Powered By Blogger

11 Nisan 2020 Cumartesi

ARKADAŞIM ŞEYTAN (1988)


Yönetmen: Atıf Yılmaz
Senaryo: Ümit Ünal
(Atıf Yılmaz Halit Refiğ, Ayşe Şasa’nın katkılarıyla)
Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman
Kurgu: İzzet Öz
Yapım: Odak Film/Cengiz Ergun

Yönetmen Yardımcıları: Sevgi Saygı, Püren Dinçer, Stajyer Yön. Yrd. : Bülent Somay, Kamera Yardımcısı: Ahmet Selvidal, Müzik Düzenleme: Mazhar Alanson, Fuat Güner, Özkan Uğur (MFÖ), Fahir Atakoğlu, Müzik Kayıt: Istwan Leel Össy, Fon Müzikler: Onno Tunç, Optik Efektler: Kamera Efekt, Neslihan Eyüboğlu, Belgesel Bölümler, Derleme Özel Efektler: Reklam Araçları ve Hizmetleri A.Ş., Seslendirme Yönetmeni: Osman Görgen, Sesleri Alan: Gökhan Şıracı, Miksaj: Erkan Aktaş, Sanat Yönetmeni: Metin Deniz, Jenerik: Hilmi Güven (Sinefekt), {Çaykovski “Mugnon’un Şarkısı” Yekta Kara (Soprano), Ferda Arıkan (Arpist), Kurgu: Mevlut Koçak, Animasyon: Erim Gözen, Aydınlatma Yönetmeni: Ali Salim Yaşar, Yardımcıları: Şevki Gezer, Murat İşçi, Set Ekibi: Erdal Sümer, Recai Sümer, Selim Acar, Celal Şekeroğlu, Kareografi: Sait Sökmen, Kostüm: Neslihan Yargıcı, Makyaj: Zeynep Taş, Set Fotoğrafları: M. Ziya Ülkenciler, Laboratuar Baskı: Adnan Şahin, Zekeriya Şahin, Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Yapım Yönetmeni: Ahmet Altunerim, Yapım Yardımcısı: Mehmet Ersoy, Yapım Danışmanı: Leyla Özalp, (Fono Film Stüdyosunda hazırlanmıştır.

Oyuncular: Mahzar Alanson (Fatih), Ali Poyrazoğlu (Şeytan), Yaprak Özdemiroğlu (Plastik Kız), Özkan Uğur (Okan), Aycan Sicimoğlu (Gökhan), Bülent Kayabaş (Birol), Tarık Pabuçcuoğlu (Mesut), Celal Hüsrev Şeref), Deniz Türkali (Lavinya), Duygu Ankara (Komşu Kadın), Hüseyin Kutman (Patron), Levent Tülek, Pelin Su (Sekreter), Leyla Nil (Gelinlikçi), Seçil Akbaş (Kız Çocuk), İlke Nurtop (Şarkıcı Çocuk), Hale Haykır (Anne)

Konu: Fatih yetenekli bir müzisyendir. Para kazanmak için arada bir istemediği seslendirme işlerini yapmak zorunda kalır. Kendini pazarlamaya karşı direnci yüzünden ufak bir barda grubuyla sahne alır ve pek ilgi toplayamaz. Bir gece Fatih, her gün konuştuğu, dertleştiği yolunun üzerindeki butiğin camekanında duran cansız manken ile sarhoş bir şekilde konuşurken aklına Faust öyküsü gelir. O da ruhunu şeytana satmak istediğini söyleyince ardında Şeytan belirir. Bir yumurtaya üfleyerek hapsettiği ruhunun karşılığında ona 10 yıllık şan ve şöhreti verecektir Şeytan. Anlaşma yapılır, hatta cansız manken canlandırılır ve Fatih’e eş olarak sunulur. Ancak, cansız mankenin “ayarı” bir türlü tutturulamaz film boyunca. Cansız manken ya çok şehvetli, ya çok hamarat, ya da çok soğuk olmaktadır. Fatih ve Şeytan İstanbul’da daha önceden ruhunu şeytana satmış olan, plakçılar, reklamcılar ve gazino kralları ile görüşürler. Fakat, her seferinde yaşlı şeytanı atlatmasını beceren eski “öğrenciler” şeytana çok büyük zorluklar çıkarır. Fatih ise başta korktuğu şeytana artık sempati duymaya başlamış, onun için üzülmüştür. Şeytan artık ruha ihtiyaçlarının zaten olmadığını söylediği eski öğrencilerine karşı, kadim kuralları çiğneyip aşık olduğu eski aşkı Lavinya’dan yardım istemeye karar verir. Lavinya ona göre ruhunu asla kaybetmeyecek bir kişidir. Fatih, güvensiz de olsa şeytanı kırmak istemez ve Lavinya ile görüşmeye giderler. Lavinya da ruhunu kaybetmiş, bir medya patronu olmuştur. Daha önceden yetenekleri karşılığında ruhlarını satan insanlar bu sayede ruh yerine modern toplumda daha geçerli bir şey olan paraya sahip olmuşlardır. Artık ruha ihtiyaçları yoktur. Şeytan ise yaptığı başkaldırıyı artık insanlara yapamaz hale gelmiş ve insanın “daha şeytan” olduğunun farkına varmıştır. Tanrı’ya karşı mücadelesinde yenildiğini de farkeden şeytana Tanrı bir sürpriz yapacak ve onu melek yapıp kendi yanına çağıracaktır. Fatih ise kabuğunu kıracak, kendi grubuyla albüm çalışmalarna başlayacaktır.

* Atıf Yılmaz, yine "serbest vezin" bir filmle karşımızda. Yılmaz'ın enerjisi bir yana sürekli değişik, farklı, üstelik "riskli" gözüken şeyler yapmasına, sürekli yenilikler aramasına, kendi adıma büyük saygı duyuyorum. "Arkadaşım Şeytan" bu arayışın yeni bir ürünü. Ve son dönemdeki Atıf Yılmaz filmlerinden "Adı Vasfiye", "Asiye Nasıl Kurtulur", "Aahhh... Belinda", "Hayallerim, Aşkım ve Sen"den, kimi ortak noktalara karşın oldukça farklı ve özgün bir eser.

Yılmaz'ın Ümit Ünal'ın senaryosuna dayalı filmi, bir tür çağdaş Faust uyarlaması gibi başlıyor. Mesleğinde bir türlü başarıya erişemeyen, yaptığı "cıngıl" beğinilmeyen, Ece Bar'da şarkı söylerken kendini kimselere dinletemeyen mutsuz ve umutsuz müzisyen Fatih, beklenmedik bir anda "şeytan"la karşılaşıyor. Şeytan, başarı karşılığı ondan "ruhunu" isteyecektir: 5, 1O veya niçin olmasın, 20 yıl için. Şeytanın her dediğini yerine getirmek kaydıyla, başarı artık Fatih'in olacaktır. Ancak öykü, bu "modern Faust" yolunu izlemiyor. Kısa zamanda özgün bir "gırgır" egemen oluyor.
Şeyan, artık eski bildiğimiz şeytan değildir. İnsanlar üzerindeki etki gücünü yitirmektedir. Çünkü insanlar artık "şeytana pabucunu ters giydirecek" denli hinoğlu hinleşmişlerdir. (Nitekim, gerçekten giydirirler de!..) Yalnız bununla da kalmaz, dilimizde şeytanla ilgili ne kadar deyim varsa, hepsini uygularlar: Şeytanın "kulağına kurşun" akıtırlar, "şeytanın bacağını kırarlar" vs. Asıl sorun şudur: İnsanoğlunun artık zaten "ruh" denen şeye gereksinmesi kalmamıştır ki!.. O ruhunu şeytana değilse de, paraya, üç kağıda, köşe dönücülüğe satmış, bilgisayarların ve onların ardındaki "çokuluslu şirketlerin" holdinglerin, bankaların, sermayenin yasalarının, İMF'nin vb. şeylerin egemenliğini kabullenmiştir. Böylece şeytanlarla ve şeytanlıkla dolu bir "yeni dünya"da gerçek şeytana iş kalmamıştır. Tası tarağı toplayıp geldiği yere gitmekten başka!..

Arkadaşım Şeytan" bu özetten de anlaşılacağı gibi, özgün ve hoş bir konusu , çağımızın Türkiye’sinin ve dünyasına ironik bir yaklaşımı olan bir film... Şeytan'ın "müritleri" arasında gazino, plak ve de reklam dünyamızı simgeleyen "üç patron"un başı çekmesi, bu çevrelerce nasıl karşılanacaktır, bilemem!..zaten şeytanın "müriteri" arasında kimler kimler yoktur ki!.. Filmin en güzel buluşlarından biriyse, kuşkusuz Fatih'in her akşam dert yandığı, üzüntülerini anlattığı vitrin mankeninin şeytanın hikmetiyle canlanıp Fatih'in yaşamına karışan etlicanlı bir kadın olması. Önce "10 yıldır vitrinde gelinlik takıp kısmet beklemenin" etkisiyle azgın bir dişi olarak Fatih'e saldıran manken, onun istekleri doğrultusunda, sırayla eteği belinde bir ev kadını, gergef ören romantik bir sevgili, gözlüklü ve erkeksi bir "bilinçli kadın" olursa da, hiçbir haliyle erkeği memnun edemez. Ve "şeytan"dan "kadın işlerinde ben bile başarılı olamıyorum" iltifatını alır!.. Zaten şeytanın kendisinin de filmin sonunda tüm şeytanlığından sıyrılıp, kendi halinde, sorunlu "aciz" bir ihtiyarcığa dönüşmesi de, filmin özgün buluşlarından biridir...

"Arkadaşım Şeytan"da daha birçok sürpriz var, merak etmeyin. Bu oldukça "hırsız",temelde Batılı bir temaya bize özgü sayısız özellik ve özgünlük katan, birçok olayla, kişiyle ve olguyla tatlı tatlı gırgırını geçen film. Atıf Yılmaz'ın fantastiğe olduğu denli, zekaya ve "zekice" kotarılmış filmler türüne de yeni bir kanat açışını simgeleyen değişik bir çalışma...

Keşke senaryodaki kimi "tekrarlar" önlense, film keşke biraz daha kıvrak, biraz daha akıcı olsa diyorsunuz gerçi. Ama bu haliyle de "Arkadaşım Şeytan" büyük bir keyifle izlenen hoş bir film... İlk filminde oldukça rahat, en azından aksamayan bir oyu veren Mazhar Alanson'un yanı sıra Ali Poyrazoğlu, "şeytan"ın alaycılıktan ve kendine güvenden yenilgiye, kuşkuya ve çöküşe kayan değişimini büyük bir ustalıkla veriyor. Ve gerçekten has bir oyuncu olduğunu gösteriyor: Sinemanın ondan bu denli az yararlanması ne yazık!.. Aynı şey, kısacık bir rolde çok başarılı olan Deniz Türkali için de söylenebilir. Erdal Kahraman'ın Avrupa filmlerini anımsatan görüntü çalışmasının yanı sıra, MazharFuat Özkan'ın müziğinden bilmem söz etmeye gerek var mı? (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 64) “. Dorsay’ın bu yazısı, 3 Şubat 1989 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Şeytan Artık İnsan” başlığı altında yayınlanmıştır.

v    "Arkadaşım Şeytan"da, yönetmenin kendisini "yenilemeden" çok yinelediği, daha açık bir deyişle, yenilikler ve fantezi peşinde koşayım derken, didaktik bir ahlakçılığın ağına takılıp kaldığı bir film. Yerleşik ahlak kurallarının en beylik kurallarının en beylik motifleriyle donatılıp düşsel bir dizi fanteziyle süslenen, bir ara "komedi" ile "müzikal" arasında tereddüt edip sonra fantastik olmakta karar kılan film için olumlu bir şeyler söylemek oldukça zor, hatta zordan da öte bir şey. (Burçak Evren, Türk Sinemasında Yeni Konumlar, s.6364, Broy Yayınlan 1990).

v    Senaryoların kendi mantık ve kurguları içinde "tutarlı" olmaları koşulunu böylesine zorlayan bir filmde, Ümit Ünal'ın, "şeytan" adlı varlığın nasıl ve neden kullanılması gerektiğine yüzde yüz inandığından kuşkuluyum. Güldürü de olsa, insanın içine en ufak bir ürperti bile vermeyen bir şeytanın, filmin baş kişisi (mi?) olan Fatih'i geri planda bırakarak öne geçmesi, bu varlığın çekiciliğini kaybettiriyor. İnsanların şeytandan daha kötü oldukları yolundaki iddiaları da, ortada kötü şeytan falan olmadığından havada kalıyor (Ali Ulvi Uyanık, Milliyet Sanat d., s.210, 15 Şubat 1989)
► Arkadaşım Şeytan'da harcanmış bir keyif var aslında. Ümit Ünal'ın daha önceki senaryolarından bildiğimiz sevimli hırsızlığından kaynaklanan ince bir humour, arada bir başını kapı aralığından uzatıp kayboluyor. Ama o kadar. Filmin nüvesinde hayli derin bir entelektüel baz var, ama bu da Atıf Yılmaz’ın tavrının kurbanı oluyor. (Ali Hakan, “Acele İşe Şeytan Karışır Kerata” İki bine Doğru d., s.6, 5 Şubat 1989)

v    Atıf Yılmaz'dan bir fantezi daha... Neredeyse yarım aşıra yaklaşan bir zaman dilimi içinde sinemada kalabilmek, kasaba gerçeğinden kadın filmlerine, fantastik denemelerden komedilere dek, her türde ve alanda öncülük yaparak her zaman güncelliğin ortasına oturup "her devrin adamı" olmak elbette kolay bir şey değil. Evet... Daha önceki yazılarımızda söylediğimizi yineleyelim: Atıf Yılmaz her devrin adamı. Ama bu bir yergi değil, aksine, bir övgü. Kendisini devamlı yenileyip olaylara ve durumlara çağdaş bir açıdan bakıp genç kalabilmenin üstesinden gelebildiği için..

v    Böylesine bir girişten sonra Arkadaşım Şeytan'a övgüler yağdıracağımız sakın anlaşılmasın. Çünkü Atıf Yılmaz kendisini yenileyim derken bazen yineliyor da. Arkadaşım Şeytan da, yönetmenin kendisini "yenileme"den çok "yinelediği", daha açık bir deyişle, yenilikler ve fantezi peşinde koşayım derken, didaktik bir ahlakçılığın ağına takılıp kaldığı bir film. Yerleşik ahlak kurallarının en beylik motifleriyle donatılıp düşsel bir dizi fanteziyle süslenen, bir ara "komedi" ile "müzikal" arasında tereddüt edip sonra fantastik olmakta karar kılan film için olumlu bir şeyler söylemek oldukça zor, hatta zordan da öte bir şey.Oldukça kaba bir Dr. Faust esprisinden yola çıkılarak içinde yaşadığımız dünyanın o denli ruhsuz olup şeytana pabucunu ters giydirecek denli şeytancıklarla dolu olduğunu anlatmak için bunca gösteriye, onca şamataya ne gerek var diyebiliriz kolayca. Ama Atıf Yılmaz, ruhunu şeytana satan Fatih'in yaşadığı trajikomik olayla yalnızca bunları anlatmaya, altını çizmeye soyunmuyor. Giderek teknolojinin (kompütürlerin, çok uluslu şirketlerin vs. vs.) sözüm ona, toplumlar üzerindeki sınırsız güçleri üzerine de göndermeler yapıyor. Tabii bu arada (kadın filmleri yönetmeni olmak kolay değil) iğreti ve şematik kadın tiplemeleriyle bir dizi fanteziler sunmayı da ihmal etmiyor. Yılmaz, şeytan fantezisiyle çok şey anlatmaya soyunup sonuçta anlatma kargaşasına ve paniğe düşerek hiçbir şey anlatamamanın sıkıntısını yaşamış. Film, çok şey anlatır gibi gözükürken, aslında hiçbir şeyi anlatamamanın güldürü türleriyle desteklenen komikliğine bürünerek her şeyin altını yüzeysel bir değinme ile çizerek geçiştirmiş. Bir bakıyorsunuz şeytanmelek ikilemi, bir bakıyorsunuz karşıt cinsler arasındaki çatışmadan kaynaklanan kadın çeşitlemeleri. Bir yanda kompütürler, çok uluslu şirketler, öbür yanda plakçılar, reklamcılar, prodüktörler... Canlanan mankenler, kırılan yumurtalar, "şeytanın bacağını kırmak" gibi espriler de işin çabası...
v     
Dr. Faust'tan ödünç alınmış şeytan esprisi ile elbette çok şey anlatılabilir, ama önce hınzırca yazılmış bir senaryoya, akılcı, kıvrak diyaloglarla inceden kotarılmış metafor ve değişmelere gereksinim vardır. Üstelik fötr şapkalı, süpermen kılıklı bir şeytanla, oyunculuk yeteneği bir hayli kısıtlı üçlemenin Mazhar'ı ile bu işe soyunmak da işin diğer negatif yanı. Adı ustaya çıkmış yönetmenler bile, kimi zaman güldürünün ciddiyetini kavrayıp bu türle de çok şeyler anlatabileceğini kestiremiyorlar galiba.


ARABESK (1988)


Yönetmen: Ertem Eğilmez
Senaryo: Gani Müjde
Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı
Yapım: Arzu Film/Ferit Eğilmez
Yardımcı Yönetmen: Ferdi Eğilmez, Sanat Yönetmeni: Annie G. Pertan, Işık Şefi: Oğuz yaralı, Ses Kayıt: Erkan Esenboğa, Set Amiri: Ergun Sımsıkı, Söz Yazarı: Aysel Gürel, Müzik: Atilla Özdemiroğlu

Oyuncular: Müjde Ar (Müjde), Şener Şen (Şener), Uğur Yücel, (gazino patronu Ekrem), Üstün Asutay (Müjde’nin babası), Tarık Pabuççuoğlu (İsmail), Necati Bilgiç (Kaya), Kadir Savun (mahkûm), Münir Özkul, Orhan Çağman (klarnetçi Münir), Rasim Öztekin (Hasta), Candan Sabuncu (hemşire), Doğu Erkan (Müjde’nin annesi), Celâl Belgil (tetikçi), Nuri Alço, Coşkun Göğen (kahvedeki adam), Akif Kilman, Günay Güner, Erkan Esenboğa, Ergun Sımsıkı, Ramiz Yalçın

KONU: Klasik Yeşilçam sinemasının klişeleşmiş türlerini, kalıplarını abartılı bir yaklaşımla gırgıra alan, kimi yerde sorgulayan, bir başka deyişle "günah çıkartan bir melodram antolojisi".
Ağa kızı Müjde'yi babası, çocukluğundan beri birbirlerini tanıdıkları yanaşma oğlu Şener'e vermez. Aşıklar kaçarlar. Ama çocukluk arkadaşları Kaya her yerde peşlerindedir. Birbirlerine kavuşamayan aşıklar yıllar sonra yaşlandıklarında melekler gibi kanatlanıp elele göklere uçarken yine karşılarında kıskanç kötü adam Kaya'yı (Necati Bilgiç) bulacaklardır. Bu filmde gazinocular krlaı rolüyle "Baba" daki Marlon Brando'yu taklit eden Uğur Yücel mükemmel bir oyun sergilemekte.

İnsanı film yapmaya iten nedenlerin hepsi perdeye yansımaz. Bir kısmı senaryoya, peliküle geçer geçmesine... Ben içte kalan şeyleri sevmem. Bu yüzden adı ve tadı "Arabesk" bir fılmi niçin yaptığımı anlatayım. Aslında "niçin"lerin gerçek cevabını vermeye kalksam, başta kendim olmak üzere, hepimizin hayat hikayesini anlatmam gerekli. Benim hayatım arabesk. Yalnız benim mi? Senin de, onların da, herkesinki arabesk. Arabeski yapanı da, arabeskten kaçanı da, arabesk yaşıyoruz, Çünkü biz ne kadar kaçsak da arabesk içimizde… (Niçin adında ve tadında “Arabesk” olan bir film yapıyorum  Ertem Eğilmez) “Agah Özgüç “Türk Filmleri Sözlüğü” 2 Cilt, syf: 334”
v    Klasik Yeşilçam sinemasının neredeyse tüm entrikaları var Arabesk'te. Biraz daha abartılmış, karikatürize edilmiş biçimde. Bir tür ''Yeşilçam temaları sözlüğü" sanki. Zengin kızfakir oğlan, düşmüş kadın, kör şarkıcı. Kaderin oyunları... İnanılmaz şeyler oluyor Arabesk'te, bir zamanlar seyrettiğimizde hepimizi etkilemiş olan Yeşilçam filmlerinin geleneklerine bağlı olarak. (Ali Hakan, Entel haylazlık, ikibin'e Doğru, 19 Şubat 1989)

v    "Arabesk" rahat izlenen ama uçup giden bir güldürü. Gani Müjde imzasını taşıyan senaryonun, güçlü bir kurgu ve dinamizm yakaladığını söyleyebiliriz... Eğilmez aynı zamanda, dünün cilalı ama kof Yeşilçam filmleriyle de dalgasını geçiyor (Ali Ulvi Uyanık, MilIiyet Sanat d., s.211, 1 Mart 1989)

v    Arabesk seyirciden ve basından gördüğü ilgiyi tümüyle hak edecek sinemasal açıdan erdemleri olan kalıcı bir film mi? Hiç sanmıyorum. Yalnızca iyi bir zamanlamanın kokusunu duyan, yıllanmış ve deneyimli bir yönetmenin kurnaca ve akıllıca kotarıp popüler oyuncuların sırtına yasladığı TV'deki kimi parodileri anımsatan eğlencelik bir gösteri. (Burçak Evren, Türk Sinemasında Yeni Konumlar, s.4344, Broy Yayınları 1990)

v    Arabesk'te toplumun her kesimindeki, her kurumundaki çarpıklıklar, iğretilikler Türk sinemasında bugüne dek eşine rastlanmadık bir kara güldürü anlamıyla öyle bir taşlanıyor ki, nefes almadan, aralıksız gülmekten izleyicide takat kalmıyor... Ama bir yandan da Eğilmez'in, toplum yapısının aynaya yansıttığı görüntüsü insanı ürpertiyor. (Erdal Çetin, Milliyet g. 25 Şubat 1989) “Agah Özgüç, a.g.e.”

v     
"Arabesk", kimi eleştirmenlerimiz tarafından "başyapıt" ilan edildi bile... Seyircimizin bu filme gösterdiği ilgiyse olağanüstü... Sanırız ki "Arabesk", bu yılın büyük iş yapan yabancı filmlerine yetişecek ve Türk sinema tarihinin en büyük gişe gelirini gerçekleştirecek. Bütün bunlardan ne denli sevindiğimizi söylemeye gerek yok. Hele güldürü seven ve Ertem Eğilmez'in filmlerini (zamanında) oldukça sevmiş, övmüş bir yazar olarak... Ama bu övgü ve beğenme fırtınasına biz de katılacak mıyız? Sanmıyorum...

Sinemamızda "Yeşilçam usulü filmlerle alay etmek, onları yerden yere vurmak, birden moda oldu. Atıf Yılmaz'ın bunda (birçok şeyde olduğu gibi) öncülük yaptığı söylenebilir, özellikle "Hayallerim, Aşkım, ve Sen"le... " Arabesk"de bu açıdan tam bir "günah çıkarma" filmi. Yalnız sinemamızın değil, tüm bir Doğu (özellikle de Hint) sinemasının en görkemli kalıpları, en koyu melodram öğeleri, bu bir türlü "kavuşamayan" aşıklar öyküsünde tatlı tatlı (giderek acı acı) alaya alınıyor. Ağa kızı Müjde'yle yanaşma oğlu Şener'in "imkansız aşk"ları, köyde başlayıp İstanbul'lara dek uzanan gelişmelerle sürüyor. Bu arada aşıklarımızın başına neler neler gelmiyor ki!.. "Gazinocular kralı" ile karşılaşıp "şarkıcı oluyorlar" (hem de ikisi birden!) tecavüzlere uğruyorlar (bu, doğallıkla Müjde için söz konusu oluyor!), Mecnun gibi çöllere
düşüp Cahide gibi meyhanelerde alkole sığınıyorlar. Kör oluyorlar (ikisi de, ama ne yazık ki aynı anda değil), gözleri açılıyor, ölüme mahkum olduklarını sanıyor, sonra bunun "doktor yanlışından ileri geldiğini anlıyorlar. Film, bu açıdan tam bir "Yeşilçam melodramları antolojisi" gibi... Felaketler ve bunlara koşut giden "saadetler" antolojisi sanki... Final ise yine aynı biçimde "mutlu sonla mezarlıklımevlutlu finallerin bir karması olarak geliyor.
"Arabesk", aslında aylar öncesinden basına yansıyan dedikoduların, haberlerin, spekülasyonların veya yalnızca filmin adının kadrosunun resimlerinin getirdiği tüm beklentileri doğruluyor, bunları boşa çıkarmıyor. Oldukça akıcı, oldukça hınzır, oldukça taşlayıcı bir filmle karşı karşıyayız. Film, melodram türünün ve bunun günümüz sineması, giderek kültürü/yaşamı içinde dev boyutlardaki yansıması olan arabesk kültürün yapısını, mantığını, doğuş ve var oluş nedenlerini yer yer başarılı biçimde irdelemeye çalışıyor (Bu açıdan, fılmde Özdemiroğlu'nun bestesi olan "gerçek" arabesk parçaların kullanılması, diğer bir deyişle, müziğin kendisiyle değil, onun oturduğu temelle, çerçeveyle alay etmenin yeğlenmesi, akıllıca bir seçim). Bu bağlamda, örneğin Şener'in tutukevinde bir "fotoğraf' nedeniyle mahkumlarla takışması ve bunu izleyen "şarkı" bölümü çok iyi. Çünkü bu bölümde, arabeskin (şarkı olarak, müzik olarak, kişisel/toplumsal ruh hali olarak) doğuşunun ipuçları var. Aynı biçimde, Hint müzikallerini andırır dansşarkı sahneleri, özellikle Batı'nın çok iyi bildiği bu türe gönderme yaparak, filmin evrenselleşmesine katkıda bulunuyor. Ayrıca kimi sahneler, "grotesk" olsalar da güldürmeyi başarıyorlar. Örneğin, ünlü "tecavüzcü" Coşkun'un başını çektiği "dikidIer ordusunun kahvede fermuarlarına sarılma sahnesi gibi...

Yine de "Arabesk" çok başarılı bir film değil bizce, bağlanan umutları tümüyle gerçekleştiremiyor. Çünkü film (senaryodan sinemalaştırılmasına) yalnızca tek boyutlu, tek düzeyde olarak düşünülmüş. En güldürücü sahneler, bölümler bile herhangi bir "ikinci düzeyde okuma" olanağı getirmiyor, herhangi bir derinlik içermiyor. Yalnızca "anında güldürmeye yönelik bir "boşalım filmi" bu... Gerçek, has güldürünün özelliğini oluşturan boyutlardan, derinlikten, çift (veya çok) anlamlılıktan yoksun.. Diğer bir deyişle, filmden tam beklediklerinizi buluyorsunuz, bir adım ötesini veya bir gram fazlasını değil. "Arabesk", bu açıdan iyi bir popüler güldürü örneği. Ama işte o kadar. Bu arada oyuncu kadrosunda özellikle. Müjde Ar'ın alabildiğine "epik", stilize, antidramatik oyununu filmin genel havasına uygunluğu yönünden olağanüstü bulduğumu belirtmeliyim.
Arabesk"in asıl ilginçliği ise bence sinemasal yanından çok simgelediği toplumsal yanda yatıyor. Daha düne dek sinemaları dolduran, TV'nin ünlü cumartesi Türk filmlerinde milyonlarca seslenen bir sinema anlayışı, bir film türü, bu filmde ciddi biçimde sorgulanıyor, alaya alınıyor, güldürü görünümü altında eleştiriliyor. Ve seyirci, görebildiğim kadarıyla, bu sorgulamaya, bu alaya yürekten katılıyor, bol bol gülüyor, boşalıyor. Acaba Türk sinemasının seyircisi gerçekten de köktenci bir değişime mi uğradı, kimse farkına varmadan böylesine bir değişim/dönüşüm mü gösterdi? Yeşilçam'ın düne kadar "aydın işi" denilen eleştirisi ve kimi filmlerdeki "aydınca" özellikler, acaba artık hatırı sayılır önemde kitlelere mi mal oldu? "Arabesk", bu kuşkuyu, bu soruları akla getiriyor. Ve eğer yanıtlar doğru verilirse, sinemamıza dolaylı olarak belki yeni kapılar açıyor... (Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 111) “Bu filmle ilgili aynı yazı; 3 Mart 1989 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde “Yeşilçam’a Arabesk Taşlama “ başlığı altında yayınlanmıştır.)”

Ödül:
Sinema Yazarlarının geleneksel seçiminde,
"Arabesk", "en iyi film"
► Müjde Ar "en iyi kadın oyuncu"
► Uğur Yücel "en iyi yardımcı erkek oyuncu"
► senaryo yazarı Gani Müjde ise "teşvik ödülü" kazandı.

v    26. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1989) Ertem Eğilmez “Jüri Özel Ödülü,

Jüri Üyeleri: İbrahim Altınsay, Hayri Caner, Erdal Çetin, Çoşkun Çokyiğit, Atilla Dorsay, Burçak Evren, Ali Hakan, Hakan Sonok, Rekin Teksoy, Ali Ulvi Uyanık

v    Düne kadar kitleleri gözyaşlarına boğan, tüm yadsımalara ve karşı kuyumlara karşın yalnızca müziğimizin ve sinemamızın değil tüm sosyal/kültürel yaşamımızın ortasına çöreklenip egemenlik kuran arabeskin ve de daha geniş anlamda melodramın bir güldürü türünün malzemesi olacağı kimin aklına gelebilirdi ki? Gerçi Türk sinemasında çoğu kez ağlayacağımız şeylere güldüğümüz, güldüğümüz kimi olaylara da ağladığımız olmuştur.

Başkalarını bilmem ama benim ekranlara yansıyan kimi eski ağdalı melodramları izlerken güldüğüm çok olmuştur. Gerçekle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan, kimi talihsizlikler ve rastlantılar zincirlemesiyle olmadık, işitilmedik, deva bulmaz aşktan en basite indirgeyerek duyguların "bam" teline dokunan o eski melodramların geniş kitlelerle kurabildiği bağın gizini hep merak etmiş ve yapaylıklarından dolayı da tümüyle yadsımışımdır. Ama melodramlar ister ağlatsın, ister güldürsün sinemamızın hâlâ baş tacı olmaya devam ediyor. Düne kadar ağladıklarımıza eğer bugün gülebiliyorsak, bunu bir değişmeden, farklı bir algılamadan çok, benzer türlere yatkın bir sinema izleyeninin kimi eski alışkanlıklarına bağlamak gerek.

Ertem Eğilmez'in Arabesk 'i işte böyle bir temel üzerine oturtulmuş. Yönetmen, bilinen ve izlene izlene ezberlenen her durumu tersyüz ederek ağlatının değil de bu kez güldürü ürünün malzemesi yapmış. Her şey öylesine basit, öylesine sıradan ve öylesine yapay ki (ve de öylesine hınzırca hazırlanmış ki) gülmemek elde değil. Ama gülmemizin asıl nedeni hiç kuşku yok ki perdede gördüklerimiz değil. Daha önceki alışkanlık ve birikimimizle ezberlediklerimizin tersyüz olarak anımsattıklarından kaynaklanıyor.

Filme isim olarak 'arabesk' gibi, özelde müzik zevkimizden başlayıp genel planda hayat tarzımıza, kültürümüze atıf yapan bir kavramın seçilmiş olması boşuna değil. "Arabesk", köyden kente göç ve Batılılaşma sürecinde yakamızı bir türlü bırakmayan Doğulu genetik mirasımızın izini sürüyor; bir yandan ince ince “ti”ye alırken, bir yandan aynı duyarlığın ürünü bir formla karşımıza gelerek düpedüz kutsuyor. En çok da bu yüzden keyif alıyoruz galiba. Hem yabancılaşıp, hem özdeşleşme imkanı tanıdığı için. Hint filmlerini aratmayan gerçeküstü bir ton, abartıya kaçmayan basit koreografi ve çekimlerle alabildiğine hafif bir seyirlik, eğlenceli bir müzikal izliyoruz ilk bakışta. Gelgelelim iki yüzlü namus anlayışımızdan maddiyatçılığımıza, çarpık sınıf bilincimizden kültürel açlığımıza, yasa dışı iş çevirme merakımızdan dolandırıcılığımıza, ipliğimiz pazara çıkıyor sağlam. Bazen para, bazen güç, çoklukla da kadın için yapmayacağımız şey, satmayacağımız değer yok alimallah. Bütün bunlar ve zekice bir tercihle, 'Türk sineması' dediğimiz şeyin hemen tüm trükleri, klişeleri, hadi gelin söyleyelim, saçmalıkları, absürd tiyatro ve giderek sinema geleneği uyarınca diziliyor önümüze. Yıllarca yaşlı gözlerle izlediğimiz melodramlarda 'yok artık!' dedirtecek ne varsa resmi geçit yapıyor adeta. Kahramanın saçlarının bir anda ağarmasından, gözlerinin hoop diye kör kalmasına, vücuduna isabet eden onlarca kurşuna bana mısın dememesine kadar, neler neler...

Zaman içinde melodramdan istismar sinemasına doğru kayan ana akım filmlerimizin yıllarca işlettiği formülü, bu defa her anında 'bir film izliyor olduğumuzu' hatırlatarak tersine çeviriliyor. ciddi bir yeniliğe imza atıyor "Arabesk" . Melodramın da kralım çeken rahmetli Ertem Eğilmez, son filmiyle, yaptığı işe dair bütün farkındalığını , ustalığını gözler önüne seriyor. Müjde'nin de yardımıyla, kendi filmleri de dahil sayısız Türk filmine ve başta "Baba" olmak üzere birkaç da yabancı filme yaptığı göndermelerle postmodern bir yapıt ortaya koyuyor. Tüm kariyeri boyunca layıkıyla becerdiği gibi. son kertesine kadar bize ait hem de ...

Tabi onca değinme, dokunmanın ve alt metnin üzerinde bir aşk hikayesi var önümüzde. Bir türlü kavuşamayan iki aşığın hikayesi. Akla ziyan merhalelerden geçip yine de birbirinin olamayan. Aşkın sırrı da burada yatıyor zaten. Başkalarının kolayca elde ettiği beenleri birbirlerine hasret kalıyor, aşkları da baki neticede. Yerli sinema seyircisi olarak en sevdiğimiz şey aşk filmi malum. Sonuna kadar bekliyoruz kavuşacaklar mı diye. Müjde'nin senaryosu ve Eğilmez'in sanatkarane yönetmenliği dışında iki unsur daha var altı çizilmesi gereken. Birincisi bu kadar 'light' bir filmle, neredeyse sinema perdesindeki en iyi performanslarına yaklaşan oyuncular. Sırasıyla Şener Şen, Uğur Yücel ve Müjde Ar. Necati Bilgiç'ten başlayarak, yan roller de kelimenin tam anlamıyla kusursuz. Her birinin filme kattığı öyle çok şey var ki, tekrar tekrar izleyip, yine de sıkılmamamızın başlıca sebebi bu nüanslar İkinci unsura gelirsek O da "Arabesk"in maalesef hiçbir yerde yayımlanmamış müzikleri. Filmin kültleşmesinde belki de en büyük payda. Bugün küçücük çocukların bile bir izleyişte diline takılan, 'Ümidim Var', 'Aşkolsun', 'Şipşak', 'Terk Edildim', 'Allahım Kör Et Beni' ve 'Salla' gibi tadından yenmez şarkılar.

Yapım şartlan açısından bir parça demode kalsa, televizyonlarda döne döne artık ezbere bildiğimiz bir şey olsa da, bunca yıl sonra hala değerli, cesur bir film "Arabesk". Türk sineması için bir yol ayrımı, bir makas. Olur a sinemanın insanları bir araya getiren, yaklaştıran , büyülü bir şey olduğunu unutursak, o bize hatırlatır nasılsa ... (Cem Altınsaray) “SİYAD, 40 Yıllık Serüven”


ALMAN AVRAT 40 BİN MARK (1988)


Senaryo ve Yönetmen: Ali Avaz
Görüntü Yönetmeni: Erhan Canan,
Yapım: Hakan Film/Hakan Avaz

Set Ekibi: İbrahim Öner, İbrahim Kul, İbrahim Tekin, Işık Ekibi: Abdullah Başbuğ, Sacim Arslan, Sami Boztunç, Prodüksiyon Amiri: Erol Emre, Sesleri Alan: Gültekin Çavuş, Montaj, Senkron: Yusuf Aldırmaz, Negatif Montaj: Mustafa Kul, Suat İşlek, Laboratuar: Selahattin Kaya, Mustafa Yıldız, Dublaj Yönetmeni: Elif Baysal, Kamera Asistanı: Ali Özügül, Yardımcı Yönetmen: Kemal Uzunca, (Yeni lale Film Stüdyosunda hazırlanmış, Yeni Stüdyoda seslendirilmiştir)

Oyuncular: Ali Avaz (Ali), Defne Yalnız (Ayşe), Filiz Aker (Helga), Atilla Ergün (Çaycı Mahmut), Selahattin Fırat (Veli), Nuri Tosun (Kemal), Kâzım Kartal (Muhtar), Ersun Kazançel (Memiş Emmi), Ahmet Karaca (Kebapçı), Mustafa Özkaya (Manav), Cemal Konca (Limonatacı), Kudret Karadağ (kabadayı), İbrahim Kurt (kasabalı), Yüksel Karakaş, Yılmaz Kurt (Kasabalı), Sabahat İzgü (kasabalı), Enver Dönmez (veli arkadaşı), Mehmet Uğur (kasabalı), Kadir Kök (kasabalı), Salih Eskicioğlu (fedai)

Konu: Almanya’ya giden bir köylünün başına gelenleri anlatıyor. Almanya’da evlendiği alman kadını köyüne getirince ortaya komik olaylar çıkıyor.

AH BİR ÇOCUK OLSAYDIM (1988)


Yönetmen: Melih Gülgen
Senaryo: Safa Önal
Görüntü Yönetmeni: Serdar Servidal
Yapım: Gülgen Film7Melih Gülgen

Kameraman: Bülent Terzioğlu, Işık Şefi: Salih Balımk, Prodüksiyon Ekbi: Haluk Ceyhan, Bekir Aslan, Hüseyin Ergüder, Necdet Çevik, Işık: Sali Balık, Cumali Çakmak, Aziz Kaplı, Reji Asistanı: Cüneyt Yücesoy, Hasan Turan, Kamera Asistanı: Bülent Terzi, Prodüksiyon Amiri: Rafet Ertuğrul, Ses Mühendisi: Gültekin Çavuş, Senkron: Aram Keskinay, Negatif Montaj: Mustafa Karataş, Kısmet Film Stüdyosunda hazırlanmıştır

Oyuncular: Ferdi Tayfur, Müge Selen, Kemal İnci, Ahmet Selçuk İlkan, Diler saraç, Sami Hazinses, Bilge Zobu, Çocuk Oyuncu: Burak Gülgen (d:1978)

Konu: Bir baba ve oğul arasındaki sevgi ve acıları birlikte paylaşmalarını konu alan bir film.


AĞLIYORUM (1988)


Yönetmen: Temel Gürsu
Senaryo: Arda Uskan
Görüntü Yönetmeni: Abdullah Gürek
Yapım: Gözde Film/Zikri Göksoy

Işık Şefi: Ergun Şimşek, Yardımcıları: Selahattin İlhan, Ali Koşum, Set Teknisyeni: Murat Özlük, Ahmet Yüce, Prodüksiyon Amiri: Günay Güner, Yardımcısı: Orhan Evcim, Reji Asistanı: Aynur Başgök, Kamera Asistanı: Mesut Çağdaş, Ses Mühendisi: Gültekin Çavuş, Negatif Montaj: Mustafa Kul, Kurgu: Tuırgut İnangiray, Renk uzmanı: Selahattin kaya, Laboratuar: Mustafa Yıldız, Cahit Korkmaz, Tonmaister: Cüneyt Saruazlar, (Yeni Lale Film stüdyosunda hazırlanmış ve Yeni Stüdyoda seslendirilmiştir.)

Oyuncular: Küçük Ceylan (Ceylan Avcı), Özlem Onursal, Alev Sezer, Ertaç Ünsal, İhsan Yüce, Muhip Arcıman, Günay Güner,

Konu: Ceylan, anne ve babası mutlu bir yuva kurmuşlardır. Deniz motoru çalıştıran babayı arkadaşları bir gece işe çağırırlar. Evde kocasının yokluğundan istifade, evde kadına saldırırlar. Bir tesadüf sonucu eve erken gelen koca, bu durumu görünce olayı yanlış yorumlar ve kızını alarak evi terk eder. Yıllar geçmiş Ceylan büyümüştür. Yaşlanan ve hasta olan babasına motorda yardım etmektedir. Sesi de çok güzel olan Ceylan motorda şarkı söylemekte ve müşteriler tarafından da beğenilmektedir. Bir gün Ceylan okula gittiğinde, yoksul öğrencilere malzeme yardımı yapan bir bayanla karşılaşır. Kadın Ceylan'ın ev adresini alır ve ertesi gün Ceylan'ın oturduğu eve giyecek ve yiyecek yardımı yapmak üzere giderse de, Ceylan ve babasını balkonda kahvaltı yaparken görür, arabadan inmez. Ceylanın babasının kendi kocası olduğunu ve Ceylan'ın da kendi kızı olduğunu anlamıştır

AĞLAMAYA DEĞER Mİ (1988)

Yönetmen: Melih Gülgen
Senaryo Melih Gülgen, Muharrem Özabat
Kamera Orhan Temizkan
Yapım: Gülgen Film/Melih Gülgen

Ses Mühendisi: Necip Sarıcıoğlu, Laboratuar: Selahattin Kaya, Mustafa Yıldız, Negatif Montaj: Mahmut Eskici, Senkron: Süleyman Karakaya, Işıklar: Ender Işık Servisi, Jenerik: Oktay Şener, Prodüksiyon Ekibi: Selahattin Geçgel, Hüseyin Ergüder, Reji Asistanı: Didem Özgören, Kamera Asistanı: Nusret Öz, Yardımcı Yönetmen: Muharrem Özabat, Prodüksiyon: Selahattin Koca,
Lale Film Stüdyosunda yıkanmış, Yeni Stüdyoda seslendirilmiştir

Oyuncular: Faruk Tınaz, Selin Dilmen, Yılmaz Köksal, Menderes Samancılar, Nilgün Ersoy, Yılmaz Kurt, Mehmet Uğur, Mustafa Yavuz, Selahattin Geçgel, Ertan Güntav, Şafak Özer,

Konu: Ölen sevgilisine benzeyen bir kız ve ona aşık olan bir gencin hikayesi


ADA (1988)


Yönetmen: Süreyya Duru
Senaryo: Macit Koper (Peride Celal'in öyküsünden
Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi,
Yapım: Murat Film/Süreyya Duru

Işık Yön: Recep Biçer, Sanat Yön: Su Yücel, Tablolar: Muhsin Kut, Müzik: Doğan Canku, Yönetmen yardımcıları: Gülin Tokat, Dilek Duru, Yapım Yönetmeni: Rauf Ozangil, Görüntü Yön. Yrd.: Mehmet Öztürk, Işık Teknisyenleri: Remzi Biçer, Şevki Gezer, Set Teknisyenleri: Recai Sümer, Erdal Sümer, Aziz Kıskanç, Basın Danışmanı: Oya Demirtok, Renk uzmanı: Sabahattin Hoşsöz, Laboratuar: A. Tümay Rızai, Şems Tokgöz, Armağan Köksal, Fehmi Acar, Kurgu: Sedat Karadeniz, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Senkron: Mustafa Kalkan, Metin Çeşmebaşı, Soner Şenbecerir, (Sineray Film Stüdyo ve laboratuarında hazırlanmıştır)

Not: Süreyya Duru, çekimler tamamlanmadan yaşamını yitirir. Film Kızı Dilek Duru ve çekim ekibi tarafından tamamlanır. Film, “Bir Hanımefendinin Ölümü” kitabında yer alan “Ada” öyküsünden uyarlanmıştır.

Oyuncular: Türkan Şoray, Rutkay Aziz, Nilüfer Açıkalın, Orhan Alkan, Ekrem Dümer, Deniz Dümer, İhsan Yüce, Tunca Akçay, Ahmet Açan, Kutay Köktürk, Deniz Dümer,

Konu: “Ada” ya da bir kadınla bir erkeğin bir gün boyu süren hesaplaşması... 1O yıl önce ayrıldığı, ama olasılıkla hala sevdiği ressam kocasıyla, 17 yaşlarındaki sorunlu genç kızları üzerine konuşmak amacıyla Burgaz adasına gelen Eser, bir gün boyunca ressamla ilişkisini gözden geçirir... Geriye dönüşlerle onunla olan serüvenini, evliliğini, mutlu mutsuz anlarını yeniden yaşar... İletişim yeniden kurulur gibi olur, giderek yatağa bile girilir Ancak akşam olduğunda her şey başladığı yere dönecek ve bir vapurla gelen kadın, bir başka vapurla adadan ayrılacaktır...

Peride Celal'in güzel öyküsünden Macit Koper'in uyarladığı senaryo, sinemamızın kendine özgü ustası Süreyya Duru'ya, ne yazık ki son filmi olma yazgısını taşıyan bir film yapma fırsatı getirmiş... Film, oldukça "Avrupai" bir görünümle, Batı sinemasının ve sanatının çok sık işlediği bir konuya, bir çiftin sorunlarına, kadınerkek ilişkisinin kıvrımlarına yaklaşıyor. Ana temanın, çağdaş toplumlardaki iletişimsizlik olduğu söylenebilir. Eser, eski kocasıyla, hayatının yeni erkeği olan Hüseyin'le ve genç kızıyla gerekli iletişimi kuramıyor. Öykünün/filmin odak noktası olan Eser'in karmaşık, sorunlu bir kişiliği, kolay kolay belirmeyen kompleksleri, arayışları, özlemleri var. "Yıllardır yüreğimi ısıtan, kanımı ısıtan tek erkek olarak kaldın" dediği ressamı aslında gerçekten seviyor belki... Ancak Eser, o kolay yaklaşılamayan, kendini kolay ele vermeyen, bırakın yabancıları veya yakınlarını, kendi kendileri için bile kolay çözülemeyen bir gizem yumağı olarak kalan kadınlardan... Gizemli, hüzünlü, doyumsuz... "Yaşamımı en güzel yerinden keskin bir bıçakla kesip aldınız benden" dediği kızı ve (eski) kocasına, istemesine karşın gerçek anlamda yaklaşamayan, belki yalnız ve mutsuz olmağa mahkum bir ruh...

"Ada", görüldüğü gibi, bir olay dizisinden çok ruhsal durumların irdelenmesine dayanan, başarılması oldukça güç bir film türünün örneği... Süreyya Duru'nun yıllanmış deneyimi burada kendini gösteriyor. Duru, az kişili, az mekanlı, nerdeyse klasik tragedyanın kurallarını izleyen öyküsünü kusursuza yakın bir yalınlık ve sağlamlıkla anlatıyor. Görkemli, coşkulu bir senfoni değil, alçak gönüllü bir oda müziği, bir Schubert kuarteti veya zevkinize göre, bir Nihavent taksim lezzeti veren bir fılm, "Ada"... Bu tür her filmde olduğu gibi, büyük ölçüde oyuncularının üzerinde duran... Rutkay Aziz, artık iyice ısınmaya başladığı sinemada oldukça rahat, inandırıcı bir çizgide... Ama filmin asıl yükünü kuşkusuz Türkan Şoray taşıyor ve bir kez daha, ama bu kez gerçekten üst düzeyde, nüanslı, zengin kompozisyonuyla artık sinemamızın en güçlü oyuncularından biri olduğunu kanıtlıyor. Ada", Süreyya Duru'ya saygıdan bağımsız olarak da görülmesi gereken, ilginç ve düzeyli bir Film. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” syf, 126 ”


ACI SU (1988)


Senaryo ve Yönetmen Nejat Saydam
Görüntü Yönetmeni: Erdoğan Ererez
Yapım: Met Film/Recep Mıcık

Işık Şefi: Turgut Köse, Renk Uzmanı Montaj, Senkron: Osman Koşkan, Sesleri Alan: Barış Ören, (Kaya Ören Film Stüdyosunda hazırlanmış ve Ören Film stüdyosunda seslendirilmiştir. )

Oyuncular: Küçük Cüneyt, Sevda Ferdağ, Kenan Pars, Hulusi Kentmen, Süleyman Turan, Filiz Mutlu, Dilaver Uyanık, Sırrı Elitaş, Meral Karaman, Mesut N alcı, Mustafa Ateş, Necip Şentürk, Hikmet Urcan, İsmail Varol, Selahattin Kasap, Orhan Duru, Küçük Yıldızlar: Dilek Sarıerler, Bora İntepe,

Konu: Zor duruma üşen aile çocuklarını da alıp tanıdıklarının yanına bir başka kasabaya göç ederler. Ancak orada da aradıklarını bulamayan aileyi karanlık günler beklemektedir. Dönemin çocuk şarkıcısı Küçük Cüneyt’in şarkılı bir filmi

ACILARIN GÜNLÜĞÜ (1988)



Yönetmen: Oksal Pekmezoğlu
Senaryo: Gül Deren
Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker
Yapım: Tekay Film/Muzaffer Tekay

Oyuncular: Fikret Hakan, Nilgün Saraylı, Engin İnal, Nilüfer Aydan, Hikmet Karagöz, Coşkun Göğen, Mine Kahveci, Bilal Yıkılmaz, Ömer Köylü, Bilge Zobu, Osman Betin, Cihan Alp

Konu: Bir oto tamircisi olan ve sürekli alkolik olan bir adam karısı kızı ve kızının sevdiği adamın hikayesi.

ACI (1988)


Yönetmen Kaya Ererez
Senaryo Erdoğan Tünaş,
Görüntü Yönetmeni: Kaya Ererez
Yapım Rüzgar Film/Kaya Ererez

Set Teknisyenleri: Ekrem Çınaroğlu, Engin Aydın, Şenol Bilgican, Işık Teknisyenleri: Şef: Bayram İlvur, Fazlı Sekizler, Yaşar İlvur, Prodüksiyon Görevlisi: Ramazan Denizhan, Kamera Asistanı: Hüseyin Ererez, Yönetmen yardımcısı: Sibel Kocataş, Demet Kral, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Renk Uzmanı: A. Tümay Rızai, Laboratuar: Şems Tokgöz, Aslan Tektaş, Mustafa Yılmaz, Negatif Montaj: Ömer Aksu, Fatoş Yıldırım, Kurgu: Sedat Karadeniz, Müzik: Cahit Berkay,
Sineray Film Stüdyosunda hazırlanmış ve seslendirilmiştir

Oyuncular: Emrah, Şehnaz Dilan, Elif Onat, Bayram İlvur, Nilgün Ceylan, Aşkım Tarım, Yaşar Şener, Remzi İpek, Ahmet Tosun, Hale Haykıtr, Cahit İpek, Mustafa Özkan, Adem Dilber, Yılmaz Kurt, Yaşar İpek, Volkan Özdemir, Ece Balkuv,


A AAY (1988)


Senaryo ve Yönetmen: Reha Erdem
Görüntü Yönetmeni: Uğur Eruzun
Müzikler: Vivaldi
Yapım: Metis Film /İbrahim Yavuz Aygen, Yumi Productions/ Jackques Pomonti, Ortak yapım Images & Cameras (Paris, Fransa), Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Fransa Dışişleri Bakanlığının katkılarıyla

Ses Yönetmeni: Jerome Thiault, Yönetmen Yardımcısı: Fatmanur Sevinç, Müzik Danışmanı: Denis Bisson, Kamera Yardımcısı: Yavuz Eruzun, Set Amiri: Turgut Pelit, 2. Yönetmen Yardımcısı: Oğuz Eruzun, 3. Yönetmen Yardımcısı: Fatih Aksoy, Hilal Gergin, Montaj: Nathalie Le Guay (Varan, Paris), Dublaj: İmaj/Ses, İstanbul, Miksaj: Anditel, Paris, Yapım Sorumlusu: Mireille Rouast, Yapım Danışmanları: Leyla Özalp, Hubert Lafont, Yapım Amirleri: Veli Selman, Dominiquer Royer, Işık: Remzi Biçer, Yapım Yardımcısı: Vedat Güç, Miksaj: Philippe Simonet, Efektör: Gadou Haudin, Dublaj Teknisyeni: Al Williams, Ek Sesler: Marie Guesnier, La Sonotheque, Çeviri: Haldun Bayrı, Bertrand Lafont, Grafiker: Joella Danon, “Sırrı Bey” Makyaj: Mira, “Nuran” ses: Ali Düşenkalkar, Şiirler: John Donne, William Blake, Edip Cansever, Laboratuar: Neyrac (Paris), Yapım: Metis Film (İbrahim Yavuz Aygen), Yumi Productions (Jackques Pomonti), Ortak Yapım: Images & Cameras (Paris, Fransa),
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Fransa Dışişleri Bakanlığının katkılarıyla.

Oyuncular: Yeşim Tozan, Nurinisa Yıldırım, Gülsen Tuncer, Münir Özkul, Bijen Yüceer, Arif Pişkin, Ertuğrul İlgin, Özcan Özgür, Kutluğ Ataman, Necdet Sayın, Nursel Gülenaz, Osman Kavala, Müzisyenler: Sarkis Okumuş, Fahri Pehlivan,

Konu: Yaşlı halası Nükhet Seza (Gülsen Tuncer), dedesi Sırrı Bey (Münir Özkuı) ve topa! martısıyla birlikte boğaz kıyısında gizem dolu bir evde yıllar önce yitirilen bir annenin özlemiyle yaşayan 11 yaşındaki Yekta (Yeşim Tozan)'nın öyküsü. "Annesi hakkında bildiği tek şey bir gün kayıkla denize açılıp bir daha geri dönmediğidir. Yekta, bir gece annesinin odasının penceresinden, denizden kayıkla ışıklar saçarak annesinin geçtiğini görür. Ama ona kimse inanmaz. Burgaz adasında ingilizce öğretmenliği yapan küçük halası Neyyir onu gitgide yoğunlaşan anne özleminden ve harabeye dönmüş evden uzaklaştırmak için adadaki yatılı okula yazdırmak ister. Yekta ise oraya gitmeye pek gönüllü değildir. Ve bir gün tıpkı annesi gibi bir kayığa binerek kıyıdan uzaklaşır. Sırılsıklam bulunup kurtarıldıktan sonra, Neyyir ile birlikte adanın yolunu tutar" “TÜRSAK Sinema Yıllığı 96/97, 1997:22)

Ödüller:
1989 Nantes Trois Continents Film Festivali “Gümüş Ödül” (Fizan isimli film ile)

1991 Türkiye Yazarlar Birliği’nce “Reha Erdem” En İyi Yönetmen

v    Yeni kuşak kimi Türk yönetmenlerin Batı ile Doğu arasında kurmak istedikleri köprü olayı ilgi çekici. üstelik genelde dışarıda sinema eğitimi görmüş bu yönetmenlerin ilk filmlerinde İstanbul'u, İstanbul'un en gizemli ve bizden yanlarını, Doğu sanatının ve felsefesinin kimi temel öğelerini çıkış noktası alan filmler yapmaları da ilginç. Film, en azından adı kadar gizemli olmayı amaçlamış. Boğaza tepeden bakan bir ev ile Burgazada'daki başka bir ev arasında geçen filmde, küçük bir kızın, Yekta'nın öyküsü anlatılıyor. (Veya anlatılmıyor: ama bunun önemi yok. Bu zaten bir öykü anlatmayı seçmiş filmlerden değil). Annesi yıllar önce bir sandala binerek bu dünyadan çekip gitmeyi seçmiş olan küçük Yekta'nın, kısacık ömrünün bir dönemini doldurmuş olan yatalak dedesi, biri düşlerine dalmış, öbürü ona sürekli İngilizce öğretmeye çabalayan halaları veya tepedeki manastırın çoktan fıttırmış bekçisinden alabileceği bir şeyler yoktur. Bu da küçük kızın yavaş yavaş şizofreniye kaymasına ve annesinin akıbetine doğru yol almasına yetecektir...

v    Aaay, en klasik anlamıyla bir "sanat filmi" bu. Hani ulaşılır olmasına hiç çaba gösterilmemiş, yönetmenin sanki yalnızca kendisi için yaptığı ve deyimin adını kötüye çıkartan filmlerden... Çok düzeyli bir öğrenci diploması filmi veya seyirciyi hiç umursamamış ir deneysel çaba olarak da görülebilir. Bu umursamama, bu kendisi için yapılmış film tavn kuşkusuz belli bir yüreklilik de taşıyor, belli bir saygıyı da hakediyor.

Yine de filmin verdiği başlıca duygu, önüne geçilmez bir sıkıntı oluyor. Filmin biçimsel alanda veya dayandığı sanatsal öğeler alanında yaratmaya çalıştığı sentez, gerçek anlamda gerçekleşmiyor. Vivaldi ile ezanı, William Blake şiiriyle Edip Cansever'i, Doğu'ya özgü keder ve hüznün motifleriyle bir zamanlar (l960'larda) Amerikan yeraltı sinemasının, özellikle de Maya Deren'in yapmaya çalıştıklarını aynı potada eritme çabası, içinde bulundUğumuz 1990'larda ne yazık ki gerçekten etkili olamıyor. Belki amatör işlere meraklı bir sinema öğrencisi veya her türlü yeniliğe fazlasıyla açık bir meraklı kesimi dışında, pek kimseye Öğütlenecek bir film değil A Ay. Ama Reha Erdem'in açık biçimde yeteneği var ve bu ilk denemeden sonra daha sorumlu işler yapmasını beklemek, sanırım hakkımız olacaktır. (Atilla Dorsay (Yeni Yüzyıl, II Ekim '96 )

v    Locarno'dan Strasbourg'a kadar çeşitli restivallere katılıp ilgiyle karşılanmış, Nantes Üç Kıta Festivali'nden ödüllü A Ay 6 yıldır reklam filmi yönetmenliği de yapan, okullu sinernacı Reha Erdem'in ilk filmi. Baştan belirtmeli, popüler, ticari sinema ürünlerinden farklı, vizyon sahibi, yeni ve değişik bir yazar yönetmenin ışıltısını saçan, farklı kaygılar taşıyan, taze ve özgün bir ilk film denemesiyle karşı karşıyayız. Genelde yalınkat eğlence ve gösteri sinemasının girdaplarına çekilerek birtakım çalımlı, alımlı, ama sığ ve kolay filmlere şartlana gelmiş ortalama seyirciye sıkıcı gelebilecek A Ay, içine aldığı meraklısınaysa seyir zevki ve has sinema keyfi sunuyor bir buçuk saat süresince.

Meraklısına Nisan Yayınları'nca basılmış senaryosunu da salık verecegimiz, Reha Erdem'in A Ay'!, 'gülümsemesi az, ağır', karanlık bir atmosferi dayatan, naif, duru, lirik ve beylik deyişle şiirsel bir sinemanın uzantısı, sıradışı bir film. Allegorik yapısından oyunculuğuna, ışıklandırmayla çerçevelemelere yansıyan bir özenin belirginleştiği, Uğur Eruzun'un kamera çalışmasından diyaloglarıyla montajına kadar yeni ve özgün bir soluk sinemamızda. Yazaryönetmeninin deyişiyle 'inanmak, inanç ve inanmaya inanmak' üzerine A Ay, alışılmış dramatik olay örgüsüne boş vererek bildik hikaye anlayışından farklı kanallara akan, imgelerle temaların birbiriyle kesişip birbirini tamamladığı ve ayrıca Rumelihisar'dan adalara, Galatasaray'daki Aynalı Pasaj'dan Mahmutpaşa'ya kadar İstanbul'un çeşitli köşelerini ustaca değerlendiren, başarılı mekançevre kullanımıyla da dikkati çeken, martısı, kedisi, börtü böceği, vapur düdüğü bol, önemli ve anlamlı bir film kısacası. Bir de loş koridorlar, yer yer döşemeleri çürümüş, camsız çerçevesiz, izbe bölümler, kilitlenmiş ya da kapılarına tahtalar çakılarak iptal edilmiş gizli saklı ve eski eşyalarla döşenmiş, geçmişe dönük yaşanan odalar, arada bir ding dong'ları takılıp sürekli çalan, çok sayıdaki antika saatlerle dolu, filmin bir başka ana karakteri sayılacak Hisar'daki kale gibi yükselen o bildik kırmızı taş yapı var, unutulmaması gereken Lirizmin ağır bastığı, Doğu'ya özgü, dingin mistik bir bakışın yansıdığı, sinemasal bilgiye, birikime, yeteneğe sahip, umut veren, anlatacağı olan, aydın bir yazar yönetmen haberleyen A Ay'ı, Atilla Tokatlı'nın Denize İnen Sokak, Metin Erksan'ın Sevmek Zamanı ya da Nesli Çölgeçen'in Kardeşim Benim'i gibi klasiklerimizin çizgisinde ve Kutluğ Ataman'ın Karanlık Sular'ıyla birlikte, Türk sinemasının 1990'lardaki belki de en önemli ve ayrıksı üslup denemesi olarak selamlamak da olası. Bu hakiki filme hakiki sinemaseverlerin de hakkını vererek sahip çıkacağını sanırız. Unutmamalı, nice badireyi atlatıp gösterilmek için bunca yıl bekleyen A Ay'ın seyredilebilecği bir hafta daha var..(Sungu Çapan Cumhuriyet, 4 Ekim '96)

Yedi yıl gecikmeyle izleyebildiğimiz A, Ay adlı film için aklıma gelen ilk söz şu oldu: Ince işçilik. Yönetmen Reha Erdem gümüş kakma gibi işlemış filmini. Karanlık girinti ve parlak çıkıntılarla dolu, gizemli bir gümüş kemer A Ay. Yazık ki onu takacak zerafette giyinmiyoruz artık. Bu yüzden ızleyicisine yalnız Pera Sineması'ndan ulaşabildi. Sinemasever olma ayrıcalığına sahipseniz bu filmi mutlaka izlemelisiniz.

Kimi yönetmenler sinema dilini öyle bir kullanır ki tadı damağınızda kalan görüntülerden uzun uzadıya söz etmek istersiniz. "Anlatılsın elbet bütün hikayeler." Hemen her planı simgelerle yüklü, şiirsel A Ay da üzerine yazmak için yeterince malzeme sağlayan bir film. Gelin görün ki simgeciliğinin yanı sıra son derece yalın bir anlatımı olan bu filmi 'deşmek' de yazık olur. Metafizik boyutuyla da etkileyici A Ay. "Rüyaların tabirini arama. Rüya rüya içindir. Rüyada gördüğün kuş, rüyada gördüğün kuştur."

Reha Erdem, görme ve gösterme, görünen gerçeklik, görünmeyen ama varoldUğU söylenen üzerine çokça düşünmüş ve bu sorunsalları film içinde başarıyla çözümlemiş.
"Gösterilemeyen şeyler" gören küçük kızın son derece varsıl iç dünyası, onu doğaüstü bir varlığa dönüştüren düşgücü, dünyayı genel geçer maddi değerlerden soyutlamış biçimde algılaması, geçmişe ve kendisini anlayamayanlara duydUğu öfke bütün derinliğiyle yansıtılmış. "Her gördüğünü gösterebiliyor musun?"

Yönetmenin mekan seçimi de çok başarılı. Rumelihisarı'ndaki şatoyu andıran gizemli yapı (ki artık yerinde değil) ürkütücü görkemiyle filme çok uygun bir mekan oluşturuyor. (Alin Taşçıyan Milliyet, 4 Ekim '96)


8 Nisan 2020 Çarşamba

ZiYARET (1987)


Yönetmen: Kaya Ererez
Senaryo: Safa Onal
Görüntü Yönetmeni: Kaya Ererez
Müzik: Cahit Berkay
Yapım: Rüzgar Film/Kaya Ererez

Oyuncular: Hülya Avşar, Selçuk Özer, Engin İnal, Savaş Yurttaş, Gökhan Mete, Sevda Ferdağ, Sevinç Pekin, Sibel Savaş, Turgut özatay, Seyfettin Karadayı, Yaşar Şener, Ahmet Turgutlu, Selçuk Yalçındağ, Banu Sengelli, Erdoğan Akduman, Bülent Polat, Bayram İlvur, Hülya Birbilen

Konu: Öykü, gecenin bir saatinde tüm kasaba halkının taşlayarak kovaladığı biri gelinlikli iki kadının kaçışı ile başlar. Kasaba erkekleri "defalun orospular" diye bağırarak bu iki kadını acımasızca ve öldüresiye taşlar-lar. Kadınlardan yaşlı olanı istasyon-da bekleyen trene yaklaştıklarında aldığı taş darbesiyle ölür. Gelinlikli genç kız ise tek başına trene binmeyi başarır ve İstanbul'un yolunu tutar. Bir gece vakti parasızlık nedeniyle o biçim otellerden birinde yer bulur. Bir süre sonra otel basılır ve nezarethaneye alınır. Artık istemese de vesikalı olmuştur. Büyük kentin; genç, güzel, savunmasız ve kıstırılmış genç kızlardan talep ettiği bedeli, bu çaresiz kız da körpe bedeniyle ödemekten kurtulamaz. Düşük bir ücret karşılığında körpe benini, hayrat erkeklere cömertçe sunmak zorunda kalır. Öylesine kalır ki, bu mesleğin kurtları bile "bu yolun sonu yok" demesine karşılık onu yolundan çeviremez. Kaldırım pazarlıkları ve onun sonucunda otel odalarındaki alışık mesailer genç kızı tüketmez, aksine yaşama karşı büyük bir kinle dirençli kılar. Giderek fiyatı yükselir, müşterileri değişir, salaş oteller yerine evlere servise gider. Çevresindekileri kullanarak fotomodellik, mankenlik derken sosyetenin göz bebeği olur. Artık güçlüdür ve dilediği her şeyi satın alabilecek kadar da varlıklıdır. Yaşamdan alabileceği her şeyi almasına karşılık mutlu değildir. Yıllar önce küçük bir kasabada annesiyle birlikte taşlandığını ve onu yitirdiğini bir türlü unutamaz. Tekrar oraya, kendisiyle ve kasaba halkıyla ödeşmeye dönmek ister. Bu kez bütün kozlar onun elindedir. Tüm kasabayı satın almak ister. Yıllar önce kendisini taşlayanlar önünde el pençe dururlar. Ama artık çok geçtir.