MAVİ SÜRGÜN (1992)
Oyuncular: Can Togay, Özay
Fecht, Ayşe Romey, Hanna Schygulla, Tattian Papamaoushou, Halil Ergün, Ali
Sürmeli, Menderes Samancılar, Kürşat Alnıaçık, Mevlüt Demiryay, Can Kolukısa,
Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Meltem Savcı, Sabriye Kara, Mehmet Çepiç, İlhan
Kilimci, Levent Ülgen, Suavi Eren, Fatih Özses, Ali Düşenkalkar, Ali Çakalgöz
Konu: Yıl 1925. Cevat Şakir'in Resimli
Ay dergisinde, asker kaçaklarının soruşturma yapılmadan idama mahkum edilmelerine
karşı çıkan bir yazısı yayınlanır. Cevat Şakir ve derginin yazı işleri müdürü
Zekeriya Sertel tutuklanıp Ankara istiklal Mahkemesi'nde yargılanırlar.
Cezaları üç yıllık sürgündür. Cevat Şakir, Bodrum'a, Zekeriya Sertel ise
Sinop'a gönderilir. Ankara'dan Bodrum'a tutuklu olarak bir buçuk ayda giden
yazar, bu tren yolculuğu boyunca ilginç olaylar yaşar. Ve geçmişiyle de
hesaplaşan Cevat Şakir, trende ona annesini hatırlatan bir kadınla, gezginci
bir tiyatro topluluğunun baş oyuncusu Marie'yle tanışır. Daha sonra Bodrum'da
tanıdığı köylü kızı Hatice'yle evlenir. Sürgün yaşamı büyük bir mutlulukla
sürüp gider.
ÖDÜL:
30. Antalya Altın
Portakal Film FestivaIi'nde (1993)
► "En İyi
Film" ve "En iyi Yönetmen"
(Jüri Üyeleri:
Orhan Aksoy, Tunç Başaran, Hülya Koçyiğit, Engin Cezzar, Atilla Dorsay, Nedim
Otyam, Müfit Kayacan, Prof.Dr. Oğuz Onaran, Doç.Dr. Naci Güçhan
6. Uluslararası
Ankara Film Festivali'nde (1994)
► Can
Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu",
►Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"
► Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni
13. Uluslararası Istanbul Film Festivali'nde (1994)
► Mavi Sürgün "AItınLale Ödülü",
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1994)
► "En Iyi Film", "En İyi Yönetmen",
►Can Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu"
► Özay Fecht "En İyi Kadın Oyuncu",
►Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni
► Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"
(Jüri Üyeleri: Atilla Dorsay, Agah Özgüç, Sungu Çapan, Turan
Aksoy, Sevin Okyay. Ali Ulvi Uyanık, Kamil Suveren, Coşkun Çokyiğit, Hayri
Caner, Sadi Çiiingir, Saim Yavuz, Mehmet Açar, Tunca Arslan, Necati Sönmez,
Uğur Vardan. Murat Özer, Gülenay Börekçi, Hülya Arslanbay, Uygar Şirin, Rekin
Teksoy, Cumhur Canbazoğlu)
8. Adana Film Festivali'nde (1994)
► Mavi Sürgün "En İyi 3. Film"
►Yüreğir Belediyesi Özel Ödülü.
►Timur Selçu "En İyi Özgün Müzik Ödülü",
Kültür Bakanlığı (1994)
►"Sinema Başaarı Ödüıü",
Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1994)
►Can
Togay "En İyi Erkek Oyuncu".
&
Sarı Tebessüm fırtınasının hemen ardından Erden Kral'ın son filmi Mavi
Sürgün'ü özel bir gösterimde izleme olanağı bulduk. Mavi Sürgün de Sarı
Tebessüm gibi "devlet" güdümlü filmlerden biri. Dahası filme TRT
bile ortak. Yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın namı diğer Halikarnas
Balıkçısı'nın yaşamından bir kesiti perdeye getiren Mavi Sürgün'ün en
önemli özelliği 20 küsur milyarı aştığı söylenen bütçesi. Ancak, gelin görün
ki, filme "20 milyarlık film" demek mümkün değil. Bir dönem filmi
olması açısından belki "ekstra" masrafları olabilir ama yine de
filmin bütünü ele alındığında "20 milyarın biraz "şişirilmiş"
bir rakam olduğu "açık" ve "net" bir şekilde belli oluyor.
Kullanılan negatif filmin
miktarı, yapılan "sesli" çekimlerin masrafı, yurt dışındaki
"laboratuar" hizmetleri de göz önüne alınsa yine de 20 milyara
ulaşmak biraz güç gibi görünüyor. Şimdi bazı çevreler Antalya'da ödül kazanan
bu film hakkında böyle yazıyoruz diye bize cephe alabilirler ama "görünen
köyün kılavuz istemediği" de bir gerçek.
Bu
noktada hemen bir kıyaslama yapmakta fayda var. Sinan Çetin geçen yıl tamamını
Almanya'da "sesli" olarak çektiği ve "yüzlerce" kutu
negatif film harcadığı Berlin in Berlin'i yaklaşık 5 milyar
liraya "mal" ederken, Ziya Öztan TRT adına iki yıldır uğraştığı Kemal'in
Askerleri/Kurtuluş adlı diziyi, şehir ve kasaba dekorları kurarak, teknik
işlemlerini yurt dışında yaparak 35 milyara "mal" ederken, Mavi
Sürgün'ün nasıl oluyor da 20 küsur milyarlık bir film olduğu "bağıra,
bağıra" söyleniyor? Bilemiyoruz.
Ama yapımcılar para
olmadığından Kültür Bakanlığı, Euroimages ve TRT gibi kurumlar işe ortak
edilerek maliyetin % 20'si garanti altına alınmış. Tabii söz konusu bu
kurumlara verilen rapora göre filmin maliyeti 20 küsur milyar. Bu paranın büyük
kısmının da döviz olduğunu düşünürseniz, buyurun % 20'sini siz hesap edin!..
Hepsi bu kadar da değil. Bir de filmin
anlatım "sorunu" var. Hikaye Halikarnas Balıkçısı'nın yayınlanan bir
yazısından dolayı Bodrum'a sürgün edilmesini konu ediniyor. Ana tema bu. Ama
Bodrum filmde pek yok. Daha doğrusu film bir tür "yol" filmi. Cevat
Şakir, Bodrum'a geliyor, film bitiyor. Filmin tamamı neredeyse TRT'nin
sağladığı "kara tren"de geçiyor. Eee dedik ya TRT filme ortak.
Bütün dünya Cevat Şakir'i
"Halikarnas Balıkçısı" olarak tanırken filmde bu lakabın nereden
geldiği, kim tarafından verildiği ve ne zaman verildiği hakkında hiçbir bilgi
yok. Ama en acısı Bodrum yok, Bodrum'daki Halikarnas Balıkçısı yok. Sadece
Cevat Şakir var. Bir de "kartpostal" güzelliğinde görüntüler. Oysa
hepsi birden olsaydı, daha iyi olmaz mıydı ? Şüphesiz, ama o zaman bu filmin
maliyeti gerçekten "20 küsur milyar''ı bulurdu!.. (Nejat Çelik “Antrakt
Sinema Dergisi” Haziran 1993 )
& Erden
Kıral'ın temaları ve anlatım özellikleri açısından artık sinemamızın sayılı
auteur'leri arasında olduğuna kuşku yok. Kıral, Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi
Sürgün adlı öz yaşamsal romanında, kendi temalarını bulmuş sanki: Fiziksel bir
yer değiştirmeyle koşut bir iç yolculuk, yabancı ve aykırı bir çevrede kimlik
arayışı, ilkel davranışlar ardında belki de asıl "uygarlık" olan bir
yaşam biçimi ...
Osmanlı'nın son
yıllarında tam bir aristokrat olarak yetişen, yüzyılın en büyük dönüşümlerinden
biri önünde kendi kişisel öyküsünü ya şayan, annesine aşırı tutkusu ile
babasına inanılmaz nefreti arasında bölünmüş ve sonunda "baba katili"
olmaya dek gitmiş bir sorunlu kişilik Cevat Şakir... "Cumhuriyet
düşmanı" bulunan bir yazısından sonra yargılanıp sürgüne mahkum edilmiş ve
nazlı bir gül gibi yetiştiği İstanbul ortamından kopartılıp kendi halinde bir Ege
kıyı kasabasına gönderilmiş.. Orada doğasıyla, insanıyla, arkeolojisiyle,
tarihiyle gerçek Ege'yi keşfetmiş. Kendisini doğaya ve denize adamış sade insan
yaşamlarının özünü kavramış ... Ve bu daha basit, daha yalın, daha
"ilkel" olanı benimseyerek kendini aşmayı, kendini yüceltmeyi,
"süblimasyon"a ([1]) erişmeyi denemiş ...
Film,
Cevat Şakir'in bir zamanlar girdiği bir tarikattaki "çile"sinden bir
görüntüyle açılıyor. Ve benzer bir görüntüyle kapanıyor. Balıkçı, öykünün
sonunda artık "çile"nin sonuna gelmiş, kişiliğini değiştirmiş ve
dönüştürmüştür. Aradaki tüm olup bitenler ise, bunun öyküsüdür.
Erden Kıral, bu öyküyü bir
ölçüde serbest biçimde uyarlarken, en uygun sinemasal karşılıklarla
görselleştirmeyi başarıyor. İstiklal mahkemelerinin ortalığa saldığı korku,
yıllardır süren savaşlardan yorgun, bezgin bir halk, radikal değişimlerin
kaçınılmaz sancıları... Tüm bunlar, ekonomik, ama özlü sahnelerle ustaca
veriliyor. Odak noktasında, öğrenmeye açık meraklı kişiliğiyle genç Cevat Şakir
duruyor. Itır çiçeğinin özelliklerini öğrenirken, jandarmaların gerçek halk
çocuğu yüzlerini keşfederken veya trendeki kumpanyanın geçkin Levanten oyuncusunda,
annesine onca benzemesine karşın (belki de onca benzediği için) geçici bir
sevdanın lezzetini bulurken, onu da gerçek ve ilginç kişiliğiyle tanıyoruz.
Ancak ikinci yarıda işler biraz bozuluyor.
Çünkü bu bölümde, Türk toplumunun çağdaş nostaljilerinden birini oluşturan
Bodrum söz konusudur. Cevat Şakir, kendi kendisini Ege uygarlıklarının iz
sürücüsü ve bu uygarlıkların devam çizgisinin amansız avcısı Halikarnas Balıkçısı'na
dönüştürürken, sürgün yeri Halikarnas'ı da Türk aydınının Ege uygarlıklarını ve
Ege usulü yaşamı keşfedeceği "tatil kenti" Bodrum'a dönüştürecektir.
Ve Türk aydını, bu filmde, elbette ki bu serüvenin en azından temellerinin atılmasını
görmek isteyecektir.
İşte filmde bu dönüşüm yok...
Veya çok çabuk geçiştiriliyor. Balıkçı'nın Bodrum'la ve oranın insanıyla tüm
ilişkisi, neredeyse yalnızca Emine ve Hatice'yle ilişkilerine indirgeniyor:
Balıkçı, "veresiye Emine"yi, tüm düşkünlüğü içinde insan olarak kabul
ediyor, ona yardım etmeye çalışıyor. Hatice'yi, bu temiz, saf ve güzel köylü
kızını ise eş olarak seçiyor. Bu ilişkiler, incelikle, oya gibi verilmiş. Ama
seyircide Bodrum'un oluşumuna değin merakı tam olarak doyurmuyor. Yine de,
sonuç olarak Mavi Sürgün, Türk siinemasının son yıllardaki en başarılı
filmlerinden biri... Erden Kıral'ın görüntülere egemenliği, psikolojik bir
filmle bir "dönem filmi"ni, bir tür "destan" tarzını belli
bir bireşime ulaştırmadaki başarısı açık. Orhan Oğuz'un görüntüleri ve Timur
Selçuk'un, yer yer Vivaldi esintileri taşısa da, kendi başına bir müzik olayı
sayılması gereken ve filme müthiş katkıda bulunan çalışması, son derece usta
işi. Ve de, kuşkusuz, oyuncular. Tüm roller, küçüğünden büyüğüne çok iyi seçilmiş,
oynanmış ve yönetilmiş. Ama özellikle Can Togay'ın görkemli Cevat Şakir kompozisyonundan,
Almanya'da yaşayan Türk oyuncular Ozay Fecht ve Ayşe Romey'in oyunlarından söz
etmek gerekir.
Türk sinemasının günümüzde
hangi düzeye ulaştığını, artık "hangi kulvarda yarıştığını" merak
edenler, Mavi Sürgün'ü mutlaka görmeli. “tilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve
Rönesans Yılları” syf, 115”
&
Ustası Yılmaz Güney'in ve döneme damgasını vuran toplumcu gerçekçi sinemanın etkisinde
çektiği ilk filmlerinden bu yana, bağımsızlığını korumaya özen göstermiş,
yalnızca inandığı, kişisel bağlar kurduğu hikayeleri anlatmayı seçmiş bir
sinemacı Erden Kıral. "Kanal" (1978) ve "Bereketli Topraklar
Üzerinde" (1979) gibi, kırsal kesim insanlarının hikayelerine odaklanan
filmler çektiği kariyerinin ilk döneminden, daha felsefi, daha kavramsal ve
daha içe dönük bir sinemaya yöneldiği ikinci dönemine dek bütün filmlerinde en
gerçekçi, en basit, en sade ve en estetik anlatırma ulaşmaya çalıştığını açıkça
görüyoruz. 1993'de çektiği "Mavi Sürgün" ise, yönetmenin üslup
arayışlarına, iç hesaplaşmaların, felsefi tartışmaların ağırlık kazandığı
filmlerle devam ettiği ikinci dönemine ait. 1982'de çektiği "Hakkari'de
Bir Mevsim"den sonra yönetmen, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı malum
koşullar nedeniyle iki filmi yasaklanmıştı. Türkiye' den ayrılmak zorunda
kalmış ve bir tür sürgün hayatı yaşamıştı. Bu filminde de hepimizin çok iyi
tanıdığı ünlü bir sürgünün hikayesini anlatıyor: Resimli Hafta dergisinde
yayımlanan bir yazısı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum'a
sürgüne gönderilen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hikayesi. Cevat Şakir'in kendi
yaşam öyküsünü kaleme aldığı "Mavi Sürgün" romanını temel alan film,
yazarın İstanbul'dan Bodrum'a uzanan yolculuğuna koşut ilerleyen trajik bir iç
yolculuğun hikayesi. Romanı okuyanlar ya da Cevat Şakir'in yaşamına bir şekilde
aşina olanlar için içine girmesi daha kolay bir film olduğunu söylemek lazım.
Cevat Bey, köklü bir aileden gelen, iyi
eğitim görmüş genç bir yazardır. Kurtuluş Savaşı'nın devam ettiği günlerde,
idam edilen asker kaçaklarından biriyle ilgili yazısı nedeniyle İstiklal
Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum' da kalebenliğe mahkum edilir ve sürgün
yerine varmak üzere yola çıkar. Sisler ardından çıkagelen anıların, düşlerin,
kabusların ve gerçeğin iç içe geçtiği bu uzun yolculuk sırasında Cevat Bey'in
kişiliğine ve geçmişine dair önemli ipuçları edinir ve hissettiği ağır suçluluk
duygusunun asıl sebebini öğreniriz. Genç adam, karısıyla ilişkisi olduğunu
öğrendiği babasını kendi elleriyle vurmuştur. Film boyunca ağzından tek söz
çıkmayan ancak donuk, otoriter bakışlarından bu büyük trajediyi yaratan sürecin
başlıca sorumlusu olduğunu hissettiğimiz baba, oğlunun tabancasından çıkan
kurşunla ölmüştür. Oğulsa, ömür boyu bu suçun ağırlığını taşıyarak yaşamaya
mahkum olmuş ve kendini yaşamdan sürgün etmiştir adeta. Yeniden hayata tutunabilmesi,
ruhunu bu sürgünden kurtarabilmesiyle mümkündür ancak Hiç yaşanmamış olmasını
dilediği geçmişini geride bırakmak ve hayatla yeni bir ilişki kurmak için bir
fırsat olarak değerlendirdiği Bodrum sürgünü, ceza olmaktan çıkar ve nihayet
ruhunu huzura kavuşturmanın yolunu bulmasını sağlayan bir ödüle dönüşür.
Erden Kıral, Cevat Şakir gibi
eğitimli, hümanist, ince ruhlu bir adamın böyle bir cinayet işlemiş olmasını ve
bu korkunç suçun böyle bir insanın ruhunda yarattığı çelişkiyi çok ilgi çekici
bulduğu için çekmiş filmi. Buna karşılık film, Cevat Şakir gibi bir adamın
nasıl olup da babasını öldürmüş olabileceğine dair çok tatmin edici bir
açıklama getirmiyor açıkçası. Ancak bu genç adamın yaşadığı suçluluk duygusunu
ve ruhunu yeniden ışığa ve özgürlüğe kavuşturabilmek için verdiği olağanüstü
mücadeleyi etkileyici bir dille anlatıyor. Cinayeti işleyen o olmasına rağmen
Cevat Şakir'i cellattan ziyade, onu bu noktaya getiren olayların ve kişilerin
şekillendirdiği bir kaderin kurbanı olarak sunan film bu tezinde gayet ikna
edici. (Senem Erdine İşmen) “SİYAD 40 Yılın Serüveni”
[1]
Bir maddenin
katı fazdan sıvı faza geçmeden doğrudan gaz fazına geçmesine süblimleşme
(süblimasyon) denir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder