Alman Ortak Yapımı)

Prodülsiyon: Wolf Seesselberg, Yardımcıları: Anette Aulzen, Volker Persy, Frank Winterstein, Kostüm: Marina Heinrich, 2nci Asistan: Yasemin Akay, Yüksel Uğurlu, Sanat Yönetmeni: Harald Freytag, Bianca Pastorina, Ses: Bernhard Ebler, Elektronik kamera: Holger Fitchen, Holger Otte,

Oyuncular: Özay Fecht (Turna), Yaman Okay (Dursun), Demir Gökgöl (Hodja), Mustafa Guelpimar (Baba), Grit Mackentanz (Penceredeki kız), Marita Petersen, Reinhold Fama, Kay Miller, Monya Fribe (Bebek), Grete Schildknecht (1.Yaşlı kadın), Helene Iborg (2. Yaşlı kadın), Emma Israel (3. Yaşlı Kadın), Gert Amer, Stephanie Amer, Naci Ozarslan (1. Çocuk), Feramuz Sancar (2. Çocuk), Margot Hopp, Marina Heinrich, Mariane Buehau, Diana Wilson (Penceredeki kadın)

Ø    Almanya 40 Metrekare"nin kahramanı Turna'nın yüzü de kuşkusuz sinemasever belleklerimizdeki yerini alacak... 80 dakikalık bir küçük film içinde böylesine canlı, yaşayan, unutulmaz bir baş kişi yaratabilmek, filmin erdemlerinden biri.. Ama tek erdemi değil kuşkusuz. Yine 80 dakikalık küçük bir film içinde, yalnız kırsal kesim Türk toplumundaki acımasız kadın-erkek ilişkilerine değil, kendilerini 2 ayrı toplumun, iki farklı kültürün kesişme ve çatışma noktalarının tam göbeğinde bulan kırsal kesim insanımızın dramına da böylesine ışık tutmak, az başarı değil..

"Almanya 40 Metrekare"nin anlattığı olayın (köyden getirdiği karısını 40 metrekarelik eve kapayıp, sokağa bırakmayan köylünün öyküsünün) biraz "aşırı", "uç" bir durumu söz konusu ettiğini, böyle olayların yok denecek kadar az olduğunu, Türk insanını yine en "ilkel" biçimde, en katı ve "vahşi" ilişkileri içinde gösterdiğini söyleyenler çıkacaktır kuşkusuz... Ve örneğin film, hiçbir zaman TRT programlarına da giremeyecektir. Ama bütün bunlar filmin özelliklerini azaltmıyor, önemini, düzeyini düşürmüyor. Çünkü Tevfik Başer, alabildiğine ince ayrıntılarla örülmüş bir senaryo ve ekonomik, ama usta işi bir sinemasal anlatımla, bizi anlattığı "özel durum"dan alıp, her gerçek, has sanat yapıtı gibi insanın özüne, insan ruhunun ve bilincinin derinliklerine doğru götürüyor. 

Turna'nın köyde, kendisinin suretini kırmızı yemeniyle çevrilen taşlarda görüp seven gerçek sevgilisinden ayrılıp, babasının onayıyla "gurbetçi" Dursun'a karı olması, Dursun'un daha zifaf gecesinde ortaya çıkan hastalığı, sağlıksız cinselliği, yılların şartlanmışlığından gelen kadına karşı acımasızlığı ve tüm bunlardan sonra, Turna'nın 40 metrekare içinde kendisine bir küçücük dünya oluşturma çabaları... Bütün bunlar, beklendiği gibi, bir geri kalmışlık melodramı oluşturmuyor. Çünkü Başer, ince gözlemlerle, yalnız belli, açık bir gerçeklik duygusunu değil, aynı zamanda iyimserliği, umudu da filmine sindiriyor. Çünkü Dursun’lara, anlayışsız Almanlara, her şeyin karşı karşıya getirdiği iki ayrı kültür insanlarının farklılığına karşın iletişim umudu hep vardır... Değil mi ki Turna, avlunun karşı penceresindeki o küçük Alman kızıyla bebekler aracılığıyla da olsa bir iletişim, konuşma özlemi, sevgi ve yer yer ironi dolu bir iletişim kurabilmiştir...

"Almanya 40 Metrekare" yeni bir yönetmeni haberliyor. Tevfik Başer'le tanışın... Yaman Okay ve özellikle Özay Fecht'in birinci sınıf oyunlarının ve İzzet Akay’ın filme müthiş katkıda bulunan, daracık bir mekan içinde hacimleri, ışık-gölgeyi olağanüstü kullanan kamera çalışmasının da keyfine varın derim. (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 263)

ALLAH ŞAHİDİM OLSUN (1986)



Yönetmen: Nejat Gürsoy
Senaryo: Mehmet Birol
Görüntü Yönetmeni: Hüseyin Ererez
Yapım: Artuğ Film/Mehmet Birol

Oyuncular: Murat Soydan, Salih Kırmızı, Selma Poyraz, Turgut Özatay, Hülya Erçel, Seyfi Karadayı, Sümer Tilmaç, Sü-heyl Eğriboz, Renan Fosforoğlu

Konu: Tecavüze uğrayan evli ve eski bir bar kadınının intikamı.

ALİ VELİ DELİ (1986)






senaryo ve Yönetmen Feridun Kete
Yapım Varlık Film/Tufan Güner

Oyuncular: Erol Köse (Ali), Hakan Rullas (Veli), Murat Akkaya (Deli Murat), Nalan Türkoğlu, Pınar Altıntaş , İsmail Gülnar (Patron),Barbaros Erbeşler, Melike Altunbaran, Şehriban Emirli, Serpil Uğurlu, Asuman Arsan, Sedat Demir, Yalçın Otağ, Ergun Sımsıkı (Şoför), Gülden Seymen, Selen Ay

Konu: 80 li yıllarda komedi dans üçlüsü adı altında büyük beğeni toplayan üçlünün komedi filmi


ALIN YAZIM (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Orhan Elmas
Görüntü: Çetin Gürtop
Müzikler: Selami Şahin
Yapım: Sezer Film/Sezer İnanoğlu Berker İnanoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Nezih Tunar, Şenay Ülkü, Kamera Yardımcısı: Mehmet Solak, Ar Direktör: Sohban Koloğlu, Prodüktör Müdürü: Fehmi Tengiz, Yardımcısı: Erol Kesler, Set: Sonay Kanat, Kemal Kundak, Cenap Kuşçu, Işık Şefi: Şevket Yılmaz, Yardımcıları: Kadir Dökmeci, Mehmet Şenkal, Laboratuar: Armağan Kök-sal, Fehmi Acar, Şemsi Tokgöz, İzzet Tatlıcı, Renk Uzmanları: Selahattin Hoşsöz, Tümay Rızai, Montaj- Senkron: Sedat Karadeniz, Negatif Montaj, Ali Berkan, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, (Sineray Film Stüdyo ve Laboratuvarı tarafından hazırlanmıştır).

Oyuncular: Hülya Avşar (Hülya), Salih Kırmızı (Ahmet), Erol Taş (Feyzi), Nuri Alço (Zaqfer), Kadir Savun (Kadir), Aliye Rona (Hülya’nın annesi), Songül Gündüz, İlker Şenbecerir, Emin Alkut, Coşkun Göğen (Zafer’in adamı), Gülten Ceylan, Nuri Tuğ (Berber Baki,), Birol Işın (Cemiyet Başkanı), Kamil Sesli, Can Sür, Hüseyin Kaşif, Ercan Arık, Osman Han, Kadir KIök (Zafer’in Adamı), Küçük Sanarçı: Atakan Ata,

Konu: Hülya'nın ailesi çok zengindir ama o eski günleri unutamamıştır. Eskiden babası ve ortağı Kadir kaportacılık yaparlarken fakir bir hayat sürüyorlardı, zar zor geçiniyorlardı ama mutluydu Hülya ve oradan hiçbir zaman da ayrılmak istememişti. Ayrıca oradan ayrılmak sanki Kadir'in oğlu Ahmet'den de ayrılmak demekti. Ahmet o zamanlar okulu. bırakmış ve babasının yanında kaportacılık yapıyordu. Ama her şey değişecekti Hülya'nın babasının para arzusu ona bir hırsızlık işlettirdi. Daha sonra yakalanmasına rağmen çıkınca çok büyük bir para eline geçti ve o çok istediği hayata kavuştu bu sayede beğenmediği mahelleden de kurtul-muş oldu. Hülya ve Ahmet hala görüşüyorlardı ama onlarınki imkansız bir aşktı. Zaten Hülya'nın babasını damat adayı ortağı Zafer'di. Zafer de Hülya'yı gördüğü gibi çok beğenir ve onu elde etmek için her şeyi yapar. Öte yandan Ahmet'in Babası da bu ilişkiye tamamen karşıdır. İkisinin ayrı dünyaların insanı olduğunu düşünmektedir. Zafer Hülya tarafından sürekli reddedilince çirkinleşmeye başlar. İlk olarak onu takip ettirir ve ilişkisini farkeder. Daha sonra bunu hem babasına söyler hem de Ahmet'i dövdürür. Babasından da bu mesele yüzünden tokat yiyen Ahmet ayrılmaya karar verir ve bunu Hülya ile konuşur. Hülya her ne kadar Ahmetsiz yaşayamacağını düşünse de bir gün için hayatını yaşamaya karar verir. Zafer ile bütün bir günü geren Hülya bunun da ona tamamen boş gelmesiyle intihar etmeye karar verir. Sabah annesinin farketmesiyle kurtulur ancak Ahmet'in oraya gelmesi üzerine ailesinin fikirlerinin hala eskisi gibi olduğunu görürüz. Ama bunu duyduktan sonra Ahmet'in babasının fikri değişmiştir. Artık o sevenlerin tamamen arkasındadır. Ona para öne-ren Hülya'nın babasını da dükkanından kovar. Bunun hemen ertesinde Hülya evden kaçıp Ahmet'in yanına gider. Ama Babası da hazırlıklıdır mahalledeki herkesin dükkanını evini satın almıştır ve eğer kızı onlara vermezlerse hepsini yıkacağını söyler. Kızı verirlerse hepsi kendi yerlerinin sahibi olacaktır. Hülya bunu kabul eder ve Zafer ile evlenir.Fakat düğün gecesi dayanamayıp Zafer'i öldürür. Sonra da kaçıp yine Ahmet'in yanına gider. O gece Ahmet'le birlikte olur Hülya. Sabah ezanıyla da karakola gidip teslim olur

ALEV GİBİ (1986)



Yönetmen: Ümit Efekan
Senaryo: Suphi Tekniker
Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman
Yapım: Uzman Film/Ferit Turgut ,Kadir Turgut

 Işık: Abdullah Baştuğ, Set: Mehmet İnci, Ercan Ateş, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuvar: Tümay Rızai, Armağan Köksal, Şems Tokgöz, Yönetim Asistanı: Faruk Yurgut, Kamera Asistanı: Metin Erdoğan, Kurgu: Mevlut Koçak, Yapım Yönetmeni: Günay Güner, (Sineray Film stüdyosunda hazırlanmıştır

Oyuncular: Derya Arbaş, Hakan Yaren, Efkan Efekan, Nazan Ayas, Burcu Tekgül, Gökhan Mete, Gül Vergon, Filiz Mete, Alihan Efekan, Nurettin Alkış, Alihan Efekan, Nurettin Alkış

Konu: Evlenme vadiyle kandırılan bir kızın hikayesi anlatılıyor. Daha sonra kızı kandıran kişinin babası ile de aşk yaşayan kadının sonu mutsuz bir olayla noktalanır.

AL DUDAKLIM (1986)


Yönetmen: Nazmi Özer
Senaryo: Safa Önal
Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker
Kurgu: Necdet Tok
Yapım: Emek Film/Can Özer

Yönetmen Asistanı: Güler Tomurcuk, Işıklar: Kahraman Konkur, Erol Karaşıray, Set Teknisyenleri: Cengiz Öktem, Orhan Gök, Salim Avcı, Sesleri Alan: Gültekin Çavuş, Montaj-Senkron: Necdet Tok, Renk Uzmanı: Hikmet Kuyucu, Negatif Montaj: Mustafa Kul, Yapım Koordinatörü: Batu Özer, Laboratuvar: Mustafa Yıldız, Selâhattin Kaya, Prodüksiyon Amiri: Mustafa Doğan (Lale Film Stüdyosunda hazırlanmış, Yeni Stüdyoda seslendrilmiştir. )

Oyuncular: Serpil Çakmaklı (Oya), Salih Güney (Orhan), Murat Soydan (Maraşlı Cemil), Münir Özkul (Kadir), Nur İncegül (Oyanın arkadaşı), Alev Altın (Sevgili), Sırrı Elitaş (Yakup), Coşkun Göğen (Halil), Hüseyin Kaşif, Hikmet Urcan, Ali Ceylan, Hasan Manolya, Ahmet Eskici, Necmi Öner, Nur İncegül

Konu: “Al Dudaklım” adıyla telekız olarak çalışan Oya, bu yaşantıdan kurtulmak amacıyla balıkçılık yapan babasının yanına sığınır. Burada tatil yapan zengin ve yakışıklı bir gence aşık olur. Ancak önceki yaşantısı peşini bırakmayıp burada da onu bulacaktır. Hayatını erkelerle birlikle olarak kazanan ama özgürlüğü seçmek isteyen hırslı bir kızın öyküsü.


AKREP (1986)

Yönetmen: Osman F. Seden
Senaryo: Safa Önal
Foto Direktörü: Çetin Gürtop
Yapım: Erler Film/Türker İnanoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Muzaffer Hiçdurmaz, Reji asistanı: Serap Korkmaz, Kamera Ast: Engin Uludağ, Işık Direktörü: Ali Salim Yaşar (Erler Film Işık servisi), Işık Yardımcısı: Ramazan Akgül, Adem Döşeme, Ar Direktör: Sohban Koloğlu, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Ses Yardımcıları: Metin Çeşmebaşı, Fatik Kayacık, Montaj-Senkron: Sedat Karadeniz, Montaj Revizyon: Mehmet Bozkuş, Montaj Yardımcıları: Mustafa Kalkan, Haki Yaylacı, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Ali Berkadi, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuvar: A.Tümay Rıza, Şemsi Tokgöz, Armağan Köksal, Set Teknisyenleri: Mümin Şerifoğlu, Ahmet Mersinli, Mahir Gül, Prodüksiyon Amiri: Necati Şimşek, Prodüksiyon Temsilcisi: Adnan İrkut, (Sineray Stüdyosunda hazırlanmıştır.)

Oyuncular: Ahu Tuğba, Tarık Tarcan, Öztürk Serengil, Nuri Alço, Çoşkun Göğen, Tevhid Bilge, Süheyl Eğriboz, Yusuf Çetin, Necip Tekçe, Turgut Özatay, Orhan Elmas, Memduh Ünsal, Faruk Savun, Ferhan Tanseli, Muzaffer Civan, Halil Demirler, İhsan Özenç, Buket Altuğ

KONU: Murat (Tarık Tarcan) genç ve yakışıklı bir turist rehberidir. Yeraltı dünyasının karanlık adamlarından biri olan Temel (Öztürk Serengil) ve Şadiye (Ahu Tuğba) birlikte büyük tekneleri ile denize açıldıklarında Murat da teknede işe başlar. Murat, Şadiye’nin güzelliği ve çekiciliğinden oldukça etkilenmiştir. Şadiye de bu genç, yakışıklı rehberin cazibesine kapılır. Temel’in gemide olmadığı bir zamanda birlikte olurlar. Artık birbirlerine tutkulu bir aşkla bağlıdırlar. Şadiye, Murat’ı iyice kendine bağlamak ve ondan hiç ayrılmamak için teknenin kaptanı yapar. Bu arada Temel’in kara para aklamaktan maliye ile başı derttedir. Avukatı Remzi, Temel’e tüm mal varlığını güvendiği birinin üstüne yapmasını öğütler. Temel her şeyi Şadiye’nin üstüne devreder. Bir süre sonra eşinin Murat’la ilişkisini öğrenir. Şadiye’yi bir hayli hırpalar. Genç kadın Temel’i öldürmeye karar verir. Dayak olayını öğrenen Murat, Şadiye’nin silahını alıp gece evinde Temel’i öldürür. Kaçarken silahı düşürür. Şadiye silahı bulur. Bu onun için Murat’tan da kurtulma fırsatıdır. Onu ihbar edip yakalatır. Murat mahkemeye çıktığında kendisini Şadiye’nin ihbar ettiğini öğrenir ve hırslı genç kadının bunu çok önceden planlayarak kendisini kullandığını anlar. Bu onun için bir yıkımdır ama, bozduğu suskunluğu, kendisini bu yola iten Şadiye için de kabusa dönüşecektir. 

AAAHH BELİNDA (1986)

Yönetmen: Atıf Yılmaz
Senaryo: Barış Pirhasan
Görüntü Yönetmeni : Orhan Oğuz
Yapım: Odak Film/Cengiz Ergun

Yönetmen yardımcısı: Leyla Özalp, Sevgi Saygı, Kamera Yardımcısı: Cem Esertepe, Sanat Yönetmeni: Şahin Kaygun, Seslendiren: Erkan Aktaş, Müzik: Onno Tunç, Kurgu-Eşleme: Mevlut Koçak, Aydınlatma Yönetmeni: Recep Biçer, yardımcılar: Remzi Biçer, Şevki Gezer, Gita-rist: Onur Toparlak, Jimnastik Hocası: Sevinç Oylumlu, Makyöz: Sahra Gülyüz, Set Ekibi: İsmail Kündem, Erdal Sümer, Enver Kündem, Negatif Kurgu: Zeynep Tor, Laboratuar: Yahya Öztürk, Renk Düzenleme: Adnan Şahin, Baskı Zekeriya Şahin, Yapım Yönetmeni: Sadık Deveci, Yapım Görevlisi: Ahmet Altunterim, (Fono Film Stüdyosunda hazırlanmıştır.)

Oyuncular: Müjde Ar, Macit Koper, Yılmaz Zafer, Güzin Özipek, Füsun Demirel, Tarık Pabuççuoğlu, Azmi Örses, Mehmet Akan, Levent Yılmaz, Fatoş Sezer, Nuran Durak, Kezban Batıbeki, Sahra Gülyüz İsmet Ay, Mehmet Çerezcioğlu, İsmet Ay, Erol Keskin, Erol Durak, Aytül Özkan, Elif Ataöv, Sedat Küçükay, Yavuz Kutal, Meltem Savcı, Koray Ergun, Ayla Çerezcioğlu, Yüksel Ballıoğlu, Nurettin Şen, Hikmet Dikmen, konuk Sanatçı: Sevda Aktolga, Çocuk Oyuncular: Berhan Ballıoğlu, Burçak Çerezcioğlu, Elif Çerezcioğlu,

Not: Filmdeki Tiyatro bölümlerinde Vasıf Öngören’nin “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunundan yararlanılmıştır.

“Birinci Final Şarkısı”
“Bir Sermayenin Türküsü” Söz: Vasıf Ön-gören, Müzik: Sarper Özhan

Konu: 1980'ler, kadın karakterlerin uzun zamandır hapsoldukları klişelerden kurtulup, erdemleri ve zaaflarıyla yaşayan gerçek insanlara dönüşmeye başladığı bir dönem oldu Türk sinemasında. Kadın karakterler artık hikayenin erkek kahramanına eşlik eden vefakar sevgililer uğruna suç işlenen evlatlar, kardeşler veya onları yoldan çıkartan şuh dişilerden ibaret değildi. Sinema dünyası yavaş yavaş kadınları birey olarak algı-lamaya başladı ve onları hikayelerin odak noktasına taşıdı. Kadın konulu filmler dendiğinde akla gelen ilk isim ise, hiç kuşkusuz Atıf Yılmaz'dı. Farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların kimlik arayışlarını, yaşam içinde bir birey olarak kabul görme mücadelelerini, bazen dramatik, bazense esprili bir dille ele alan Yılmaz'm "Aaahh Belinda" adlı çalışması, bu türdeki filmlerin en güzel örneklerinden biri. Üstelik "Aaahh Belinda" sadece kimliğini sorgulayan kadın temasıyla değil, Barış Pirhasan imzalı senaryosunun fantastik anlatım biçimi ile de ilgi çekici.

Genç tiyatro oyuncusu Serap'ın bir reklam filmi çekimi sırasında, canlandırdığı karakterin yerine geçmesi ile başlayan film, birbirinden oldukça farklı hayatlar yaşayan bu iki kadının, tek bedene hapsolmuş öyküsünü sunuyor seyircisine. Özgür bir yaşam süren idealist oyuncu Serap, evli ve iki çocuklu bir banka memuresi olan Naciye'nin yerine geçince, işler bir anda sarpa sarıyor. Tamamen yabancısı olduğu bu hayatın içinde bocalayan Serap'ın kendi yaşamını ve kimliğini geri alma çabasına, mecburen oynamaya devam ettiği Naciye rolünün ona yüklediği sorumluluklar ekleniyor. Tiyatro kariyerini sil baştan inşa etmeye çalışan, bir yandan da her şeyden habersiz olan kocası, çocukları, kaynanası, komşuları ve iş arkadaşlarıyla ilişkisini sürdürmeye uğraşan Serap'ın yaşamı hem komik, hem de düşündürücü bir macera seyirciler için. Kadının eş, anne, emekçi ve sanatçı olarak toplum içindeki yerini anlamlandırmaya çalışan film, 80'li yılların karakterini ortaya koyan ince ayrıntılar da içeriyor. Özal iktidarı ile hız kazanan ekonomik değişimi, reklam sektöründeki canlanma ile ortaya koyan, tiyatro oyuncularının reklamcılığa karşı beslediği ön yargıları ise, aydınların kapitalist sisteme direnişi yönünde işleyen film, Serap ve arkadaşlarının sahneye koydukları Vasıf Öngören'in "Asiye Nasıl Kurtulur?" adlı oyunundan da güç alıyor. Filmin final sahnesine damgasını vuran soru ise, daha çok oyuncuları ilgilendirir nitelikte. Oyuncu rolünü oynadığında mı, yaşadığında mı daha inandırıcı olur? Serap'ın kendisini Naciye karakterine teslim ettiği anda, yönetmenin 'stop!' komutuyla gerçek dünyaya geri döndüğü düşünülürse, Yılmaz'ın soruya verdiği cevap açık…(Sinema En İyi 100 Film)

ÖDÜL
23. Antalya Film Şenliği'nde (1986)
►Müjde Ar en iyi kadın oyuncu", 
►“Aaahhh Belinda” "en iyi birinci film" 
►Atıf Yılmaz "en iyi yönetmen"


Eleştiriler:

► “Aaahh Belinda, Adı Vasfiye. Teyzem filmi gibi sinemamızda yeşermeye başla-yan yeni bir türün, değişik bir arayışın ve anlatımın filmi. Düşlerle gerçeklerin harmanlanıp karıştığı, fantastik sinemanın kenarlarında dolaşan, ama fantastik olmayan, öykünün dokuları içine toplumsal eleştiri ile birlikte kadın-erkek İlişkilerini bize özgü anlatan ve zaman ... zaman gerilim kukan bir tür bu. Aaahh Belinda 'yi izlerken de önce Serap'ın, sonra da Naciye'nin peşine takılıp gidiyorsunuz. Ama bu gidiş, alışılmış türden, düz ve mekanik bir gidiş değil, aksine gerilim dozu hafiflen artan bir tempoyla oluyor. Naciye'yi izlerken Serap'ı, Serap'ı izlerken de Naciye'yi düşünmeden edemiyorsunuz. Garip, tuhaf, ama İzleyeni saran, merak unsurunun banı (eliyle hınzırca oynayan bir gerilim bu. Tiyatro sanatçısı Serap nasıl oluyor da reklam filmini çevirdiği bir sırada Naciye oluyor? Ya da, Naciye mi, sınıfına dar gelen atlama özlemi ile Serap'ı düşlüyor. Düş mü gerçek olmak istiyor, yoksa gerçek mi düş oluyor? Daha birtakım sorular, sorular, sorular Elbette ki Aaahh Belinda yalnızca bu değişimin oluşturduğu sıra işi bir gerilim filmi değil. Atıf Yılmaz bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyene ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuva yaşamı içindeki Serap'ı aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını satarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. Atıf Yılmaz'ın sineması için söylenecek bir şey kalmadı arlık. Her filmini görüşte, eski defterleri karıştırarak, kasaba gerçekçiliğinden kendine özgü mizah ve biçim anlayışından da süz etmeye hiç gerek yok. O, her zaman yeni, olumlu sonuçlar vermese de her zaman değişik bir arayışın peşinde koşan, sinemamızın belki de en genç kalabilmiş yönetmenlerinden biri. Son yıllarda yaptığı filmler de bunu kanıtlamıyor mu?

Şimdiye dek oyununa pek ısınamadığım, belki de erotizm çağrışımlı filmlerden artakalan bir düşünce İle -bağışlasın beni - bu tür filmlerde de oynatılması-na akıl-sır erdiremediğim Müjde Ar da, tüm bu düşüncelerimi altüst ederek Teyzem filminde olduğu gibi Altın Porlakal'ı hak edercesine dört başı mamur bir kompozisyon çiziyor. Füsun Demirel ile Macil Koper için de aynı övgüyü yinelemek olası.”(Burçak Evren Türk Sinemasında Yeni Konumlar)

Ø    Oya gibi bir mizahla işlenmiş olaylar, Türk toplum yapısındaki çelişkileri de kuşbakışı vererek gelişiyor. Film baştan sona, son derece keyifli ve zevkli bir çizgi romanın akıcılığıyla izleniyor. Bizce "Aaahh Belinda'nın mesajı şudur, budur..." gibi derinlemesine tartışmala-ra girmek yersiz olur, Atıf Yılmaz, Barış Pirhasan'ın başarılı senaryosundan yola çıkarak, "Adı Vasfiye"den sonra görkemli bir çıkış daha yapıyor, nefis bir kabare gösterisi sunuyor... Bizce olay bu... (Erdal Çetin, Aaahh Belinda, Milli-yet, 20 Kasım 1986). “Agah Özgüç “ Türk Filmleri Sözlüğü” Cilt 2”

Ø    Önce filmin sevimliliğini vurgulamak-ta yarar var. Barış Pirhasan'ın senaryosu "Kahire'nin Mor Gülü"ne filan benzemek şöyle dursun, tam tersine Atıf Yılmaz folklorikliğine çok uyan, üstelik yönet-men eki mizah anlayışı damarını Nazlı Eray'ın bazı öykülerinde ratladığımız çeşitten bir hayal gücüyle besleyen çok yerli bir neşeyle dolu. Bu neşe özellikle Serap, Naciye olduktan sonra durmadan açık elektrik düğmelerini kapatan Macit Koper'le, Serap'ın dünyasına gir-meye dünden teşne komşu Füsun Demirel'le "hayırsız baba" İsmet Ay'la, korkunç babaanne Güzin Özipek'le ve oyunculuğu gittikçe yumuşayan, kendini seslendirme konusun da ustalaşan Müjde Ar'ın oyunlarıyla önüne geçilmez oluyor. (Fatih Özgüven, Serap ve Naciye Reklamlara Karşı, Yeni Gündem, S.: 38,23-29 Kasım 1986).

Ø    Belinda"nın küçük burjuvazi teşhirine bir itirazımız yok. Takıldığımız nokta Serap'ın yaşantısı ve bunun bir cennet, Naciye'nin yaşantısını ise bir kabus, bir cehennem olarak sunulması... Serap'ın yaşantısı, "Ece Bar", "Bilsak" gibi reel çevreler ve adlar içerdiği için bu açıdan bakalın önce ona... O zaman şu sorular akla geliyor Artık tiyatro dünyamız da böyle saray yavrularında yaşayan primadonnalar kaldı mı' Varsa onlar için reklamda oynamak gereksinimi olur mu? Oynasalar bile sıradan bu banka memuresini mi oynarlar? (İbrahim Altınsay, Yeni filmler, Hürriyet Gösteri, S.: 73, Aralık 1986).

Ø    Atıf Yılmaz, bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyen ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuvai yaşamı içindeki Serap'ı, aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını satarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi, yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. (Burçak Evren, Aaahh Belinda, Düş mü, gerçek mi? Güneş, 21 Kasım 1986).

Ø    Düş mü , karabasan m, yoksa kötü bir şaka m ? Kendisini birdenbire bambaşka bir dünyada buluveren Serap'ın (Müjde Ar) ağzından bunlar dökülür. . Daha on dakika evvel Belinda şampuanının reklam filminde oynamıyor muydu? Ya şimdi, bu evde, kocası olduğunu iddia eden bu "herifle" ve iki çocukla ne yapacaktı? Nerden gelmiş ve nasıl çıkacaktı buradan? Nasıl kurtulacaktı bu düşten? Yoksa, (tüm bunlar gerçek miydi, bilmeden, farkında olmadan, anımsayamadığı bir zaman diliminde böylesine bir adamla evlenmiş, iki çocuğa sahip olmuş muydu? Yanıtsız kalan tüm sorular uzadıkça uzuyor, Serap'ı adeta içinden çıkılmaz, bilmediği, tanımadığı, yaşamadığı fantastik bir dünyanın karmaşasına itiveriyordu...

Atıf Yılmaz-Barış Pirhasan ikilisi Vasfiye gerçekten yaşadı mı?" sorusunun yanıtını belleklerde bırakan Adı Vasfiye'den sonra bir kez daha, yan düşsel/fantastik bir öykü örgüsünü kurdukları Aaahh Belinda 'da bu kez de Naciye'-ye ne oldu? sorusunu karşımıza getiriyor...

Aaahh Belinda, Adı Vasfiye. Teyzem filmi gibi sinemamızda yeşermeye başlayan yeni bir türün, değişik bir arayışın ve anlatımın filmi. Düşlerle gerçeklerin harmanlanıp karıştığı, fantastik sinemanın kenarlarında dolaşan, ama fantastik olmayan, öykünün dokuları içi-ne toplumsal eleştiri ile birlikte kadın-erkek İlişkilerini bize özgü anlatan ve zaman zaman gerilim kukan bir tür bu. Aaahh Belinda 'yi izlerken de önce Serap'ın, sonra da Naciye'nin peşine takılıp gidiyorsunuz. Ama bu gidiş, alışılmış türden, düz ve mekanik bir gidiş değil, aksine gerilim dozu hafiflen artan bir tempoyla oluyor. Naciye'yi izlerken Serap'ı, Serap'ı izlerken de Naciye'yi düşünmeden edemiyorsunuz. Garip, tuhaf, ama İzleyeni saran, merak unsurunun banı (eliyle hınzırca oynayan bir gerilim bu. Tiyatro sanatçısı Serap nasıl oluyor da reklam filmini çevirdiği bir sırada Naci-ye oluyor? Ya da, Naciye mi, sınıfına dar gelen atlama özlemi ile Serap'ı düşlüyor. Düş mü gerçek olmak istiyor, yoksa gerçek mi düş oluyor? Daha birtakım sorular, sorular, sorular...

Elbette ki Aaahh Belinda yalnızca bu değişimin oluşturduğu sıra işi bir gerilim filmi değil. Atıf Yılmaz bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyene ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuva yaşamı içindeki Serap'ı aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını sa-tarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. Atıf Yılmaz'ın sineması için söylenecek bir şey kalmadı arlık. Her filmini görüşte, eski defterleri karıştırarak, kasaba gerçekçiliğinden kendine özgü mizah ve biçim anlayışından da süz etmeye hiç gerek yok. O, her zaman yeni, olumlu sonuçlar vermese de her zaman değişik bir arayışın peşinde koşan, sinemamızın belki de en genç kalabilmiş yönetmenlerinden biri. Son yıllarda yaptığı filmler de bunu kanıtlamıyor mu?

Şimdiye dek oyununa pek ısınamadığım, belki de erotizm çağrışımlı filmlerden artakalan bir düşünce İle -bağışlasın beni - bu tür filmlerde de oynatılmasına akıl sır erdiremediğim Müjde Ar da, tüm bu düşüncelerimi altüst ederek Teyzem filminde olduğu gibi Altın Portakalı hak edercesine dörtbaşı mamur bir kompozisyon çiziyor. Füsun Demirel ile Macil Koper için de aynı övgüyü yinelemek olası.

► Aaahh Belinda!.." hakkında söylenmiş, pek çok yabancı filmle benzerlik ya da çağrışım iddialarına (benzetilenlerin pek çoğu daha geç Yapımlar olmakla beraber) ve postmodernist bir film olduğu yakıştırmalarına rağmen, Kafkavari bir dönüşüm; başkalaşım öyküsüdür. Daha da önemlisi, toplumsal bir fantezi / kabus karşıtlığı ya da beraberliğidir. Eğer fantezinin kabuslarla ve korkularla zaten kaçınılmaz olarak bir arada olacağını varsayıyorsak, bu yaman çelişki ve çatışmanın da Türkiye sinemasındaki en özgün örneklerinden birinin "Aaahh Belinda!.." filmi olduğunu söyleyebiliriz. Birden, 'birisi' olarak 'kendiniz' olmak için yol kat ettiğiniz bir noktada, hiç olmak istemeyeceğiniz birine dönüşmüş olarak buluvermek kendinizi. Bir sabah başka bir dünyaya uyanmak ve bunu sizden başka kimselerin fark etmiyor olması; kim ve ne olduğunuzu kimselere anlatamamak. .. 

Olmak istenmeyenin dünyasında ya da olunmak istenmeyen bir dünyada, yeniden bir ben kurmak, korkunun, kabusun dünyasıyla karşılaşmak, onun içinde yaşamak, deneyim edinmek ve yeniden dönüşmek; dönüşmüş olanla kaçınılmaz olarak uyum sağlamak ya da uyum sağlıyormuş gibi görünmek en güçlü edebi anlatı türlerinden biridir ve en evrensel insanlık hallerinden de biridir. Bireyin toplumla ve kendi inşasıyla mücadelesidir söz konusu olan. Filmi bu evrensel türden farklılaştırıp, ayırt edici kılan ise kahramanın bir kadın olmasıdır. Özellikle de 80'ler Türkiye'sinde, toplumsal siyasi ve iktisadi büyük eşikte, birey olma ve toplumla karşılaşma ve çatışmasının taşıyıcı karakterinin genç tiyatro sanatçısı bir kadın olmasıdır. Film, Serap ile Naciye'nin dünyalarını anlatırken, dönemin sözünü ettiğimiz bütün alanlardaki özelliklerini, popüler kültürün yükselişini, sınıfsal farklılıkları ve çatışmaları, hatta buradan baktığımızda 80'lerin en büyük dönüşüme ve sınıf içi ayrışmalara uğratacağı küçük burjuva sınıfına, nihayetinde de aynı büyük orta sınıftan gelen Serap ile Naciye'nin oturma odalarına, gece ve sokakla girdikleri ilişkiye kadar farklı olan dünyalarına bakar. Serap, değişmekte olan bir metropolde, yükselen kadın özgürleşmesinin bir neferi olarak, cinselliğini, hayallerini kendi kararları ile yaşayabilen, tek başına ayakta durabilen, ekonomik bağımsızlığını zor da olsa koruyabilen bir kadındır. Bu özgürleşme ve bağımsızlık durumunu korumak için hayallerinden ve kendi olmak üzere kurduğu tasavvurlardan ödünler verecek de olsa ... 

Naciye ise, yine o orta sınıfın en orta yerinde, tele-vizyonlu oturma odalarında, kadınların çalıştığı ama bunun onlara ekonomik özgürlük getirmediği, dayak yemelerine ya da aşağılanmalarına engel olamadığı, cinselliği bir zulüm, bir görev ya da tecavüz olarak yaşamalarının alın yazısı gibi durduğu bir dünyada, Serap gibilerininkine yakın olabilecek bir öz-gürlüğe ulaşabilmek için savunma mekanizmaları, yalanlar ve sırlardan oluşan bedellerle kendi olmaya, birey olmaya çalışabilir ancak; başarı ise müphemdir ve uzaktır. Bütün siyasi muhalefet ve direnme biçimlerinin şiddetle men edildiği 80'lerde Kadın Hareketi mazur görünenler kapsamın-da yükselirken, Atıf Yılmaz da bu hare-ketin ve dönüşümün içindeki kadınları anlatan filmler yaptı. Bu filmlerin bazıları, dönemin müsamaha görmüş kadın anlatıları sinemanın ötesine geçti. "Adı Vastiye" (1985). ve "Aaahh Belinda!.." (1986) kendini, sinemayı, Türkiye'de sinemayı ve dönemi yansıta-bilen, bu anlamda kendini yansıtmacı (self refiexive) filmler olarak öne çıkıp, sinema tarihimiz için de önemli filmler oldular. Bu hızlı toplumsal dönüşümün içinde kadınlar ve erkekler olarak sıradan insanların hallerini de yansıtabilen; çok katmanlı anlatılar oldular. Her iki filmin de senaryolarını Barış Pirhasan'ın yazdığı düşünüldüğünde Atıf Yılmaz kadar onun da bu farklı filmlere ilişkin krediyi paylaşması gerekir.

Serap, yani Müjde Ar, 80 sonrası Türk Sineması'nda kadın oyuncuların cinsel özgürlüğünün taşıyıcı oyuncusu ve onun perde imgesiyle birlikte, Atıf Yılmaz'ın "Mine" (1982) ile başlayan kadın özgürleşmesi filmIeri içinde yine özel bir yere sahip "Asiye Nasıl Kurtulur" (1986) filmine de gönderme yaparak, "Asiye Nasıl Kurtulur" oyununu sahnelemek üzere çalışırken, kendi bağımsızlığını sürdürebilmek için dönemin yükselen sektörü reklam piyasasına hayır diyemez ve Belinda adlı bir şampuan reklamında oynamaya karar verir. Uzun ve yorucu çekimler sırasında nihayet gün biterken sabunlu gözünü açtığında, başka bir dünyaya geçivermiş bulur kendini. Hulu-si beyin (Macit Koper) karısı, kayınvalideli, dantelli evin iki çocuklu annesi Naciye oluvermiştir. Bu o kadar doğal ve sıradandır ki onu kimse yadırgamaz, kendi dünyası onu tanımaz. Doğal ve sıradan olan orta sınıfın orta yeri muazzam bir kabustur. Serap'ın ve onun gibilerin kabusu olarak Naciye komşusu Gülveren'le (Füsun Demirel) dayanışma içinde kendi kabusunu kabullenip onun içinde var olmayı becerebildiği ve hayatı buradan oynamaya başladığı noktada film tekrar başkalaşır. Hollywood'un ve TV dizilerinin orta sınıf dünyasını bizatihi distopya mekanı olarak sunmalarının '90 sonları, 2000 başlarına denk geldiğini dikkate alınca, filmin sıradan orta sınıf aileden yarattığı kabus atmosferi oldukça değerli bir hal alıyor. 80'lerin ortalarında hem Türkiye'de hem de dünyada bütün muallaklıkların başladığı bir dönemde eleştirisi bu kadar net, anlatısı bu kadar katmanlı bir film yaratabilen Barış Pirhasan da Atıf Yılmaz da büyük övgüleri hak etmektedirler. (Zeynep Tül/Akbal Süalp) “SİYAD, “40 Yılın Serüveni


AĞLIYORSAM YAŞIYORUM (1986)


Yönetmen:Mehmet Dinler
Senaryo: Ali Fuat Kalkan, Kamil Başaran
Görüntü Yönetmeni: Kenan Kurt
Yapım: Rana Yayınları/Erol Solak

Oyuncular: Gülden Karaböcek, Salih Kırmızı, Yıldırım Gencer, Sami Hazinses, Suzan Avcı, Atilla Ergün, Baki Tamer, Diler Saraç, İhsan Baysal, Hakkı Kıvanç, Necip Tekçe

Konu: Film, zorla şarkıcı olan bir kadının yaşadıklarını konu alır. Selma, muhafazakâr bir ailenin iki kızından biridir. Babasının alkol bağımlılığı nedeniyle ailenin bütün yükünü sırtlanan Selma dikiş işleri yaparak para kazanmaya çalışır. Selma’nın bir diğer derdi de sözlüsü Eşref’tir. Eşref, Tilki Reşat adında bir kabadayıyla girdiği kavga sonucu hapse düşer. Eşref’in tahliye olmasına az bir zaman kala Tilki Reşat ve Yıldız intikam için harekete geçer. İkili, Selma’yı kötü yola sürükleyerek Eşref’i yeni bir batağa çekmeyi plânlar. Ancak plân umulduğu gibi gitmez ve Selma ünlü gazino patronu Tuğrul sayesinde kurtulur. Bununla birlikte Selma’nın gece hayatına girmesi hem ailesinde hem de yaşadığı mahallede büyük bir hayal kırıklığı yaratacaktır. (Hasan Sakın)

AĞLAMA YAVRUM (1986)


Yönetmen: Savaş Eşici
Senaryo: Günay Kosava, İhsan Yüce,
Savaş Eşici “John Steinbeck’in “Felaket İncisi” isimli romanından uyarlama. ”
Görüntü Yönetmeni: Mahmut Demir
Yapım: Sarıkaya Film/Aziz Sarıkaya

Işıklar: Fehmi Eryılmaz, Amigo Recep, Set Ekibi: Ömer Bubu, Şerafettin Avarel, Kamera Asistanı: Cemal Demir, Reji Asistanı: Yasemin Boran, Laboratuvar: A. Tümay Rızai, Şems Tokgöz, Armağan Kök-sal, Fehmi Acar, Montaj: Metin Çeşmebaşı, Soner Şenbecerir, Mustafa Kalkan, Negatf Montaj: Ömer Aksu, Sultan Yıldırım, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Prodüksiyon Amiri: Cihat Karahan, Ses Mühendisi: Demir Arakon, (,Sineray Film Stüdyosunda hazırlanmıştır)

Oyuncular: Burhan Çaçan, Bahar Öztan, Hüseyin Peyda, Sevsin Cantürk, İ. Hakkı Şen, Özlem Çağla, Ümit Acar, Serap Kalkancı, Hikmet Taşdemir, Rafet Kalkan, Sırrı Elitaş, A. Müfit İlkiz, Arsen Bahçeoğlu, Özden Çağlar,

Konu: Tüm kasaba halkı ile beraber tarihi bir lahiti arayan evli bir erkekle, bir fahişenin öyküsü.


AĞLA ANAM AĞLA (1986)



Senaryo ve Yönetmen: Tanju Turunç
Görüntü Yönetmeni: Cem Esentepe
Yapım: Yaşam Film/Gazanfer Dirlik

Oyuncular: Oya Aydoğan, Salih Kırmızı, Dündar Yeşiltoprak, Emel Işık, Turgut Özatay, İ. Hakkı Şen, Recep Filiz, Sırrı Elitaş, Yılmaz Tatlıses, Cem Esertepe, Tanju Turunç

Konu: Taşradan kalkıp büyük şehre gelen ve ünlü bir şarkıcı olan bir çocuğu ve annesinin hikayesi. Filmin başrolünde oynayan Dündar Yeşiltoprak bir zamanlar şarkıcı idi.