Powered By Blogger

4 Kasım 2022 Cuma

 

 

SESSİZ KARANLIK (1992) 

Senaryo ve Yönetmen: Samim Utku, Görüntü Yönetmeni: Ali Engin, Yapım: Metro Film/Zeki Kafalı

Oyuncular: Nazan Saatçı, Reha Yeprem, Tolga Aşkıner, Akın Tunç, Şeref Umut, Hakan Ergeç

Konu: Zengin bir kadınla onu öldürmek isteyen kocasının öyküsü.

 

SARI TEBESSÜM (1992)


Senaryo ve Yönemen Seçkin Yaşar, ([1]) Görüntü Yönetmeni: Ümit Ardabak Müzik: Müzikotek, Yapım: Doku Film/ Ünal Küpeli, Seçkin Yasar 2. Yönetmen Yardımcısı: Ayşe Sezgin, Kamera Asistanı: Ahmet Servidal, Yapım Yardımcısı: Akar Çatalkaya, Sanat Yönetmen Yrd.: Ali Özgüley, Makyöz: Neslihan Atabaş, Kuaförler: İrfan Şafak, Ünal İlgören, Set Fotoğrafçısı: Serpil Yılmaz, Set Şefi: Mehmet İnci, Işıkçılar: Haydar Tuna, Hikmet Aydın, Setçiler: Hürrem Şeker, Adnan Yurdaer, Ulaşım: Hüseyin İnanç, Dublaj Yönetmeni: Ersin Sanver, Jenerik: Hilmi Güver, Sait Dinek (Sineoptik), Film Baskı: Mustafa Koç, Orhan Turgut, Film Yıkama: Ufuk Kayar, Selim Sınmaz, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Sinefekt Film laboratuvarlarında hazırlanmış ve Şafak Film stüdyosunda seslendirilmiştir. (Kültür Bakanlığı ve Kodak katkılarıyla)

Oyuncular: Şahika Tekand (Eda), Mahir Günşiray (Erdal), Levent Özdilek (İdris), Zuhal Gencer (Leylâ), Güner Özkul (Elâ), Kutay Köktürk (Aykut), Suna Selen (Güzin), Orhan Alkaya, (Enis) Ayşen Savaşkan (Yasemin), Ece Uslu (Neşe), Nilgün Üstün (Şükran), Güven Turan (Eleştirmen), Tarık Günersel (Haluk), Ayşenur Kocatopçu (İsris’in sekreteri), Dilek Demir (Aykut’un sevgilisi), Taner Çelensü (Erkek Müşteri), Benan Akosman (Kadın Müşteri), Sezen Buyurman (Kadın Dansçı), Tayfun Sav (Erkek dansçı), Ayşın Candan (Bardaki 1ç kadın), Ece Geçergil (Bardaki 2. kadın), Şebnem Önal, Erda’nın hizmetçisi), Nebahat Öztekin ( Güzin’in hiametçisi), Ünal İlgören (Cafedeki garson),

Konu: Eda (Şahika Tekand), bir resim galeriisinin sahibidir. Çevresinde sevilen bir şair olan kocası İdris (Levent Özdilek), bir kuuruluşun da sanat danışmanıdır. Bu entelllektüel çift, düşünsel açıdan uyum sağlamalarına karşılık, özellikle de Eda, cinsel yaşamında içten içe büyük bir mutsuzluk yaşamaktadır. Çünkü, İdris, alkolik ve iktidarsızdır. Kocası iş için Paris'e gittiğinde Eda, bir gece, alkolün de etkisiyle yakın dostları ressam Erdal (Mahir Günşıray) ile yatar. Bu ilişki giderek tensel bir tutkuya dönüşür. İki erkek arasında kalan Eda, cinsel aç lığını Erdal'ın yatağında giderirken, yine de kocasını sevmektedir. Ne var ki, Eda'ya tek başına sahip olmak isteyen Erdal, İdris'i kıskanmaya başlar. Bu ilişkiler sürüp giderken Eda, aralarındaki şiddetli tutkunun kendisini Erdal'ın şehvet kölesi haline getirdiğini fark eder. Ve Eda, sonunda Erdal'ı terk eder. (Agâh Özgüç)

ÖDÜL:

5. Uluslararası Ankara Film Festivali'nde (1993)

►Seçkin Yaşar ve İzzet Yaşar "Umut Veren Yeni Senaryo"
    ►Şahika Tekand "Seçiciler Kurulu Özel

&  Sçkin yaşar’ın merakla beklenen bu ilk filmi iktidarsız olduğu söylenen (oysa bizim gördüğümüz fılmde bu özelliği pek belirmeyen) bir şairle evli olan galeri sahibi bir kadının cinselliği genç bir ressam da bulmasının öyküsünü anlatıyor. Senaryo çok iyi oluşturuImamış. Çok benzer, giderek aynı durumların yinelenmesiyle dolu. (Belki gerçek yaşamda da böyledir, ama sinema, yaşamı alıp iki saatlik bir filmin ölçütlerine indirgeme sanatıdır.) Oyuncuların yönetimi de yer yer başıboş bırakılmış gibi. Işıklandırma, kurgu yanlışları da var. Ama sonuç olarak bu, bizce başarılmış bir ilk fılm. Yaşar öncelikle ele aldığı konunun ve kişilerin sonuna dek gitme, bizde hiç işlenmemiş ölçüde sert bir sadomazoşist ilişkiyi sonuna dek anlatma yürekliliğini göstermiş. Bunu yaparken de, sinemamızın gelenekselleşmiş kadın ve de (özellikle) erkek çekingenliklerini, "Oramı buramı göstermem, dilimi kullanarak öpüşmem, gerçekten seks yaparmış gibi davranamam ..."türünden karşı çıkışları önlemesini bilmiş. Karşımızdaki insanların gerçekkten tensel bir tutkuyu yaşadıklarını, ömürlerinin bir süresi içinde 'sekse teslim olduklanı' düşünmemek olanaksız. İşte erotik bir filmin olmazsa olmaz temel öğesi ... Sadece bunu başarabildiği için bile, ben kendi adıma Seçkin Yaşar'ı kutluyar, sinemamıza hoş geldin diyorum. Eğer erotizm ve kadın erkek birlikteliği üzerine fılmler yapmayı sürdürmek istiyorsa da, lütfen kimsenin dediğini dinlemeyip yoluna devam etsin! ...

&  Düşünsel ilişki mi, cinsel ilişki mi sorusunu getiren 'Sarı Tebessüm'ün neredeyse yarısı kapalı mekanlarda, bazı Hollywood filmlerine de gönderme yapılan, değişik yerlerdeki cinsel ilişki eylemlerine ağırlık veriyor. Oysa finalde, düşünce beraberliğinden yana nokta konuyor. Bu çelişkiyi sineye çeksek bile, oyuncu yönetimindeki yetersizliklerin yanısıra oyunculuk çabaları da müsamere düzeyini pek geeçemiyor. Sonuçta bu sadomazohist ilişki ve aşk üçgeni çeşitlemesi rahatlıkla hatta yer yer illgiyle seyrediliyor. (Sungu Çapan, Cumhuuriyet g., 10 Eylül 1993)


&  Seçkin Yaşar'ın ne yapmak istediği hiç belli değil. Belli ki o da bu dünyayı çok iyi tanıyor, bu dünyanın içinden geliyor. Ama "Sarı Tebessüm", yönetmenlerimizin büyük bir çoğunluğunun, dünya yıkılsa dönüp bakmayacaklarının bir kanıtı olmaktan öteye gidemiyor. Yat kalk, bunalım! Ortada "şehvetten kuduranlar" ölçüsü dışında bir şey yok. Yaşar'ın anlatmaya gücü yettiği, bildiği ve bilebildiği tek şey bu. (Tunca Arslan, Aydınlık g., 7 Eylül 1993)

& Eurimages temsilcimiz Faruk Günaltay'ın yapımcı ve yönetmenlerle yaptığı bir toplantıda, "Bu aşk üçgeni öykülerinden vazgeçin. Batı artık bunları izlemek istemiyor. Bunları yıllar önce yaptılar" dediği bir dönemde sinemamızın seyircisiyle iletişiminin bunca azaldığı bir dönemde, yeniden aşk üçgeni filmi çekmek, üstelik bunu çok kötü gerçekleştirmek, sinemamıza asıl darbeyi vuranların sinemacılarımız olduğunu düşündürüyor yeniden. (Tamer Baran, Antrakt d., s.: 26, Kasım 1993)

 

&"Tensel tutkuyu anlatabilmek, kuşkusuz usta işi bir biçim ve oyunculuğu gerektirir. Böyle, sırtını cinselliğe dayamış bir filmde, tutkuyu gösteren sahneler ön plana çıkmak zorundadır, ama "Sarı Tebessüm" filminde müsamere düzeyindeki oyunculuk, ne yazık ki filme ağır bir darbe daha indirmektedir. (Aslı Tunç, Antrakt d., s: 25, Ekim 1993)


& Sonuç olarak, "Sarı Tebessüm", bir ilk filmden beklenenden çok daha olgun sinema diline sahip bir ilk film. Ama iki ana karakterinde kastingi (Ankara'da jüri özel ödülünü hakkıyla olan Tekand hariç) bizzat hikayeyi baltalıyor (Bu arada, Zuhal Gencer'in çok başarılı olduğunu da belirtelim). Tabii, entellektüel bir çevrede geçen üçlü bir ilişkiyle ilgilendiğinizi varsayarsak. (Sevin Okyay, Nokta d., 5 Eylül 1993)


& Uzun yıllar ünlü yönetmenlere "asistanlık" yapan ve onlardan "feyz" alan Seçkin Yasar'ın "ilk" yönetmenlik denemesi olan Sarı Tebessüm biri kadın ikisi erkek üç kişi arasında yaşanan bir "aşk üçgeni" üzerine kuruluydu.

Film aynı zamanda sezonun gösterime giren "ilk" yerli yapımı olma özelliğine de sahipti. Dahası filmi Türkiye'deki Amerikan şirketlerinden biri olan Warner Bros işletiyordu. Warner Bros'un böyle bir karar almasında geçen yıl UIP (United International Pictures) film şirketi tarafından işletilen Seni Seviyorum Rosa ve Düş Gezginleri'nin sağladığı gişe başarılarının (!) da payı oldukça büyüktü. Ama unutulan ya da gözden kaçan nokta, bu filmlerin seyirci tarafından pek beğenilmemiş olmasıydı.

Her neyse başrol oyuncuları Şahika Tekand ve Mahir Günşiray'ın yataktan çıkmaya ve giyinmeye pek fırsat bulamadıkları bu film, gerek erotizme ve gerekse kadın erkek ilişkilerine oldukça "maço" bir gözle bakıyordu.

Daha gösterime girmeden üzerinde tartışılmaya başlanan filmi vizyona girdikten sonra izleyen herkes, filmin “9.5 Weeks” 9,5 Hafta'ya benzerliğinden bahsetmeye başladı. Ama asıl "tantana" arkadan geldi. Özel televizyonlardan biri, Sarı Tebessüm'ün gösterimde olduğu günlerde Zandalee adlı bir film yayınladı.

İşte ne olduysa o zaman oldu. Zandalee ile Sarı Tebessüm birbirinin aynıydı. Üstelik her yönüyle. Konusu, karakterleri ile, dramatik yapısı ile ve hatta diyalogları ile. Hani neredeyse iki film arasında "karbon kağıdı" varmışçasına "olur ama, bu kadar da olmaz ki" dedirten cinsten bir benzerlikti bu. Adeta tek yumurta ikizleri gibi. Ancak arada bazı farklılıklar olduğunu da söylemekte fayda var. En büyük fark ise iki film arasındaki "sanatsal" duyarlılık. Zandalee ne kadar sıcak ve duyguluysa, Sarı Tebessüm o kadar soğuk ve duygusuzdu. Bunu çok iyi analiz eden seyircilerin çoğu filmi daha yarısına gelmeden ya da yarısından biraz sonra "yarım" bırakarak kendilerini dışarıya atıyorlardı. Öyle ya da böyle yine de hatırı sayılır bir seyirci topluluğu tarafından izlenen Sarı Tebessüm zamanı gelip "miadı" dolunca da sessiz sedasız gösterimden çıktı. Ama erotizm in ve seksin neredeyse "peltesi"ni çıkaran bu filmin insanlara "offf' dedirten özelliği akıllardan çıkmadı, çıkmayacak. Yani kısaca gitti 500 milyon. (Nejat Çelik “Antrakt Sinema Dergisi” Haziran 1993 )

 


[1]  Mari Kornhauser’in eserinden, Sam Pillsbury’nin yönettiği ve 9 Mayıs 1991 yılında Almanya’da gösterime giren “Zandalee” isimli filmden uyarlama. Bu filmde başlıca rolleri; Nicolas Cage (1964), Judge Reinhold (1957) ve Erika Anderson (1963) oynamışlardır. (kyn: www.imdb.com) ,

 

ÖDEŞME (1992) 


Senaryo ve Yönetmen: Hasan Karcı, Görüntü Yönetmeni: Salih Dikişçi, Yapım: Burç Film/ Fedai Öztürk


Oyuncular: Yalçın Gülhan, Şehnaz Dilan, Tuğrul Meteer, Etem Çakır, Selahattin Fırat, Enver Dönmez, Hülya Konuk, Neslihan Sezer, Pervin Tekgül


Konu: Aynı fırında çalışan fakir işçi ve aynı mahallede yaşayan zengin olmayı hayal eden bir gençle fabrika soygununa katılırlar. Soygunda işçilerden üçü yakalanır. Onları teşvik eden Cengiz kaçmayı başarır. Hapse giren işçilerden biri hapiste ölür. Sekiz sene serbest kalan diğerleri Cengiz’i bulup intikam almak istemektedirler .

 

MAVİ SÜRGÜN (1992)


Yönetmen: Erden Kral, Senaryo: Erden Kral, Kenan Ormanlar, Elie Schellerer, Eser: Halikarnas Balıkçısı, (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Görüntü Yönetmeni: Kenan Ormanlar, Müzik: Timur Selçuk, Yapım: Kentel Film/Erden Kral, Kenan Ormanlar Türk – Alman – Yunan Ortak yapımı Yönetmen Yardımcısı: Güliz Kucur, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, (Eurimages, TRT ve Kültür Bakanlığının katkılarıyla).

Oyuncular: Can Togay, Özay Fecht, Ayşe Romey, Hanna Schygulla, Tattian Papamaoushou, Halil Ergün, Ali Sürmeli, Menderes Samancılar, Kürşat Alnıaçık, Mevlüt Demiryay, Can Kolukısa, Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Meltem Savcı, Sabriye Kara, Mehmet Çepiç, İlhan Kilimci, Levent Ülgen, Suavi Eren, Fatih Özses, Ali Düşenkalkar, Ali Çakalgöz


Konu
: Yıl 1925. Cevat Şakir'in Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının soruşturma yapılmadan idama mahkum edilmelerine karşı çıkan bir yazısı yayınlanır. Cevat Şakir ve derginin yazı işleri müdürü Zekeriya Sertel tutuklanıp Ankara istiklal Mahkemesi'nde yargılanırlar. Cezaları üç yıllık sürgündür. Cevat Şakir, Bodrum'a, Zekeriya Sertel ise Sinop'a gönderilir. Ankara'dan Bodrum'a tutuklu olarak bir buçuk ayda giden yazar, bu tren yolculuğu boyunca ilginç olaylar yaşar. Ve geçmişiyle de hesaplaşan Cevat Şakir, trende ona annesini hatırlatan bir kadınla, gezginci bir tiyatro topluluğunun baş oyuncusu Marie'yle tanışır. Daha sonra Bodrum'da tanıdığı köylü kızı Hatice'yle evlenir. Sürgün yaşamı büyük bir mutlulukla sürüp gider.

ÖDÜL:

30. Antalya Altın Portakal Film FestivaIi'nde (1993)
     ► "En İyi Film" ve "En iyi Yönetmen"

(Jüri Üyeleri: Orhan Aksoy, Tunç Başaran, Hülya Koçyiğit, Engin Cezzar, Atilla Dorsay, Nedim Otyam, Müfit Kayacan, Prof.Dr. Oğuz Onaran, Doç.Dr. Naci Güçhan

6. Uluslararası Ankara Film Festivali'nde (1994)

► Can Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu",

►Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"

► Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni

13. Uluslararası Istanbul Film Festivali'nde (1994)

► Mavi Sürgün "AItınLale Ödülü",

 

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1994)

► "En Iyi Film", "En İyi Yönetmen",

►Can Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu"

► Özay Fecht "En İyi Kadın Oyuncu",

►Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni

► Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"

 (Jüri Üyeleri:  Atilla Dorsay, Agah Özgüç, Sungu Çapan, Turan Aksoy, Sevin Okyay. Ali Ulvi Uyanık, Kamil Suveren, Coşkun Çokyiğit, Hayri Caner, Sadi Çiiingir, Saim Yavuz, Mehmet Açar, Tunca Arslan, Necati Sönmez, Uğur Vardan. Murat Özer, Gülenay Börekçi, Hülya Arslanbay, Uygar Şirin, Rekin Teksoy, Cumhur Canbazoğlu)

8. Adana Film Festivali'nde (1994)

► Mavi Sürgün "En İyi 3. Film"

►Yüreğir Belediyesi Özel Ödülü.

►Timur Selçu "En İyi Özgün Müzik Ödülü",

Kültür Bakanlığı (1994)

►"Sinema Başaarı Ödüıü",

Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1994)

►Can Togay "En İyi Erkek Oyuncu".

& Sarı Tebessüm fırtınasının hemen ardından Erden Kral'ın son filmi Mavi Sürgün'ü özel bir gösterimde izleme olanağı bulduk. Mavi Sürgün de Sarı Tebessüm gibi "devlet" güdümlü filmlerden biri. Dahası filme TRT bile ortak. Yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın namı diğer Halikarnas Balıkçısı'nın yaşamından bir kesiti perdeye getiren Mavi Sürgün'ün en önemli özelliği 20 küsur milyarı aştığı söylenen bütçesi. Ancak, gelin görün ki, filme "20 milyarlık film" demek mümkün değil. Bir dönem filmi olması açısından belki "ekstra" masrafları olabilir ama yine de filmin bütünü ele alındığında "20 milyarın biraz "şişirilmiş" bir rakam olduğu "açık" ve "net" bir şekilde belli oluyor.

Kullanılan negatif filmin miktarı, yapılan "sesli" çekimlerin masrafı, yurt dışındaki "laboratuar" hizmetleri de göz önüne alınsa yine de 20 milyara ulaşmak biraz güç gibi görünüyor. Şimdi bazı çevreler Antalya'da ödül kazanan bu film hakkında böyle yazıyoruz diye bize cephe alabilirler ama "görünen köyün kılavuz istemediği" de bir gerçek.


Bu noktada hemen bir kıyaslama yapmakta fayda var. Sinan Çetin geçen yıl tamamını Almanya'da "sesli" olarak çektiği ve "yüzlerce" kutu negatif film harcadığı Berlin in Berlin'i yaklaşık 5 milyar liraya "mal" ederken, Ziya Öztan TRT adına iki yıldır uğraştığı Kemal'in Askerleri/Kurtuluş adlı diziyi, şehir ve kasaba dekorları kurarak, teknik işlemlerini yurt dışında yaparak 35 milyara "mal" ederken, Mavi Sürgün'ün nasıl oluyor da 20 küsur milyarlık bir film olduğu "bağıra, bağıra" söyleniyor? Bilemiyoruz.

Ama yapımcılar para olmadığından Kültür Bakanlığı, Euroimages ve TRT gibi kurumlar işe ortak edilerek maliyetin % 20'si garanti altına alınmış. Tabii söz konusu bu kurumlara verilen rapora göre filmin maliyeti 20 küsur milyar. Bu paranın büyük kısmının da döviz olduğunu düşünürseniz, buyurun % 20'sini siz hesap edin!..

Hepsi bu kadar da değil. Bir de filmin anlatım "sorunu" var. Hikaye Halikarnas Balıkçısı'nın yayınlanan bir yazısından dolayı Bodrum'a sürgün edilmesini konu ediniyor. Ana tema bu. Ama Bodrum filmde pek yok. Daha doğrusu film bir tür "yol" filmi. Cevat Şakir, Bodrum'a geliyor, film bitiyor. Filmin tamamı neredeyse TRT'nin sağladığı "kara tren"de geçiyor. Eee dedik ya TRT filme ortak.

Bütün dünya Cevat Şakir'i "Halikarnas Balıkçısı" olarak tanırken filmde bu lakabın nereden geldiği, kim tarafından verildiği ve ne zaman verildiği hakkında hiçbir bilgi yok. Ama en acısı Bodrum yok, Bodrum'daki Halikarnas Balıkçısı yok. Sadece Cevat Şakir var. Bir de "kartpostal" güzelliğinde görüntüler. Oysa hepsi birden olsaydı, daha iyi olmaz mıydı ? Şüphesiz, ama o zaman bu filmin maliyeti gerçekten "20 küsur milyar''ı bulurdu!.. (Nejat Çelik “Antrakt Sinema Dergisi” Haziran 1993 )


& Erden Kıral'ın temaları ve anlatım özellikleri açısından artık sinemamızın sayılı auteur'leri arasında olduğuna kuşku yok. Kıral, Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün adlı öz yaşamsal romanında, kendi temalarını bulmuş sanki: Fiziksel bir yer değiştirmeyle koşut bir iç yolculuk, yabancı ve aykırı bir çevrede kimlik arayışı, ilkel davranışlar ardında belki de asıl "uygarlık" olan bir yaşam biçimi ...


Osmanlı'nın son yıllarında tam bir aristokrat olarak yetişen, yüzyılın en büyük dönüşümlerinden biri önünde kendi kişisel öyküsünü ya şayan, annesine aşırı tutkusu ile babasına inanılmaz nefreti arasında bölünmüş ve sonunda "baba katili" olmaya dek gitmiş bir sorunlu kişilik Cevat Şakir... "Cumhuriyet düşmanı" bulunan bir yazısından sonra yargılanıp sürgüne mahkum edilmiş ve nazlı bir gül gibi yetiştiği İstanbul ortamından kopartılıp kendi halinde bir Ege kıyı kasabasına gönderilmiş.. Orada doğasıyla, insanıyla, arkeolojisiyle, tarihiyle gerçek Ege'yi keşfetmiş. Kendisini doğaya ve denize adamış sade insan yaşamlarının özünü kavramış ... Ve bu daha basit, daha yalın, daha "ilkel" olanı benimseyerek kendini aşmayı, kendini yüceltmeyi, "süblimasyon"a ([1])  erişmeyi denemiş ...

Film, Cevat Şakir'in bir zamanlar girdiği bir tarikattaki "çile"sinden bir görüntüyle açılıyor. Ve benzer bir görüntüyle kapanıyor. Balıkçı, öykünün sonunda artık "çile"nin sonuna gelmiş, kişiliğini değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Aradaki tüm olup bitenler ise, bunun öyküsüdür.

Erden Kıral, bu öyküyü bir ölçüde serbest biçimde uyarlarken, en uygun sinemasal karşılıklarla görselleştirmeyi başarıyor. İstiklal mahkemelerinin ortalığa saldığı korku, yıllardır süren savaşlardan yorgun, bezgin bir halk, radikal değişimlerin kaçınılmaz sancıları... Tüm bunlar, ekonomik, ama özlü sahnelerle ustaca veriliyor. Odak noktasında, öğrenmeye açık meraklı kişiliğiyle genç Cevat Şakir duruyor. Itır çiçeğinin özelliklerini öğrenirken, jandarmaların gerçek halk çocuğu yüzlerini keşfederken veya trendeki kumpanyanın geçkin Levanten oyuncusunda, annesine onca benzemesine karşın (belki de onca benzediği için) geçici bir sevdanın lezzetini bulurken, onu da gerçek ve ilginç kişiliğiyle tanıyoruz.

Ancak ikinci yarıda işler biraz bozuluyor. Çünkü bu bölümde, Türk toplumunun çağdaş nostaljilerinden birini oluşturan Bodrum söz konusudur. Cevat Şakir, kendi kendisini Ege uygarlıklarının iz sürücüsü ve bu uygarlıkların devam çizgisinin amansız avcısı Halikarnas Balıkçısı'na dönüştürürken, sürgün yeri Halikarnas'ı da Türk aydınının Ege uygarlıklarını ve Ege usulü yaşamı keşfedeceği "tatil kenti" Bodrum'a dönüştürecektir. Ve Türk aydını, bu filmde, elbette ki bu serüvenin en azından temellerinin atılmasını görmek isteyecektir.

İşte filmde bu dönüşüm yok... Veya çok çabuk geçiştiriliyor. Balıkçı'nın Bodrum'la ve oranın insanıyla tüm ilişkisi, neredeyse yalnızca Emine ve Hatice'yle ilişkilerine indirgeniyor: Balıkçı, "veresiye Emine"yi, tüm düşkünlüğü içinde insan olarak kabul ediyor, ona yardım etmeye çalışıyor. Hatice'yi, bu temiz, saf ve güzel köylü kızını ise eş olarak seçiyor. Bu ilişkiler, incelikle, oya gibi verilmiş. Ama seyircide Bodrum'un oluşumuna değin merakı tam olarak doyurmuyor. Yine de, sonuç olarak Mavi Sürgün, Türk siinemasının son yıllardaki en başarılı filmlerinden biri... Erden Kıral'ın görüntülere egemenliği, psikolojik bir filmle bir "dönem filmi"ni, bir tür "destan" tarzını belli bir bireşime ulaştırmadaki başarısı açık. Orhan Oğuz'un görüntüleri ve Timur Selçuk'un, yer yer Vivaldi esintileri taşısa da, kendi başına bir müzik olayı sayılması gereken ve filme müthiş katkıda bulunan çalışması, son derece usta işi. Ve de, kuşkusuz, oyuncular. Tüm roller, küçüğünden büyüğüne çok iyi seçilmiş, oynanmış ve yönetilmiş. Ama özellikle Can Togay'ın görkemli Cevat Şakir kompozisyonundan, Almanya'da yaşayan Türk oyuncular Ozay Fecht ve Ayşe Romey'in oyunlarından söz etmek gerekir.

Türk sinemasının günümüzde hangi düzeye ulaştığını, artık "hangi kulvarda yarıştığını" merak edenler, Mavi Sürgün'ü mutlaka görmeli. “tilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 115”

& Ustası Yılmaz Güney'in ve döneme damgasını vuran toplumcu gerçekçi sinemanın etkisinde çektiği ilk filmlerinden bu yana, bağımsızlığını korumaya özen göstermiş, yalnızca inandığı, kişisel bağlar kurduğu hikayeleri anlatmayı seçmiş bir sinemacı Erden Kıral. "Kanal" (1978) ve "Bereketli Topraklar Üzerinde" (1979) gibi, kırsal kesim insanlarının hikayelerine odaklanan filmler çektiği kariyerinin ilk döneminden, daha felsefi, daha kavramsal ve daha içe dönük bir sinemaya yöneldiği ikinci dönemine dek bütün filmlerinde en gerçekçi, en basit, en sade ve en estetik anlatırma ulaşmaya çalıştığını açıkça görüyoruz. 1993'de çektiği "Mavi Sürgün" ise, yönetmenin üslup arayışlarına, iç hesaplaşmaların, felsefi tartışmaların ağırlık kazandığı filmlerle devam ettiği ikinci dönemine ait. 1982'de çektiği "Hakkari'de Bir Mevsim"den sonra yönetmen, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı malum koşullar nedeniyle iki filmi yasaklanmıştı. Türkiye' den ayrılmak zorunda kalmış ve bir tür sürgün hayatı yaşamıştı. Bu filminde de hepimizin çok iyi tanıdığı ünlü bir sürgünün hikayesini anlatıyor: Resimli Hafta dergisinde yayımlanan bir yazısı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum'a sürgüne gönderilen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hikayesi. Cevat Şakir'in kendi yaşam öyküsünü kaleme aldığı "Mavi Sürgün" romanını temel alan film, yazarın İstanbul'dan Bodrum'a uzanan yolculuğuna koşut ilerleyen trajik bir iç yolculuğun hikayesi. Romanı okuyanlar ya da Cevat Şakir'in yaşamına bir şekilde aşina olanlar için içine girmesi daha kolay bir film olduğunu söylemek lazım.

Cevat Bey, köklü bir aileden gelen, iyi eğitim görmüş genç bir yazardır. Kurtuluş Savaşı'nın devam ettiği günlerde, idam edilen asker kaçaklarından biriyle ilgili yazısı nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum' da kalebenliğe mahkum edilir ve sürgün yerine varmak üzere yola çıkar. Sisler ardından çıkagelen anıların, düşlerin, kabusların ve gerçeğin iç içe geçtiği bu uzun yolculuk sırasında Cevat Bey'in kişiliğine ve geçmişine dair önemli ipuçları edinir ve hissettiği ağır suçluluk duygusunun asıl sebebini öğreniriz. Genç adam, karısıyla ilişkisi olduğunu öğrendiği babasını kendi elleriyle vurmuştur. Film boyunca ağzından tek söz çıkmayan ancak donuk, otoriter bakışlarından bu büyük trajediyi yaratan sürecin başlıca sorumlusu olduğunu hissettiğimiz baba, oğlunun tabancasından çıkan kurşunla ölmüştür. Oğulsa, ömür boyu bu suçun ağırlığını taşıyarak yaşamaya mahkum olmuş ve kendini yaşamdan sürgün etmiştir adeta. Yeniden hayata tutunabilmesi, ruhunu bu sürgünden kurtarabilmesiyle mümkündür ancak Hiç yaşanmamış olmasını dilediği geçmişini geride bırakmak ve hayatla yeni bir ilişki kurmak için bir fırsat olarak değerlendirdiği Bodrum sürgünü, ceza olmaktan çıkar ve nihayet ruhunu huzura kavuşturmanın yolunu bulmasını sağlayan bir ödüle dönüşür.

Erden Kıral, Cevat Şakir gibi eğitimli, hümanist, ince ruhlu bir adamın böyle bir cinayet işlemiş olmasını ve bu korkunç suçun böyle bir insanın ruhunda yarattığı çelişkiyi çok ilgi çekici bulduğu için çekmiş filmi. Buna karşılık film, Cevat Şakir gibi bir adamın nasıl olup da babasını öldürmüş olabileceğine dair çok tatmin edici bir açıklama getirmiyor açıkçası. Ancak bu genç adamın yaşadığı suçluluk duygusunu ve ruhunu yeniden ışığa ve özgürlüğe kavuşturabilmek için verdiği olağanüstü mücadeleyi etkileyici bir dille anlatıyor. Cinayeti işleyen o olmasına rağmen Cevat Şakir'i cellattan ziyade, onu bu noktaya getiren olayların ve kişilerin şekillendirdiği bir kaderin kurbanı olarak sunan film bu tezinde gayet ikna edici. (Senem Erdine İşmen) “SİYAD 40 Yılın Serüveni”



[1]  Bir maddenin katı fazdan sıvı faza geçmeden doğrudan gaz fazına geçmesine süblimleşme (süblimasyon) denir!


FİLMİ İZLE



 

 

MAİLOĞLU (1992) 


Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Ezici, Görüntü Yönetmeni: Mükremin Şumlu, Yapım: ÖzKa Film/Fuat Özkaya


Oyuncular: Murat Soydan, Nazan Saatçi, Urfalı Müslim, Nilgün Ersoy, Sırrı Elitaş, Kudret Karadağ, Yusuf Boz, Hasan Yıldız


Konu: Babası belli olmayan bir çocuğun mücadelesinin öyküsü.

 

KURŞUN ADRES SORMAZ (1992)


Yönetmen: Bilge Olgaç Senaryo Bilge Olgaç, Osman Şahin “Osman Şahin’in “Ocağına Düşmek” isimli öyküsünden uyarlama” Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı, Yapım Gülşah Film/Selim Soydan Yapım Sorumlusu: Emrah Şimşit, Müzik: Selda ve Sezer Bağcan,

Oyuncular: Aytaç Arman, Halil Ergün, Levent Ülgen, Şerif Sezer, Küçük Oyuncu: Serkan Bozkurt, Orhan Aydın, Mustafa Suphi,

Konu: Kan davası yüzünden iki adam öldüren Hano (Aytaç Arman), kanlıları tarafından takip edilmekte ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Kaçarken, bozkırın ortasında rastladığı bir eve sığınır. Evin sahibi Seyfo (Halil Ergün), Hano'yu kanlılarının elinden kurtarır. Ama, kurtardığı adamın, kendi amcasının da katili olduğunu anlayan Seyfo ile Hano arasında yeni bir kovalamaca başlar. Bu ölümkalım kaçışı, Hano'nun, şansının yaver gitmesi sayesinde, Göreme'de bir turist grubuna rastlayarak kurtulması ile sonlanır.

& Türk Sineması'nda ilk kadın yönetmen olması açısından önem taşıyan Bilge Olgaç'ın şimdilik son yapımı olan "Kurşun Adres Sormaz", kendisinden beklenilenin aksine, kadının toplumsal sorunlarını sorgulayan bir film değil. Film, kırsal kesimde hala hakimiyetini sürdüren toplumsal bir yarayı, yani kan davasını konu almaktadır. Türk sinema tarihi boyunca aynı konuyu ele alan pek çok örnek olmasına karşın, yönetmenin konuya farklı bir bakış açısı ile yaklaşma isteğini ve çabasını gerçekleştiremediği ve klasik kalıpların dışına çıkamadığı açıkça gözlenmektedir. Hakim olan "belgeselci" tavır, belki de filmi izlenebilir kılan tek fakör. Az önce de belirttiğimiz gibi, film, klasik anlatımların ve yaratım darboğazında boğulup gitmiş. Başlangıcından itibaren kayıp bir film olan "Kurşun Adres Sormaz", adeta yerli bir western görünümünde.

Film boyunca Seyfo, Hano ve diğer kanlısı, ölüm motifini birlikte yaşamakta ve bu motif üzerinde amansız bir ortaklık kurmaktadırlar. Hano ölümden kaçarken, Seyfo ve diğer kanlı, Hano üzerine acımasız bir mücadeleye girişmektedirler. Köy insanının toplumsal değerleri çerçevesinde küçücük bir bakış açısına sıkışıp kalmış dünyası, do yaşlı adam ve kızı, bunların simgesi olarak kullanılmıştır

Hano'nun kanlısı ile yaşlı adamın kızı arasında gelişen aşk, tipik bir "Ferhat ile Şirin masalı" olmaktan öteye gidememiştir. Konunun ele alınış biçimindeki bu aksaklıklara rağmen, filmin izlenebilir hale gelmesi için önemli unsurlardan birisi olan oyunculuk da, ne yazık ki, abartılı ve inandırıcılığı son derece zayıf olan bir boyutta kalmıştır. 29. Antalya Film Festivali'nde hiç ödül alamayan bu filme, yeni platformlarda ödül vermemek, bir anlamda haksızlık sayılabilir. Film, çok daha kısa bir sürede konuyu çok daha akıcı bir biçimde anlatabileceği yerde, gereksiz yere bu kadar uzatılmasından ve saygıdeğer oyuncularının sergilediği performans açısından, festivalin "en sıkıcı film" ve "en gerçekdışı oyunculuk" ödüllerine layık gösterilebilirdi.


Yönetmen Bilge Olgaç, özelikle Seyfo'nun Hano'yu öldürdükten sonraki olaylara yönelik kurduğu hayalleri trajikomik boyutlarda ele almak istemiş, ama hayal sürecine kattığı aşırı abartılı mizansen ve replikler nedeniyle, absürde kayan bir anlatıma girmiştir. Filmin sinematografik anlatımını zedeleyen bir diğer unsur da, müziğin, anlatılan konunun daima önünde yer alması ve bu açıdan anlaşılırlığı güçleştirmiş olmasıdır. İster istemez izleyici, müzikle birlikte konudan uzaklaşmakta, zaten boğucu bir anlatıma sahip olan film, iyice çıkmaza girmektedir. Sinema adına hiçbir yeni adımın atılmadığı, kişisel çıkmazların içine gömülüp kalmış bir 1992) film olan "Kurşun Adres Sormaz", yönetmeninin, var olan formasyonu içinde büyük bir tükeniş yaşadığını gözler önüne sermektedir. Dileğimiz, Bilge Olgaç'ın, bundan sonraki çalışmalarında, daha nesnel bir tavırla, sırf film yapmış olmak için değil, ortaya gerçekten kayda değer bir şeyler koymak için çaba sarf etmesidir. (Nıl Ozer  Semra Gozel Antrakt Sinema Dergisi Aralık 1992)



FİLMİ İZLE 





 

KAPILARI AÇMAK (1992)


Yönetmen: Osman Sınav, Senaryo: Osman Sınav, Mustafa Kutlu,  Görüntü Yönetmeni: Ender Turgut, Yapım: Sinegraf Ltd/Sedat Kalsın, Osman Kara

Sanat Yönetmeni: Türkan Kafadar, Müzik: Özhan Eren, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Mehmet Aslantuğ, İlknur Bozkurt, Macit Flordun, Orhan Hızlı, Ertaç Ünsal, Orsel Sonat, M. Metin Günay, Uğur Kıvılcım, İnci Boztepe, Ömer Korkmaz

Konu: Kötü yola düşen bir genç kadının yeniden yaşama bağlanmasını anlatıyor.. Telekız bu işi bırakıp köyüne döner. Köyde ilk gözağrısı imamın oğluna sığınır. Kız gerçek yaşamı ve sevgiyi onda bulur.

Ödül:

29. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1992)

►Kapıları açmak “ en iyi üçüncü film”


Mehmet Aslantuğ “en iyi erkek oyuncu”

&  Yönetmenliğini Osman Sınav'ın yapmış olduğu “(İlk uzun metrajlı filmi) ” film, büyük ümitlerle başlayıp, sonuçta hayal kırıklığına uğradığı bir aşk ilişkisinin ardından yapayalnız kaldığı şehirde, yaşamını sürdürebilmek için fahişelik yapan, fakat yaşadığı bu hayattan kurtulabilmek için köyüne sığınma çabası içinde olan bir köylü kızın öyküsünü anlatıyor. Köy ortamında, Türk geleneklerine baskıcı ve otoriter bir ailenin kızı olarak yetişmiş olan Zehra (İlknur Bozkurt), kendisini uzaktan seven, mahcup bir genç olan Cihan'ın (Mehmet Aslantuğ) sevgisini karşılıksız bırakıp, hovarda ve çapkın Kemal'i seçer ve onunla İstanbul'a kaçar. Fakat olaylar beklendiği gibi gelişmeyince, İstanbul'un kozmopolitliği içinde, yaşam gerçeğine yenik düşüp, fahişelik yapmaya başlar. Tüm bu gelişim süreci, bir anlamda izleyicinin yaşam formasyonuna bırakılmış, Türk Sineması'nda defalarca anlatılan bir öykünün kıskacından kurtulabilmek için, bu kesit, filmin jeneriğinde sunulmuştur. Jenerik, bu anlamda filmin bütünselliğini sağlamakta ve güçlü bir sinematografik anlatıma sahip bulunmaktadır. Böylesine iyi bir başlangıç, izleyiciyi, ilk aşamada filme son derece yakınlaştırmaktadır. Ne yazık ki, jenerikte yakalanan bu güçlü anlatım, filmdeki olay örgüsünün gelişmesiyle birlikte, önemini yitirmektedir. çarpıcı bir başlangıç yapılmasına karşın, bu başarı filmin devamında yakalanamamıştır. Zehra'nın, kötü geçmişini unutup, tekrar eski ve temiz yaşantısına dönme arzusu karşısında, köy halkının kendisine gösterdiği tepkinin çürümüşlüğü, kahramanı ister istemez bir ikileme sürüklemekte ve yaşam gerçeğine karşı, amansız ama aynı zamanda umut ve sevgi dolu, yıkılmaz bir mücadeleyi başlatmaktadır. Bu mücadele içinde, seyircinin rahatlıkla özdeşleşebileceği, sıradan, içe dönük, sıkılgan bir erkek olan Cihan ile, sevdiği genç tarafından terk edilen, fahişelik yapmak zorunda kalan Zehra tiplemeleri, Türk toplumunun baskıcı karakterine karşı direnen, gerçekçi, sevecen, olması gereken Türk insanını simgelemektedir.

Köy ve kent ikileminin yan motif olarak kullanıldığı film, bu motifle birlikte kırsal yaşantıya gerçekçi bakış açıları taşımakta, bu bakış açısı, dinin yaptırım gücü, kırsal kesim üzerinde hala sürmekte olan Doğu toplumu etkileri ve bir tabu olmaktan kurtulamayan cinselliğe köy insanının yaklaşımıyla yoğrulmuştur. Tüm bu motifler süresince, gizli kalan kent yaşamına karşın yansıtılmak istenen köy yaşantısına dair iyi niyetli yaklaşımlar, filmin izlenebilirliğini artırmaktadır. Ama, geriye dönüşler anlamsız bir yoğunluktadır.

Temel karakterler olan Zehra, Cihan ve İmam kişilikleri, filmin olay örgüsünü oyunculuk açısından desteklemektedir. Özellikle Cihan rolündeki Mehmet Aslantuğ'un ödüle layık bir doğallık sergilediği ve köy atmosferinde, tam anlamıyla oturmuş bir oyunculuk ortaya koyduğu, somut bir gerçektir. İmam karakterindeki Macit Flordun da, seçilen anlatımı güçlendirici bir performans kaydetmektedir. Ama, mankenlikten gelme İlknur Bozkurt'un sergilediği yapay ve düzeysiz oyunculuk, oyunculuk bağlamında kurulmaya çalışılan dengeyi sarsmış ve bu karakter, yüzeysel, derinliği olmayan bir tip olarak son derece havada kalmıştır.

Filmin yönetmeni Osman Sınav, köy hayatına toplumsal gerçekçi bir yaklaşımı varmış gibi görünmesine rağmen, istemeyerek de olsa din olgusunu ön plana çıkararak, içinde bulunduğu ikilemi perdeye aktarmaktan kendini kurtaramamış, bu anlamda da, filmin sinematografik anlatımını zedelemiştir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, TRT kökenli olmasına rağmen, TRT'de iken bile sinema yaptığını dile getirmiş, ama ne yazık ki, ilk sinema çalışması olan bu filmi, televizyon mantığından, ayrıntı ve yakın plan çekimlerden kurtaramamıştır: İzleyici, sık sık, sanki bir televizyon dizisi izliyormuş duygusuna kapılmaktadır.

Estetik açıdan, köy ortamının doğallığı ve nesnelliği çerçevesinde taşıdığı olumlu özelliklerle birlikte, jenerik bittiği anda sona eren bir film yapan Osman Sınav, geniş kitlelere ulaşma fırsatını yakalayamayıp, ne yazık ki Türk sinemacılarının sık sık düştüğü yaratıcılık darboğazına sürüklenmiştir. Film, 29. Antalya Festivali'nde Mehmet Aslantuğ'un aldığı en iyi erkek oyuncu ödülü dışında (en iyi üçüncü film seçilmesine rağmen), kayda değer nitelikler taşımamakta ve sadece güzel köy görüntüleriyle izleyiciyi etkilemektedir... (Gaye Çelıkbaş Antrakt Sin. Derg. Aralık 1992)