Senaryo ve Yönetmen: Sinan
Çetin
Kamera: Aytekin Çakmakçı
Müzik: Grup Mihenk
Kurgu: Sedat Karadeniz
Yapım: Ömür Film/Mahmut
Hekimoğlu
Oyuncular: Serpil Çakmakiı, Tunç Okan, Mahmut
Hekimoğlu, Mehmet Esen, Mustafa Alabora, Talat Bulut, Güzin Doğan, Mehmet
Esen, Haluk Yüce
Konu: Tarık, 12 Eylül öncesi adı anarşiye
karışmış sol örgüt üyelerinden biridir. Ve yeni bir görev nedeniyle sevgilisi
Nevres'le (Serpil Çakmaklı) İskenderun'dan kalkıp İstanbul'a gelirler. Nevres,
sevgilisi Tarık'la (Tunç Okan) gizlice yuvalandıkları evin altında oturan
fotoğrafçı bir gençle tanışır. Ve fotoğrafçı Selim'le (Mahmut Hekimoğlu)
giderek aralarında bir dostluk bağı kurulur. Bu ara Tarık, Nevres'i bağımlı
olduğu örgütün içine sokar. O da görev alacaktır. Ne var ki örgüt üyeleri bir
kadının bu işe girmesine sürekli karşı çıkarlar. Çünkü Nevres'in kişiliğinden
kuşkuludurlar. Ama sonunda Tarık, Nevres'i örgüte kabul ettirebilmeyi başarır.
Oysa, ideolojik düşünceye karşı olup ve yalnızca insanlara sevecenlikle
yaklaşmayı amaçlayan Nevres'le, fotoğrafçı Selim arasındaki dostluk ilişkisi platonik
bir aşk tutkusuna dönüşecek ve birlikte kaçmayı düşleyeceklerdir.
"Prenses"le
birlikte 12 Eylülle ve onun toplumumuza getirip götürdükleriyle ilişkili
dördüncü film gösterime çıkmış oluyor. "Prensesin, "Sen Türkülerini
Söyle" ve "Ses"e kıyastı daha İlginç bir yanı var. O da bu
filmin ilk ikisine kıyasla daha somut şeyler göstermesi ve daha somut bir
bildiri vermesi. Bu, oldukça önemli... "Prenses", alabildiğine edebi,
"kitabi" bir senaryo biçiminde başlıyor. İnsanı ürkütecek kadar!..
Ama bir süre sonra, hem değil mî?) görüntü (veya sinema dili) ön plana geçiyor,
hem de bu oldukça süslü iç monologa alışıyorsunuz. Devrimci" bir grubun
militanlarından olan ve onu sürekli siyaset, ideoloji, eylem, örgüt konularında
eğitmeye çalışan sevgilisi Tarık aracılığıyla örgüte giriyor, hatta ilk
eylemlerinde en önemli işi yükleniyorken, bir rastlantıyla tanıştığı uçarı,
genç fotoğrafçı Selim de kadına aşık oluyor. Eylemci dostu Tarık, onu ülkeyi
kurtarmak için gerekli bulduğu silahlı savaşı-mın içine ve dolayısıyla bir tür
intihara doğru çekerken. Selim ona hayatı doya doya yaşamayı, her türlü
toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden uzak, yalnızca kendisi ve kişisel
mutluluğu için yaşamayı öneriyor. Genç kadın sonunda bir seçim yapmak, iki
erkekten, dolayısıyla iki yaşam biçiminden birini seçmek zorunda kalacaktır...
Sinan
Çetin'in filmi, söylemek gerekir, ilginç ve yürekli bir film. İlginç, çünkü
alabildiğine yapay bir film, kişileri, durumları, tiranı atik gelişimi hemen
yalnızca bir tezi, bir görüşü açıklamak, doğrulamak için yaratılmış, kurgusal
bir film olduğu halde, Çetin'in sanki soluk soluğa oluşturduğu sineması
nedeniyle yaşarlık kazanıyor, sanki yine soluk soluğa izleniyor. Çetin'in sırf
sinemasal açıdan ele alındığında, önceki filmlerinden daha düzeyli bir anlatım
tutturduğu ve kimi "tikleri"ni bile seyirciye kabul ettirebilecek
bir düzeye ulaştığı söylenebilir. En az "14 Numara" kadar
"biçimci” olan "Prenses" le, örneğin Nevres'in, bireysel,
"küçük burjuva düşkünlüklerini simgeleyen "koltuk sevdası" (bu,
politikacılarınkinden farklı bir sevda), sokaktaki vurulma sahneleri (özellikle
bildiri dağılan gencin vurul-ması), finaldeki "seçim" bölümü, tadına
doyulmaz sahneler.,. Elbette Çetİn'in tüm biçim denemeleri, tüm imgeleri (veya
simgeleri) için aynı şey söylenemez. Örnekse, bildiri basmakla Nevres'e
basmanın özdeşleştirildiği sahne, en az benim bu cümlem kadar düzeysiz ve
bayağı!.. Ama "Prenses" asıl özüyle, içeriğiyle yankı ve tepki
uyandıracak bir film... Sinan Çetin gamsız, sorumsuz, şen bir çocuk tavrıyla
günümüz Türkiye'sinde dünden bugüne uzanan kimi önemli, yaşamsal sorunlara
yaklaşmayı denemiş. (Zaten filmdeki Selim, Sinan'ın kendisi Özellikle 70'lerde
ülkemizde de örgütlü mücadelede alabildiğine aşırılıklara gidilmedi mi,
"topluma karşın toplumu kurtarmak" idealleri yaşanmadı mı, kimi
siyasal öğretiler neredeyse hayatı bilmezden gelerek, dahası hayatı karşısına
alarak uygulanmaya çalışılmadı mı diyor Çetin... Ve bunu eleştirmeye, toplumca
hep birlikte yaşadığımız korkunç psikozdan, kolektif çılgınlıktan bir yansıma
getirmeye kalkıyor. Bu, belki temelde yürekli bir tavır...
Ne var ki
Çetin, bunu yapmayı denerken, kolay bağışlanamayacak yanlışlara düşüyor.
Geçmişteki örgüt mantığını, siyasal eylemleri eleştirmek bir şey, bunlara
toptan bir nefretle yaklaşmak başka bir şey... "Prenses"in
gösterdiği, ağzını açtığında yığınsal naralar veya mitralyöz sesleri saçan,
örgütlü mücadeleyi, her şeye, aşka, cinselliğe, duyguya, hayatın ta kendisine
zıt gören, gencecik bir kıza gözünü kırpmadan ölüme gönderen eylemciler, belki
sağda da solda da var oldular. Ama bunlar, tüm bu tür eylemlerin tipik kişileri
miydiler, bu tür hasla tipler, tüm bir sol eylemin temsilcisi diye
gösterilebilir mi? Ölüme, öldürmeye dur dediği için genel bir onayla karşılanan
bir askeri müdahale, özellikle sola karşı tam bir baskı kuran bir siyasal
yönetime dönüşmüşse, geçmişteki yanlışları, hem de bu tür sorumsuzca
eleştirmenin yeri ve zamanı mıdır diye sorulmaz mı? Eleştiriyle nefret
arasındaki ince ayrımdır ki bir insanın son tahlildeki dünya görüşünü
belirleyecektir. Üstelik tüm bunların, Selim'in ağzından dile getirilen
"Hiçbir düşünce uğrunda ölmeye değmez" cümlesiyle vurgulanması,
bırakınız solculuğu, tüm insanlık tarihinin önemli bir bölümünü de yadsıyan
bir bencilliğin, oportünizmin dışavurumu olmuyor mu? Velhasıl Sinan Çetin
önemli yanlışlar yapmış, Türkiye'deki radikal solun, hatta genel bir ilerici
tavrın kolay kolay hazmedemeyeceği bir yemek pişirmiş. Ama bu
"Prenses"in de Sinan Çetin'in de yakılmasını gerektirmiyor bizce...
Özellikle gerçek demokrasinin kurulması yolunda üstüne önemli bir tarihsel
misyonu yüklenmiş gözüken solun, bu aşamada yanlış da bulsa, hatalı da olsa,
hiçbir sanat yapıtına öylesine ağır biçimde saldırmasını doğru bulmuyoruz.
Sinan Çetin'in "yanlış" filmine, evet bu aşamada "doğru"
bir film yaparak yanıt verme olanağı belki de yok. Ama o filmi yapılabilmesine
giden yol, Çetin'in ve filmin yakılması isteğinden kesinlikle geçmiyor. Demokratik
solun bu konularda sağdan çok daha anlayışlı, hoşgörülü, "tahammüllü"
olması gerektiğine hep ve hala inanıyorum. “Atilla Dorsay,” 12 Eylül Yılları ve
Sinemamız”
► PRENSES SİNAN
ÇETİN
Sinemamız 12
Eylül öncesinin ve sonrasının olaylarını ve durumlarını irdelemeye devam
ediyor. Şerif Gören'in Sen Türkülerini Söyle, Zeki Ökten'in Ses ve Zeki
Alasya'nın Dikenli Yol filmlerinden sonra, şimdi de Sinan Çetin, Prenses ile,
sinema literatürümüze "12 Eylül Filmleri" adı altında giren türe bir
yenisini ekleyerek, çok yakın geçmişteki olaylara bir kez daha eğiliyor. 12 Eylül
filmlerinden ilk üçü 80 öncesi olayları uzantılarını günümüze getirip bir
ödeşmeye dönüştürürken, Sinan Çetin, daha öncelere giderek olayların doruk
noktasına vardığı yıllarda irdelemeyi, kendine özgü eksantrik düşüncelerle
yargılamayı yeğliyor. Diğer bir söyleyişle, içerdeki adamın dışarıdaki
serüvenini değil de, dışarıdaki adamın içeri girmeden önceki durumunu bir takım
yapay olaycıklar dizilemesiyle kendi tezinin doğruluğuna oturtmak istiyor.
Tabii ortaya çıkan da, Sen Türkülerini Söyle, Ses ya da Dikenli Yol filmlerinin
kahramanlarının çevresi, kendisi ve ailesiyle olan ödeşmeleri değil, bizzat
Sinan Çetin'in kendisiyle ve geçmişiyle olan bir ödeşmesi şekline bürünüyor.
Bu ödeşmenin de ne denli sağlıklı olduğunu, filmi irdeleyerek görmekte yarar
var.
Prenses'te
12 Eylül öncesinin olaylarını kendine özgü temelsiz ve garip sayıla-bilecek
düşüncelerle anlatmayı yeğleyen Sinan Çetin, karşımıza üç kahramanı çıkarıyor.
Bunlardan biri Tarık (Tunç Okan). Örgütlenmiş bir sol fraksiyonun eylemci bir
üyesi. Sevgilisi Nevres (Serpil Çakmaklı) ile birlikte İskenderun'dan
İstanbul'a bir eyleme katılmak için geliyor. Sert, acımasız, Sinan Çetin'in
çizgileriyle basmakalıp sloganlarla donatılmış, kelimenin tam anlamıyla beyni
yıkanmış bir tip. Kutsal ve bilimsel bir dünya görüşü olan, ama sevgilisinin
"kutsal bir şey bilimsel olur mu?" sorusunu yanıtsız bırakarak
sevgiyi kökten yadsıyan, tüm bunların ötesinde tecimsel kaygılara göz kırpan,
erotik sahnelerde teksir makinesi eşliğinde veya kafada değil, sevişebilen işte öyle bir adam.
Nevres ise böylesine bir
adamın gölgesinde yeterince kişiliğini ortaya koyama-yan, inancından çok
sevgisiyle zoraki devrimci olan, kendi halinde bir kadın. Tek hobisi ise,
aileden kalma kırmızı bir koltuğu peşinde gezdirmesi. Filmin en ilginç kişisi
ise, hiç kuşku yok ki, fotoğrafçı Selim (Mahmud Hekimoğlu). Neyi, niçin
savunduğu belli olmayan, yaşamı bir prenses olarak tanımlayıp da ona tapan, ara
sıra Nevres'e "Önemli olan insanın güzel günleri gelecekte veya kafasında
yaratması değil, yaşadığı anda bulması" ya da "Yalvarırım Prensesim
hayata bağlı kalın, size yeryüzün-den de üstün umutlardan söz edenlere
inanmayın" gibilerden parlak laflar söyleyen filmin yönetmeni gibi,
kendine özgü bir insan.
Böylesine gerçekten soyutlanmış,
iğreti, karikatürize, yoz ve abartılmış insanların 12 Eylül öncesinin kavgası
içinde ne işleri var diyeceksiniz? Ya da çok yakın bir geçmişe damgasını vuran,
her çeşit acıya ve baskıya boyun eğmeden düşünceleri uğruna ölen ya da tutsak
edilen insanlar bunlar mı diyeceksiniz? Evet... Sinan Çetin'in 12 Eylül öncesi
kahramanları bunlar. Bir çırpıda karikatürize edilen, beyni yıkanmış,
sevdikleri kişileri ölüme bile sürüklemekten kaçınmayan, hatta bundan belirli
belirsiz zevkler tadan, yaşamsal olan her şeyi yadsıyan; ara sıra
"gerçekte savaş yoktu, ama biz ölüyorduk, kurtarmaya çalıştığımız toplumsa
bir kenarda bizi izliyordu" gibisinden itiraflarda bulunan sol militanlar
böyle çiziliyordu filmde.
Sinan Çetin,
yalnızca kişileri mi karikatürize etmişti. Ne gezer "ancak hayata
inanmayan insanlar gelecek günleri düşleyerek yaşar "ya da "biz kendi
kişiliğimizi bile tanımazken, kendimizi ülkemizin sorunlarını çözmekle
görevlendirilmiş buluverdik" gibi yorumlarıyla, geçmiş dönemin tüm
savaşımlarımda bir çırpıda silip atıveriyordu. Ona göre, yaşamı yalnızca
kırlarda çiçek toplayarak algı-layan, güzel günleri gelecekte yaşanan anda
bulan bir düşünce doğruydu. Doğru bilinen bir düşünce uğruna ölmek, acı çekmek,
işkence görüp hapishanelere atılmak ise Sinan Çetin'e göre saflık,
aldatılmışlık ve neredeyse insanlık dışı bir suç olarak gösterilip
tanımlanıyor.
Sinan Çetin, Prenses
filminde çok yakın bir geçmişin gençlik olaylarını anlatmıyor; adeta bu
eylemleri kökten yadsıyarak, kendisine özgü temelsiz ve asılsız düşüncelerle
yargılıyor, bu yargılamanın sonucu, aslında kendi yanlışlarını, kendi düşlerini
bir bakıma çürütmeye çalışıyor. Hem de toplumsallığın karşısına bireyselliği,
inancın karşısına inançsızlığı, umudun karşısına boş vermişliği önererek. Sık
sık yaşamdan söz ediyor ama, yaşamın en ufak bir kırpıntısını bile
yakalayamıyor.
İçerik
olarak böylesine zavallılıklarla dolu bir film Prenses. Ya sinemasal olarak? O
da garipliklerden ve ilkellikten nasibine düşeni almış. Görüntüden çok, senaryo
gevezeliğine yer veren, monologlar eşliğinde kartpostalvari görüntüleri ard
arda dizen bir sinema dili egemen filme. Sözüm ona geçmişe ironik bir
simgesellikle yaklaşmayı deneyen deniz kenarındaki "kelle" esprisiyle
stüdyodaki "kurtarma" sahneleri ise kelimenin tam anlamıyla üçüncü
sınıf bir gösteri. "İki erkek arasında safını seçmek için sokağın
ortasında dakikalarca bekleyen Nevres'in görüntüleri ise, biraz Visconti'nin
Beyaz Geceler'inden, biraz da Atıf Yılmaz'ın Selvi Boylum Al Yazmalım'ından
esinlenmiş esinlenmiş ne kelime, aynen kopye edilmiş sahneler olarak adeta bir
yama gibi kalıyor filmin bitiminde... Sinan Çetin'in filmi, her şeye rağmen,
Marx'ın sözüyle başlamakta, Çetin de, Türkiye'deki devrimcilere katılmadığı
halde, bir Marksist olduğunu hiç olmazsa ifade etme ihtiyacını duymaktadır. ,
Güneş, 20 Şubat 1987 ”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder