Senaryo: Fehmi Yaşar
Görüntü Yönetmeni: Orhan
Oğuz
Müzik: Tarık Öcal
Yapım: Şeref Film/Şeref Gür
Oyuncular: Tarık Akan (Adam), Nur Sürer (Serpil),
Güler Ökten (Yurdanur), Kamuran Usluer, (Ayşe’nin babası), Kamuran Yüce (Enis),
Orhan Çağman (Sadık Reis), Yavuzer Çetinkaya (İsa), Ali Erdemci (Ali) Ebru Oğuz
(Ayşe), Erol Özkök (Erol), Işık Aras (Ayşe’nin Annesi), Nuray Oğuz (Erol’un
karısı)
Konu: Bir gün, güneydeki bir tatil
köyüne genç bir adam gelir. Ürkek yüzünde geçmişin acılarını taşıyan bu suskun
adamın altı yılı hapiste geçmiş ve bu süre içinde gördüğü, yaşadığı işkenceler
nedeniyle bir kolu sakat kalmıştır. Genç adam (Tarık Akan), bu yabancı, ama
sımsıcak insanlarla dolu sahil kasabasında, annesiyle tatile gelen ve kendisini
uzaktan sürekli izleyen Serap'la (Nur Sürer) karşılaşır. Serap, bu yalnız adama
büyük bir ilgi duyar. Bir süre sonra da birbirlerine sevecenlik ile
yaklaşırlar. Ama bir gün genç adam, duyduğu bir sesle irkilir. Bu, hapislik
günlerinde gözlerini bağlayıp işkence yapan, gençliğini alan, kolunu sakat
bırakan celladının sesidir. Ve onu kaçırır. Gözlerini bağladığı adamla terk
edilmiş eski bir kilise harabesi içinde trajik bir hesaplaşma başlar ...
v Meze olmaya hazırlanan bir
ahta-potun amansızca dövülüşü", hayvan öldürmek için midir, yumuşatmak
için mi, yoksa yumuşatarak öldürmek İçin mi? "Ses" filminden benim
aklımda kalan başlıca sahne bu oldur Deliğe tıkılmış insanların fikirlerinden,
inançlarından dolayı baskıya, İşkenceye uğratılmaları eylemini pek güzel
simgeliyordu, ahtapota reva görülen "yumuşatma"... Ama sonuç olarak
"işkence" üstüne bir filmden insanın aklında hemen yalnız bu sahne
kalıyorsa, o filmin başarılı olduğundan söz edilebilir mi?
Ege
kıyılarında bir kasaba... (Gümüşlük köyü imiş). Yorgun, bezgin, gizemli
tavırlara ortalarda gezinen, bu "küçük Bodrum'daki yaz konuklarının
yaşamını. "Arkadaştaki Yılmaz Güney havalarında İzleyen bir "yabancı
Onun çekiciliğine kapılmakta gecikmeyen bir kentli kız, Selmin,.. Satışa çıkan
eski Rum evlerini birer İkişer kapatarak kapağı buraya atma hayali peşindeki işsiz
güçsüz kentli takımı... Bir zamanlar âşık olduğu Rum kızını Rum havaları
dinleyerek anan koca Sadık Reis... Bu topraklarda birlikte yaşamış Türk-Rum
ilişkilerine, "Düşman" filmini anımsatan dostça bir yaklaşım
çabası... Bu arada, çevredeki türlü çeşitli seslerden rahatsız olan, içeride
geçirdiği altı yılın acılarını, gördüğü işkenceleri "sesler"
aracılığıyla yeniden yaşayan gizemli gençle Selmin'in ilişki kurma girişimleri...
Ve tepede mezarların çevrelediği eski, terk edilmiş bir kilisede geçmişle ve
"işkence" denen çağ dışı eylemin olası sorumlusuyla bir hesaplaşma
denemesi...
"Ses", işte
bunları anlatıyor kabaca. Adı bilinmeyen, bir dönemin devrimci eylemlerine
karışmış kahramanı, hemen hiçbir siyasal çağrışım içermeyen ilk yarıda (buna
üçte iki de denebilir), bir güneybatı tatil yöresi fonu Ününde, bir tür aşk
serüveni yaşıyor, filmin asıl bildirisini, mesajını vereceği varsayılan son
bölümde İse, yine olanlara açık, somut, açık amacı bir yaklaşım getirilmeden,
bir tür tepki, boşalım veya dışa vurum olayı yaşanıyor. Ve film, başladığı
noktadan hiç de uzaklara gitmeksizin sona eriveriyor...
Nokta
dergisinde Sungu Çapan arkadaşımın dediği gibi, "Sen Türkülerim
Söyle" ve "Ses"le birlikte, "..ve 'devrimci'
beyaz-perdede".. Kör olan şarkıcılardan, gazino patronlarından, türlü
çeşitli gerzek, "inek" ve şabanlardan sonra, "devrimci"
tipinin de perdeye gelmesi kuskusuz son derece ilginç, olumlu bir olay... Ama
niye bu film de ağzımızda buruk bir tat, içimizde bir yarı kalmışlık duygusu
bırakıyor? Niye, bir kez daha. "işkence" eylemi üstünde düşünmemizi,
ona karşı tepkilerimizi, nefretimizi, isyanımızı kanalize etmeyi,
somutlaştırmayı başaramıyor?
Bu konuda, hikayenin/senaryonun
baştan beri seçerek aldığı bir tavrı eleştirmek mümkün. Bu
"gerçekçilik" yerine "simgeselliğin" yeğlenmesi, somutun
yerine soyulun geçilmesidir. Bu açıdan, tek kolu sakat kahramanımızın, filmde
zaten gösterilmeyen biçimde, iri yan Kamran Usluer'i sandalından
"kaçırıp" tepelere nasıl getirdiği belki de önem taşımıyor. Aynı
biçimde, Usluer’in onun gerçek "işkencecisi" olup olmadığı da...
Çünkü Usluer, filmde açık biçimde gösterildiği gibi, profesyonel bir işkenceci
olsun vefa olmasın, özel hayatında, karısına ve çevresine karsı davranışlarında
kaba, çirkin "faşizan" biridir. Onun için başına gelenleri hak etmiş,
bir "simge-kişiliktir. Ancak sinemada soyutlama zor, belalı, sorumlu bir
İştir. Türlüye'nin yakın uzak geçmişte yaşadığı işkence olayına somut biçimde
yaklaşmak, somut, yaşa-yan, ayakları yere basan kahramanları işlemek belki
kolay değil. Giderek belki mümkün de değil. Bu açıdan, sinemamızın henüz bir
"Resmi Tarih" üretmesi beklenmemeli, beklenmiyor da... Ama soyutlama
uğruna bu denli yapay, yaşamayan, kukla düzeyinde kişiler/İlişkiler
yaratmak,"
"Ses",
yürekli bir çıkış, önemli bir deneme. Ama bunun yüreğimizde uzun süre
titreşimler yapacak gerçek bir protesto çığlı-ğına dönüşmediğini de İtiraf
etmek zorundayız... “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”
v Ses'te, el değmemiş her yeni
konu-ya değinen ilk filmler gibi, erdemleri denli, bir takım kusurları da
"bunlara yanıtsız kalan sorular da diyebiliriz" beraberinde taşıyan
bir fılm. Ama benzer bir konuyu bir başka açıdan irdelemeyi amaçlayan Gören'in
"Sen Türkülerini Söyle" filminden bir adım ötede. Onun hatalarından
ve eksiklerinden bir kat daha fazla arınmış. Söyleyeceğini dağıtmadan,
bireyselliğe indirmeden, daha geniş perspektifler içinde olduğu gibi anlatan,
sessiz, durgun, yalın ama sonuçta çarpıcılığa varabilmenin üstesinden gelebilen
bir film. (Burçak Evren, "Ses" bağışlamaya dönüşen öfke, Güneş, 12
Aralık 1986) “Agah Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü”
v Fehmi Yaşar'ın senaryosu ve
Zeki Ökten'in filmi başta rizikolu ama çok önemli bir geçimde bulunmuş.
Mahkumun kendini arayışı sevgiye, dostluğa, kuşkuya ve düşmanlığa karşı tavrı,
işkencecisiyle ve yitik gençliğiyle, ödeşmesi, dış gerçeklikten (realiteden)
ve reel mantıktan alabildiğine arındırılıp soyutlanıyor. Çevresinden sıkılan,
dünyayı yeni yeni tanıyan Şermin'in mahkuma neden yaklaştığı önemini
yitiriyor, yaklaşmanın sonuçlan önem kazanıyor. Mahkumun işkencecisini neden,
nasıl kaçırdığı (ki tek koluyla ve tek zıpkınla bu işi becermesi mümkün değil)
önemli değil. Önemli olan bu iki işinin kez farklı bir konumda karşı karşıya
gelmeleri ... Filmin başkişisi olan mahkum adı bile yok. Kimine göre
"abi", kimine göre "delikanlı", kimine göre de "o
adam"... Mahkumun giysilerinde de stilize bir hava var. (İbrahim Altınsay,
Yeni Filmler Hürriyet Gösteri, S.: 73, Ara-lık 1986)