SENİ SEVİYORUM ROSA (1991)
Senaryo
ve Yönetmen: Işıl Özgentürk, Eser: Sevgi Soysal (“Tante Rosa” adlı
romanından uyarlama) Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Yapım: Asya
Film/Ali Özgentürk Christa Saredi
(Zürih) Ortak yapımı Kurgu: Mevlüt Koçak, Müzik: Thesia
Panayiotou, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler,
Oyuncular: Sumru Yavrucuk,
Mahir Günşıray, İsmet Ay, Halil Ergün, Kutay Köktürk, Taner Barlas, Mehmet
Atak, Güzin Özipek, Müjdat Gezen, Gülümser Gülhan, Güzin Özyağcılar, Kutay
Köktürk, Sedef Bediz, Hande Meşe (Küçük Rosa), Alişan Çapın(Hayal Prensi),
Konuk Oyuncular:, Ayla Algan, Yaman OKay, Selçuk Erez, Ali Sirmen, Refik
Durbaş, Mustafa Göçmen,
KONU: "Almanya'nın küçük bir
kasabasında yetişmiş Rosa, onbir yaşında babasının ölümü üzerine, annesi bir
başkası ile evlenir ve rahibeler okuluna verilir. Bedenin arzularına gem
vurmadığı gerekçesi ile okuldan çıkarılır. 1. Dünya savaşı bittiğinde. komşu oğlu
Hans tarafından ayartılınca 'namusu kirlenmiş bir kız olmamak için Hans ile
evlenir. Evlendiğinin yedinci yılında üçüncü çocuğunu yeni doğurmuşken,
yaşadığı gelenek görenek delisi kasabadan kaçar. Kilise tarafından aforoz
edilir. Büyük kente gelir, gazete satıcısı olur. Bir müzisyenle yaptığı
evlilikten iki çocuğu olur. Keman çalan kocası ölünce, II. Dünya savaşının
telaşlı günlerinde üçüncü defa evlenir. Kocası cephede iken aşıklar edinir.
Eski eşya satıcılığı, pansiyonculuk, hela bekçiliği, randevuevi kasiyerliği
yaparak yaşamakta ısrar eder: Hep prensler beklemiştir, kendini düşes olarak
görür; yaşlı ve yoksuldur, sokaklardan topladığı boş şişeleri satar. Ölüsü
sokakta kalır. Bundan sonra çocukları ve son erkeği Mathes bulunur. Cesedi
yakılır külleri vazo içinde Mathese verilir. Bir gün Rosa’dan kalan tek miras
kedilerinden biri vazoyu devirir, diğeri ise dökülen küllerin üzerine işer.
"Düşsel, romantik, eski kartpostal
estetiğine yakın, nostaljik Beyoğlu ve Levantenler, azınlıklar temalarını yapay
ve özentili bir albüm şeklinde görüntüleyen film, karşımıza bir başka temelde
problemli ve problematik kadın kişiliği çıkarır.
Evet, Rosa'yı biz de sevdik.
Bir kadın olarak, bir kişilik olarak... Çok erken yaşta yitirdiğimiz Sevgi
Soysal'ın tüm bir yaşam deneyiminden, bir kadın, bir aydın, duyarlı bir sanatçı
olarak yaşam deneyiminden süzülüp gelmiş ilginç, kişisel, sinemalaştırılması
neredeyse düşünülemez bir romandı Tante Rosa. Bu romanı sinemalaştırmak bile,
ilginç bir çaba, neredeyse bir meydan okuma ...
İstanbul'
da bir "azınlık mensubu" olarak doğup büyüyen ve yine bu kentte ölen
Rosa, yaşamı gerçekler ile düşler arasında bölünmüş bir kadın. Onun yaşamında
gerçek kişilerden çok, daha çocukluk düşlerinde gözüken "yakışıklı
prens", gaipten haber veren falcılar, gündüz gözüyle görülen düşler yer
tutuyor. Rosa, yaşamını düşlerle örüyar, hayallerin gergefinde dokuyor, yaşamın
katı gerçeklerinden kaçıp rüyalara sığınıyor. Bu yüzden, fılmde en azından üç
falcı kadın, gerçek ile düş arasında gidip gelen sahneler, simge kişiliklerle
dolu bir anlatım var.
Işıl
Özgentürk, bu ilk sinema deneyiminde özellikle iki yönetmenden esinlenmiş
görünüyor: Özellikle Fellini (filmin tiyatroyla, sahneyle, büyüyle ilişkili
hemen tüm ilk yarısı) ve Bunuel. Düş sahnelerinde Bunuel etkisi olduğu gibi,
özellikle bir sahnede bu çok belirgin:
Rosa'nın gerdek gecesi sabahı,
pencere camını kırıp çıplak göğsünü dışarıya teşhir ettiği sahne, sanki
Tristana'dan fırlamış ...
Bu etkileri belirtmem, eleştirmek amacıyla
değil. Böylesine büyük ustalardan etkilenmek bir kusur değil, bir erdem.
Yönetmenlik denen belalı çabanın başlangıcında bu ustalardan etkilenmemek
mümkün mü zaten? Işıl Özgentürk, Rosa'nın yaşamını bizlere birbirinden güzel,
estetik, şık görünümlü tablolar halinde sunuyor. Bu film, insanda yaprakları
birer birer, yavaş yavaş çevrilen, ilginç kartpostallarla süslü bir albüm
izlenimi bırakıyor. Rosa'nın yaşamını, bu albümün tabloları (veya
kartpostalları) aracılığıyla izliyor, onun umuttsuz biçimde aşkı arayışını, bu
kentin karmaşık kültürü içinde yitip gidişini, hayal kırıklıklarından düşlere
sığınışını belli bir estetik keyifle izliyoruz. Bir tür yerli Cabiria'nın
Geceleri veya Ruhların sülyet’i var karşımızda .
Ancak Seni Seviyorum Rosa,
garip bir biçimde, hiçbir anında bir film izlenimi bırakmıyor bizde. En
azından, klasik film anlayışımız dahilinde bir film demeliydim. Bu, daha çok
isteyeerek alışılmış anlatım kalıplarını, kurgu bağlantılarını, kamera
hareketlerini bir yana iten, statikliği bilinçli olarak seçmiş bir deneme olarak
gözüküyor.
Burada belki üçüncü bir
etkiden, Alman ekolünden söz etmek gerekiyor. Gerçekten de Özgentürk'ün,
Fellini çağrışımları içeren bir konuyu Fellini gibi barok, süslü, coşkulu bir
siinema diliyle değil de, örneğin Fasbinder, ama özellikle Syberberg gibi
klasik dramaturjiyi bir yana iten, sahnelerini bağımsız tablolar gibi düşünüp
çeken bir anlayışla anlatması, belki de üçüncü bir esin kaynağı olarak
yorumlanabilir.
Seni Seviyorum Rosa, bu açıdan klasik
anlamda başarılı bir film değil. Çünkü klasik anlamda bir fılm olmaya
sıvanmamış. Bu estetik kartpostallar albümüne belli ölçüde hayat veren,
kusursuz bir ışıklandırma ve görüntü yönetimi çabasının yanı sıra oyuncular
oluyor. Sumru Yavrucuk'un bizce yetersiz bir senaryaya karşın verdiği oyun ve yarattığı
inandırıcılık olağanüstü. Hepsi değilse de, birçok oyuncu için de aynı şey
söylenebilir. Yunan kökenli müzik ise biraz da azınlık İstanbul'unun tarihi
olan bu film için çok uygun.
Seni Seviyorum Rosa,
yineleyelim, bu açıdan klasik anlamda başarılı bir film değil. Ancak filmin
istenerek oluşturulmuş farklı bir yapısı, değişik bir tadı var. "Eski ağza
yeni taam" arayışı içinde olanlar mutlaka görmeli. “Atilla Dorsay,
Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 134”
Ankara Film Festivali’nde (1992)
► “En
İyi 3. Film”
►İsmet
Ay “ En iyi yardımcı oyuncu”
►Thesia
Panayiotou “En iyi müzik”
►Ertunç
Şenlkay “En iyi g örüntü yönetmeni”
11. İstanbul Film Festivali’nde (1992)
►Jüri
Özel Ödülü
►
Kültür Bakanlığı “Sinema Başarı Ödülü”