Powered By Blogger

27 Mart 2020 Cuma

ASİYE NASIL KURTULUR (1986)



Yönetmen: Atıf Yılmaz
Senaryo: Barış Pirhasan, Nuran Oktar, Atıf Yılmaz, (Vasıf Öngören’in aynı isimli eserinden)
Görüntü Yönetmeni Kenan Davutoğlu
Müzik: Sarper Özsan
Kurgu-Eşleme: Mevlüt Koçak
Yapım: Odak Film/Cengiz Ergun, Atıf Yılmaz

Yardımcı Yönetmen: Leyla Özalp, Yönetmen yardımcısı: Sevgi Saygı, Kamera Yardımcısı: Saruhan Göney, Sanat. Yönetmeni: Metin Deniz, Negatif Montaj: Peri Okan, Dekor: Mete Yılmaz, Zepür Hanımyan, Arhan Kayar, Kostüm: Canan Göknil, Tablolar: Yahşi Baraz Kolleksiyonu, Yapım Yönetmeni: Ahmet Şişman, Dramaturg: Barış Pirhasan, Set Fotoğrafları: Mustafa Ziya Ülkenciler, Laboratuvar: Yahya Öztürk, Kopya Baskı: Zeki Mustafa İmirgi, Erol Kantarcı, Makyaj: Beyhan Metin, Dublaj Miksaj: Erkan Aktaş, Prodüksiyon Asistanı: Ahmet Altunterim, Jenerik: Erim Gö-zen, Set Ekibi: İbrahim Önen, İbrahim Kul, İbrahim Tekin, Aydınlatma: Süleyman Çekiç, Yardımcıları: Mustafa Imırgı, Eray Kantarcı, Seslendirme Yönetmeni: Ersan Uysal, Seslendirme ve Miksaj: Erkan Aktaş, Renk Düzenleme: Adnan Şahin, Laboratuar: Yahya Öztürk, Baskı: Zekeriya Şahin, Yapım Yönetmeni: Ahmet Şişman, (Fono Film stüdyosunda hazırlanmıştır)

Oyuncular: Müjde Ar (Asiye), Ali Poyrazoğlu (Selahattin), Hümeyra Akbay (Zehra), Yavuzer Çetinkaya, Nuran Oktar, Güler Ökten, Fatoş Sezer, Yaman Okay, Füsun Demirel, Defne Halman, Mehmet Akan, Binnaz Gürses Ergin, Ali Yalaz, Yasemin Alkaya, Savaş Yurttaş, Ahu Usta, Ege Premeci, Ayfer Eren, Dursun Ali Sağıroğlu, Tuncay Akça, Tayfun Çorağan, Güzin Çorağan, Mehmet Akan, Ahmet Usta, Taner Barlas, Nazım Yılmaz, Muhlis Asan, Kaya Yüce, Melih Çardak, Oktay Sözbir, Feryal Gürpınar, Ayfer Eren, Tuncay Halıcıoğlu, Nihat Oktay, Eftal Gürbudak, Reha Pir, Yaşar Eyüboğlu, Erdinç Bora, Ali Yaylı, Nazım Yılmaz, Muhlis Asan, Binnaz Gürses, Ege Peremeci, Nuh Akın, Dansçılar: Kaya Yüce, Nihat Oktay, Efdal Gürbudak, Melih Çardak, Reha Pir, Yaşar Eyüboğ-lu,Dansları düzen: Mehmet Akan,

Konu: 1986 da bu kez Barış Pirhasan'ın senaryosundan yapılan uyarlama da Atıf Yılmaz danslı ve müzikli bir Asiye Nasıl Kurtulur çekerken, oyunun içeriğine daha uygun bir eser ortaya koyuyor. Annesi fahişe olan Asiye, topluma kabul edilmekte zorlanır; bu yüzden okulundan olur, ilk aşkını mutlulukla sonuçlandırırken hüsrana uğrar, tüm direnmelerine rağmen, annesinin toplumda ki yerinin sorumlusu imiş gibi dışlanarak; toplumun dışladığı gruba itilir. O grup içine girince insiyaki olarak savunmaya geçen Asiye, grup içinde yükselerek itibar sahibi olur. Sahi Asiyeler nasıl kurtulur? “Orhan Ünser a.g.e.”

Eleştiri:
Ø    Atıf Yılmaz'ın Odak Film'in Yapımcılığı ve çevresine toplanan her daldan sanatçılarla oluşturduğu ekiple üst üste kazandığı başarılar, sinemamızda yeni şeyler denenmesine destek oluyor. "Adı Vasfiye" ile başlayıp "Aaahh Belinda", "Değirmen"le süren çabanın son halkası, "Asiye Nasıl Kurtulur?".. Aslında Vasıf Öngören'in1969' da ilk kez sergilenen ve artık sanatla biraz ilgisi olan hemen her-kesin aşina olduğu oyunu, neredeyse 20 yıl sonra hala güncellik taşıyor mu veya bu bildik konunun (ikinci kez) sinemalaşmasına gerek var mı, diye sorulabilir. Ancak Atıf Yılmaz ve ekibinin kazandıkları güven duygusu, sanırım bu tür soruları ikinci plana itiyor...

Aslında "Asiye"nin günümüz Türkiye’sinde elbette güncelliği var. Nasıl olmasın ki? Asiye’nin dramı; toplumun fahişeliğe, etini satmaya ittiği kızların kadınların öyküsü, o günden bugüne azalmak değil, tam tersine çoğalmadı mı? Özal usulü ekonomik siyasetin, korkunç bir enflasyon, satın alma gücü sürekli düşen para, yaşam koşulları her gün kötüleşen orta sınıf, işçi-memur emekli ile birlikte, her gün gazetelere yansıdığı biçimde, toplumun geleneksel ahlak kurallarını da hallaç pamuğu gibi atan, her gün daha çok taze bedenin kaldırımlara düşmesi sonucunu getiren dolaylı etkilerini hep bilmiyor, okumuyor muyuz? Kuşkusuz Asiye'nin öyküsü hala ve uzun süre için geçerli... Parayı baş değer haline getiren, tüm saygısı-nı ona yönelten bir toplum yapısı var oldukça da bu geçerlilik sürecek. ..

Geriye filmin biçim sorunları kalıyor. "Asiye", tiyatro sahnelerinde bunca yıldır izlendikten, Türk tiyatrosu içinde "epik tiyatro" anlayışının en iyi örneklerinden biri olarak nitelendikten ve oldukça pespaye bir dramatik uyarlaması (sinemada) denendikten sonra, Yılmaz ve ekibi, doğru olarak, oldukça serbest bir biçim denemeyi uygun görmüşler. Böylece ortaya, oyun içinde oyun gibi oynanan, her şeyiyle dekor olduğunu hissettiren bir mekan içinde "temsil edilen", dekor giysi ve oyundaki stilize anlayışı tüm "dramaturji"ye de yedirilen, dans ve şarkılarla desteklenen bir film çıkmış... Epik dahil hemen hiçbir temel kurama ve kurala bağlı kalmayan, kendine özgü bir "hava", bir yapı oluşturmayı deneyen, serbest, özgün ve özgür bir film...

"Asiye" bu haliyle oldukça keyifle izleniyor. Müzik, özellikle de dans bölümlerinde, bilgiç bir tavırla Amerikan müzikallerini anmak ve filmi onlarla kıyaslamak gereksiz. Yılmaz ve ekibi, bu sahneleri gerçek müzikal bölümleri gibi değil, yer yer kullanılan stilizasyon motifleri gibi kullanmakla akıllılık etmişler. Kimi sahnelerde dans, pandomim ve mimik karışımı bir olay geliyor, sahnenin tüm anlamını vermeyi başarıyor. Bunlar az şey değil...

Yine de, "Asiye"de eksik olan bir şeyler var. Bir "mükemmellik" duygusu değil insanın içinde kalan... Film, tam tonunu, tam kıvamını bulamamış gibi... Örneğin oyuncular, kimi zaman ve genelde uslupçu "epik" oyunlar verirken, birden dramatik bir oyuna doğru kayıveriyorlar... Kimi kişiler gereğince işlenmemiş, kimi espriler yeterince verilmemiş (veya hiç yok), toplumsal eleştiri ise daha bir günümüz. tabanına oturtulabilecekken, sanki soyutlanmış gibi... Asiye Nasıl Kurtulur?" yine de ilginç, yürekli, değişik bir deneme... "Epik sinema" gibi gerçekleştirilmesi zor bir alanda, hiç de yabana atılamayacak bir başarı... Filmin izleneceğini, yankılar getireceğini ve tartışmalar açacağını söylemek, sanırım kehanet olmaz. Türk sinemasının yeni kapılar açması, yeni yollar denemesi alanında, bu film alçak gönüllü, ama saygın bir' deneme olarak anılacak sanırım... (Atilla Dorsay, “Özgün ve özgür bir uyarlama” 12 Eylül Yılları ve Sinemamız, syf, 57)

Ø    Atıf Yılmaz şaşırtmaya devam ediyor... Alışılmış ve yerleşik olanın dışına çıkarak, yalnızca beylik Yeşilçam kalıplarını değil, kendi filmografisiyle taban tabana zıt projeleri gerçekleştirerek, sinemamızın geleneksel izleyicisiyle özdeşleştirilmiş kimi beğenileri bir bir yıkıyor. Adı Vasfiye, derken Aaahh Belinda -arada kalan klasik çağ komedisi Değirmen’i saymazsak- şimdi de Asiye Nasıl Kurtulur?

Sinemamızın her döneminde, kendi çapında ve deyişinde filmler yaparak hem izleyenin beğenisiyle, hem de "adı ustaya" çıkmışlığın ağırlığı ile dengeler arayan, kimi zaman da aradığı dengenin ölçüsünü kaçırarak düş kırıklıkları yaratan Atıf Yılmaz, artık bu dengelerden bütünüyle kurtulduğunu birbiri ardınca ortaya koyduğu filmlerle adeta ispatlamaya çalışı-yor. Özgür, olabildiğince üsluplaşmış ya da yeni yeni üsluplar arayışı içinde şaşırtıcı, keyif verici, izleyenin ve aydının —eleştirilse bile— kayıtsız kalamayacağı, sinemamıza yeni soluklar ve deyişler getiren bir tavır içinde. Asiye Nasıl Kurtulur da. bu tavrının iyicene billurlaştığı, netlik kazanıp, beyaz perdeye yansıdığı örneklerden belki de en somutu.

Vasıf Öngören'in 70'li yılların başında Ankara Birliği Sahnesinde Zeliha Berksoy'un unutulmaz yorumuyla sergilediği Asiye tekrar sinemamızda. Evet, tekrar diyoruz, çünkü aynı oyun, bir kez de 1973 yılında Nejat Saydam'ın yorumuyla beyaz perdeye aktarılmış ama ne var ki, konunun gerektirdiği düşmüş —ya da daha doğrusu düşürülmüş— Asiye tiplemesi, o günlerin öpüşmez, sevişmez ve de yatağa girmez Şoray yasaları ile Nejat Saydam Sefa Önal ikilisinin şablonumsu tavırlarıyla ana temasından neredeyse ehl-i namus bir hatunun sıra işi, ruhsuz, renksiz bir gösterisi şekline dönüştürülmüştü. Ama yine de —Şoray'a, Saydam'a ve Önal'a— haksızlık etmeyelim. Çünkü o yıllar, baş roldeki kadın oyuncunun saflık ve namus simgesi olduğu, vesikalı olup geneleve düşse bile, öpüşüp yatağa girmediği, bedeninin tek bir zerresini bile göstermekten kaçındığı bir düşüncenin sinemamıza egemen olduğu, konudan çok, oyuncu kişiliğinin ön plana çıktığı yıllardı. Atıf Yılmaz ise, yıllar sonra bu sevilen ve tutulan oyunu, bir kez daha sinemalaştırırken, günümüzde yalnızca —bir önceki dönemin kadın oyuncuları-na kıyasla— daha cömert davranmakla değil, onun da ötelerinde daha cesaretli ve gerçekçi davranmakla "namus simgesi kadın imajını yıkan Müjde Ar gibi bir oyuncuyu da, konunun gerektirdiği tipleme içine sokarak Asiye'ye hakkettiği değeri veriyor.

Asiye Nasıl Kurtulur? Tam Müjde Ar için biçilmiş kaftan. Bu oyuncunun kimi filmleri anımsandığında (örneğin Ah Güzel İstanbul, Deliktin. Göl, Adı Vasfiye vb.) hep düşmüş ya da düşürülmüş kadının, içinde bulunduğu durumdan kurtulma yolları arayışı içindeki tipleri canlandırdığı gözlenir. Müjde Ar, adeta sinemadaki kişiliği ile özdeşleştirilen tiplemesiyle bu filmde de düşmüşlükten kurtuluş yolları arayan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. O biçim bir annenin (filmde bol bol orospu sözcüğü kullanılıyor, biz biraz da nezaket olsun diye bu gerçek ama sevimsiz sözcüğü hayat kadını olarak, biraz incelterek kullanalım) sahipsiz bir kızı olan Asiye, annesinin dostuyla bir başka eve taşınması sonucu büsbütün sahipsiz kalıyor. Düzenin, kendine özgü —özellikleri kimsesiz ve çaresiz dişiye karşı— tavrı Asiye'yi de çok geçmeden çarkları içine alıyor. Asiye, bir iki namuslu evlilik ve is girişiminden sonra, açlığa yenilerek, tıpkı annesi gibi sermayenin kızı, sermaye olur deyişini doğrulayarak o yolun yolcusu oluyor. Onca güçlüğe rağmen, koruduğu genç ve körpe bedenini annesinin yardımıyla satışa sunuyor. Ustabaşının bir iki peşrevi ile elde edilen deneyim, çok geçmeden açlığın da iç gürültüsüyle şarküteri dükkânında meyvelerini vermeye başlıyor. Derken kaşarlanmış annesinin de katkısıyla Asiye elden ele dolaşarak, kendisini bu hale düşüren düzenden öç almaya dek varıyor...

Düşmüş ya da düşürülmüş Asiye'lerin öyküsü hiç eskimediği gibi pek fazla da değişime uğramıyor. Düzenin yerleşik moral değerleri, sermayenin kızına da pek fazla şans tanımayıp, sermayenin kendi bedeninde saklı olduğu gerçeğini su üstüne çıkartmakta gecikmiyor. Asiye ve Asiye'ler, annelerinin de ötesinde düzenin bu değerlerine yenik düşerek kaybolup gidiyorlar. Ya da Asiye gibi, kendi düzenlerinin kendi dinamiklerinden ve çıkarlarından yararlanarak kendilerine özgü bir başka çürümüşlüğün kurtuluşunu buluyorlar. Ama bu tür kurtuluşun sermayesi de —filmin finalinde olduğu gibi— bir başka Asiye'ler, bir başka kandırılmış ve çaresiz kişiler olmuyor mu? Herhalde Asiye'leri kurtarmanın başka yollan da olmalı... Bulunmalı...

Atıf Yılmaz bu yolu bulmuş gibi. Filmin ilanlarında da vurguladığı gibi Asiye'yi danslarla, şarkılarla, biraz da sevgiyle kurtarmayı deniyor. Yalnızca bununla da kalmıyor, Vasıf Öngören'in yaşamı boyunca savunduğu "epik tiyatro" ya da "diyalektik tiyatro" anlayışını sinemaya uygulamaya çalışıyor. İzleyene Asiye'nin yaşamını aktarırken, bu bir tiyatrodan uyarlanmış filmdir diyor ve izleyene de anlatıcı yoluyla; "Siz şimdi Asiye'nin yerinde olursanız ne yaparsınız?" gibilerden sorular, çözümler sunuyor. Hiç kuşku yok ki, alıştırılmış bir seyirci için garip bir yöntem bu. Ama oyun içinde oyun izlemenin de, bu oyuna katılmasının da kendine özgü tatları yok değil. Bir noktadan sonra izleyen de bu oyuna katılıyor ve Asiye'nin peşinden değil buna, çözüm olacak olasılıkların peşinden yürüyüp gidiyor.

Sinemamızdaki her yeni arayışta oldu-ğu gibi, Atıf Yılmaz'ın bu filminde de eksiklikler, sırıtan ve yerine oturmamış öğeler de yok değil tabii. Örneğin Amerikanvari koreografısi ile sunulmaya çalışılan dans sahneleri oldukça yapay kalmış, Müjde Ar'ın şarkıları ise —sesinin çok, ama çok kötü olduğu-nu söylemeliyim— kulakları biraz fazla hırpalamış. Atıf Yılmaz, tiyatro-dan sinema yapayım derken, sinemayı oldukça tiyatrolaştırmış. Sonuçta Vasıf Öngören'in o güzelim yapıtını Şoray—Saydam ikilisinin tekelinden kurtararak sinemaya kazandırmış ama, bir de Asiye'leri kurtarmanın yollarını danssız şarkısız bulabilseydi... Şimdilik buna da şükürler...

Her Atıf Yılmaz filminde yinelediğimiz gibi Asiye Nasıl Kurtulur da kimi kusurlarına rağmen sinemaseverlerin kayıtsız kalmayacağı bir film. En azından değişik bir deneme, sinemamızda yeni bir deyişin ürünü olduğu için...

Ödül:

24. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1987)
► Hümeyra, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”

ASİ KABADAYI (1986)



Senaryo ve Yönetmen: Çetin İnanç
Görüntü Yönetmeni: Dinçer Önal
Yapım: Anıt Film /Mehmet Karahafız

Oyuncular: Serdar Gökhan, Filiz Taçbaş, Hikmet Taşdemir, Sümer Tilmaç, Hüseyin Peyda, Ümit Acar, Mehmet Uğur, Remzi Karahan, Serdar Kebapçılar


Konu: Filmde, dolandırmaya çalıştığı ailenin kızına âşık olan bir adamın hikâyesi anlatılır. Birçok suçtan sabıkası olan Serdar hapisten çıkar. Koğuş arkadaşı Rüstem, yıllardır kaybolan çocuklarını arayan bir aileyi dolandırmayı teklif eder. Serdar, ailenin kaybolan çocuğunun yerine geçerek ailenin kasasını soyacaktır. İlk önce Serdar, ailenin reisi Ömer Ağa’nın yanında şoför olarak çalışmaya başlar. Ancak işler plânladığı gibi gitmez. Kısa süre içerisinde Ömer Ağa’nın kızı Filiz ile birbirlerine âşık olurlar. Serdar, Filiz ile beraber olabilmek için her şeyi itiraf etmek zorunda kalacaktır. (Meltem İşler Sevindi)

ASILACAK KADIN (1986)

Senaryo ve Yönetmen: Başar Sabuncu (Pınar Kür’ün romanından)
Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay
Yapım: Un Yardımcısı: Faruk Turgut, Kurgu: Mevlut Koçak, Çevre Düzeni Giysi: Gülsün Karamustafa, Müzik: Attila Özdemiroğlu,

Not: Asılacak Kadın"; "Kupa Kızı" (1985) ve "Kaçamak" (1987) ile beraber, iç hesaplaşmaları oluşturan "üçleme"nin ikincisi.

Oyuncular: Müjde Ar, Yalçın Dümer, İsmet Ay, Güler Ökten, Haldun Ergüvenç, Can Kolukısa, Gülsen Tuncer, Gökhan Mete, Zihni Küçümen, Gül Vergon

Konu: Annesi ve üvey babasıyla birlikte İstanbul'a gelen Melek (Müjde Ar), yaşlı bir hanıma hizmet etmek üzer'e bir zengin evine yerleştirilir. Aile baskısı altında büyüyen Melek, boynu bükük, ama duygulu bir genç kızdır. Bir gün yaşlı kadın ölür. Melek evine dönmek ister. Ama ölen kadının yaşlı oğlu Hüsrev (İsmet Ay) genç kızın gitmesini engelIer. Hüsrev, dengesiz ve gizli sapık eğilimleri olan yitik bir adamdır. Gençlğinde yurt dışından getirdiği bir yabancı kadını, annesinin bazı anlaşmazlıklar nedeniyle evden göndermesi, yaşamındaki en büyük acıyı oluşturur. Ve aşkını yitirmenin acısını üzerin-den atamayan Hüsrev, Melek'e fetiş tutkularla yaklaşır. Ona, geçmişte kalan eski sevgilisinin elbiselerini giydirir. Ama iç çamaşırı giymesini istemez... Tüm bu garip arzuların tutsağı haiine gelen Melek, Hüsrev'e boyun eğerek onunla evlenmek zorunda kalır. Hüsrev iktidarsız, Melek bilinçsizdir... Hüsrev, evine getirdiği erkeklerle Melek'i zorla seviştirip, onları izler... Melek'i çocukluğundan tanıyan Emsal kalfanın oğlu Yalçın (Yalçın Dümer), tatil için geldiğinde bu evlilik onu şaşırtır. Melek'e gizli bir zaafı olan Yalçın'a arkadaşları, tüm bu olayları anlatırlar. Yalçın, bu korkunç ilişkilerin doğruluğuna inanmaz, ama bir süre sonra gerçeği kendi gözleriyle görür. Üstelik, o da daha sonra Melek'le kocasının önünde sevişecek ve ona aşık olduktan sonra Hasrev'i av tüfeğiyle öldürecektir... Delikanlının amacı, Melek'i bu çirkefin içinden çıkarıp kurtarmaktır ama...”Agah Özgüç “Türk Filmleri Sözlüğü” 2. cilt , syf, 253 ”

NOT: Film, genel ahlak, örf ve adetlerimize ve milli kültürümüze uygun olmadığı gerekçesiyle, sansür kurulu tarafından tümüyle reddedildi.

Eleştiriler:

Ø  Pınar Kür’ün romanından aktarılmış. Sansür Kurulu ahlaksızlığın sergilenmesine değil, yargılanmasına da karşıdır. Tümüyle reddedilen filmin gerekçesi: "Genel ahlak, örf ve Adetlerimize ve milli kültürümüze uygun olmadığıdır. Danıştay kararıyla gösterim izni alan film, çocuk yaştaki genç karısını gençlere peş-keş çekip onları izleyen sapık eğilimli bir kocayı anlatır. Önce hizmetçisiyken sonra karısı olan Melek bilinçsiz, yaşlı kocası ise iktidarsızdır. Bu evlilik sırasında Hüsrev ‘in bilinçaltında gizlediği tüm tutkuları ortaya çıkar. Ve Hüsrev (İsmet Ay) sonunda, karısıyla seviştirdiği delikanlı tarafından öldürülür. Melek rolündeki Müjde Ar, yaş itibarıyla oynadığı tipe biraz ters düşüyorsa da profesyonelce yaklaşımıyla işi kıvırmasını biliyor. Ama filmin asıl öne çıkan oyuncusu iktidarsız koca rolündeki İsmet Ay. Ürkütücü, ra-hatsız edici bir konu belki,ama müstehcenlik tuzağına düşmeden, Gülsen Tuncer Sabuncu' nun cinselliği sorgulayan, ahlaksızlığı yargılayan bir edebiyat uyarlaması Sabuncu' nun dikkatli çabalarıyla kurtarılmış önemli bir film

Ø    Başar Sabuncu'nun "Asılacak Kadın"ı, önemli, başarılı, çağdaş bir filmdir. Ne görüntü olarak, ne de öz olarak hiçbir biçimde "müstehcen" olmayan bir filmdir. Filmde gösterilenler, gözü hiçbir biçimde rahatsız edecek türden olmadığı gibi (Müjde Ar'ın en "örtülü" fılmi sayılabilir bu), gösterilen sağlıksız ilişkiler açık biçimde kınanmakta, yargılanmaktadır. Filmde gösterilen karısını, şuna buna peşkeş çeken iktidarsız koca ve bundan bin kat beteri haberler her gün gazetelerimizin sayfalarında arzı endam etmiyor mu? Türlü çeşitli ahlaksızlıkların mantar gibi bittiği bir sosyo-ekonomik ortamda bunları ele alıp bir sanat eseri düzeyinde işleyen bir filmi yasaklamakla ne düzelecek? (Atilla Dorsay, Asılacak Kadın, yakılacak film mi?)

Ø    Pınar Kür'ün "Asılacak Kadın" romanı ne denli yoğun ve ilginç bir malzeme içeriyormuş!.. Anlatılan öykünün "çok boyutluluğu gerçekten şaşırtıcı... Bir tutku hikayesi bu öncelikle. Delikanlı Yalçın'ın, ana babasının kahya olarak çalıştığı yalının "besleme"si köy kızı Meleğe olan ölümcül tutkusu... Bir cinayet filmi: Yalçın, Melek uğruna, onun sapık ve iktidarsız kocası Hüsrev'i öldürerek elini kana bulamaktan çekinmeyecektir... Geriye dönüşler, anılar, anımsamalarla Hüsrev'in geçmişini canlandıran bir geçmişe dönüş, bir nostalji filmi: Hüsrev, ilk karısı, güzel Fransız kızı Josette'i de bu yalıya getirmiş, onunla antika eşya ve gramofonda çalan "J' Attendrai" şarkısı eşliğinde zarif biçimde dans etmiş, yine aynı yalıda, onun bir türlü erişemediği bedenini genç, güçlü erkeklere peşkeş çekmekte de duraksamamış değil midir?

Bir uygarlıklar, toplumsal sınıflar çelişkisi gözlemi: Boğaz'ın karşı kıyısındaki, bir zamanlar kuşkusuz bakımlı, görkemli, ama şimdi biraz kendi haline, yazgısına terk edilmiş yalı, yok olan, göçüp giden uygarlığımızın simgesi değil midir? O yalıda kocasının ve geçmiş günlerin hayaliyle yaşayıp gitmiş olan büyükanne, oğlu Hüsrev'in sapıklıklarını, soyluluğun "dekadans"a dönüşmesinin kaçınılmazlığını bilen her gerçek soylu gibi sineye çekerken, "emaneten" getirilip bırakılan yeni yetme besleme Melek kıza da, tüm ailesinin kuşaklar boyu davrandığı gibi davranmaktan geri kalmayacaktır: Saçlarını kestirip, giysilerini yaktırıp, içinde para ve değerli eşya saklanan dolapları açtırırken ona arkasını döndürerek!... Ve çökmekte olan eski yalı, yine çökmekte (yoksa çoktan çökmüş mü?) olan bir sınıfın, bir yaşam biçiminin, yeni gelen başka bir sınıfın gencecik, "cahil", temiz bir delikanlısı tarafından şiddet yöntemiyle yok edilmesinin korkunç, kanlı ve trajik öyküsüne mekan olacaktır... Olayların odak noktası olan, çevresindeki aşk, ölüm ve istek dansından hiçbir şey anlamayan, yazgısının kendisini getirip eli kolu bağlı teslim ettiği noktada tam anlamıyla acınacak bir teslimiyet içindeki Melek, erkeklerin yazıp yönetip başrolleri oynadığı bir senaryoda kendisine empoze edileni yapmakla yetinir. Onu ve bu garip dramın gerçek yüzünü anlamak çabasındaki kadın yargıç ise, erkek meslektaşları tarafından küçümsenmekten ve "Kadından yargıç olmaz, olursa böyle olur" suçlamasına uğramaktan kurtulamayacaktır…

Asılacak Kadın", konu sıkıntısı çeken sinemamız için zengin, yeni, özgün bir hikaye, Çeşitli yönlerde gelişen ve insanı değişik etki alanları içine alan bir film... Başar Sabuncu, öncelikle senaryo aşamasında işi oldukça iyi çözümlemiş, kimi yerleri es geçip kimilerine "daha bir ağırlık vererek, yapısı sağlam, bir bulmaca gibi her şeyin yerli yerine oturup birbirini bütünlediği bir senaryo oluşturmuş... Ah, senaryoların (hele son dönemin en iddialı filmlerinde) öylesine döküldüğü bir ortamda, bu insanı nasıl sevindiriyor bilemezsiniz!..

Anlatım yönünden ise, Sabuncu, genelde kısa planlardan oluşan, olayları ve kişileri derin biçimde irdelemeyi değil, en vurucu öğeleri, gelişmeleri vurgulamayı gözeten bir anlatım seçmiş... Ancak yer yer çok özenli, usta işi mizansenler de hazırlanmış... Kimi zaman, sabit bir kameranın önünde kişileri bir geometri düzeniyle hareket ettirerek: Başlarda karakoldaki bölümlerde olduğu gibi... Kimi zaman ise kamerasını yumuşak hareketlerle kişilere doğru ve kişilerin arasında kaydırarak...

Sabuncu'nun sineması, sonuç olarak bize hikayeyi çok iyi gözetiyor, çok iyi görselleştiriyor gibi geldi... Ve film, bizde kimi Avrupalı ustaların sinemasının tadı-na benzer bir tat bıraktı... "Soyluluğun çöküşü" ile Visconti, "Burjuvazinin gizli günahları" ile Bunuel (özellikle "Tristana" ve "Gündüz Güzeli"), cinselliğin sapkınlığı ve ölümcüllüğü ile Pasolini, "Asılacak Kadın"dan hiç de uzak değil... Üstelik yerli, bizden bir yapıta dayanarak yapılmış bir filmde bu evrensel referanslar, bir yönetmen için ancak iltifat sayılabilir...

Evet, "Asılacak Kadın", birkaç konu, tema, mekan çerçevesinde sıkışıp kalmış gözüken sinemamıza yeni, özgün, cüretli temalar getiren, insan kişiliğini, bilinç altını, cinselliğini, toplumsal bir çerçeve içinde özgün biçimde ele alan, belki gerçek bir "burjuva sineması"nın ülkemizdeki ilk örneklerinden... Müjde Ar ve İsmet Ay'ın oyunları bir harika... Özellikle İsmet'in rolünü böyle oynayabilecek başka bir aktörün sinemamızda kolay bulunacağını sanmıyorum. Başta Güler Ökten ve Can Kolukısa, tüm ikincil roller de çok iyi oynanmış. Yalçın Dümer'i ise sinemamız için yeni bir umut olarak görüyorum...

Evet, ağzınızda buruk bir limon tadı kalmasına aldırmayanlardansanız, "Asılacak Kadın"ı görün derim. “Atilla Dorsay, 12 Eylül Yılları ve Sinemamız” “Bir Burjuva Sineması Örneği” syf, 318)

► Başar Sabuncu'nun, Pınar Kür'ün aynı adlı yapıtından sinemaya uyarladığı Asılacak Kadın uzun süre sansürle cebelleşip Danıştay kararı ile aklandıktan sonra, ancak mevsim sonunda seyircinin karşısına çıkabildi. Sansürün bazı yapıtlara —hele hele muzır olayından sonra yerleşik ahlak anlayışını değişik şekilde yorumlamaya çalışanlara— ne denli hoşgörüden yoksun, çağ dışı bir anlayışla yaklaştığını sanırım söylemeye hiç gerek yok. Her şeyin hızla değiştiği ya da değişmeye yöneldiği günümüz Türki-ye'sinde, 1930'lardan kalma eskimiş ve köhnemiş bir nizamnameye yaslandırılmış bir kaç gerekçe ile sanat eserlerini yasaklama, gösterimden men ederek tümüyle ortadan kaldırma işleminin hiçbir değişime uğramadan bir nazar boncuğu örneği korunması ise işin bir diğer üzücü yanı. Ama her üzücü olay, küçük çapta da olsa ardından sinemamız adına kimi sevindirici şeyler getiriyor: Örneğin, iki üç yıl öncesine kadar kitaplar serbestçe okunur, bu kitaplardan oluşturulan filmler yasaklanır, ya da daha senaryo aşamasında reddedilirdi. Günümüzde ise kitaplar yasaklanıyor, bu kitaplardan uyarlanan filmler —Danıştay kararı ile de olsa— gösteriliyor. Tabii dileğimiz hiçbir sanat yapıtının çağdışı gerekçelerle yasaklanmaması... Hele hele, sinemamıza oldukça hatırı sayılır malzeme veren çağdaş yazarlarımızın yapıtlarına dokunulmaması... Sanırım "yasaklar curcunası" içinde cebelleşen bir toplumda bunu istemek fazla iyimserlik olmasa gerek...Sansür, Danıştay, yasaklar ve kitaplar bir yana, Sabuncu Asılacak Kadın''da ne anlatıyor? Neler anlatmıyor ki... Öncelikle yönetmen, elindeki malze-meyi bazı içerik noksanlıklarına karşın, sinemamızda şimdiye dek pek görme alışkanlığını elde etmediğimiz bir biçim, ayrıntı zenginliği içinde, baştan sona titiz bir sinema ile perdeye yansıtıyor. Asılacak Kadın, kimi yönleriyle gotik özellikleri içeren bir korku filmi türünde, kimi yönleriyle ise, bir tutku, bu tutkunun oluşturduğu bir gerilim ve hepsinden öte alışılmamış bir cinsellik anlayışını kişilerin psikolojik yapılarını didik didik ederek ayrıntı zenginliği ile ortaya koyan bir film de... Tüm bunlara, artık iyiden iyiye çürümüşlüğün içine itilerek yok olmanın eşiğine gelen konak eskisi kişilerin varlığı ile sınıfsal bir yaklaşım düşüncesini de ekleyebiliriz. Her filmiyle değişik bir atmosfer yaratmanın üstesinden gelebilen Başar Sabuncu, Asılacak Kadın'in böylesine yoğun malzemesi içinde, çok küçük yaşlarda anne babasını yitirmiş küçük bir köylü kızın hiçbir şeyden habersiz gelişip trajik bir biçimde noktalanan öyküsünü anlatıyor. Üvey anne-babasının yoksulluk gerekçesi ile besleme olarak bir başkalarına sattıkları küçük Melek, daha sonraları alışamadığı ve anlayamadığı bir yaşam biçimi, insan ilişkileri içinde buluyor kendini: İnatçı, acımasız ve adam kullanmaya alışık buyurgan bir büyük anne ve de onun yarım kalmış bir ilişki yüzünden dış dünya ile iletişimi bütünüyle kopmuş marazlı yetişkin oğlu Hüsrev... Melek'le aynı yazgıya sahip oldukları halde, çıkar ilişkileri nedeniyle çatışmaya yönelik evin kalfası da bu kişiler içinde yer alan bir diğeri... Böylesine ilişkiler içinde hiçbir şeyden habersiz Melek, önce büyük anne kalfanın acımasızlıkla yoğrulan ilişkilerinde sindirilecek, sonra da yıllarca önce iktidarsızlığı nedeniyle kendisinden daha güçlü ve "normal" erkeklere kaptırdığı Fransız sevgilisi Jozette'in anlaşılmaz düşleriyle yaşayan Hüsrev'in eşi olarak, başka erkeklere peşkeş çektirilecektir. Ta ki, kalfanın yeni yetme oğlu Yalçın gelinceye dek. Ama Melek; bilmediği, etrafındaki kişilerin kendisine yaklaşımları nedeniyle hiçbir zaman tanıma olanağı bulmadığı sevgiden öylesine uzaktır ki... Melek-'in her gece, eski efendisi, yeni kocası Hüsrev'in garip istekleri doğrultusunda, bir başka kimliğe bürünmek zorunda kalıp genç ve körpe bedenini başka erkeklere örseletirken, o bilmediği, tanımadığı ve hiçbir zaman da tanıma olanağı bulmadığı Yalçın'ın sevgisini yakalayabilmesi mümkün müdür? Melek'i, kendisine özgü yöntemlerle kurtarmayı amaçlayan Yalçın da bilir bunu. Ve sonunda iyiden iyiye çürümüş bir sınıfın karmaşık ve sapık cinsel fanteziler içinde tatmin olan son kalıntılarını ortadan kaldırarak hiçbir zaman var olmayan bir sevgiyi yakalamak ister. Sonuç ise, Melek'inki denli bir başka trajedidir…

 
Asılacak Kadın, kısaca özetlemeye çalıştığımız konusundan da anlaşıldığı gibi, değişik bir konu içinde başlayıp biten, sinemamız için yeni ve özgün sayılabilecek bir öykünün filmi. Öykünün tek boyutlu olmayıp çeşitli zenginlikler içermesi, yönetmene ayrıntı zenginliğinin yanı sıra, sinemamızda en çok gereksinimi duyulan atmosfer filmi yapma olanağını da getirmiş. Konuşkanlıktan (gevezelikten) oldukça arınmış diyaloglar, ölçülü mizansen ve kamera oyunları, filmin içeriği, bütünleşen müzik çalışması, çevre düzenlemesi, geriye dönüşlerle işlerlik kazanan sinema dili ve bunlar gibi birçok biçimsel öge, Başar Sabuncu ve ekibi tarafından sinemamızın olanaklarının elverdiği ölçüde en iyi şekilde kullanılıp değerlendirilmiş.

Başar Sabuncu, içerik olarak da bazı tabuları, alışılmış, bildik şeyleri yıkmış. Cinsellik konusuna, değişik sınıfların yaklaşımları ve bu konu etrafında odaklasan tavırlarıyla bir başka boyutluluk; nedenleri, kişilerin yaşam biçimleri ve geçmişleriyle ilintili olarak bir başka zenginlik getirmiş. Üstelik bunu bayağılığa kaçmadan, filmin yarattığı dünyaya ters düşmeden, olduğu gibi verebilmenin üstesinden de gelmiş…
 

ANAYURT OTELİ (1986)


 Senaryo ve Yönetmen: Ömer Kavur . (Yusuf Atılgan’ın 1973 yılında aynı isimle yazdığı romanından)
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Müzik: Atilla Özdemiroğlu
Yapım: Alfa Film/Ömer Kavur
Odak Film/Cengiz Ergun

Oyuncular: Macit Koper (Zebercit), Sera Yılmaz, Orhan Çağman (emekli subay Mahmut), Kemal İnci, Yaşar Güner, Şahika Tekand (esrarengiz kadın), Serra Yıl-maz (ortalıkçı), Ülkü Songül (öğretmen), Ülkü Ülker (tiyatrocu kadın), Orhan Başaran, Aslan Kaçar, Cengiz Seçici, Osman Alyanak (parktaki adam), Yaşar Güner (kestaneci), Arslan Kaçar, Server Mutlu, Kemal Kocatürk, Sadık Deveci (öğretmen), Nevin Buket (fahişe), Şener Kökkaya (köylü), Ergun Özcan (tiyatro patronu),

KONU: Anayurt Oteli'nin öyküsü de Anadolu'nun tipik kasabalarından birinde geçer. Filmin baş kişisi Zebercet küçük bir kasabanın Anayurt Otelini İstanbul'daki dayısı adına işletmektedir. Zebercet kasabaya Ankara ekspresiyle gelip otelde yalnızca bir gece kalan ve tekrar geleceğini söyleyip, bir türlü gelmeyen kadının bekleyişi Anayurt Oteli içindedir. Kadının anısı Zebercet'in belleğine kazınmıştır. Tekdüze bir yaşam içinde tanınmayan, ama beklenip sahip olunmak istenen kadın, Zebercet'in giderek saplantıya dönüşecek tutkusu olur. Zebercet her gün oteldeki koltuğuna oturup, gelmeyeceğini bile bile umutsuz ve çaresizce Ankara ekspresini bekler: tek tesellisi kadının kaldığı oda olur. Zebercet o günden sonra kimseye vermediği ve eşyaların yerini değiştirmediği odada her günün bitiriminden sonra saatlerce kadını düşler. Oda duygusallıkla cinsellik arasında gidip gelen bir arayışın mekanı olur. Her geçen günle birlikte Zebercet'in içine düştüğü bunalım derinleşir. Ne temizlikçi kadınla girdiği cinsel ilişkiyi sürdürüp sonunda onu boğması, ne de oteldeki müşterilerle kurduğu ilişki ona doyum sağlar. Zebercet bunalıma dayanamayıp oteli kapatır ve kendini kadının kaldığı odanın tavanına asarak intihar eder.

Ödüller
1987 Altın Portakal Film Fevstivali Jüri Özel

Ödül
► En İyi 2. Film, En İyi Yönetmen
1987 İstanbul Uluslararası Film Festivali En İyi Türk Filmi
1987 Venedik Film Festival Fipresci Prize, Ömer Kavur'a
1987 Nantes Three Continents Festi-val Golden Montgolfiere (Büyük Ödül),
►Ömer Kavur'a
1987 Valencia Film Festivali Bronz Ödül 
1987 - 1988 Siyad Ödülleri
►En İyi Film,
► En İyi Yönetmen,
►En İyi Özgün Müzik,
► En İyi Erkek Oyuncu (Macit Koper),
► En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Serra Yılmaz)

Ø Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"ni ilk okuduğumda ne çok sevmiştim!..
170 sayfalık bu küçük roman, bana, aslında pek benzemediği halde Carnus'nün "Yabancı"sını,daha ötesi, Kierkegaard'ı, "Beat kuşağı" yazarlarını, dışarıdan ve bizden tüm bir "bunalım edebiyatının baş yapıtlarını çağrıştırıp duruyordu. Kitabın ilk cümlesiyle "İstasyona yakın Anayurt Oteli'nin katibi Zebercet" ise, yıllar yılı, tüm okuduğum kitaplar arasın-da belleğimde en çok çakılıp kalan, en somutlaşan roman kişilerinden biri olup çıkmıştı. Ve doğrusu ya, ben de, Fatih Özgüven gibi, romanın filme alındığını duyunca birazcık korkmuştum...

Boşuna korkmuşum..."Anayurt Oteli", Yusuf Atılgan dostum ne der, bilmem ama, bence "uyarlama" denen belalı, çetrefil sorunu hemen tümüyle çözümleyen, heyecan verici bir başarı, kolay unutulamaz bir film... Artık Zebercet, gözümüzün önünde hep Macit Koper'in o binbir iç bunalımı gizleyen hafif sarsak hareketleri, dalıp giden gözleri, yalnızlığın tedirginliğiyle gerilmiş yüzü ve aklın çöküşünü adım adım veren oyunu ile belirecek...

“Anayurt Oteli", kuşkusuz sinemamızda şimdiye dek yapılmış en iyi "dramatürji” çalışmasını ve bununla birlikte (özellikle "dramatürji" sözcüğünü biraz daha dar bir anlamda, bir insan dramının, bir bireysel dramın en iyi biçimde ortaya çıkması içİn yapılan çalışma diye alırsak), en olgun, kapsamlı, ayrıntılı "birey" çizimini içeriyor... Bu, filmdeki Zebercet tipinin çok değişik düzeylerdeki izdüşümünün (toplumsal, tarihsel) ihmal edildiği anlamına gelmiyor. Tersine, otel katibi Zebercet'in bu küçük Anadolu kasabasında, kasabanın insanları; iç (otel, meyhane, sinema) ve dış mekanları (çarşı, meydan, sokaklar, park, vs.) ve genel yaşamı ile olan ilişkileri, kısa ama özlü sahnelerde yeterince beliriyor….

Ancak asıl çaba ve asıl başarı, Zebercet'in iç dünyasının, iç gelişimlerinin sinema aracılığıyla verilmesinde... Sinemamız, maşallah, her şeyi öğrenmiştir, her şeyi becerir… Ama iç dünyaları, ruhsal oluşumları, bireyin iç aleminde oluşan fırtınaları vermeyi henüz pek bilemez... Bunca yıllık sinemamızdan, unutulmaz biçimde belleğinize çakılıp kalmış kaç insan portresi, kaç birey tasviri anımsıyorsunuz? Ah, keşke onca toplumsal serüvenleri, kuşaksal hesaplaşmaları, politik savları, ideolojik öğretileri duyurmaya sıvanan yönetmenIerimiz, özellikle insan, tek bir insanı anlatmayı başarabilseler!...

Ömer Kavur, bize Zebercet'i anlatıyor. Anayurt Oteli katibi Zebercet, bu küçük Anadolu kasabasının, Cumhuriyet bayramlarında izcilerin geçtiği, belediye hoparlörlerinden hutbe okutulan, hayat kadınlarının hasat geliriyle cebi şişkin köy ağalarını hoşnut etmeye çalıştığı, sinemalarında karate filmleri gösterilen, serin çarşılarında pantolon giyen genç kızların ilk sevgilileriyle buluştuğu, tatminsiz genç çırakların horoz dövüşlerinde geçici eş-cinsel ilişkiler aradığı bu küçük ve tipik kasabanın Anayurt Oteli'ni İstanbul'da oturan dayısı adına çalıştıran otel katibi Zebercet, kişilik ve yalnızlık bunalımını yaşıyor. Çeşitli günlük ve sıradan ilişkileri gitgide gerginleşiyor, sonunda kopuyor.

Zebercet'in küçük, cılız yapısı, bunca yalnızlığı, bunca özlemi kaldıracak gibi değildir… Zebercet'in çöküşü, yalnızca sıradan bir "klinik olay", Batılı anlamında bir yabancılaşma olayı değildir... Bu, herhangi bir dostluk, bir yakınlık, bir insancıl ilişki arayıp da bulamayan bir ruhun, artık kaldıramadığı yalnızlığa teslim olmasının irdelenmesidir. Zebercet'in belleği, bir yandan, resmi odasını süsleyen kadının (annesinin ?) yüzünü taşıyan, "Ankara treniyle gelen" ve otelde bir tek gece kalıp ayrılan o gizemli kadına takılıp kalmıştır... Öte yandan, duygusal açlıkla cinsel açlığın birbirine karıştığı, altında hep "uyur gibi" yatan temizlikçi kadında da giderilemeyen bir "insan özlemi", Zebercet'i kemirip bitirmektedir. Böylece Zebercet'in çöküşü, soyut bir "çıldırma" olayı değil, aşamaları ustaca belirmiş bir arayış serüvenidir. Çift yönlü bir arayış: duygusal ve cinsel yönden... Ama yalnızlık ve cinsel doyumsuzluk, bir türlü kurtulamadığı bu iki sorun, bir türlü doyuramadığı bu iki açlık, Zebercet'i iyiden iyiye kıstıracak, sonunu getirecektir.

Ömer Kavur, Zebercet'in öyküsünü bize örnek bir sinemayla anlatıyor. Son derece ekonomik, hiçbir fazlalığın olmadığı, frenklerin "epure" dediği alabildiğine yalınlaştırılmış bir üslupla Ama bu Ömer Kavur yalınlığı, sonunda bizi değme biçim cambazlıklarından çok daha fazla heyecanlandırıyor. Çünkü, başta da söyledim, bu film boyunca bir insanı yakalıyor, gerçek, inandırıcı bir portreyle karşılaşıyor, bir film boyunca bir yaşa-mı sanki ellerinizde tutuyorsunuz... "Anayurt Oteli"ni özellikle bu sanki ellerinizde tutuyorsunuz... "Anayurt Oteli"ni özellikle bu açıdan sinemamızın önemli bir dönüm noktası sayıyorum. Bu başarıya katkıda bulunan tüm sanatçıları da anmama izin verilsin: Macit Koper'in olağanüstü kompozisyonu, başta Orhan Çağman, Serra Yılmaz, tüm yardımcı oyuncuların katkısı, Orhan Oğuz'un kimi iç mekanlarda laboratuvarın oyununa geldiğini sandığım çok düzeyli görüntü çalışması ve artık dünya çapında bir film müziği bestecisi olduğuna inandığım Atilla Özdemiroğlu'nun, filmin gerçek bir "atmosfer filmi" olmasına büyük ölçüde yardımcı olan müziği.

"Anayurt Oteli"ni mutlaka görün...Türk sinemasının (belki teknik altyapı dışında) nerelere geldiğini anlamanın en İyi yolu bu.. Ve bu filmi görmeden, günümüzün Türk sineması üzerine de "ahkam kesmeye" kalkmayın. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 177 ”

Ø  Türk sinemasının en çarpıcı yalnızlık, iletişimsizlik, aşksızlık, saplantı ve buhran öyküsü... Aynı zamanda da en başarılı edebiyat uyarlaması.

Anadolu'da bir kasaba... İstasyon yakınlarında konaktan bozma bir otel... Bir süre önce Ankara treniyle gelip, tek gece kaldıktan sonra "bir haftaya kadar" döneceğini söyleyerek giden ama geri gelmeyen meçhul kadını tutkuyla, ısrarla bekleyen otel katibi Zebercet...

Adını, "zümrütten daha açık yeşil renkte bir süs taşından alan ve sinemamızda o güne dek görülmeyen ölçüde iyi işlenmiş bir negatif kahraman olan Zebercet, belli ki önceleri yalnızca kendi içinde büyüttüğü, beton çatlaklarının arasında yeşeren yabani otlara benzeyen bir umutla beklemiştir, bu hayal gerçek kadını. Umudun yerini umutsuzluğun alması, bekleyişin umutsuzca sürmesi de Zebercet için yakınma konusu olmayacaktır.

Ama anlatılan, klasik yapıda bir "Bekledim de gelmedin..." serüveni değildir. Zebercet'in, giderek alacakaranlıklaşan dünyasında, kadının dönmeyeceğini, kendisinin kadın için hiç önem taşımadığını anlamasıyla (gerçekten anlıyor mu, kendini kandırmayı başka bir yoldan mı sürdürüyor, bilmiyoruz!) içine girdiği dönüşüm sürecini sergileyen "Anayurt Oteli", benzersiz bir anlatımla psikolojik "duraklamanın, gerilemenin ve çöküşün öyküsünü sunar.

Yönetmen Ömer Kavur, küçük Anadolu kasabasındaki kasvetli, hüzün dolu, aileden kalma 14 odalı otelin katibi Zebercet'i, Yusuf Atılgan'ın romanından alıp, başlangıçta kimilerine "çok rizikolu", hatta "korkutucu" gelen bir çaba içinde, beyaz perdede yeniden yaratır. Çok ince bir buz tabakası üzerinde olduğunu fark etmeden, herhangi bir yere gitmek ya da yere sağlam basmak gibi kaygıları olmadan, yalnızca "bekleyen" bir adamın çöküş serüveni vardır karşımızda.

Zebercet, giderek günlük gerçeklerden kopacak, tümüyle içine kapanacaktır. Bu, aynı zamanda otelin de "içine kapanışı" anlamına gelecektir. Başlı başına bir "tekinsizlik" atmosferi oluşturulmamakla birlikte, kapalı mekân gerçekliği üstün başarıyla yaratılır filmde. Bir anlamda Stephen King - Stanley Kubrick The Shining ilişkisi tekrarlanır ve bu kez Yusuf Atılgan-Ömer Kavur-Anayurt Oteli zinciri kurulurken, Zebercet'in oteli, otelin de Zebercet'i etkileme ve "parıldama-parlama" biçimlerine tanıklık edilir.

Belki Batılı anlamda "birey"in değil, Anadolu'dan bir "insan teki"nin öyküsüdür anlatılan. Ama Ömer Kavur, alabildiğine yalın, ekonomik, hiçbir fazlalık içermeyen sinema diliyle, filmi evrensel kılmayı da başarmış, Altın Portakal'dan Nantes'a, Venedik'ten Valencia'ya kadar pek çok festivalde kazandığı ödüllerle de bu başarısını pekiştirmiştir.

Macit Koper'in büyük başarıyla canlandırdığı Zebercet'in iç dünyası ile dış dünyanın gerçekliğini, eşine az rastlanır türden bir "soluk görkem" içinde buluşturan "Anayurt Oteli", baştan sona "kırılganlığın" egemen olduğu, ama her yönüyle çok sağlam bir film olarak yer edinir sinema tarihimizde. Kanlı horoz dövüşü, tavayla öldürülen kedi, röntgencilik, gizemli kadının kullanmış olduğu havluyla mastürbasyon, temizlikçi kadının sevişirken boğularak öldürülmesi gibi allak bullak edici sahneler ve başlı başına "son nokta"nın konuluş biçimi, "Anayurt Oteli"nin Türk sinemasındaki "klinik-krimonolojik olaylar" dökümünde saygın bir parantez açmasına yetecek derecededir! Ve kim bilir daha ne çok Zebercet'imiz vardır, giderilmemiş cinsel açlıklarıyla ortalıkta dolaşan, bir köşede bekleyen... 

Zebercet'in, edebiyatımızın hazinelerinden biri niteliğindeki bir başka Yusuf Atılgan romanı "Aylak Adam"ın, kısaca C. olarak tanıtılan, 28 yaşındaki "tedirgin" karakteriyle akraba olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öte yandan ve buna paralel olarak, Ömer Kavur filmografisindeki diğer pek çok karakterle hısımlık akrabalık ilişkisi içinde bulunduğu da görülecektir. Tutkusunun esiri olan, yabancılaşıp kendi dünyasına kapanan ama arayışlarını da tuhaf-gizemli biçimlerde sürdüren bireylerle doludur Kavur filmografisi. Bu özellik, bazı sinema yazarlarının ve akademisyenlerin bilinçsiz bir çabayla Metin Erksan'la ilintilendirdikleri Ömer Kavur'un, öykülerini, Erksan'ın tersine "içeriden dışarıya doğru" anlattığı ve "yerli olanın yabancılaştırılması" temelinde kurduğu düşünülürse (Erksan, yabancı olanı yerlileştirir...), "

Anayurt Oteli"nde tümüyle modernist bir yapıda ve alabildiğine vurgulanmış olarak çıkar karşımıza. Yani Zebercet, her şeyiyle bize, buralara, örneğin filmin çekim mekânı otelin bulunduğu Nazilli'ye aittir ama önce Atılgan, ardından da Kavur tarafından mümkün olduğunca "yabancı" kılınmıştır.

"Ömer Kavur'un peşine düştüğü imgeler, daha önceki filmlerinde görülmekle birlikte, 'Anayurt Oteli' ile birlikte kristalize olmaya, bakışımlı bir prizmada özel bir dil oluşturmaya başlamıştır" diyor, Kavur'un değişmez senaristi ve oyuncusu Macit Koper ve ekliyor: "Şöyle de söylenebilir: 'Anayurt Oteli' Ömer Kavur'un yola çıkmak için bütün ağırlıklarını bıraktığı, dönüp arkasına bakmaktan vazgeçtiği, başyapıtı-dır." (Yönetmen: Ömer Kavur, Ankara Sinema Derneği Yay., sayfa 111, 2002


► Film Zebercet'in hikayesine onun anlatımıyla başlar: "Adım Zebercet. Zebercet. 28 Kasım 1950'de doğdum. 7 aylık. Annem 44 yaşındaymış o zaman babamdan büyük. 4 kez düşük yapmış bana kadar."

Zebercet, 1960' da sünnet olduğu yaz annesinin öldüğünü, okulu orta ikiden terk ettiğini ve askerden 1971'de terhis olduğunu belirttikten sonra ekler: "Babam birkaç yıl önce öldü. Oteli ben yönetiyorum. 80' den beri." 1923'te otele dönüştürülen bu eski konak ve bulunduğu kasaba Zebercet'in öyküsünü de çizen en önemli mekanlar olacaktır. Kavur, karakterinin öznel anlatımıyla filme başlarken, hem izleyiciyle Zebercet'in öyküsü arasına bir mesafe koyar hem de vurgulanan bu tarihlere dikkat çekmiş olur.

Zebercet'in konakla otel arası bu mekana sıkışmışlığı filmin birinci bölümünü oluşturur. Zebercet nerdeyse hiç dışarı çıkmaz. Otele günü birliğine gelip gidenler dışardaki bir hayatın ritmini içeri taşır. Bir hafta gibi en uzun kalan yaşlı müşterisi ve otel hizmetçisi geçmişleriyle gelecekleri arasında bir yerlerde asılı kalmış bir zaman diliminde yaşarlar. Serra Yılmaz'ın başarıyla canlandırdığı hizmetçi, dayısının öldüğü gerçeğini ve bu otele saplandığını kabul etmez ora-da takılı kalmıştır. Film boyunca dayısından haber olup olmadığını sorar. Zaman zaman da Zebercet için cinsel bir bedendir ve sanki hiç yaşamıyormuş gibidir. Yaşlı müşteri de kendini soran olup olmadığıyla ilgilidir ve hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Zebercet'in onlardan bir farkı yoktur. Ne dışarısı ne de içerisi kendi mekanıdır. Bu mekanla kimliğini ilişkilendirebileceği, iğreti duran birkaç resim ve beşik dışında hiçbir bağ yoktur. Donup kalmış anlara sıkışmış, kendi mekanında yaşamayan bu kimliğin zamanla olan ilişkisi de parçalanmıştır. Kendini bu mekana ait hissettiren tek anı otele bir günlüğüne gelen bir kadın ve ardında bıraktıklarıdır. Zebercet, adeta durmuş olan kendi kişisel zamanını yeniden yaşamaya başlar. Ona uzak geçmişi ve bu mekan, kadının geleceği umudu ve beklentisiyle anlam kazanır gibi olur. Ama Zebercet bu mekanı terk edemeyeceği için umutsuzluğu daha da artar. Kendisini suçlu hisseder. Kendi imgesine bile yabancıdır. Hayal ettiği Hitler bıyığı aslında kurtulmak istediği, vücuduna yapışmış bir simgedir. Suçluluk ve umutsuzluk duygularıyla, kopuk kopuk yaşanan zamanlarla anlamsızlaşmış bu mekandan, bu geçici kimliklerin mekanından kurtulmaya çalışır Zebercet. Filmin ikinci bölümünü oluşturan arka plansa yaşadığı kasabadır. Zebercet bir çeşit geriye dönüşü yaşamak, hatırlamaya çalışmak ve boşlukları doldurmak zorundadır. Kendine yeni bir kimlik mekanı yaratmaya çalışan Zebercet, bu Yolculuk sırasında parçaların sandığından da kopul olduğunu keşfeder. İn-sanlar her an bir eylem içindedir

Tutuklamalar, kasaba megafonlarında anons edilen diğer hayatlar ve olaylar, horoz dövüşleri, mezarlıklar, cinayetler ...

Zebercet başkalarının öyküsünü yaşa-maya başlamıştır sanki, ama ne zaman, ne mekan, ne de yüzlerin arkasındaki öyküler birbiriyle örtüşmez. İnsanlar sanki tarihsiz bir mekan içinde dolaşmaktadır. Filmin bu soyutluğu izleiciyi de farklı sorular sormaya, çoklu anlamlar üretmeye iter.

Zebercet'in belirttiği tarihler aynı zamanda Türkiye tarihinin kırılma noktalarıdır. Çözülmeden kalmış bu noktalar, bireyin yaşadığı mekanı, zamanı ve onunla şekillenecek kimlikle bağlarını da güç-süzleştirmiştir. Aynı isimde hiç kimseye rastlamamış olan Zebercet sanki hiç yokmuş gibi var olmuştur. Filmin sonunda soranlara adının Ahmet, yaşadığı yerin de bir konak olduğunu söyler. Bu aslında dokunulabilen, hissedilebilen ve yaşayan bir kimliği edinme ve yeniden başlamaya olan bir arzudur.

Ama zaman akmıştır. 1960'ta ölen anne-sine benzeyen o kadın gelmeyecektir, o zaman tekrar yaşanamayacaktır ve Zebercet 1980'den beri işlettiği bu otelde çıkışsızlıkla intihar edecektir. Bu andan sonra duvar saati çalışmaya, su musluktan damlamaya başlar.

Ömer Kavur'un "Anayurt Oteli" filminde devamlılığı sağlayan ana eksen, mekan olarak karşımıza çıkar. Karakterinin mekanla arasındaki bağı onun iç dünyasının bir boyutudur. Zamansa filmin öykülemesi içinde episodik olarak, günlere bölünmüş bir şekilde yer alır. Unutulmayacak performansıyla Macit Koper'in çizdiği Zebercet adlı bir karakterin bir-kaç haftasıdır bu ve klasik bir anlatımın ötesine geçen bir öykülemedir; tarihi bir bekleyişin doruktaki son birkaç haftası. Her günün bir yüzü, bir durumu vardır. Attığı adımlar Zebercet için bir neden-sellik taşımaz. Filmdeki kişileri birbirine bağlayan ya oteldir ya da kasabanın çeşitli mekanları. Bazen Zebercet seyirci için bir aracıdır mekanlara ve kişilere götüren. Karakterin mekanına yabancılaşmışlığı ve olayların nedensizlikle yan yana gelişi izleyiciyi de filme yabancılaştırır. Bu nedensel bağın yokluğu izleyicinin hem kişileri ve yüzleri algılamasına hem de estetik olarak mekanın karanlık atmosferine ve film boyunca otelin kapısından içeri patlayan gün ışığına dikkatini çeker. Dışarısının kör eden aydınlığı ve içerisinin kasvetli ışığı Zebercet'in bu mekana hapsolmuşluğunu güçlü bir kontrastla vurgular. Öyle ki konak intiharla son bulan bir hayat hikayesinin, bir tarihin mekan olur. Filmin sonunda konağını otelin her bir noktasını dolaşarak kat kat aşağı inen kamera, dışarısının patlayan ışığıyla izleyiciyi de bu mekanda, Zebercet'in kaderiyle baş başa bırakır. (Ayla Kanbur) “SİYAD, 40 Yılın Serüveni ”




ANA KUCAĞI (1986)




Senaryo ve Yönetmen: Yücel Uçanoğlu
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Yapım: Gözde Film /Zikri Köksoy

Set: Selçuk Ökten, Saban Derya, Eray Kantarcı, Işıklar: Turgut Köse, Selahattin Vural, Montaj Asistanı: Metin Çeşmebaşı, Soner Şenbecerir, Mustafa Kalkan, Prodüksiyon Amiri: Erol Deniz, Yardımcı Yönetmen: Ali Kıvırcık, Ümit Hiçdurmaz, Kamera Yardımcısı: Kemal Şanlı, Sineray Stüdyosunda hazırlanmış ve seslendirilmiştir.

Oyuncular: Küçük Ceylan (Ceylan Avcı), Özlem Onursal, Murat Soydan, Nazan Ayaz, Münir Özkul, Sümer Tilmaç, Çiler Onur, Kazım Kartal, Renan Fosforoğlu, Selçuk Ökten, Adnan Tezel,

Konu: Annesi alkolik olan ve babası Almanya’da bulunan bir kızın dramatik öyküsü.

ALMANYA 40 METRE KARE (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Tevfik Başer
Görüntü Yönetmeni: İzzet Akay
Özgün Müzik: Klaus Bantser
Yapım: Tevfik Başer (Türk-Alman Ortak Yapımı)

Prodülsiyon: Wolf Seesselberg, Yardımcıları: Anette Aulzen, Volker Persy, Frank Winterstein, Kostüm: Marina Heinrich, 2nci Asistan: Yasemin Akay, Yüksel Uğurlu, Sanat Yönetmeni: Harald Freytag, Bianca Pastorina, Ses: Bernhard Ebler, Elektronik kamera: Holger Fitchen, Holger Otte,

Oyuncular: Özay Fecht (Turna), Yaman Okay (Dursun), Demir Gökgöl (Hodja), Mustafa Guelpimar (Baba), Grit Mackentanz (Penceredeki kız), Marita Petersen, Reinhold Fama, Kay Miller, Monya Fribe (Bebek), Grete Schildknecht (1.Yaşlı kadın), Helene Iborg (2. Yaşlı kadın), Emma Israel (3. Yaşlı Kadın), Gert Amer, Stephanie Amer, Naci Ozarslan (1. Çocuk), Feramuz Sancar (2. Çocuk), Margot Hopp, Marina Heinrich, Mariane Buehau, Diana Wilson (Penceredeki kadın)

Ø    Almanya 40 Metrekare"nin kahramanı Turna'nın yüzü de kuşkusuz sinemasever belleklerimizdeki yerini alacak... 80 dakikalık bir küçük film içinde böylesine canlı, yaşayan, unutulmaz bir baş kişi yaratabilmek, filmin erdemlerinden biri.. Ama tek erdemi değil kuşkusuz. Yine 80 dakikalık küçük bir film içinde, yalnız kırsal kesim Türk toplumundaki acımasız kadın-erkek ilişkilerine değil, kendilerini 2 ayrı toplumun, iki farklı kültürün kesişme ve çatışma noktalarının tam göbeğinde bulan kırsal kesim insanımızın dramına da böylesine ışık tutmak, az başarı değil..

"Almanya 40 Metrekare"nin anlattığı olayın (köyden getirdiği karısını 40 metrekarelik eve kapayıp, sokağa bırakmayan köylünün öyküsünün) biraz "aşırı", "uç" bir durumu söz konusu ettiğini, böyle olayların yok denecek kadar az olduğunu, Türk insanını yine en "ilkel" biçimde, en katı ve "vahşi" ilişkileri içinde gösterdiğini söyleyenler çıkacaktır kuşkusuz... Ve örneğin film, hiçbir zaman TRT programlarına da giremeyecektir. Ama bütün bunlar filmin özelliklerini azaltmıyor, önemini, düzeyini düşürmüyor. Çünkü Tevfik Başer, alabildiğine ince ayrıntılarla örülmüş bir senaryo ve ekonomik, ama usta işi bir sinemasal anlatımla, bizi anlattığı "özel durum"dan alıp, her gerçek, has sanat yapıtı gibi insanın özüne, insan ruhunun ve bilincinin derinliklerine doğru götürüyor. 

Turna'nın köyde, kendisinin suretini kırmızı yemeniyle çevrilen taşlarda görüp seven gerçek sevgilisinden ayrılıp, babasının onayıyla "gurbetçi" Dursun'a karı olması, Dursun'un daha zifaf gecesinde ortaya çıkan hastalığı, sağlıksız cinselliği, yılların şartlanmışlığından gelen kadına karşı acımasızlığı ve tüm bunlardan sonra, Turna'nın 40 metrekare içinde kendisine bir küçücük dünya oluşturma çabaları... Bütün bunlar, beklendiği gibi, bir geri kalmışlık melodramı oluşturmuyor. Çünkü Başer, ince gözlemlerle, yalnız belli, açık bir gerçeklik duygusunu değil, aynı zamanda iyimserliği, umudu da filmine sindiriyor. Çünkü Dursun’lara, anlayışsız Almanlara, her şeyin karşı karşıya getirdiği iki ayrı kültür insanlarının farklılığına karşın iletişim umudu hep vardır... Değil mi ki Turna, avlunun karşı penceresindeki o küçük Alman kızıyla bebekler aracılığıyla da olsa bir iletişim, konuşma özlemi, sevgi ve yer yer ironi dolu bir iletişim kurabilmiştir...

"Almanya 40 Metrekare" yeni bir yönetmeni haberliyor. Tevfik Başer'le tanışın... Yaman Okay ve özellikle Özay Fecht'in birinci sınıf oyunlarının ve İzzet Akay’ın filme müthiş katkıda bulunan, daracık bir mekan içinde hacimleri, ışık-gölgeyi olağanüstü kullanan kamera çalışmasının da keyfine varın derim. (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 263)

ALLAH ŞAHİDİM OLSUN (1986)



Yönetmen: Nejat Gürsoy
Senaryo: Mehmet Birol
Görüntü Yönetmeni: Hüseyin Ererez
Yapım: Artuğ Film/Mehmet Birol

Oyuncular: Murat Soydan, Salih Kırmızı, Selma Poyraz, Turgut Özatay, Hülya Erçel, Seyfi Karadayı, Sümer Tilmaç, Sü-heyl Eğriboz, Renan Fosforoğlu

Konu: Tecavüze uğrayan evli ve eski bir bar kadınının intikamı.

ALİ VELİ DELİ (1986)






senaryo ve Yönetmen Feridun Kete
Yapım Varlık Film/Tufan Güner

Oyuncular: Erol Köse (Ali), Hakan Rullas (Veli), Murat Akkaya (Deli Murat), Nalan Türkoğlu, Pınar Altıntaş , İsmail Gülnar (Patron),Barbaros Erbeşler, Melike Altunbaran, Şehriban Emirli, Serpil Uğurlu, Asuman Arsan, Sedat Demir, Yalçın Otağ, Ergun Sımsıkı (Şoför), Gülden Seymen, Selen Ay

Konu: 80 li yıllarda komedi dans üçlüsü adı altında büyük beğeni toplayan üçlünün komedi filmi