Powered By Blogger

1 Nisan 2020 Çarşamba

SEVDAN ÖLDÜRDÜ BENİ (1986)


Yönetmen: Şahin Gök
Senaryo: Bülent Dal
Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker
Yapım: Burak Film/Sungur Esen, İbrahim Mertoğlu
Prodüksiyon Amiri: Erol Emerle, Işık: Gürcan Küçüker, Mehmet Uluyol, İsmail Kündem, Set Teknisyenleri: Sami Meriç, Atilla Akarsu, Renk uzmanı: Sabahattin Hoçsöz, Laboratuar: Tümay Rızai, Armağan Köksal, Şems Tokgöz, Fehmi Acar, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Ali Berkant, Montaj, Senkron: Sedat Karadeniz, Kamera Asistanı: Orhan Gök,

Oyuncular: Bahar Öztan (Mine), Gökhan Güney (Yusuf), Kâzım Kartal (Seyfettin), Selma Poyraz, Menderes Samancılar, Çetin Başaran, Cevdet Balıkçı, Naim Hakverdigil, Cihan Alp, Hakkı Kıvanç, Hasan Yıldız, Fikret Fıtrtına, İsmail Hakkı Şen, Oktar Durukan, Kudret Karadağ,

Konu: Gökhan bazı düşmanları tarafından sürekli rahatsız edilmektedir. O da bir arkadaşının yanına gider orada faytoncu olur bir gün bahar adlı kadın onu faytonla gezdirmesini söyler bahar çok zengindir birde nişanlısı vardır Gökhan ve Bahar’ın aralarında bir aşk başlar.


SEVDA ATEŞİ (1986)


Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Görüntü Yönetmeni: Ümit Ardabak
Yapım: Sezer Film/Sezer İnanoğlu

Prodüksiyın Amiri: Hasan Kubilay, Set Ekibi: Cavit Aydın, Ferhat Unaz, Murat Ataç, Işık Şefi: Fevzi Eryılmaz, Yardımcıları: Faruk Yaman, Dursun Çirkin, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşses, Laboratuvar: A. Tümay Rızai, Şems Tokgöz, Armağan Köksal, Kuırgu: Cevat Sezer, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Sultan Yıldırım, Reji Asistanı: Yasemin Yazıcı, Kamera Asistanı: Adnan Gürkonak, Fotoğraf: Sabahattin Oymak, Yardımcı Yönetmen: Mıuzaffer Hiçdurmaz, (Sineray Film stüdyosunda hazırlanmış ve seslendirilmiştir.)

Oyuncular: Hülya Avşar, İsmet Özhan, Nazlı Birand, İhsan Yüce, İhsan Baysal, Renan Fosforoğlu, Yaşar Şener, Nuri Tuğ, Ayedın Haberdar, Küçük Çocuk: Cengiz Ekinci, Büyük Çocuk: Faruk,

Konu: Bodrum’un küçük bir kasabasında yaşayan Gülcan kimsesiz, hüzünlü bir genç kızdır. Gülcan kasabanın sevgilisi, biricik Maviş’idir. Terzilik yapan Gülcan herkesin yardımına koşan bir iyilik meleğidir. Acılarını ve yalnızlığını bu şekilde unutmaktadır. Genç kızın yıllardır beklediği kalbinin prensi İstanbul’dan çıkagelir. Büyük şehrin kalabalığından kaçıp kasabaya kaderine gelen tayfa Halil bilmeden Gülcan’ın yazgısını da değiştirecektir. Halil’e kalbini kaptıran Gülcan onunla evlenecektir. Ancak sevdiği adamın gün geçtikçe değişmesi, içine kapanıp, bir şeylerin korkusuyla yaşaması ikisinin de hayatını kabusa çevirir.

SEVDA (1986)






Yönetmen: Şahin Gök
Senaryo: Recep Filiz
Görüntü Yönetmeni: Abdullah Gürek
Yapım: Can Film/Can özer

Oyuncular: Mahmut Tuncer, Nur Aksoy, Leyla Somer, Neşe Aksoy, İsmail Hakkı Şen, Menderes Samancılar,

Konu: iki kadın arasında kalan bir erkeğin yaşadıkları olaylar

SES (1986)


Yönetmen: Zeki Ökten
Senaryo: Fehmi Yaşar
Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz
Müzik: Tarık Öcal
Yapım: Şeref Film/Şeref Gür

Oyuncular: Tarık Akan (Adam), Nur Sürer (Serpil), Güler Ökten (Yurdanur), Kamuran Usluer, (Ayşe’nin babası), Kamuran Yüce (Enis), Orhan Çağman (Sadık Reis), Yavuzer Çetinkaya (İsa), Ali Erdemci (Ali) Ebru Oğuz (Ayşe), Erol Özkök (Erol), Işık Aras (Ayşe’nin Annesi), Nuray Oğuz (Erol’un karısı)

Konu: Bir gün, güneydeki bir tatil köyüne genç bir adam gelir. Ürkek yüzünde geçmişin acılarını taşıyan bu suskun adamın altı yılı hapiste geçmiş ve bu süre içinde gördüğü, yaşadığı işkenceler nedeniyle bir kolu sakat kalmıştır. Genç adam (Tarık Akan), bu yabancı, ama sımsıcak insanlarla dolu sahil kasabasında, annesiyle tatile gelen ve kendisini uzaktan sürekli izleyen Serap'la (Nur Sürer) karşılaşır. Serap, bu yalnız adama büyük bir ilgi duyar. Bir süre sonra da birbirlerine sevecenlik ile yaklaşırlar. Ama bir gün genç adam, duyduğu bir sesle irkilir. Bu, hapislik günlerinde gözlerini bağlayıp işkence yapan, gençliğini alan, kolunu sakat bırakan celladının sesidir. Ve onu kaçırır. Gözlerini bağladığı adamla terk edilmiş eski bir kilise harabesi içinde trajik bir hesaplaşma başlar ...

v    Meze olmaya hazırlanan bir ahta-potun amansızca dövülüşü", hayvan öldürmek için midir, yumuşatmak için mi, yoksa yumuşatarak öldürmek İçin mi? "Ses" filminden benim aklımda kalan başlıca sahne bu oldur Deliğe tıkılmış insanların fikirlerinden, inançlarından dolayı baskıya, İşkenceye uğratılmaları eylemini pek güzel simgeliyordu, ahtapota reva görülen "yumuşatma"... Ama sonuç olarak "işkence" üstüne bir filmden insanın aklında hemen yalnız bu sahne kalıyorsa, o filmin başarılı olduğundan söz edilebilir mi?

Ege kıyılarında bir kasaba... (Gümüşlük köyü imiş). Yorgun, bezgin, gizemli tavırlara ortalarda gezinen, bu "küçük Bodrum'daki yaz konuklarının yaşamını. "Arkadaştaki Yılmaz Güney havalarında İzleyen bir "yabancı Onun çekiciliğine kapılmakta gecikmeyen bir kentli kız, Selmin,.. Satışa çıkan eski Rum evlerini birer İkişer kapatarak kapağı buraya atma hayali peşindeki işsiz güçsüz kentli takımı... Bir zamanlar âşık olduğu Rum kızını Rum havaları dinleyerek anan koca Sadık Reis... Bu topraklarda birlikte yaşamış Türk-Rum ilişkilerine, "Düşman" filmini anımsatan dostça bir yaklaşım çabası... Bu arada, çevredeki türlü çeşitli seslerden rahatsız olan, içeride geçirdiği altı yılın acılarını, gördüğü işkenceleri "sesler" aracılığıyla yeniden yaşayan gizemli gençle Selmin'in ilişki kurma girişimleri... Ve tepede mezarların çevrelediği eski, terk edilmiş bir kilisede geçmişle ve "işkence" denen çağ dışı eylemin olası sorumlusuyla bir hesaplaşma denemesi...

"Ses", işte bunları anlatıyor kabaca. Adı bilinmeyen, bir dönemin devrimci eylemlerine karışmış kahramanı, hemen hiçbir siyasal çağrışım içermeyen ilk yarıda (buna üçte iki de denebilir), bir güneybatı tatil yöresi fonu Ününde, bir tür aşk serüveni yaşıyor, filmin asıl bildirisini, mesajını vereceği varsayılan son bölümde İse, yine olanlara açık, somut, açık amacı bir yaklaşım getirilmeden, bir tür tepki, boşalım veya dışa vurum olayı yaşanıyor. Ve film, başladığı noktadan hiç de uzaklara gitmeksizin sona eriveriyor...

Nokta dergisinde Sungu Çapan arkadaşımın dediği gibi, "Sen Türkülerim Söyle" ve "Ses"le birlikte, "..ve 'devrimci' beyaz-perdede".. Kör olan şarkıcılardan, gazino patronlarından, türlü çeşitli gerzek, "inek" ve şabanlardan sonra, "devrimci" tipinin de perdeye gelmesi kuskusuz son derece ilginç, olumlu bir olay... Ama niye bu film de ağzımızda buruk bir tat, içimizde bir yarı kalmışlık duygusu bırakıyor? Niye, bir kez daha. "işkence" eylemi üstünde düşünmemizi, ona karşı tepkilerimizi, nefretimizi, isyanımızı kanalize etmeyi, somutlaştırmayı başaramıyor?

Bu konuda, hikayenin/senaryonun baştan beri seçerek aldığı bir tavrı eleştirmek mümkün. Bu "gerçekçilik" yerine "simgeselliğin" yeğlenmesi, somutun yerine soyulun geçilmesidir. Bu açıdan, tek kolu sakat kahramanımızın, filmde zaten gösterilmeyen biçimde, iri yan Kamran Usluer'i sandalından "kaçırıp" tepelere nasıl getirdiği belki de önem taşımıyor. Aynı biçimde, Usluer’in onun gerçek "işkencecisi" olup olmadığı da... Çünkü Usluer, filmde açık biçimde gösterildiği gibi, profesyonel bir işkenceci olsun vefa olmasın, özel hayatında, karısına ve çevresine karsı davranışlarında kaba, çirkin "faşizan" biridir. Onun için başına gelenleri hak etmiş, bir "simge-kişiliktir. Ancak sinemada soyutlama zor, belalı, sorumlu bir İştir. Türlüye'nin yakın uzak geçmişte yaşadığı işkence olayına somut biçimde yaklaşmak, somut, yaşa-yan, ayakları yere basan kahramanları işlemek belki kolay değil. Giderek belki mümkün de değil. Bu açıdan, sinemamızın henüz bir "Resmi Tarih" üretmesi beklenmemeli, beklenmiyor da... Ama soyutlama uğruna bu denli yapay, yaşamayan, kukla düzeyinde kişiler/İlişkiler yaratmak,"

"Ses", yürekli bir çıkış, önemli bir deneme. Ama bunun yüreğimizde uzun süre titreşimler yapacak gerçek bir protesto çığlı-ğına dönüşmediğini de İtiraf etmek zorundayız... “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”

v    Ses'te, el değmemiş her yeni konu-ya değinen ilk filmler gibi, erdemleri denli, bir takım kusurları da "bunlara yanıtsız kalan sorular da diyebiliriz" beraberinde taşıyan bir fılm. Ama benzer bir konuyu bir başka açıdan irdelemeyi amaçlayan Gören'in "Sen Türkülerini Söyle" filminden bir adım ötede. Onun hatalarından ve eksiklerinden bir kat daha fazla arınmış. Söyleyeceğini dağıtmadan, bireyselliğe indirmeden, daha geniş perspektifler içinde olduğu gibi anlatan, sessiz, durgun, yalın ama sonuçta çarpıcılığa varabilmenin üstesinden gelebilen bir film. (Burçak Evren, "Ses" bağışlamaya dönüşen öfke, Güneş, 12 Aralık 1986) “Agah Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü”

v   Fehmi Yaşar'ın senaryosu ve Zeki Ökten'in filmi başta rizikolu ama çok önemli bir geçimde bulunmuş. Mahkumun kendini arayışı sevgiye, dostluğa, kuşkuya ve düşmanlığa karşı tavrı, işkencecisiyle ve yitik gençliğiyle, ödeşmesi, dış gerçeklikten (realiteden) ve reel mantıktan alabildiğine arındırılıp soyutlanıyor. Çevresinden sıkılan, dünyayı yeni yeni tanıyan Şermin'in mahkuma neden yaklaştığı önemini yitiriyor, yaklaşmanın sonuçlan önem kazanıyor. Mahkumun işkencecisini neden, nasıl kaçırdığı (ki tek koluyla ve tek zıpkınla bu işi becermesi mümkün değil) önemli değil. Önemli olan bu iki işinin kez farklı bir konumda karşı karşıya gelmeleri ... Filmin başkişisi olan mahkum adı bile yok. Kimine göre "abi", kimine göre "delikanlı", kimine göre de "o adam"... Mahkumun giysilerinde de stilize bir hava var. (İbrahim Altınsay, Yeni Filmler Hürriyet Gösteri, S.: 73, Ara-lık 1986)


SERT ADAM (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Aykut Düz
Kamera: Sedat Ülker
Yapım: Burak Film/Sungur Esen, İbrahim Mertoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Muharrem Özabat, Ufuk Ahıska, Kamera Asistanı: Orhan Gök, Negatif Kurgu: Ömer Aksu, Laboratuar: Şemsi Tokgöz, Armağan Köksal, Aslan Tektaş, A. Tümay Rızai, Renk Düzenleme: Sa-bahattin Hoşsöz, Işık Asst.: Bayram İlvur, Selahattin İlhan, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Senkron: Sedat Karadeniz,
(Sineray Film stüdyosunda hazırlanmıştır).

Oyuncular: Cüneyt Arkın, Yıldırım Gencer, Nurgül Kaya, Osman Betin, Kadir Kök, Yüksel Gözen, Erdoğan Seren, İbrahim Kurt

Konu: Sigorta şirketinde çalışan bir eksper, bir kazanın ardındaki gerçekleri araştırmak için kaza mahalline gelir. Görgü tanıklarıyla görüşen eksper, olayın tanıklarından biri olan bir kadına ilgi duymaya başlar. Ve bundan sonra işler giderek daha karmaşık bir hal alır.

SENİ SEVMEYEN ÖLSÜN (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Figenli
Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi
Yapım: Topkapı Film/Yaşar Tunalı

Laboratuar ve Baskı Kısmet Stüdyosu, Montaj ve Seslendirme: Yeni Film stüdyosu, Sesleri Alan: Gültekin Çavuş, Işık Amiri: Yaşar Alışkan, Işık Teknisyeni: Sinan Gencer, Yönetim Yardımcısı: Ümit Yesin, Kamera Asistanı: Mustafa Kutlu, Prodüksiyon Amiri: Hüseyin Zan, Yapım Koordinatörü: Nami Dilbaz,

Oyuncular: Gökhan Güney, Sema Peker, Leyla Somer, Leyla Somer, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Zan, Mehtap Anıl, Ümit Yesin, Recep Filiz, İsmail Varol, Hale Haykır, Nevin Coşkun,

Konu: Film, pavyonda çalışan bir kadın ile bir balıkçının aşk öyküsünü konu edinir. Küçük bir sahil kasabasında yaşayan Kasım Ağa, bir pavyonda çalışan Serap’a âşık olur. Uzun bir süre Serap’ı pavyondan kurtarmak için çabalayan Kasım, sonunda onunla evlenmeye karar verir. Kasabaya dönen ikili, bütün kasaba halkının dikkatini üzerine çeker. Üstelik Kasım’ın yanında çalışan balıkçı Hasan ile Serap’ın eskiden kalma bir hesapları olduğu anlaşılır. Zamanla Serap’ın Kasım’la evlenmesinin ardında başka sebepler olduğu ortaya çıkacaktır. (Hasan Sakın)

31 Mart 2020 Salı

SEN TÜRKÜLERİNİ SÖYLE (1986)


Yönetmen: Şerif Gören
Senaryo: Turgay Aksoy
Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı 
Müzik: Çağdaş Türkü Grubu
Yapım: Uzman Film/Ferit Turgut, Kadir Turgut

Yönetmen Yardımcısı: Turgay Aksu, Film Banyo: Ufuk Kayar, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Prodüksiyon Amiri: Ramazan Denizhan

Oyuncular: Kadir İnanır (Hayri), Sibel Turnagöl (Sibel), Tunca Yönder (Tunca), Melih Fırat (Neslihan), Şerif Gören, Aytaç Öztuna, Sibel Hotin, Levent Dönmez, Şerif Gören, Kutay Köktürk (Muhbir), Nuri Tuğ, Muadelet Tibet (Hayri’nin annesi), Hale Akınlı, Coşkun Göğen, Ümit Yesin, Bülent Bilgiç (Şerif), Erdinç Akbaş

Konu: 12 Eylül öncesi olaylara karışan Hayri, yedi sene hapis yattıktan sonra çıkar. Herkesin çıkarcı bir kişiliğe büründüğünü görür. İnfazdan sonra sürgün cezasını çekmek üzere bir kasabaya gider.

► 12 Eylül öncesi olaylara karışmış olan Hayri, 7 yıl içerde yatmış, sürekli bir "leitmotiv" gibi gösterilen bir sahneden anlaşıldığına göre işkence görmüş ve sonunda serbest bırakılmıştır. Onun çıkışı ve eve gelişiyle başlar film. Anası müşfik, babası öfkelidir. Kız kardeşinin sorunları vardır. Mahalleli bir tuhaf bakar, hemen yalnız küçük onunla ilişki kurabilir. Eski "ideal arkadaşları" ise çoktan dönüş yapmışlardır, kimi işadamı, kimi sinemacı, kimi reklamcı olmuştur... Hepsi de eski günleri, ideallerini, "dava"yı unutmuşlardır.... Bir dizi anlamsız, amaçsız, yüzeysel ilişkinin içinde bulur kendini Hayri... Ve bu sahteliklerden sıyrılıp kasabaya yollanır.

Görüldüğü gibi, toplumun önemli bir kesimi için güncel yaşamsal bir konuya el atmışlar, senaryonun yazarı Turgay Aksoy, yönetmen Şerif Gören ikilisi... Kuşkusuz bu öncelikle alkışlanması gereken bir tavır. Bunca fırtınadan sonra geride kalanların, "kazazedelerin sorunlarına eğilinmesi, geçmişle bir tür hesaplaşmaya gidilmesi, sanatın bu tür gerçekleri de konu edinmesi elbette gerekiyor. Ancak ortaya çıkan filmin, amaçlar düzeyinde olmadığını da belirtmek kaçınılmaz.

"Sen Türkülerini Söyle", Şerif Gören'in "Endişe'den "Alışan’a, "Kurbağalar'dan "Fırar'a kimi filmlerinde özellikle kullandığı belgesele kaçan "saptamacı" bir tavrı ve bunun getirdiği gevşek, gerilimsiz bir ritmi yeğliyor. Ancak bu tür film çekmek, dramatik açıdan yoğun, tıkız bir hikayeyi anlatmaktan çok daha zor...

Gören, kendisi ve çevresinden birkaç kişiyi gerçek/gerçeğe yakın kimlikleri, işleri, kişilikleri içinde alarak, onları öykünün amaçladığı "oportünist" tipler olarak göstermekte kuşkusuz ilginç bir iş yapıyor Ama bu o kişileri tanıyın veya tanımayın, onların inandırıcı olmasına yetmiyor. Gören. Tunca ve diğerleri, güya kendilerini oynuyorlar. Ama oynayamıyorlar ki!.. Hem kötü oyuncular hepsi, hem de insanın kendi kendini oynaması, düşünülemeyecek kadar zordur. Bütün hunlar, filmin gerçeklik duygusunu da. önemli amacını da zedeliyor. Ve sonuçla, amaçlanan, ama (henüz) yapılamayan önemli, güncel bir filmin hayaliyle avunmak kalıyor seyirciye.

"Sen Türkülerini Söyle", bu haliyle önemli bir film değil. Film, sosyo politik bir gerçeğin saptaması olmak amacıyla yola çıkıp, sonunda Şerif Gören ve bir avuç arkadaşının, nerdeyse bir "aile filmi" havasında çektikleri bir tür "günah çıkarma" egzersizine, bir tür duygusal dışavurum çabasına dönüşüyor. Ve orda da kalıyor...”Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” ”


SEHER VAKTİ (1986)



Senaryo ve Yönetmen: Ahmet Ündağ
Görüntü Yönetmeni: Erhan Canan
Yapım: Metro Film/Zeki Kafalı

Oyuncular: Müslüm Gürses, Oya Demir, Kâzım Kartal, Hikmet Taşdemir, Merih Akalın, Erol Günaydın, Cengiz Sezici, Muhittin Yeşilova, Arap Celâl, Recep Bülbülses

Konu: Konu: Filmde, aynı kadını seven iki adam arasında yaşanan düşmanlık konu edilir. Marangozluk yapan Ali, Fatma ile evlenir. Aynı mahalleden Fatma’yı seven Rüstem bu yüzden Ali’ye düşman olur. Önce Ali’nin kendisine olan borcuna haciz getirir. Daha sonra Ali’nin bir suç işlemesine sebep olur. Hapse giren Ali’nin hayatı tamamen değişecektir. (Meltem İşler Sevindi)

SAVUNMA (1986)


Yönetmen: Osman F. Seden
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Kamera: Çetin Gürtop
Yapım: Erler Film/Türker İnanoğlu

Yardımcı Yönetmen: Muzaffer Hiçdurmaz, Asistanı: Serap Korkmaz, Kamera Asistanı: Hakan Gürtop, Ar Direktör: Sohban Koloğlu, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Fotoğraflar: Nadi Özerkal, Işık Şef: Ekibi: Ali Salim, Yaşar Işık Yardımcıları: Murat Omay, Mahir Gül, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Sultan Yıldırım, Senkron: Cevat Sezer, Montaj Revizyon: Mehmet Bozkuş, Renk Uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuvar: A. Tümay Rızai, Şems Tokgöz, Armağan Köksal, Fehmi Acar, Prodüksiyon Temsilcisi: Adnan İrkut, Prodüksiyon Amiri: Necati Şimşek, Set Teknisyenleri: Selçuk Öktem, Şaban Derya, Ergun Sımsıkı, (Sineray film stüdyosunda hazırlanmıştır).

Oyuncular: Gülşen Bubikoğlu, Kenan Kalav, Fikret Hakan, Merih Akalın, Erol Günaydın, Nazan Ayas, Raik Alnıaçık, Devrim Parscan, Ekrem Dümer, Duygu Ankara, Orhan Elmas, Faruk Savun, Memduh Ünsal, Orhan Çoban, Mesut Sürmeli, Necmi Öney, Atilla Kunt, Burhan Özoyal, Fevzi Gür, Kâmil Sesli, Bülent Polat

KONU: Kendisinden yaşça genç Cengiz’le (Kenan Kalav) evli olan Çiğdem, zengin bir iş kadınıdır. Kötü giden evliliği, Cengiz’in onu aldatması ve eve gelen tehdit telefon ve mektupları ile iyice bunalıma girmiştir. Çiğdem’in ayrılma isteğini kabul etmeyen Cengiz iş için Ankara’ya gittiği gece genç kadın öldürülür. Cinayeti araştıran komiser Cemal (Fikret Hakan) Cengiz’den şüphe eder. Cengiz’in gece hızlı bir taksi ile dönüp cinayeti işlediği savıyla genç adamı tutuklar. Cengiz’in savunmasını Handan (Gülşen Bubikoğlu) üstlenmiştir. Cemal’in ısrarlı tavrına karşın Handan delil yetersizliği nedeni ile Cengiz’i beraat ettirir. Cengiz ve Handan arasında tutkulu bir aşka dönüşen bir yakınlaşma olur. Komiser Cemal ise, boş durmamış, Cengiz’i İstanbul’a geri getiren taksi şoförünü bulup mahkemeye tanık olarak çağırmıştır. Handan, kendisine yalan söylediği için davadan çekilir. Yine de duyguları galip gelir ve tutuksuz yargılanan Cengiz’le seyahate gider. Cengiz’in ava gittiği sırada kaldıkları av köşkünde bulduğu R harfi bozuk basan daktilonun, Çiğdem’e gönderilen tehdit mektuplarının yazıldığı makine olduğunu anlayınca katilin Cengiz olduğunu anlar ve panikler. Onu gören Cengiz durumu belli etmez. Döndüklerinde komiser Cemal’e Cengiz’in katil olduğunu anlatan Handan, onun kendisini öldürmek için geleceğinden de emindir. Ve Cengiz gelir. Buna hazır olan Handan’ın katilini öldürmekten başka seçeneği kalmamıştır. O da bunu yapar...

SARHOŞ (1986)


Yönetmen: İbrahim Tatlıses
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Görüntü Yönetmeni: Kaya Ererez
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Varlık Film/Lokman Kondakçı

Oyuncular: İbrahim Tatlıses, Sevtap Perman, Hüseyin Peyda, Diler Saraç, Mine Çayıroğlu, Behiye Eraksoy, Arzu Aytun, Erdinç Akbaş,

Konu: Konu: Film, bir iftira nedeniyle hayatı değişen bir adamın öyküsünü konu alır. Bir gece kulübünde şarkıcılık yapan Ayşe bir gece tecavüze uğrar. Olay gecesi bir hastanede tedavi altına alınan Ayşe, tehdit mesajları almaya başlar. Korkuya kapılan Ayşe, kendisine tecavüze edeni tanımasına rağmen durumu polise açıklayamaz. Ancak suçu üzerine yıkabileceği birilerine de ihtiyacı vardır. Bu nedenle, şüpheli olarak tutuklanan taksi şoförü Hasan’ı kurban olarak seçer. Bununla birlikte yargılama sürecinde Ayşe vicdan azabı çeker. Sonuçta verdiği ifadeyi değiştirerek Hasan’ın salıverilmesini sağlar. Ancak üzerine atılan iftira nedeniyle Hasan’ın hayatı geri dönülmez şekilde değişecektir. (Hasan Sakın)

PRENSES (1986)


Senaryo ve Yönetmen: Sinan Çetin
Kamera: Aytekin Çakmakçı
Müzik: Grup Mihenk
Kurgu: Sedat Karadeniz
Yapım: Ömür Film/Mahmut Hekimoğlu

Oyuncular: Serpil Çakmakiı, Tunç Okan, Mahmut Hekimoğlu, Mehmet Esen, Mustafa Alabora, Talat Bulut, Güzin Doğan, Mehmet Esen, Haluk Yüce

Konu: Tarık, 12 Eylül öncesi adı anarşiye karışmış sol örgüt üyelerinden biridir. Ve yeni bir görev nedeniyle sevgilisi Nevres'le (Serpil Çakmaklı) İskenderun'dan kalkıp İstanbul'a gelirler. Nevres, sevgilisi Tarık'la (Tunç Okan) gizlice yuvalandıkları evin altında oturan fotoğrafçı bir gençle tanışır. Ve fotoğrafçı Selim'le (Mahmut Hekimoğlu) giderek aralarında bir dostluk bağı kurulur. Bu ara Tarık, Nevres'i bağımlı olduğu örgütün içine sokar. O da görev alacaktır. Ne var ki örgüt üyeleri bir kadının bu işe girmesine sürekli karşı çıkarlar. Çünkü Nevres'in kişiliğinden kuşkuludurlar. Ama sonunda Tarık, Nevres'i örgüte kabul ettirebilmeyi başarır. Oysa, ideolojik düşünceye karşı olup ve yalnızca insanlara sevecenlikle yaklaşmayı amaçlayan Nevres'le, fotoğrafçı Selim arasındaki dostluk ilişkisi platonik bir aşk tutkusuna dönüşecek ve birlikte kaçmayı düşleyeceklerdir.

"Prenses"le birlikte 12 Eylülle ve onun toplumumuza getirip götürdükleriyle ilişkili dördüncü film gösterime çıkmış oluyor. "Prensesin, "Sen Türkülerini Söyle" ve "Ses"e kıyastı daha İlginç bir yanı var. O da bu filmin ilk ikisine kıyasla daha somut şeyler göstermesi ve daha somut bir bildiri vermesi. Bu, oldukça önemli... "Prenses", alabildiğine edebi, "kitabi" bir senaryo biçiminde başlıyor. İnsanı ürkütecek kadar!.. Ama bir süre sonra, hem değil mî?) görüntü (veya sinema dili) ön plana geçiyor, hem de bu oldukça süslü iç monologa alışıyorsunuz. Devrimci" bir grubun militanlarından olan ve onu sürekli siyaset, ideoloji, eylem, örgüt konularında eğitmeye çalışan sevgilisi Tarık aracılığıyla örgüte giriyor, hatta ilk eylemlerinde en önemli işi yükleniyorken, bir rastlantıyla tanıştığı uçarı, genç fotoğrafçı Selim de kadına aşık oluyor. Eylemci dostu Tarık, onu ülkeyi kurtarmak için gerekli bulduğu silahlı savaşı-mın içine ve dolayısıyla bir tür intihara doğru çekerken. Selim ona hayatı doya doya yaşamayı, her türlü toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden uzak, yalnızca kendisi ve kişisel mutluluğu için yaşamayı öneriyor. Genç kadın sonunda bir seçim yapmak, iki erkekten, dolayısıyla iki yaşam biçiminden birini seçmek zorunda kalacaktır...

Sinan Çetin'in filmi, söylemek gerekir, ilginç ve yürekli bir film. İlginç, çünkü alabildiğine yapay bir film, kişileri, durumları, tiranı atik gelişimi hemen yalnızca bir tezi, bir görüşü açıklamak, doğrulamak için yaratılmış, kurgusal bir film olduğu halde, Çetin'in sanki soluk soluğa oluşturduğu sineması nedeniyle yaşarlık kazanıyor, sanki yine soluk soluğa izleniyor. Çetin'in sırf sinemasal açıdan ele alındığında, önceki filmlerinden daha düzeyli bir anlatım tutturduğu ve kimi "tikleri"ni bile seyirciye kabul ettirebilecek bir düzeye ulaştığı söylenebilir. En az "14 Numara" kadar "biçimci” olan "Prenses" le, örneğin Nevres'in, bireysel, "küçük burjuva düşkünlüklerini simgeleyen "koltuk sevdası" (bu, politikacılarınkinden farklı bir sevda), sokaktaki vurulma sahneleri (özellikle bildiri dağılan gencin vurul-ması), finaldeki "seçim" bölümü, tadına doyulmaz sahneler.,. Elbette Çetİn'in tüm biçim denemeleri, tüm imgeleri (veya simgeleri) için aynı şey söylenemez. Örnekse, bildiri basmakla Nevres'e basmanın özdeşleştirildiği sahne, en az benim bu cümlem kadar düzeysiz ve bayağı!.. Ama "Prenses" asıl özüyle, içeriğiyle yankı ve tepki uyandıracak bir film... Sinan Çetin gamsız, sorumsuz, şen bir çocuk tavrıyla günümüz Türkiye'sinde dünden bugüne uzanan kimi önemli, yaşamsal sorunlara yaklaşmayı denemiş. (Zaten filmdeki Selim, Sinan'ın kendisi Özellikle 70'lerde ülkemizde de örgütlü mücadelede alabildiğine aşırılıklara gidilmedi mi, "topluma karşın toplumu kurtarmak" idealleri yaşanmadı mı, kimi siyasal öğretiler neredeyse hayatı bilmezden gelerek, dahası hayatı karşısına alarak uygulanmaya çalışılmadı mı diyor Çetin... Ve bunu eleştirmeye, toplumca hep birlikte yaşadığımız korkunç psikozdan, kolektif çılgınlıktan bir yansıma getirmeye kalkıyor. Bu, belki temelde yürekli bir tavır...

Ne var ki Çetin, bunu yapmayı denerken, kolay bağışlanamayacak yanlışlara düşüyor. Geçmişteki örgüt mantığını, siyasal eylemleri eleştirmek bir şey, bunlara toptan bir nefretle yaklaşmak başka bir şey... "Prenses"in gösterdiği, ağzını açtığında yığınsal naralar veya mitralyöz sesleri saçan, örgütlü mücadeleyi, her şeye, aşka, cinselliğe, duyguya, hayatın ta kendisine zıt gören, gencecik bir kıza gözünü kırpmadan ölüme gönderen eylemciler, belki sağda da solda da var oldular. Ama bunlar, tüm bu tür eylemlerin tipik kişileri miydiler, bu tür hasla tipler, tüm bir sol eylemin temsilcisi diye gösterilebilir mi? Ölüme, öldürmeye dur dediği için genel bir onayla karşılanan bir askeri müdahale, özellikle sola karşı tam bir baskı kuran bir siyasal yönetime dönüşmüşse, geçmişteki yanlışları, hem de bu tür sorumsuzca eleştirmenin yeri ve zamanı mıdır diye sorulmaz mı? Eleştiriyle nefret arasındaki ince ayrımdır ki bir insanın son tahlildeki dünya görüşünü belirleyecektir. Üstelik tüm bunların, Selim'in ağzından dile getirilen "Hiçbir düşünce uğrunda ölmeye değmez" cümlesiyle vurgulanması, bırakınız solculuğu, tüm insanlık tarihinin önemli bir bölümünü de yadsıyan bir bencilliğin, oportünizmin dışavurumu olmuyor mu? Velhasıl Sinan Çetin önemli yanlışlar yapmış, Türkiye'deki radikal solun, hatta genel bir ilerici tavrın kolay kolay hazmedemeyeceği bir yemek pişirmiş. Ama bu "Prenses"in de Sinan Çetin'in de yakılmasını gerektirmiyor bizce... Özellikle gerçek demokrasinin kurulması yolunda üstüne önemli bir tarihsel misyonu yüklenmiş gözüken solun, bu aşamada yanlış da bulsa, hatalı da olsa, hiçbir sanat yapıtına öylesine ağır biçimde saldırmasını doğru bulmuyoruz. Sinan Çetin'in "yanlış" filmine, evet bu aşamada "doğru" bir film yaparak yanıt verme olanağı belki de yok. Ama o filmi yapılabilmesine giden yol, Çetin'in ve filmin yakılması isteğinden kesinlikle geçmiyor. Demokratik solun bu konularda sağdan çok daha anlayışlı, hoşgörülü, "tahammüllü" olması gerektiğine hep ve hala inanıyorum. “Atilla Dorsay,” 12 Eylül Yılları ve Sinemamız”


PRENSES SİNAN ÇETİN

Sinemamız 12 Eylül öncesinin ve sonrasının olaylarını ve durumlarını irdelemeye devam ediyor. Şerif Gören'in Sen Türkülerini Söyle, Zeki Ökten'in Ses ve Zeki Alasya'nın Dikenli Yol filmlerinden sonra, şimdi de Sinan Çetin, Prenses ile, sinema literatürümüze "12 Eylül Filmleri" adı altında giren türe bir yenisini ekleyerek, çok yakın geçmişteki olaylara bir kez daha eğiliyor. 12 Eylül filmlerinden ilk üçü 80 öncesi olayları uzantılarını günümüze getirip bir ödeşmeye dönüştürürken, Sinan Çetin, daha öncelere giderek olayların doruk noktasına vardığı yıllarda irdelemeyi, kendine özgü eksantrik düşüncelerle yargılamayı yeğliyor. Diğer bir söyleyişle, içerdeki adamın dışarıdaki serüvenini değil de, dışarıdaki adamın içeri girmeden önceki durumunu bir takım yapay olaycıklar dizilemesiyle kendi tezinin doğruluğuna oturtmak istiyor. Tabii ortaya çıkan da, Sen Türkülerini Söyle, Ses ya da Dikenli Yol filmlerinin kahramanlarının çevresi, kendisi ve ailesiyle olan ödeşmeleri değil, bizzat Sinan Çetin'in kendisiyle ve geçmişiyle olan bir ödeşmesi şekline bürünüyor. Bu ödeşmenin de ne denli sağlıklı olduğunu, filmi irdeleyerek görmekte yarar var.

Prenses'te 12 Eylül öncesinin olaylarını kendine özgü temelsiz ve garip sayıla-bilecek düşüncelerle anlatmayı yeğleyen Sinan Çetin, karşımıza üç kahramanı çıkarıyor. Bunlardan biri Tarık (Tunç Okan). Örgütlenmiş bir sol fraksiyonun eylemci bir üyesi. Sevgilisi Nevres (Serpil Çakmaklı) ile birlikte İskenderun'dan İstanbul'a bir eyleme katılmak için geliyor. Sert, acımasız, Sinan Çetin'in çizgileriyle basmakalıp sloganlarla donatılmış, kelimenin tam anlamıyla beyni yıkanmış bir tip. Kutsal ve bilimsel bir dünya görüşü olan, ama sevgilisinin "kutsal bir şey bilimsel olur mu?" sorusunu yanıtsız bırakarak sevgiyi kökten yadsıyan, tüm bunların ötesinde tecimsel kaygılara göz kırpan, erotik sahnelerde teksir makinesi eşliğinde veya kafada değil,  sevişebilen işte öyle bir adam.

Nevres ise böylesine bir adamın gölgesinde yeterince kişiliğini ortaya koyama-yan, inancından çok sevgisiyle zoraki devrimci olan, kendi halinde bir kadın. Tek hobisi ise, aileden kalma kırmızı bir koltuğu peşinde gezdirmesi. Filmin en ilginç kişisi ise, hiç kuşku yok ki, fotoğrafçı Selim (Mahmud Hekimoğlu). Neyi, niçin savunduğu belli olmayan, yaşamı bir prenses olarak tanımlayıp da ona tapan, ara sıra Nevres'e "Önemli olan insanın güzel günleri gelecekte veya kafasında yaratması değil, yaşadığı anda bulması" ya da "Yalvarırım Prensesim hayata bağlı kalın, size yeryüzün-den de üstün umutlardan söz edenlere inanmayın" gibilerden parlak laflar söyleyen filmin yönetmeni gibi, kendine özgü bir insan.

Böylesine gerçekten soyutlanmış, iğreti, karikatürize, yoz ve abartılmış insanların 12 Eylül öncesinin kavgası içinde ne işleri var diyeceksiniz? Ya da çok yakın bir geçmişe damgasını vuran, her çeşit acıya ve baskıya boyun eğmeden düşünceleri uğruna ölen ya da tutsak edilen insanlar bunlar mı diyeceksiniz? Evet... Sinan Çetin'in 12 Eylül öncesi kahramanları bunlar. Bir çırpıda karikatürize edilen, beyni yıkanmış, sevdikleri kişileri ölüme bile sürüklemekten kaçınmayan, hatta bundan belirli belirsiz zevkler tadan, yaşamsal olan her şeyi yadsıyan; ara sıra "gerçekte savaş yoktu, ama biz ölüyorduk, kurtarmaya çalıştığımız toplumsa bir kenarda bizi izliyordu" gibisinden itiraflarda bulunan sol militanlar böyle çiziliyordu filmde.

Sinan Çetin, yalnızca kişileri mi karikatürize etmişti. Ne gezer "ancak hayata inanmayan insanlar gelecek günleri düşleyerek yaşar "ya da "biz kendi kişiliğimizi bile tanımazken, kendimizi ülkemizin sorunlarını çözmekle görevlendirilmiş buluverdik" gibi yorumlarıyla, geçmiş dönemin tüm savaşımlarımda bir çırpıda silip atıveriyordu. Ona göre, yaşamı yalnızca kırlarda çiçek toplayarak algı-layan, güzel günleri gelecekte yaşanan anda bulan bir düşünce doğruydu. Doğru bilinen bir düşünce uğruna ölmek, acı çekmek, işkence görüp hapishanelere atılmak ise Sinan Çetin'e göre saflık, aldatılmışlık ve neredeyse insanlık dışı bir suç olarak gösterilip tanımlanıyor.

Sinan Çetin, Prenses filminde çok yakın bir geçmişin gençlik olaylarını anlatmıyor; adeta bu eylemleri kökten yadsıyarak, kendisine özgü temelsiz ve asılsız düşüncelerle yargılıyor, bu yargılamanın sonucu, aslında kendi yanlışlarını, kendi düşlerini bir bakıma çürütmeye çalışıyor. Hem de toplumsallığın karşısına bireyselliği, inancın karşısına inançsızlığı, umudun karşısına boş vermişliği önererek. Sık sık yaşamdan söz ediyor ama, yaşamın en ufak bir kırpıntısını bile yakalayamıyor.

İçerik olarak böylesine zavallılıklarla dolu bir film Prenses. Ya sinemasal olarak? O da garipliklerden ve ilkellikten nasibine düşeni almış. Görüntüden çok, senaryo gevezeliğine yer veren, monologlar eşliğinde kartpostalvari görüntüleri ard arda dizen bir sinema dili egemen filme. Sözüm ona geçmişe ironik bir simgesellikle yaklaşmayı deneyen deniz kenarındaki "kelle" esprisiyle stüdyodaki "kurtarma" sahneleri ise kelimenin tam anlamıyla üçüncü sınıf bir gösteri. "İki erkek arasında safını seçmek için sokağın ortasında dakikalarca bekleyen Nevres'in görüntüleri ise, biraz Visconti'nin Beyaz Geceler'inden, biraz da Atıf Yılmaz'ın Selvi Boylum Al Yazmalım'ından esinlenmiş esinlenmiş ne kelime, aynen kopye edilmiş sahneler olarak adeta bir yama gibi kalıyor filmin bitiminde... Sinan Çetin'in filmi, her şeye rağmen, Marx'ın sözüyle başlamakta, Çetin de, Türkiye'deki devrimcilere katılmadığı halde, bir Marksist olduğunu hiç olmazsa ifade etme ihtiyacını duymaktadır. , Güneş, 20 Şubat 1987 ”


PİYANGOCU KIZ (1986)


Senaryo ve Yönetmen Sırrı Gültekin,
Görüntü Yönetmeni Orhan Kapkı
Yapım Mutlu Film/Müfit İlkiz, Fatih Pekmutlu
.
Genel Koordinatör: Müfit İlkiz, Yönetmen Yardımcısı: Leyla Altın, Kamera Asistanı: Zeki Pehlivan, Negatif Kurgu: Mustafa Kul, Işık Ekibi: İsmail Sandalcıoğlu, Ferdi Eskioğlu, Ses Kayıt: Gültekin Çavuş, Kurgu, Senkron: Necdet Tok, (Yeni Stüdyoda hazırlanmış ve seslendirilmiştir)

Oyuncular: Çeçilya Daymaz, Cemal Gencer, Mesut Engin, Cem Erman, Suna Pekuysal, Nilgün Ersoy, Ece Berkant, Gafur Uzuner, Gülşen Gürsoy, Baykal Kent, Tevhid Bilge

KonuKonu: Film, mirasa sahip olmak için evlenmek zorunda olan iki gencin aşk öyküsünü konu alır. Piyango biletleri satarak geçinmeye çalışan Semra’ya amcasından büyük bir miras kalır. Ancak mirasın tek varisi Semra değildir. Üstelik amcası vasiyetnameye kimi şartlar da koymuştur. Buna göre varisler arasında ilk evlenen çift mirasın büyük kısmına sahip olacaktır. Haberi alan beş varis plân yapmaya koyulur. Semra, varisler arasından seçeceği kişiyle evlenerek mirası elde etmeye kararlıdır. Bununla birlikte evleneceği erkeğin sevgisinden emin olmak için köşke kılık değiştirerek girer. Ancak bu fikir varisler arasında bulunan Tarık’ın da aklına gelmiştir. (Hasan Sakın)

PERİŞANDI GÖRDÜĞÜMDE (1986)





Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen
Görüntü Yönetmeni: Mükremin Şumlu
Müzik: Kadir Şeker
Yapım: İnan Film/Hüseyin İnan, Mehmet Ali Özdemir

Oyuncular: Malatyalı İbrahim, Arzu Aytun, Mustafa Dik, Süheyl Eğriboz, Tugay Toksöz, Tarık Tibet, Gökçe Gürsoy, Hüseyin İnan, Hakkı Kıvanç, Nevin Ekin

Konu: Çadır tiyatrosunda çalışan uyuşturucu bağımlısı bir kızla, ona aşık olan oto tamircisi bir adamın aşkı.