Powered By Blogger

4 Kasım 2022 Cuma

 

İKİ KADIN (1992)


Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Özkan, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Z Film/Yavuz Özkan Yönetmen Yardımcısı: Aycan Çetin, Müzik: Berrak Taranç, Sanat Yönetmeni: Gül Oğuz, Kurgu: Mevlut Koçak, Sedat Karadeniz, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Film Baskı: Uğur Orbay, Ses Kayıt: Erkan Esenboğa, Sanat Yönetmeni: Gül Oğuz,

Oyuncular: Serap Aksoy, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Tunca Yönder, Nejat Boren, İlhan Dolunay, Göknil Vuran

Konu: Otel odasında beraber olduğu hayat kadınına kötü davranıp tecavüz eden evli bir milletvekili, olayın büyüyüp medyaya yansıması üzerine zor durumda kalır. Gerçek bir olaydan esinlenen film, özellikle milletvekilinin karısı ile hayat kadınının birbirlerini tanıyıp yakınlaştıkları sahnelerle öne çıkıyor.

* Olayı yaşayan hiç kimsenin adının olmaması, filmdeki her kahramanı toplumdaki insanlarla özdeşleştiriyor: Filmin konusunun, sadece bakanın bir fahişeye tecavüz etmesi ve fahişenin bu olay karşısında gösterdiği tepki olarak özetlemek, yetersiz olur. Çünkü, bu olaya bağlı olarak, insanın bastıramadığı merak ve kıskançlık duyguları sonucu gelişen, bakanın karısı ile fahişe arasındaki ilişki ön plana çıkıyor ve öykünün seyri değişiyor.

Bu iki kadın arasındaki ilişki, bakanın karısının, fahişeye, bedelini ödeyerek, bir müşteri gibi yaklaşmasıyla başlıyor. İlk konuşmaları sonunda, bakanın karısının fahişeye inanması, karıkoca arasındaki ilişkinin dıştan göründüğü gibi olmadığını da veriyor. İki kadın, daha sonraki karşılaşmalarında, yalnızlıklarını da paylaşmaya başlıyor. Bu paylaşım sırasında, bakanın karısı yine fahişenin ücretini ödüyor. Filmin sonunda ise, Zuhal Olcay'ın giydiği kırmızı kıyafetle, yönetmen, fahişeyi bakanın karısının gözünde bir cinsel kimliğe büründürüyor. ..

 

Yönetmen Yavuz Özkan, John Berger'ın "Görmek konuşmadan önce gelir" sözünden hareketle olsa gerek, fahişenin kızını kör olarak kullanmış. Böylece, bu kız çocuğu, olayların dışında bırakılmış ve fahişenin yaşamak istediği duru sevginin, bozulmuş düzendeki saflığın simgesi haline gelmiş.

Aslında kadının sevgiye olan ihtiyacının anlatılmak istendiği babakız ilişkisi ise, büyük olasılıkla bilinçsiz bir yaklaşımla, gerek oyunculuk, gerek çekim ölçekleri sonucunda, ensest ilişkiye kayıyor. Fahişenin yatak odasında, babasını bir müşterisi gibi soyup yatağa yatırması ve kendisinin de onun yanına uzanmasıyla, bu durum, daha açık bir hale geliyor. Filmde, olayların üzerine kurulduğu "bakanfahişebakanın karısı" üçlüsü, nerdeyse toplumdan soyutlanmış durumda.

Yönetmen, belki de sadece üç insan arasındaki ilişkiyi vermek istiyor. Ama bunu yaparken, özellikle toplumsal bir misyonu olan bakanı toplumdan soyutlaması, büyük bir hata. Bu, bakanın kişiliğinin de yerine oturmamasına neden oluyor.

Karakter olarak ele alınırsa, aynı yerine oturmamışlık, fahişe için de söz konusu. Bu fahişe, yaşam biçimi, sahip olduğu maddi değerler ve verilmek istenen kültür düzeyi ile, Türkiye standartlarındaki fahişe kimliğinden uzak. Buna karşın, olayın basına yansıması ve çevrenin kadına yaklaşımı ise, toplumda fahişeliğe gösterilen tavrı sergiliyor.

" Filmin tüm tanıtımlarında vurgu yapılan, "bakanın fahişeye tecavüzü", Halk ]ürisi ödülünü "Iki Kadın"ın almasında en büyük etken olmuştur. Ama bu nokta, film boyunca geride kalmıştır. Bu da, aslında Yavuz Özkan'ın filmde neyi vermek istediğine karar verememiş olduğunun bir göstergesidir. Aynı şey, filmin birkaç finale sahip olmasından da bellidir.


Bu kararsızlık, 29. Antalya Film Festivali ödüllerinde de bir karmaşa yarattı. Eğer yönetmen, fahişenin tecavüz sonrasında yaşadığı psikolojiyi işlemek istediyse, Serap Aksoy en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü hak etmişti. ama iki kadın arasındaki ilişkiyi ele almak istediyse, Serap Aksoy'u, başrolde değil, yardımcı kadın oyuncu gibi görmek haksızlıktı.


Yavuz Özkan'ın, bundan sonraki filminde, olay örgüsünü, konu için tam bir karar verdikten sonra kurması dileğiyle. (Banu Hepçekenler Antrakt Sin. Derg. Aralık 1992)


ÖDÜL:

 5. Ankara Film Festivali’nde (1993)

►Seçiciler Kurulu Özel Ödülü “İki Kadın”

►Yavuz Özkan “En İyi Yönetmen”

12. İstanbul Film Festival’nde (1993)

►En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen”

(Jüri Üyeleri: Orhan Aksoy, Sevin Okyay, Can Togay, Fehmi Yaşar, Güneş karabuda)

 SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1993)

►“En İyi 3. Film”, Serap Aksoy “En İyi Kadın Oyuncu”

 Kültür Bakanlığı (1993) “Sinema Başarı Ödülü

 İskenderiye Film Festivali (1993)

►Yavuz Özkan “En İyi Senaryo”,

►Serap Aksoy “En İyi Kadın Oyuncu”

 7. Adana Altın Koza Film Festivali (1993)

►Zuhal Olcay “En İyi Kadın Oyuncu”

►Orhan Oğuz “En İyi Görüntü Yönetmeni”

►Adana Büyükşehir Belediyesi Ödülü “İki kadın”

 ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1993)

►Zuhal Olcay “En İyi Kadın Oyuncu”

4  iki Kadın, benim için gerçekten hoş bir sürppriz oldu. Kadın sorunlarına ve "ilişki"lerine birden artan ilginin ışığında ve bu ilginin medyada kıyametler koparan bir biçimde sömürüsünü getiren kimi filmlerin yanı sıra, bu filmde "korktuğuma uğramadım." Tersine, zor, kışkırtıcı, her türlü sömürüye açık öyküsünü çok iyi denetlemiş, özenli, duyarlı, olgun bir film geldi karşıma ...

Özkan, "bir fahişeye tecavüz eden bir bakan" temasıyla, kuşkusuz toplumumuzda son dönemde yankılar yapmış birden fazla olaya birden yanaşıyor: bir "tecavüz" olayında fahişeyi "ikinci sınıf vatandaş" olarak gören bir adli olay. Ve yine son yıllarda kimi politikacılarımızın karıştığı seks skandalları. Eee, "küçük Amerika" olacak değil miydik? Amerikan toplumunu allak bullak eden ve seçimlerin kaderini bile etkileyen bu tür olayın bizde de olması kaçınılmaz değil mi? Kaçınılmaz da, sinemamızın bu tür olaylara eğilmesi yeni bir şey. Tümüyle kalkmadıysa da oldukça gevşeyen bir sansür anlayışı, sözgelimi lezbiyen ilişkilerin de, bir politik skandalında perdeye getirilmesine artık olanak tanıyor.

Sinemamız, ilk şaşkınlık ve denetimsizlik dönemi geçtikten sonra, bu özgürlükten sonuna dek yararlanacak sanırım. iki Kadın, baştan itibaren tavrını koyan bir film, konusunu, onun tüm siyasasal, ahlaksal ve toplumsal çağrışımlarını ortaya koyarken, bunu soğukkanlı bir tavırla yapacak, seyircinin çeşitli duygularını ve önyargılarını sömürmeyecek bir tavır. Baştaki "tecavüz" sahnesi ve bunu izleyen gelişmeler, filmde sağlam ve inandırıcı biçimde ortaya konuyor. Sonra işler biraz bozuluyor, filme belli bir şematizm, belli bir kolaya kaçma tavrı egemen oluyor. Özellikle olayın yol açtığı "siyasal skandal", bunun basındaki yankıları vb. olaylar, belki de sınırlı yapım koşullarından, çok kısa, cılız ve şematik biçimde geliştiriliyor. Örneğin o basın toplantısında gerçekten kıyametlerin kopması, gazetecilerin çok daha fazla ve de saldırgan olmaları, bakanın çevresinin tek bir kişiyle temsil edilmemesi gerekirdi.

Ne var ki, olay bu toplumsal boyuttan kişisel boyuta kaydıkça ve iki kadının (fahişe ve bakanın karısı) ilişkilerine dönüştükçe, film yeniden ilk soluğunu buluyor, hatta aşıyor. Özkan, burada bu iki kadının ilişkilerini oya gibi işliyor, olası psikolojik gelişmeleri inandırıcı biçimde veriyor. İki kadın oyuncusunun, Zuhal Olcay ve Serap Aksoy'un oyun güçlerinden azami yararlanarak, ortaya sanki nefes nefese izlenen bir "kadın ilişkisi" koyuyor. Düş Gezginleri'nin kolaycı ve ticari tavrından da olabildiğince uzak kalarak, öyküsüne ve kişilerine gerçek bir ilgi toplamayı başarıyor.

iki Kadın, Orhan Oğuz'un görüntü çalışmasından da destek alarak bir "Avrupa filmi" giibi duran, denetimli, düzeyli bir film. Yavuz Özkan'ın son yıllardaki en başarılı filmi. Ve günümüz Türk sinemasının kuşkusuz ki ilginç bir örneği. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 92”


FİLMİ İZLE 




HER GECE BODRUM (1992)



Yönetmen: Naci Çelik Berksoy, Senaryo: Ayşe Şasa, Selim İleri (Selim İleri’nin aynı isimli romanından), Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Ares Film/ Şener Gezgen Müzik: Bora Ayanoğlu, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Meral Oğuz, Berhan Şimşek, Cenk Sözeri, Hülya Erçel, Metin Yavuzoğlu, Tamer Güler

Konu: Cem, Murat, Tarık Bodrum tatilinde Betigül, Haydar ve Kerim ile tanışırlar. Cem ve Murat'ın arkadası Ahmet ablası Emre ve Ingiliz arkadaşı Catharine de onlara katılır. Betigül ile ilişkiye girer, Emine Karim’e ilgi duyar. Catharine yerli törelere uyamaz, Tank içine kapanır. Betigül Cem'i bırakır Murat'a yaklaşır. Kerem’den ilgi görmeyen Emine iki gün sonra büyük bir düş kırıklığı ile Bodrum'u terk eder. Cem. Muraat, Tamer istanbul'a dönerler. Cem sertleşmiş, Murat sevgi, keşvetmiştir. Bu Bodrum dinlencesi beyaz perdeye "Evde kalmış bir kızın (Emine) Bodrum tatilinde yaşadığı kırgın bir aşkın öyküsü olarak yansır.



FİLMİ İZLE

 

GÖLGE OYUNU (1992)

Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Turgul, Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca Müzik: Atilla Özdemiroğlu Yapım: Erler Film/Türker İnanoğlu Kamera Asistanı: Necdet Taşçıoğlu, Ercan Dirikan, Yönetmen Yardımcısı: Tolgay Ziyal, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Kurgu: Mehmet Bozkuş Işık: Zafer Kutlu, Dublaj Yönetmeni: Kahraman Acehan, Sesleri Alan: Erkan Esenboğa, Negatif Montaj: Tamer Eşkazan, Renk Uzmanı: Türker Vatan, Laboratuar: Ekrem Şen, Prodüksiyon Amiri: Adnan İrkut, Set Amiri: Selahattin Geçgel, (Şafak Film Stüdyosunda hazırlanmıştır). “Kültür bakanlığı'nın katkılarıyla”

Oyuncular: Şener Şen, Şevket Altuğ, Larissa Litichevskaya, Ülkü Duru, Metin Çekmez, Cevat Çapan, Füreyya Koral, Meltem Savcı, Sermin Şen, Nüvit Özdoğru, Nedim Doğan,
Nergiz Çorakçı, Cengiz Tünay, Selçuk Uluergüven, Erten Üçgözen, İhsan Bilsev, Talat Şener, Nazan Kırılmış, Dilara Köse

KONU: Mahmut (Şevket Altuğ) ve Abidin (Şener Şen) bir pavyonda çalışmaktadırlar. Mahmut dürüst bir gençtir. Abidin ise tersine hırsız, yalancı ve çapkındır. Bu arada Sülo adlı bir komisyoncu pavyonda çalışması için patrona Kumru (Larissa Litichevskaya) isimli bir kız getirir. Gazinonun patronu, kızın sağır ve dilsiz olduğunu anlayınca onu kovar. Mahmut ona sahip çıkar ve Abidin’le birlikte yaşadıkları eve götürür. Patron Sülo’ya komisyon olarak verdiği parayı çıkartabilmek için Kumru’yu sigarayla çiçek sattırarak çalıştırmaya başlar. Mahmut, Kumru’nun yanında taşıdığı fotoğraftan Zeliha adındaki annesini aradığını anlar ve ona yardım eder. Sonunda Kumru’nun annesinin hapiste olduğunu öğrenirler. Abidin ile Mahmut, Kumru yüzünden kavga ederler ve arkadaşlıkları sona erer. Abidin yeni bir ortakla başka bir pavyonda çalışmaya başlar ama mutsuzdur ve içindeki bunalım onu intihara kadar sürükler. Mahmut, Abidin’in hayatını kurtarır. Ortaklığa yeniden başlarlar. Bu arada Kumru’nun annesini ziyaret ederler. Annesi de aynı kızı gibi sağır ve dilsizdir. Mahmut Kumru’yu sever ve ilk kez bir genç kızla birlikte olur. Ertesi gün uyandığında Kumru’yu bulamaz ve Abidin’le birlikte her yerde ararlar. Pavyona döndüklerinde hiç kimsenin Kumru’nun varlığından haberleri bile olmadığı yanıtını alırlar. Akıllarına birlikte çektirdikleri bir fotoğraf gelir. Fotoğrafa baktıklarında Abidin ve Mahmut dışında hiç kimsenin olmadığını görürler Olanların ya da olmayanların bir düş mü yoksa gerçek mi olduğuna anlam veremezler. Ama dışarıda yaşam sürmektedir

Ödüller :

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği seçiminde

"►En İyi Film", "

►En İyi Senaryo"

►En İyi Müzik",

30. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1993)

►En İyi 2. Film",

►En İyi Senaryo"


& Gölge Oyunu, Yavuz Turgul'un Muhsin Bey fılminde (ve bir ölçüde de Züğürt Ağa'nın senaryosunda) biliurlaşan kimi duyarlılıklarının yeni bir bileşkesi ... Kaybolmakta olan bir dünyaya, eskimekte olan kimi duygulara, gözümüzün önünde yok olup giden bir geçmişe adanmış, kendine özgü bir deneme.


Beyoğlu'nun arka sokaklarında, kimilerinin, "Kaldırılsın da Beyoğlu kurtulsun!" diye feryat ettiği o küçük "bar"lardan, saz salonlarından birinde, Rüya Pavyonda çalışan Karabiberler adlı komik ikilinin öyküsünü anlatıyor bize fılm ... Feleğin çemberinden geçmiş, görmüş geçirmiş, gönlünün bir yanındaki kırıklığı, duyarsız, cazgır, etek düşkünü bir adam maskesiyle saklayan Abidin (Şener Şen) ve yine kırık çocukluğundan kalma, komplekslerle, kadınlardan korkmasıyla, eşsiz iyilikseverliğiyle, hayata karşı çok daha donanımsız gözüken Mahmut (Şevket Altuğ) .


Parasızlık vb. gündelik kaygılar içirıde yaşayan bu iki "pavyon komedyeni"nin yaşamına, günün birinde çok güzel bir genç kız karışıyor. Sesin, sözün var olmadığı naif bir dünyada yaşayan sağır dilsiz bir kız ... İki kafadarın yaşamını altüst ettikten, onlara sahip oldukları halde, farkına varmadıkları kiimi değerleri anımsattıktan, sahip olmadıklarıının da özlemini getirdikten sonra, geldiği gibi sessizce çıkıp gidiyor yaşamlarından ...

Acaba iki kafadar, kendi dünyalarından kurdukları bir "Beyoğlu düşü"mü yaşamışlardır?

Gölge Oyunu, sonsal izlenim olarak tam anlamıyla başarılamamış, çok ilgirıç malzemesi iyi yoğrulamamış bir fılm izlenİmi bırakıyor insanda ... Bir senaryo ustası olan Yavuz Turgul, sanki senaryosunu yeterince oluşturamamış gibi... İki kafadarın meslekleriyle ilgili daha bir mizahi yan eksik filmde... Aralarındaki ilişkinin, dostluğun yapısı, geçmişi, nedenleri de yeterince belirmiyor.

Film, sinemalaştırma düzeyinde de yeterince güçlü olamamış. Pavyonların çılgın, ama mahzun kalabalığı, Beyoğlu gece yaşamının gizemle karışık düşkünlüğü biraz geride kalmış... Ustalıkla oluşturulmuş öğeler birbiriyle iyece kaynaşmamış, film tam kıvamına gelmemiş gibi duruyor. Örneğin çok iyi bir düşünce olan, hikayeyi bir saz heyetine anlattırmak fikri bile, filmin yapısına yeterince oturmamış sanki ...

Ancak tüm bu kusur veya eksiklikler, filmin yine de yeterince özgün ve ilgi çekici olmasına engel değil. Belki Muhsin Bey'in görece kusursuzluğuyla kıyaslayarak yaptığımız bu eleştiri, filmin seyirciye ulaşmasını da, seyircinin ağzında başka filmlere pek az benzeyen değişik bir tat bırakmasını da engellemiyor.

Bu "Beyoğlu düşü", başta dediğimiz gibi, modernleşen, makineleşen, mega kentleşen, Amerikanlaşan, burjuvalaşan dünyamızda, geleneksel değerlere bir özlem, ince bir nostalji havası içeriyor. Buna belki de Beyoğlu gecelerinde görülmüş bir düş, gerçek erdemlere, gösterişsiz "iyiliğe" adanmış bir güncel masal da denebilir.

Yavuz Turgul, yer yer çok hoş sahneler çekmeyi de başarıyor. Ama asıl başarısı, bizce "sevişme sahnesi"nde... Burada, kullandığı çeşittli öğelerle (müzik, ışıklandırma, ışıkgölge dengesi, aksesuar, kurgu vs.) çok zor bir şeyi başarıyor Turgul; bir sevişme sahnesini, bunca filmden sonra özgün, yenileyici, farklı kılmayı ... Ustalıklarını bildiğimiz iki başoyuncunun yanı sıra, Rus güzeli Larissa Litichevskaya ise, insanın seyretmeye doyamadığı ve sinemamızda kalmasını dilediğimiz bir taze yetenek .


 Beyoğlu'nu, Beyoğlu'nun arka sokaklarını, tüm o sefıllikten fışkıran güzelliği, sıradan, küçük insanların yaşamlarını, fasıl heyetlerini, alaturkayı, gerçek dostluğu, meyhaneleri, içki muhabbetlerini, mutluluğu düşkünlükte arayanlaarı ve daha başka azalan, nadir ve marjinal şeyleri sevenlerin çok hoşlanacağı bir film, Gölge Oyunu. Unutmadan, Atilla Özdemiroğlu'nun filmin atmosferleriyle son derece denk düşen ve bir kez daha bir filme büyük katkıda bulunan müziğinden övgüyle söz etmek isterim .”.Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”syf; 77”.

& Yavuz Turgul'un filmografisinde bir sıralama yapmak gerekirse, Muhsin Bey'in ardından Gölge Oyunu, yaşamsal özellikklerle perdeye yansıyan, düşle gerçek araasındaki çizgiye oturtabileceğimiz verimli bir çaba. Kimlik arayışındaki sinemamız içinde "film gibi bir film" niteliğinde. (Murat Özer, İkibin'e Doğru d., 21 Şubat 1993)

4 Turgul'un tekniğe hakimiyeti, ayrıntılardaki titizliği, oyuncu yönetiminde ve senaryo yazmaktaki başarısı bir yana, en önemli tarafı gerek beslendiği kaynaklar gerekse seyirciye seslenme biçimindeki yerlilik faktörü. Filmografisinin bütününe bakıldığında bunun bilinçli bir seçim olduğu zaten hemen anlaşılıyor. Neticede zevkli, rahat bir seyirlik; duygusal ve sıcak bir film var karşımızda. (Mehmet Açar, Nokta d., 2127 Şubat 1993)

4Memduh Ün'ün unutulmaz filmi "Üç Arkadaş" (1958) klasik şablonundan yola çıkan Gölge Oyunu, melodram tuzağına düşmeksizin ilerliyor ve sürpriz bir finalle noktalanıyor. Gölge Oyunu bir düş mü, yoksa gerçek mi? İşte bu soru izleyicinin yorumuna kalıyor. (Ahmet Soner, Gerçek g., 6 Şubat 1993)


4 Yavuz Turgul, hiç kuşku yok ki, Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden birisidir ve iş senaryo yazımına geldiğinde belki de ilk sırada oturmayı hak eder. Turgul'un 1992 yılında çektiği "Gölge Oyunu"nun senaryosu ise kişisel listesinin bir numarasında yer alır bana göre.


Yavuz Turgul'un diğer filmlerinde olduğu gibi, yaşanan gerçekliğin varlık şansı tanımadığı, kendi gerçeği içinde ama 'büyük gerçeğin' dışında kalmış insanları anlatır film. Abidin (Şener Şen) ve Mahmut (Şevket Altuğ) pavyonlarda ayaküstü komedyenlik yapan ve hayatta kaybeden tarafta yer almayı alışkanlık haline getirmiş iki arkadaştır. Abidin eskiden gemicilik yapmıştır ve kadınlara feci düşkündür. Bir yetimhanede büyümüş olan Mahmut ise karşı cinse olan utangaç tutumu ve hassas yapısıyla Abidin'den ayrılır.


İki kafadarın sepetli bir antika motosikletin sırtında sürdürdükleri seyyar yaşamları, sağır ve dilsiz ama güzeller güzeli bir genç kızın (Larissa Litichevskaya) hayatlarına girmesiyle altüst olacaktır. 80’lerden sonra Türkiye'de yaşanan büyük dönüşümün parçası haline gelememiş, eğlence hayatının aldığı yeni biçimin dışına savrulmuş ve ancak üçüncü sınıf pavyonlarda komedyenlik yaparak hayatlarını sürdürmek zorunda kalan bu ikilinin dostluğu, ortaya çıkan bu kadın sayesinde yeniden sınanır.

Abidin ve Mahmut birbirlerinden çok farklı karakterlerdir. Abidin ne kadar güvenilmez, üç kağıtçı ve etrafındaki insanları kendi çıkarları için kullanan bir insansa; Mahmut da o kadar cana yakın, samimi, sözüne güvenilir ve yakınındakilerin zarar görmesindense kendisinin zarar görmesine razı olan biridir. Yani aslında ikisi birdir. Turgul, Abidin ve Mahmut'un şahsında insanoğlunun bütün yüzlerini vermek ister. Kimi zaman Abidin, Mabmut'un gölgesi haline gelirken, kimi zaman tam tersi bir durum geçerli olacaktır. Bu durum filmin afişinde de anlamını bulur. Afişte, birbirlerine gülümseyen ikilinin gölgeleri şeytansı bir ifade almıştır. Bu yüzden bütün zıtlıklarına rağmen Abidin ve Mahmut birbirlerinden ayrı duramazlar insanoğlunun Perdeye yansıyan ve bir süre sonra birbirinin gölgesi haline dönüşen hallerinden başka bir şey değillerdir aslında.

Ne ki bununla sınırlı kalmaz. ikilinin hayatında bir anda bitiveren, var mıydı, yok muydu tartışmaları arasında bir anda ortadan kaybolan genç Ve güzel kadınla kurdukları ilişki de başka bir gölge oyununu ortaya çıkartır. Turgul'un finalde 'var mıydı, yok mu' diye seyirci ve kahramanlarını ortada bıraktığı genç kadını bir gölge olarak algılarız. Ama, genç kadının film boyunca bütün varlığı, birbirinin gölgesi haline gelen ikiliyi bir nesneye dönüştürmek olacaktır. Böylece finalde genç kadın ortadan kaybolurken, birer gölgeden ibaret olan Abidin ve Mahmut değişerek genç kadının nesnesi haline gelecektir.

"Gölge Oyunu", bir başka bakımdan da kendi döneminin popüler Olan felsefi tartışmalarından birisinin parçası haline gelir. Avrupa ve Amerika da kökleri 60'lı yıllara kadar uzanan ama, Türkiye'de 90'ların başından itibaren gündeme gelen post modernizm fikrinin içinde ele alınabilecek olan film, bir yandan Platon'dan bugüne insanlığın en önemli tartışmalarından birisi olan 'idealar dünyasına, öte yandan çekildiği dönemin popüler tartışması "Yaşanan dünya dışında bir gerçeklik var mıdır? Gerçeklik dediğimiz şey, bizim kafamızda kurduklarımızdan mı ibarettir" gibi felsefi tartışmalara da gönderme yapar. ara Ama filmi, dünya ölçeğinden çıkartıp Türkiye'nin tarihsel ve kültürel atmosferine oturttuğumuzda bambaşka bir manzara ıle karşılaşırız. Çünkü kökleri Orta Asya'ya kadar uzanan, daha sonra Anadolu topraklarında kendine özgü bir biçim kazanan, geleneksel tiyatro sanatı tuluat ile sahnelere taşınan 'gölge oyunu' geleneği Yavuz Turgul sinemasında önemli bir yer tutar Bu oyunun önemli trüklerinden birisi olan birbirinin zıddı gibi görülen . Bu aslında birbirini tamamlayan iki karakter Turgul sinemasının vazgeçilmezleri arasında yer alır.

Yavuz Turgul, "Gölge Oyunu"ndan önce de sonra da bu trüğe sıkı sıkıya bağlı kalır. Ama "Gölge Oyunu" hem adıyla, hem de filminin hikayesiyle bir bakıma bu sanata gönül veren herkese de bir saygı duruşu niteliğindedir (Şenay Aydemir) “SİYAD, 40 Yılın Serüveni"

& 90'ların başında özel televizyon kanallarının yeni açılmaya başladığı dönemde geçiyor Gölge Oyunu: Türkiye, her şeyin hızla tüketileceği, kısa sürede eskiyeceği, modasının geçeceği bir kültür yaşantısına ayak uydurmaya çalışıyor. Yavuz Turgul da, fütursuzca değişebilmenin ve farklı bir kimliğe bürünebilmenin geçer akçe olmaya başladığı bir toplum resminin içine yerleştiriyor trajik kahramanlarını. Mahmut ve Abidin, 'değişememekte' ısrar ederken, filmin mesken tuttuğu Rüya Pavyon' da geçen her sahnede farklı bir kimlikle karşımıza çıkan Cevat Çapan'ın canlandırdığı karakter, 'değişme çağının gereklerini ortaya koyuyor: Bir sahnede, Çukurova'nın en büyük ağası, başka bir sahnede entelektüel bir profesör, başka bir sahnede teröristlere karşı savaşmış bir asker vb. olarak tanıtıyor kendini.

Orta oyunu ve Hacivat ve Karagöz gibi geleneksel tiyatroya yakın bir komedi icra eden Mahmut ve Abidin, barlardaki eğlence anlayışının değişmeye başlaması ve televizyonun devreye girmesiyle birlikte, 'eskimeye' başlamışlardır. Onlar, kendilerine her ne kadar "Modern Komikler: Karabiberler" ismini taksalar da, "bizim gibi komedyenler kalmadı artık, altın değerindeyiz" deseler de, "modası geçmiş"ler çöplüğünü çoktan boylamışlardır.

Gölge Oyunu Mahmut ve Abidin'in bedeninde, iki farklı hayat politikasını yansıtır: Şener Şen'in canlandırdığı Abidin, 80'lerin köşeyi dönme kültüründen nasibini almış, kurnaz biridir. Şevket Altuğ'un canlandırdığı Mahmut ise tersine, geçmişe çok bağlı ve kırılgandır. Fakat Turgul, bu iki karakteri basitçe siyah ve beyaz olarak çizmez. Çoğu noktada, açıkgöz Abidin'in aslında Mahmut'tan bile naif olduğunu görürüz. Komedi anlayışlarının 80 sonu/90 başı Türkiye'sinde hala tutabileceğini düşünen odur ne de olsa. Mahmut'un ise tüm naifliğine rağmen bu konuda çok daha gerçekçi olduğu söylenebilir. Gölge Oyunu, "Televizyonda görünmedikçe ne yapsan hava. Kardeşim o kadar da çok TV kanalı var ki!" gibi replikleriyle, ister Abidin gibi açıkgöz, ister Mahmut gibi duygusal ve gerçekçi olsun, değişen toplum düzeninde gelenekleri takip edenlerin kendilerine yer bulamayacağını ortaya koyar.

Sanat, hayat, rüya, gerçek, tüm bu farklı düzlemler sürekli birbiriyle yer değiştirir filmde. Mahmut ve Abidin, sanatlarını icra edemeseler de, artık hayatın kendisi onlar için bir 'gölge oyunu'na dönüşmüştür. Annesini arayan dilsiz kızın hayali onların tekrardan hayatla ilişki kurmasını sağlar. Bir hayalin peşinden giderler. Modern Komikler, bu kez 'hayat'ta sahne alırlar ya da rüyada ya da bu filmde ... (Fırat Yücel) “Altyazı Aylık Sinema Dergisi, sayı 81”




FİLMİ İZLE


 

FIRTINA KUŞU (1992)

Senaryo ve Yönetme Yücel Uçanoğlu, Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi, Yapım: Burç Film/ Fedai Öztürk Kurgu: Sedat Karadeniz, Yapım Koordinatörü: Mesut Taner, Yönetmen Yardımcısı: Pınar Tınaz, Kamera Asistanı: Mehmet Kıvırcık, Işık Şefi: Recep Biçer,

Oyuncular: Yalçın Dümer, Ayla Özel, Etem Çakır, Selahattin Fırat, Yaşar Kutbay, Erdal Şen, Filiz Taçbaş, Pınar Tınaz, Yılmaz Cesur, Fikret Fırtına,

Konu: Küçük yaşlarda cinayet işleyip hapse giren Mustafa tahliye olur. Cemil, babasını öldüren Mustafa’nın peşine düşer, bu arada Mustafa sevgilisi ile yurtdışına gitme hazırlığı içindedir. Bir kasabada Mustafa’yı bulan Cem, kan davasının bir çözüm olmayacağını anlayınca onu öldürür.

 

DÜŞ GEZGİNLERİ (1992)

Yönetmen: Atıf Yılmaz, Senaryo: Atıf Yılmaz, Yıldırım Türker, Osman Çallı Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Müzik: Selim Atakan Yapım: Yeşilçam Filmcilik/Atıf Yılmaz Özgün Hikaye: Osman Çallı, Sanat Yönetmeni: Kezban Arca Batıbeki, Kamera Asistanı: Volkan Kocatürk, Kurgu: Mevlüt Koçak, Yardımcı Yönetmen: Fatma Nur Sevinç, Yapım Yönetmeni: Metin Erarabacı, Yönetmen Yardımcısı: Püren Dinçer, Yapım Yönetmen Yrd.: Okan Özgen, Alper Tanık, Makyöz, Kuaför : Suzan Kardeş, Işık Ekibi: Akif Eski, Ercan Durmuş, Turgut Küçük, Set Ekibi: İsmail Kündem, Hikmet Dilaver, İsmail Dilaver, Ali Ekinci, Jenerik: Hilmi Güver (Sineoptik Ltd), Ses Stüdyosu Sorumlusu: İdris Üstün, Ses kayıt ve Miksaj: Erkan Esenboğa, Ses Kayıt Asistanı: Burhan Şahin, Renk Düzeltme: Türker Vatan, Laboratuar: Ekrem Şen, Arif Şengül, Film Baskı: Veli Burç, Uğur Orbay, Negatif Montaj: Tamer Eşkazan, Seslendirme Yönetmeni: Ersin Sanver, Efekt: Ayhan Anlı, Atölyedeki Resimler: Kezban Arca Batıbeki, Şafak Film Stüdyosunda Hazırlanmıştır. Kültür Bakanlığının desteğiyle gerçekleştirilmiştir

Oyuncular: Meral oğuz (Nilgün), Lale Mansur (Havva), Deniz Türkali (Olay), Selçuk Özer (Faruk), Yaman Okay (Nafiz), Sema Çeyrekbaşı (Şükran), Memduh Ün (Ali), Nilüfer Aydan (Hacer), Tarık Günersel (Necdet), Oktay Sözbir (Esat), Ayça Telırmak (Hemşire), Işık Aras (mama), Suna Tanrıver (Şefika), Alp Buğdaycı (Murat), Özcan Durmaz (Baba), Okan Özgen (Otel katibi), Yurdanur Akkan (Müveddet), Kezban Arca Batıbeki (Vildan), Sevil Binat (Mine), Levent Binat (Selçuk), Cihan Hatipoğlu (Çocuk Nilgün), Ezgi Çelik (Çocuk Havva), Halil İbrahim Sabancı ( Nihat), Pınar Altın (Ayşe),

Konu: Film, dul bir kadın doktor olan Nilgün'ün (Meral Oğuz), zorunlu hizmetini tamlamak üzere geldiği küçük bir Ege kabasında yaşadığı olaylar üzerine kuruludur. Nilgün, bir süre sonra, genelevde çalışan kadınların haftalık sağlık kontrollerini üstlenir. Bu kontroller sırasında, yıllardır bu Havva'ya (Lale Mansur) rastlar. Önceleri bu durumdan büyük utanç duyan Havva, Nilgün'ün kendisi gösterdiği sıcaklık karşısında, daha fazla direnmeyip, izin günlerinde onunla görüşmeye başlar. Bir süre sonra, kasaba halkı, bu iki kadının ilişkilerine farklı yaklaşarak, onları rahatsız etmeye başlar. Giderek artan çevre baskısına daha fazla dayanamayacağını anlayan Nilgün, Havva'yı da alarak İstanbul'a. geri döner. Ama pek fazla değişen bir şey olmayacaktır. Bu kez de, sosyal ve kültürel düzlemdeki farklılıklarından doğan kendi iç çelişkileri, bir iktidar mücadelesine dönüşecek ve ilişkiyi bitirecektir.

Ödül:

29. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1992)

►Lale Mansur “En İyi kadın Oyuncu”

5. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde (1993)

►Meral Oğuz “En İyi Kadın Oyuncu”

NOT: 1317 Nisan tarihleri arasında düzenlenen Torino (İtalya) Gay ve Lezbiyen Film Festivali’nden (1994), ödül almadan dönen bu film, bu tür bir şenliğe katılan ilk Türk filmi olma özelliğini taşımaktadır.

& Atıf Yılmaz'ın şimdilik son çalışması olan "Düş Gezginleri", yönetmenin '80 sonrası genel tutumuyla bağlantılı olarak, farklı sosyal kesimlere mensup iki kadın arasındaki ilişkinin, toplum baskısı karşısında boyut değiştirişini irdeliyor. Ana tema olarak "kadınlar arası ilişki" temel tutulsa da, bu ilişkinin altında, kent gerçeği, kasaba yozlaşmışlığı, maddi değerlerin egemenliği, toplumsal ahlak anlayışı gibi olguların sorgulanması da söz konusu. Olay örgüsü, iki ana mekanda gelişiyor: Kasaba ve İstanbul. Bu iki ana mekan üzerinde de, kasabada Nilgün'ün kaldığı ev, sağlık ocağı, genelev, küçük çay bahçesi, kıyı lokantası ve otobüs garı, İstanbul'da ise birlikte yaşadıkları ev, Nilgün'ün muayenehanesi ve komşuları Olay'ın evi..

 Nilgün'ün kasabadaki eve yerleştiği andan itibaren, somut bir gerçek, bilinçli izleyiciyi son derece rahatsız ediyor: Yönetmenin "kasaba yaşamı"nı derinlemesine bilmemesi. Bu ana mekan, seçilen karakterlerin tutarsızlığı ve kasaba halkının dul doktora yaklaşımında kullanılan klişeler ile, zayıf biçimde sergileniyor. Ayrıca, "kasaba sosyetesi"ni oluşturan insanların, özellikle de kadınların içinde bulunduğu cinsel çıkmazlar, bu insanların sahip olduğu, katı ama aynı zamanda yozlaşmış ve yapay ilişkilerin eleştirilmesi amacını taşımasına rağmen (ki, bu ilişkiler, özellikle ev sahibinin karısı olan eski pavyon şarkıcısının Nilgün'e beslediği cinsel arzuyla aktarılmaya çalışılıyor), bayağı bir cinsellikten öteye gidemiyor. Nilgün'ün, toplumsal baskı sonucu kendisinden uzaklaşan Havva'yı görmek için vizite parasını ödemesi ile, insanlar arası ilişkilerin giderek ekonomik bir boyut kazandığı gerçeği gözler önüne seriliyor. Birbirlerine sığınma içgüdüsüyle başlayan ilişkilerinin, giderek farklı bir boyut alması ve daha sonra İstanbul'da yaşamaya karar vermeleriyle, olayın gerilimini yükselten çatışmalar başlamış oluyor.

Buraya kadar geçen bölümlerde, kasaba ortamındaki Nilgün ve Havva'yı tanıyoruz. Oysa İstanbul'a geldikten sonra, her ikisi de gerçek kişiliklerini daha somut bir biçimde ortaya koyuyor ve istemedikleri halde, gerçekleri görmeye başlıyorlar. Filmin bu aşamasında, çok önemli bir estetik sorunsal ortaya çıkıyor. Duygusal platformdan iyice sıyrılıp, cinsellik boyutunun gündeme gelmesiyle, yani iki kadın arasındaki sevişme sahnelerinde, yönetmen Atıf Yılmaz, büyük bir çıkmaza sürükleniyor. Erotizm ile pornografi arasındaki ince çizgiyi fazlasıyla aşarak, tamamen duygudan yoksun, salt içgüdüsel bir cinsellik içine gömülen film, başından itibaren süregelen sevgi dolu cinselliğin pornografiye dönüşmesiyle büyük yara alıyor.

Özellikle '80 sonrası yaptığı filmlerle, kadının toplumsal kimliğini ve yerini sorgulamak amacına yönelen Atıf Yılmaz, bu filminde, diğer çalışmalarından farklı olarak, kent filmlerinden sonra "kasaba duyarlılığına dönüş yapıyor. Ne var ki bunca zamandır gösterdiği çabalar içinde örneklerine pek çok defa rastladığımız bir çıkmazdan kendisini yine kurtaramıyor. Filmindeki karakterler, kadın olmaktan, kadının gerçek sorunlarından uzak, cinsel kimliklerinin yanlış izdüşümleri altında yok olup gidiyorlar.

Düş Gezginleri"nin en tutarsız yanlarından birisi de, her iki karakterin, ilişki süresince birbirlerine üstünlük kurmaya çalışmaları ve karşı cinsi de kullanarak, aralarındaki iktidar mücadelesinde başarılı olmaya çalışmaları. Gerçekliği derinlemesine irdelendiği takdirde, yapısı gereği asla bu tür mücadeleleri barındırmayan "kadınlar arası" ilişkilerin, yönetmen Atıf Yılmaz tarafından gereğince özümsenemediği böylece su yüzüne çıkmakta ve her iki tarafın da birbirini, çevrelerindeki erkekleri kullanmaktan öteye gitmeyen, düzeysiz, gerçekliği son derece zayıf bir ilişkide yok etmesi sonucunu doğurmaktadır. Böylece ortaya, estetikten uzak, inandırıcılığı olmayan, sıradan kadın erkek ilişkisine benzeyen bir lezbiyen ilişki çıkıyor.

 Temel karakterler olan Nilgün ve Havva'nın tüm estetik yükünü sırtlarında taşıyan Meral Oğuz ve Lale Mansur'un oyunculuklarına gelince: Film boyunca kendisini somut bir tiyatral üslubun etkisinden kurtaramayan Meral Oğuz, gereksiz bir abartı sergiliyor. Gerek mimiklerindeki, gerekse jestlerindeki yoğunluk ve sevimsizlik, oyunculuğunu bir hayli zedeliyor. Lale Mansur ise, ilk büyük oyunculuk denemesi olmasına karşın, çok özverili ve samimi bir tavırla, "gerçekten kayda değer bir performans kaydediyor. Mansur, "yaşam gerçeğine yenik düşmüş zavallı fahişe"den, "kent gerçeğiyle acımasızlaşan sokak kadını"na varış sürecinde, oldukça doğal, derinliği olan bir oyunculuk ortaya koyuyor. Zaten bu samimi çaba, kendisine, 29. Antalya Film Festivali'nde haklı olarak "en iyi kadın oyuncu" ödülü getirdi. Diğer oyuncuklar içinde özellikle kasabadaki ev sahibi rolünde Yaman Okay ve İstanbul'daki komşu Olay rolünde Deniz Türkali dikkat çekiyor. Yaman Okay, sert görünüşünün altındaki bayağı karakteriyle, olaylara ve insanlara yaklaşımıyla ev sahibini, tam bir vodvil oyuncusu tarzında canlandırıyor. Deniz Türkali'nin Olay karakteri ise, filmin en sıcak tiplemelerinden biri. Samimiyeti ve saf görüntüsünün altındaki kurnazlığıyla, perdede kısa bir süre görünmesine rağmen, izleyiciyle çabucak ilişki kurabiliyor.

 Gerek görüntü çalışmasının kalitesi, gerekse ışık ve çevre düzenlemesi açısından taşıdığı özelliklerle sıra dışı bir anlatım yakalama kaygısı taşıyan film, aynı zamanda senaryoya da katkıda bulunan Atıf Yılmaz tarafından, iki kez bitirilmek istenmiş, ama ancak üçüncü bir "final"le bitirilmiş. tık "final", Havva'nın Nilgün'ü yatakta sevgilisiyle yakalaması, ikinci "final" ise, Nilgün'ün son bir ümitle gittiği arkadaşının evinde Havva'yı bulamayışıyla gerçekleşiyor. Ama film, Nilgün'ün sokakta müşteri beklerken bulup eve getirdiği ve sevişmek istediği Havva'nın gerçek bir sokak kadını olduğunu anlamasıyla nihayete eriyor. Filmin genelinde sürüp giden kararsızlık, finalin gereksiz yere uzatılmasıyla da belirginleşiyor. Büyük ümitlerle geldiği 29. Antalya Film Festivali'nden, sadece, Lale Mansur'un aldığı "en iyi kadın oyuncu" ödülü ile dönen "Düş Gezginleri" , kasabada başlayan ilişkinin kentte de sürebileceği düşünden aldığı adıyla, düşten gerçeğe uzanan süreçte, çaresiz acıların zaman içinde ancak buruk gülümseyişlere dönüşebildiğini kabullenmek zorunda kalmış bir film... “Esra OKTAY Antrakt Sinema Dergisi Aralık 1992”

&  Atıf Yılmaz, Türk sinemasının en verimli ve ilerleyen yaşına karşın en "genç" yönetmeni olmayı sürdürüyor. Bu üretken sanatçımızın ilerde yazılacak (ve artık yazılması gereken) bir kitapta, çeşitli başlıklar altında toplanacak. Köy filmleri, kasaba filmleri, kadın filmleri güldürüleri, vs. Bu bölümlerden birine ise belki de "cinsel kışkırtma filmleri," demek gerekecek. Çünkü , zaman zaman cinsel açıdan yüklü, gözü pek ve yürekli filmlerle ortalığı sarsıyor. Ne bu tür filmleri (Dağınık Yatak, Dul Bir kadın, Kadının Adı Yok), tam anlamıyla inanarak anlatılmış öykülere, özümlenmiş ve billurlaşmış cinsel önerilere sahip olmadıkları İçin, ancak ortalığı sarstıklarıyla ve açtıkları polemiklere kalıyor, iddiaları ölçüsünde başarılı filmlere dönüşemiyorlar. Duş Gezginleri de bize sorarsanız bir tür Atıf Yılmaz filmlerinin son halkası. Düş Gezginleri, Atıf Yılmaz'ın hakkını vermeli, kimsenin gözünün yaşma bakmadan, toplumun yerleşik değer ölçülerini filan takmadan, sözünü sonuna dek giderek söyleyen ve bize açıkça lezbiyen bir aşk Öyküsünü tam bir açık sözlülükle anlatan bir film. Bu açıdan, bu konuda bu denli dürüst ve açık bir filmi henüz yapmamış olan Batı toplumları için bile ilginç, giderek çarpıcı bir film sayılabilir. Bu tür bir filmin, Osmanlı'daki "harem ilişkileri" nedeniyle konuya yabancı olmayan ve ünlü ozan Safo'nun ([1])yaşadığı adaya da çok yakın bulunan bir ülkeden gelmesi de şaşırtıcı sayılmayabilir…

Yine de Düş Gezginleri'nin insanın ağzında buruk bir tat bırakan, inandırmayan doyurmayan, cinsellik sömürüsü kokan bir film olduğunu düşünüyorum. Ve filmin içerdiği cinsel gözü peklik, bu nedenle bana çok etkili gelmiyor Çünkü filmde aldığı zor ve karmaşık konulara, cinsellik üzerine yeni, modern ve gözü pek bir bildiri sunmak amacına uygun düşen bir düşünsel açıklık yok. Hatta tam tersine, tam bir kafa karışıklığı var gibi...

Bir kez kişiliklerin çizilişinde tam bir kargaşa var. Doktor Nilgün, film boyunca o tutucu olduğu varsayılan kasabada oldukça açık saçık giyinen aşırı serbest davranan, Havva'ya cinsel açlığını adeta saldırarak belirten bir kişilik. Nilgün'ün, saygın görünümü ve mesleği ardında, cinsel açıdan doyumsuz arayışlar içinde olan bir kadın olduğu söylenebilir. Ancak genç kadının kişiliği, cinsel eğilimleriyle birlikte hiçbir zaman gerçek anlamda ortaya çıkmıyor. Gerekli psikolojik çalışmadan yoksun yaşamayan bir kişilik, doktor Nilgün…  

AnjelikHavva kişiliği, biraz daha tutarlı. Havva'nın yoksul çevresinde genelev yaşamına yönelmesi de, bu yaşam içinde erkeklerden nefret ederek bir kadın kadına ilişkiye dalmak istemesi de anlaşılabilir. Ama anlaşılmayan, Havvanın bu ilişkiyi koparmak ve "kaldırımlara düşmek" için gösterdiği acele... Aslında bizim için anlaşılması güç olsa da kendileri için eşsiz ve de mutluluk veren bir ilişki kurmuş olarak gösterilen iki kadının, en bayağı ve sıradan bir İlişkinin bile kopmasına neden olamayacak düzeyde klasik ve incir çekirdeği oldurmaz nedenlerle ayrılmaları da öykünün inandırıcılığı olmayan yanlarından biri.

Kişilikler düzeyindeki bu kargaşanın daha vahimi, bizce kasaba ve kasaba ahlakı düzeyinde yapılıyor. Atıf Yılmaz ve arkadaşlarının bu "kasaba ahlakında neyi eleştirdikleri ve tam olarak nasıl bir ahlak önerdiklerini anlamak mümkün değil. Doktor hanımın ev sahibinin genelev kadınına "saldırması", gençlerin bir gece önce genelevde yattıkları bir kadnın arkasından ıslık çalmaları, doktor hanımın genelev kadınıyla dostluk kurmasının tepkilere yol açması vb. şeyler mi eleştiriliyor? Atıf Yılmaz ayda mı yaşıyor? Genelev kadınının, bir insan olarak elbette her koşulda bir İnsan davranışı görmesi gerektiği dışında, ayrıca "mesleğiyle" de saygı görmesini, saygı görerek ortalarda dolaşmasını küçücük bir çevrede bir doktor hanımın evine yerleşmesinin normal karşılanmasını mı öneriyor? Eh, bir de o kasabalara "tenis sahaları" açılsa. Atıf Yılmaz'ın yanı sıra Çetin Attan da pek memnun olurdu!...Ya da "azgın maço" ev sahibinin karısının doktor hanıma yaptığı "lezbiyen avans" mı söz konusu ediliyor?

İşte köykasabalarımızda, maço erkekler yüzünden hanımlar kendi aralarında ilişkiye giriyorlar demeye mi getiriliyor? Eğer öyleyse, film yüklendiği sayılan cinsel özgürlük ve lezbiyen savunuculuğu mesajı içinde, doktor ile genelev kadının ilişkisini yüceltiyor da kasaba eşrafı hanımlarınkini niye küçümsüyor?

Velhasıl film bize çeşitli sorular sordurdu. Sahip olduğu varsayılan bildiri düzeyinde açık berrak, ayrıntılarda dikkatli olmayan bir film bu. Cinsellik dahil her alanda özgürlüğe yandaş olduğumuz için, bu filmi de bir ölçüde savunuyoruz. İnsanların kafalarındaki tabuları yıkmaya yönelik her şey makbulümüz. Ancak bilinçle, bilgiyle, özenle yapılmış, tutarlı ve bütünsellik taşıyan bir film yerine, aceleye getirilmiş, giderek yanlış mesajlar veren bir film de sonuç olarak davasına yarardan çok zarar getirir diye düşünüyoruz doğrusu... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”

 



[1] Safo: Lezbiyen deyimi ünlü Yunan kadın şair Safo'ya kadar gider. Safo'nun tarihsel belgelere göre bu adada kadınlarla cinsel ilişkiler kurduğu ve onlara aşk şarkıları yazdığı bilinir. Erinna ve on yedi yaşındaki Attthis, Safo'nun aşık olduğu bakirelerden ikisidir sadece. Kuşkusuz kadınlar arasındaki cinselliği, tarihsel serüveni içinde ilk oluşturan Safo değildir. Çünkü, Safo'dan önce de vardır ve Yunanlı asil kadınlar arasında bu tür ilişkiler yaygındır. Bir efsaneye göre, karasevda uğruna Lesbos'u terk edip Korfu Adası'nın kayalıklarından kendini denize atan gönlü yaralı Safo, yalnızca sevicilik eyleminin ünlü bir simgesi oldu. İşte bu eylemin bir adı da “sofizm”dir. Ve söz konusu deyim safo’dan gelir. (Agah Özgüç, Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi)

 DÖNERSEN ISLIK ÇAL (1992) 

Yönetmen: Orhan Oğuz, Senaryo: Cemal Şan, Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz, Yapım: Uğur Film/Memduh Ün Müzik: Onay Oğuz, Senaryo Danışmanı: Nuray Oğuz, Kurgu: Nevzat Diişiaçık, Koordinatör: Kadri Yurdatap, Sanat Yönetmeni: Esra Avcı Tuncer, Sanat Yönetmeni yrd.: Atilla Türkantoz, Yardımcı Yönetmen: Cemal Şan, Yönetmen Yrd.: Uğur Ün, Makyöz ve Makyaj: Suzan Kardeş, 1. Kamera Asistanı: Cenap Cevahir, 2. kamera Asistanı: Yalçın Sayın, Prodüksiyon Amiri: Günay Girik, Işıkm Şefi: Süleyman Çekiç, Işık Grubu: Halil İbrahim Çekiç, Yavuz Özdemir, Set Amiri: Hüseyin Ünlü, Set Grubu: Alaaddin İzgün, Cem Erden, Seslendirme Yönetmeni: Ersin Sanver, Ses Yönetmen Yrd.: Berrna Terzierol, Ulaştırma: Ali Aras, Hikmet Çöl, Jenerik: Özkan Sevinç, Laboratuar: Yahya Öztürk, Mustafa Oruç, Ses Kayıt: Ercan Okan, Görsel Efekt ve miksaj: Erhan Aktaş, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, (Kültür Bakanlığı Katkılarıyla) Fono Film laboratuarında hazırlanmış ve seslendirilmiştir.

Oyuncular: Fikret Kuşkan (Travesti), Mevlüt Demiryay (cüce), Menderes Samancılar (pezevenk), Derya Alabora n(fahişe), Ferment Yönel (Madam Lana), Konuk Oyuncular: Memduh Ün (bardaki adam), Orhan Elmas (öteki adam), Günay Girik (taksi şoförü), Cihan Bıkmaz, (hizmetçi), Travestiyi dövenler: Murat Kurtuluş, Ali Sarıbaş, İlker Balcı, Cüceyi Dövenler: Serdar Akar, Sencer Aydın, İbrahim Bender, Samim Meriç (cücenin babası), Sırrı Elitaş (bardaki doğulu), Enver Dönmez (bardaki ikinci doğulu), Ali Zebil (Ajans sahibi), Alaaddin İzgün (ajans sahibi yrd.), Fuat Onan (türkücü), Cafer Atalay (2. cüce), Cahit Akat (Ajanstaki travesti), Adnan Türe (bıçaklanan adam), Halil Ece (bıçaklayan adam), Yüksel Yılmaz (1. polis), Günay Kayar (2. polis), Asiye Murtaza (cüce kadın), Yıldız Balıkçıoğlu (genç fahişe), Emel Uludağ (yaşlı fahişe), Olcay Çilenti (artist adayı),

Konu: Beyoğlu'nun arka sokaklarında barmenlik yaparak yaşamını sürdüren bir cüceyle, fahişelik yapan bir travestinin dramatik öyküsü. Toplumun dışladığı bu iki marijinal tipin tanışması karanlık ve pis sokakların birinde gerçekleşir. Cüce (Mevlüt Demiryay), iş çıkışı evine dönerken, sokak serserilerinin saldırdığı ve gerçek bir kadın sandığı travestinin (Fikret Kuşkan) hayatını kurtarır. Gerçekte onu kurtaran, cücenin, o tehlikeli sokaklarda ve gecenin karanlığında kendisini korumak için boynunda taşıdığı düdüktür. Düdük' seslerini duyan serseriler kaçıştıktan sonra, travestiyi evine alır. Ne var ki, evinde misafir ettiği "kadın"ın aslında bir erkek olduğunu anlayınca büyük bir şaşkınlık geçirir. Ama, yaşamını tek başına, yalnızlığını ise balkonundaki köpekleri ve boynundaki düdüğüyle paylaşarak sürdüren cüce ile, başlangıçta iğrendiği, nefret ettiği travestinin arasında duygusal bir dostluk gelişecektir. Ve bu güzel dostluk ; ne acıdır ki, o çirkin dünyanın sonunda onları birbirlerinden ayırana dek sürecektir...

ÖDÜL:

 SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) 1993 seçimlerinde;

►Derya Alabora "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu",

7. Adana Altın Koza Film Festivali'nde (1993)

►Mevüt Demiryay" Jüri Özel Ödülü",

Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) ÇASOD (1993) seçiminde

►Fikret Kuşkan En İyi Erkek Oyuncu",

Kültür Bakanlığı Sinema Başarı Ödülü" (1993).

& Aşağı yukarı her senaryoyla ödül kazanan Cemal Şan, kağıt üzerinde bile belirli görselliğe sahip, yönetmene büyük fırsatlar tanıyan bir iş çıkarmış. Orhan Oğuz da, "Herşeye Rağmen"den sonra bir kez daha, insanların küçük dünyalarına nüfuz edebilmekteki başarısını sergiliyor. "Gizli Yüz "ün başarısında küçümsenemeyecek bir paya sahip olan Fikret Kuşkan da travesti rolüyle bir oyuncu olarak sağlam tekniği ile yeteneğini ortaya koyuyor. Filmin sürprizi ise rolünde Mevlüt Demiryay'ın oyunu. (Mehmet Açar, Nokta d., 21 Şubat 1993)

& Marjinal kişi ve yaşamlara el atmak da "modern" olmanın, "güncelliği izlemenin", giderek başarılı olmanın koşullarından biri sayılır oldu» Ama o denli kolay mı? Dönersen Islık Çal'ı izlerken hüzün içinde bunları düşündük. Beyoğlu, Beyoğlu'nun gece hayatı, Caddei Kebir'in yanı başında uzanan, çoğumuz için en azından geceleri "girilmez" olan yan sokaklarda yaşanan bir dram,.. O yaşamın kıyısına itilmiş küçük insanlar, yosmalar, pezevenkler, dönmeler, oğlanlar, "hayat kadınları", küçük hırsızlar, söğüşçüler, üç kâğıtçılar, uyuşturucu tutkunları. Ve başkaları. Ne zengin bir malzeme, ne yoğun bir esin kaynağı, değil mi? Bu yoğunluktan sanatçı süzgeçleriyle gerekli besini alabilmek, zaten kendiliğinden dramatik ve "pitoresk" olanı, bir sanat eserinin kendine özgü kalıplarına dökebilmek koşuluyla,,.


Dönersen Islık Çal, ne yazık ki bunu yapamıyor. Kişilerin ve çevrenin hazır çekiciliğiyle yetinmek durumunda kalıyor. Çokluk gece veya sabaha karşı çekilmiş "kadınsız Beyoğlu" görüntülerine, arka sokaklarda her an olabilecek dramlara, işlenebilecek cinayetlere, hiç düzeyindeki insan yaşamlarına sığınıyor. Ön planda ise bir cüceyle bir dönemin ilişkilerinin, seyirciyi tavlamak için yeterli olacağı varsayımına,,,

Ancak perdeden zekâ ve duyarlılık ürünü hiçbir şey geçmiyor. Ne gerçek bir sinemasal değer içeren tek bir sahne, ne bir cüce ile bir travestiden beklenebilecek olanın dışında tek bir çarpıcı, farklı, değişik konuşma... Oldukça ahlaklı ve ahlakçı, Beyoğlu'nda bir dönme keşfedince pek şaşıran bir cüce ile ağzını her açtığında en klasik "ibne jargonu" boşaltan bir dönme, bu filmi, kişileri ölçüsünde marjinal kılmakta son derece yetersiz kalıyorlar.

Cüce Mevlüt Demiryay, gerçekten de çok iyi. Zavallı Fikret Kuşkan ise saçlarını kazıtıp kadın kılığına girmekle gösterdiği "özveri"nin karşılığını hiçbir biçimde alamıyor. Çünkü senaryonun ve yönetmenin ona biçtiği rolde, bir kişilik, bir karakter oluşturmak için hiçbir olanak yok. Beyoğlu'nun arka yüzü gibi bir filmden bu denli sıkıcı bir nesne çıkaranları bir marjinaller hikâyesinden nasıl özgün bir dünya yaratılabileceğini görmek için ekip halinde Barton Fink filmini (en azından 5 kez) izlemelerini isterdim. “ Atilla Dorsay, “Sinemamızın Çöküş Yılları ve Rönesans