Powered By Blogger

14 Aralık 2022 Çarşamba

 

KOMSER ŞEKSPİR (2000) 


Yönetmen Sinan Çetin Senaryo Mesut Ceylan, Görüntü Yönetmeni Kamil Çetin Müzik Ömer Özgür Kurgu Aylin Zoitiner Yapım Plato Film/Cemil Çetin, Sinan Çetin Sanat Yönetmeni: Mustafa Z. Ülkenciler, Yapım koordinatörü: Figen Korkut, Yürütücü Yapımcı: Hazer Baycan, Yönetmen yardımcısı: Özlem Koza, Yücel Yolcu, Phonix Operatörü: Hamza Şahin, Crain Operatörü: Hakan Duvar, Dolly , Asistanı: Onur Yavuz, Işık Şefi: Ercan Durmuş, yardımcı Sanat Yönetmeni: Kurtuluş Turgay, Sanat Yön. Yrd.: Bektaş İldem, Kostüm Uygulama: Yudum Yontan, Ses Kayıt: Kaan Varlık, Asistanı: Duygu Çelikol, Cast Direktörü: Yalçın Özbek, Şarkılar: Nil Karaibrahimgil, Mazhar Alanson

Oyuncular: Kadir İnanır (Komiser Cemil) , Müjde Ar (Fahişe), Gazanfer Özcan (Komiserin Babası), Pelin Batu (Komiserin kızı), Okan Bayülgen (Tatü), Özkan Uğur (Dalyan), Mustafa Altıoklar (Doktor), Sadettin Duman (Ceylan), Ertaç Ünsal, Mesut Ceylan (Tinerci), Metin Çekmez (başkomser), Hayrettin Ünverdi (Mahmut), Kenan Baydemir (Şemsullah), Vedat Demir (Vedat), Asu Işık (Danyal sevgili), Zaven Çiğdemoğlu (öğretmen/avcı), Uzay Yılmaz (Rakip kız), İrem Sanda (rakip kız arkadaş), Sebastian Alexandre (heyet başkanı), Burçe Esin (heyet bşk. Yrd.), Zeki Ocak, Özcan Pehlivan (polis), Yaşar Mirzalı (polis), Metin Örs (resmi polis)

Konu: Komiser Cemil, Beyoğlu'nda belalısı eksik olmayan bir karakolda çalışmaktadır. Karakol amiri başkomiser Selahattin, rahatsızlığından dolayı hastanede yatmaktadır. Komiser Cemil ise ona vekalet etmektedir. Cemil'in tiyatro tutkunu kızı, okulundaki tiyatro topluluğunda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler isimli oyunda, Pamuk Prenses'i oynamaktadır. Topluluk bu oyunu bir tiyatro yarışmasında sergileyecektir. Komiser Cemil'in kızı, provolar esnasında sık sık bayılmaktadır Bir prova sırasında bayıldığında yeniden hasteneye kaldırılır ve babasına heber verilir. Karısını daha önce kaybetmiş olan Cemil, kızına çok düşkündür. Haberi alır almaz eski bir polis olan babasıyla hastaneye koşar. Kızının kendisinden gizlice bir tiyatro oyununda rol almasından hoşlanmamıştır. Bu arada kızı muayene eden doktor, bazı tetkikler istemiş ve onlara sonuçları beklemelerini önermiştir. Yapılan tetkikler sonucunda, genç kızın kan kanseri olduğu anlaşılır. Cemil yıkılmıştır. Gerçeği babasına da açıklayamaz. Bu arada çeşitli gerekçelerle bir fahişe, kendisinin oyuncu "hayaticik" olduğunu iddia eden bir uyuşturucu satıcısı, bir mafya patronu ve gösteri yapan bir memur aynı anda Cemil'in çalıştığı karakolda göz altına alınmıştır. Doktor, Cemil'e kızının mutlu edilmesi gerektiğini, hoşlandığı şeylerle uğraşmasının yaşayabilmesi için önemli olduğunu söylemiştir. Ruhunda suçluIara karşı acımasız, sert bir yaklaşımı olan adamın, diğer yandan kızına karşı çok sevecen, yumuşak bir yanı vardır. Cemil, Tatü'ye, kızının başrolünde oynayacağı bir Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oyununu sahneye koymasını ister. Tatü, başka çaresi olmadığı için teklifi kabul etmiştir. Bu arada karakolun polisleri, sokaklardan tinerci çocuklarla çeşitli genç erkek ve kadınları oyundaki roller için toplarlar. Bu insanlardan, yedi cüceler dışında bir sonuç alınamaz. Bu arada prensi Deniz'le gözaltına alınan tinerci gencin canlandırmasına karar verirler. Kraliçeyi ise Deniz'in oynaması kararlaştırılmıştır. Bu arada memura da avcıyı oynamak düşmektedir. Cemil, kızına, hayatın sillesini yemiş bu gariban insanları, profesyonel tiyatro oyuncuları diye tanııtır. Karakolu bir tiyatro sahnesine çeviren ekip, sürekli provalar yapmaktadır. Bu arada Danyal, gerekli kostüm ve aksesuarları almıştır. Kızın bir vesileyle kanser olduğunu öğrenen ekip yarışmaya katılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadır. Fakat baş komiser Selahattin'in hastaneden çıkması, ardından bir savcının aldığı ihbar üzerine karakolu basması işleri çığırından çıkarır. Bu arada ayağını çatlatan Deniz 'in yerine Danyal kraliçe olmuştur. Her şeye karşın yarışmaya katılmak için organizasyonun gerçekleştirildiği stüdyoya gelen ekibi burada da bir sürpriz bekler. Danyal ve avcı, Danyal'ın hasımları olan bir başka mafya grubu tarafından vurulurlar. Çaresiz kalan Cemil, kraliçe rolünü üstlenirken, babası ise avcı olur. Oyun sırasında stüdyo yüzlerce polis tarafından basılır. Cemil'in tutuklanmasını ve oyunun yarım kalmasını organizasyon yöneticisi önler. Cemil'in kızı. oyunun sonunda seyircilerin önünde ve canlı yayında ölür. Daha sonra cezasını tamamlayıp hapisten çıkan Cemil, terfi etmesine karşın görevine dönmez, eski suçlular, yeni Karakolu bir tiyatro sahnesine çeviren ekip, sürekli provalar yapmaktadır. Bu arada Danyal, gerekli kostüm ve aksesuarları almıştır. Kızın bir vesileyle kanser olduğunu öğrenen ekip yarışmaya katılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadır. Fakat baş komiser Selahattin'in hastaneden çıkması, ardından bir savcının aldığı ihbar üzerine karakolu basması işleri çığırından çıkarır. Bu arada ayağını çatlatan Deniz 'in yerine Danyal kraliçe olmuştur. Her şeye karşın yarışmaya katılmak için organizasyonun gerçekleştirildiği stüdyoya gelen ekibi burada da bir sürpriz bekler. Danyal ve avcı, Danyal'ın hasımları olan bir başka mafya grubu tarafından vurulurlar. Çaresiz kalan Cemil, kraliçe rolünü üstlenirken, babası ise avcı olur. Oyun sırasında stüdyo yüzlerce polis tarafından basılır. Cemil'in tutuklanmasını ve oyunun yarım kalmasını organizasyon yöneticisi önler. Cemil'in kızı. oyunun sonunda seyircilerin önünde ve canlı yayında ölür. Daha sonra cezasını tamamlayıp hapisten çıkan Cemil, terfi etmesine karşın görevine dönmez, eski suçlular, yeni dostları olan tiyatrocu arkadaşlarıyla birlikte gider.

“Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması”

 ÖDÜL:

Nokta Dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” seçiminde (2001)

► Sinan Çetin “yılın sinemacısı”

Akademi İstanbul’un seçiminde (2001)

► Kadir İnanır “yılın en başarılı sanatçısı”

4 Sinan Çetin, Türk sinemasının fenomen yönetmenlerinden. Sinema hakkındaki görüşleri, çoğunlukla ortalığı karıştıran ve aydın kimlikli sinemacılardan eleştiriler alan Çetin, kendine özgü yanlarıyla bildiğini okuyarak yoluna devam eden bir sinemacı. Reklam alanından iyi kazanarak sinema alanında da yatırımlar yapan yönetmen, aynı zamanda kendi filmlerinin ve başka yönetmenlerin filmlerinin de yapımcılığını yapıyor. Komiser Şekspir, Sinan Çetin'in kendine özgü yaklaşımıyla, yaşadığımız ülkedeki sorunları da gündeme getirdiği melodram kıvamında bir film.

Film sistemle vatandaş arasındaki ıstıraplı ilişkiye matrak gözle bakmayı çok seven Sinan Çetin'in, Beyoğlu'nun orta yerine kurularak anlattığı, absürd bir dil yakalamayı ve şartlanmaların, sloganların dışında hareket sahası bulmayı denediği bir masal. Mizahı da kafalara çakılmış karakol atmosferindeki kontrastlar ve diyaloglarla arıyor ama sonuç, Bay E kadar olmasa da, zayıf' (Canbazoğlu, Cumhuriyet, 16.02.2001).

4 Çetin'in zaman zaman senaryo yazmadan, film çekme alışkanlığı olduğu bilinen bir yanıdır. Bu film, her ne kadar bir senaryo ışığında çekilmiş olsa da, fillmin bütünlüğünü izlediğinizde kuşkuya kapılıyorsunuz. Biçimsel ve sinemanın gereksindiği teknik olanakları kullanma açılarından eksiği hissedilmeyen filmin, sanırım dramaturjik açıdan yaşadığı sorunlar gözardı edilebilecek gibi değil. Ele alınan tiplerin yüzeyselliği Tatü ve Danyal, kısmen Cemil dışında filmin gerçekle, gerçeküstü bir anlatırnın ekseninde gidip gelmesi ve mantık sınırlarını zorlayan bazı yaklaşımları yüzlerce polisin aslında kendisi de polis olan bir kişiyi ortada ciddi bir suç olmadığı halde tutuklamaya gitmesiSinan Çetin gibi deneyimli bir yönetmenin sineması hakkında sorular uyandırıyor. "Bu anlamda Çetin'e ağır eleştiriler yöneltmek anlamsız; canı film yapmak istemiş ve geldiği noktadan sistem ne derece 'derin' görünüyorsa onu anlatmış. Çetin için yine neden değil sonuç önemli" (Canbazoğlu, 16.02.2001).

4 Aslında belki de soruların oluşması da yersiz. Çünkü Sinan Çetin, popüler ilgiyi önemseyen ve bu bağlamda gerektiğinde kadraja girerek söylev çekmekten bile çekinmeyen bir yönetmen. Sinema hakkındaki yaklaşımları bilindiğinden ve seyredildikçe yeni bir şey görülmediğinden, elinde tuttuğu güçlü olanaklarla kendini ve seyircileri eğlendirmekten başka bir amacı olmadığını düşündürten bir yönetmen imajı çiziyor. Bu filmde önemli oyun yazarı William Sheakspear'i de ekzajare ederek, karakolun önüne pos bıyıklı bir heykelini diktiriyor. Filmde ele almaya çalıştığı, eleştirdiği kimi olumsuzluklar hakkında düşünmeye çağırırken bir yandan bu grotesk tavrı neresinden tutsan elinde kalacak bir anlayışı ortaya çıkarıyor. Filmden geriye Okan Bayülgen ve Özkan Uğur'un oyunculuğundan da başka bir şey kalmıyor.

4 Propaganda"yla başlayan süreçte Sinan Çetin devletbirey ilişkisini sorguladığı bir dönemece girdi. Hantal devlet bürokrasisi, vatandaşını dışlayan bir " yürütme" anlayışı, plansızca hayata geçirilen politikalar ve bu sistemin kraldan çok kralcı özneleri... Bu ay gösterime girecek filmi "Komser Şekspir"de ağır eleştirilerini yollamaya aynen devam ediyor Çetin. Prodüksiyon şirketi Plato Film'in "her derde deva" salonunda görüştüğümüz yönetmen her filmiyle olduğu gibi "Komser Şekspir"le de iddialı.

Leman yazarı Mesut Ceylan'ın bir öyküsünden yola çıkılarak kaleme alınan senaryo bir karakolun sert mizaçlı komiserinin, kızının kanser olduğunu öğrenince onun en büyük düşü uğruna kendisini adeta heba etmesini konu alıyor. Komiserin kızının en büyük düşü "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" masalından uyarlanan oyunda Prenses'i oynamak. Komiser burada devreye giriyor; kızı ve karakoldaki mahkumlardan oluşan bir oyuncu kadrosuyla "demir parmaklıklar arasında" provaları başlatıyor. Fakat "iş bilen" baş komiser ve savcı yüce karakolun böylesi bir şarlatanlığa (!) "sahne olmasını" hazmedemiyor. Ve oyunun engellenmesi için son perdeye kadar uğraş veriliyor.

Filmin senaryo yazarı Mesut Ceylan ile Sinan Çetin'in yollarının kesişmesi ise aslına bakılırsa ilgi çekici: "Plato'nun bahçesinden devamlı sinema geçer. Sinemacılar, kameramanlar, yazarlar geçer. Genç bir mizah yazarı, Mesut Ceylan" diyor Sinan Çetin. "On gün etrafımda dönüp dolaşıp bana bir şey anlatmaya çalıştı, bir türlü vakit bulup da dinleyemedim. Sonra 'Sen ne diyorsun, gel bakayım!' dedim, Plato'nun bahçesinin ağacının altında. 'Hocam bir cümle söyleyeceğim. O kadar.' 'Söyle' dedim. 'Bir karakolda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler provası yapılsa komik olmaz mı?' dedi. 'Aa, güzel bir şey söylüyorsun anlat bakayım biraz' dedim. Birkaç tip anlattı. İzmarit içen bir tinerci anlattı." Öykü iyiydi ama birtakım değişiklikler yapmak da kaçınılmazdı. "Bu bir babaoğul hikayesiydi." diyor Çetin bununla ilgili olarak. "Yani baba, oğlunu televizyona çıkarmak istiyormuş. Biz babaoğul hikayesini Tevfik Başer'in katkısıyla babakız hikayesine çevirdik. Çünkü hiçbir çocuk cüce olmak istemeyecekti. Kız ancak Prenses olmak ister, özenilecek bir şey diye. Sonra Mustafa Altıoklar'ın katkısıyla çocuğu kanser yaptık. Ki baba'nın fedakarlığının altı çizilsin. İkisi de doğru katkılardı. Sonra senaryonun yazımında Müjde (Ar) ve Kemal Sunal'la birkaç toplantı yaptık, rahmetliyle: o oynayacaktı. Son anda onun 'Balalayka' tarihi denk geldiği için Ondan vazgeçip oyuncu arayışına düştük. O kadar çok kişiyi düşündük ki neredeyse bir ara ben mi oynasam, demeye başladım. Neyse ki Mustafanın, elimi tutmasıyla vazgeçtim. Kadir İnanır da o aralar başka bir şeyler için: gelip gidiyordu buraya. Burada dizi çekiyorlarmış. Sonradan Kadir'e kaldı. Kısmet. Çok da memnunum Kadir'e kalmasından. Çok iyi bir oyuncu olduğunu gördüm sonuçta. Zaten biliyordum. Ama Kadir İnanır şablonlarının dışına Çıkıp sert bir polisin, kızına karşı fedakarlık etme süreci içinde sertliğinin yumuşamasını gayet iyi canlandırdı."

Elbette, Çetin'in filmlerini belli bir senaryodan bağımsız çektiğini düşünürsek "Komser Şekspir" en fazla sadakat beslediği senaryo olmuş. "Senaryosuz çekmedim bu sefer. Tabii gene sette çok fazla doğaçlama yaptım. Selahattin Duman tipini koydum filme. Kenan'ı koydum. Bir sürü karakter sette çıktı. Selahattin baş komiser de senaryoda yoktu. Daha doğrusu Müjde Ar'ın katkısıyla eklendi. Ama genç yazar Mesut Ceylan'ın çok kabiliyetli bir yazar olduğunu setteki çalışma şevkinden de anlamış bulunduğum için mutlu oldum. Yani senaryo tarafında bir desteğim oldu. Mustafa'nın, Mesut'un, Müjde'nin, Tevfik'in.. Benim hep senaryo tarafım boştur. Kimseden yararlanamam, nedense. Yararlanmamak istediğimden değil. Hatta çok yararlanmak istediğim halde bir şey bulamam yararlanacak. Bu sefer en azından sette çok diyalog yazmak zorunda kalmadım." Sinan Çetin'in artık bir filme giriştiği zaman hiçbir masraftan kaçınmadığı ve seyirciye hak ettiği görselliği sunduğu herkesin malumu. Bu film için: çok fazla para harcadığını söyleyerek bir özeleştiriye girişmesine karşın: Türk izleyicisinin zevkine her zaman güvendiğini de saklamıyor. "Çekimi sürecinde filmi gerektiğinden daha fazla paraya malettim. Bundan dolayı kendime kızıyorum. Çünkü ben profesyonel bir yönetmen ve aynı zamanda yapımcıyım. Dekora hak etmediği kadar çok para harcadık. Prodüksiyona da öyle. Aslında ortadaki rakamı gördüğüm zaman sinirleniyorum.

 Masalsı Atmosfer Doğru Tercih

Filmin müziği Mazhar Alanson tarafından bestelenmiş. "Herşey Çok Güzel Olacak"ta çıkardığı iş de beğenilen Alanson bu sefer "Komser Şekspir"in sountrack'inin en önemli ismi olarak göze çarpıyor. Zira film için bestelediği şarkıyı da o seslendirecek. Bir filme başlarken daima ilk olarak Şener Şen'e  teklif götüren Çetin, onun senaryosuz çalışmama prensibinin bunu bir türlü mümkün kılmadığını belirtiyor: "Ben sinemanın profesyonel insanlar tarafından yapılması gerektiği kanısındayım. Profesyonel olmayan sinemacıylaprofesyonel olmayan oyuncuyla demek istemiyorum yani teknik ekiple çalışmak istemiyorum. Açıkçası bu filmde bütün oyuncular büyük bir aşkla ve sevgiyle oynadılar. Ben hayatımda hiçbir oyuncuyu Şener Şen hariç ikna etmek gibi zorluk yaşamadım. Bizim filmlerimiz onunda işe duyduğumuz saygıdan bir kalite garantisi olduğunu bildiği için bütün oyuncular zevkle çalışmayı kabul ettiler. Ama Şener Şen'le aramızda yıllara varan 'Sen senaryosuz film çekiyorsun, ben senaryolu oynayacağım' şeklinde devam eden, 'Çiçek Abbas'tan beri bir araya gelmek isteyip bir türlü gerçekleştiremediğimiz bir durum var" diyor. "Peki bu film için de ona bir teklif götürdünüz mü?" diye sorduğumda ise "Çok büyük sevgi duyduğum bir adam. Onunla 1015 yıl evvel 'Çiçek Abbas'ın setinde bulunmuş olmanın tadını, keyfini unutamıyorum. Dünyadaki her sete lazım Şener. O da beni sever. Fakat bir türlü Mesut Ceylan'ın yazdığı senaryoyu da beğendiremedim. Kimsenin yazdığı senaryoyu beğendiremiyorum Şener'e. Senaryo aşamasında 'Bu film benim stilim değil' dedi. Bence tam Şener Şen için yazılmış bir film bu, stil olarak. Fakat Kadir İnanır'dan da son derece memnunum."

Peki ya diğer oyuncular, diye sorduğumda ise her bir oyuncusu için ayrı bir görkemli sıfat bulmayı başarıyor Sinan Çetin. "Müjde zaten bir reji asistanı gibi çalıştı. Filme çok sahip çıktı. Müjde zaten sinemacı bir kızdır. Onu da özlemişim ben, 'Çirkinler de Sever'den beri ilk defa çalışıyoruz. Neredeyse 20 yıl olmuş.

Dışarıdan bakıldığı zaman Kadir'in sinemayla ilişkisi çok doğru algılanmıyor. Gerçek bir sinema işçisi. gerçek bir oyuncu. 1OO'ün üzerinde film çekmiş, kameranın nerede duracağını, kameraya ne kadar büyüklükte bakacağını neredeyse artık insiyaki bir şekilde yapıyor. Muhteşem bir aktör ve dışarıdan görüldüğü gibi 'Ben maçoyum, entari giymem' şeklinde bir diyalog olmadı aramızda. Okan çok tatlı bir çocuk. Harikaydı bu filmde. Özkan Uğur tanrının bir hediyesi, kendi gibi altın kalpli birini oynadı, altın kalpli mafya babasını.. Gazanfer Özcan bulunmaz bir nimet, bir aktör değil, dev bir insan. Kişiliğiyle, eğlencesiyle, esprileriyle... Şeker gibi bir kadroyla çalıştık. Pelin zaten kızım gibi."

"Propaganda" gösterime girdiğinde filmin en olumlu özelliklerinden birisi de görüntüleriydi. Fakat aynı zamanda hayat arkadaşı olan ve "Propaganda"nın görüntülerine de imza atan Rebeca Haas'ın görüntülerini "Komser Şekspir"de göremiyoruz. "Rebeca çok yorgundu" diyor Çetin. "Ama çok katkısı da oldu. Çünkü laboratuvar aşamasında o takip etti renkleri, filtreleri. Filmi asistanım Kamil çekti. Daha doğrusu onunla birlikte ben çektim" İzlediğinizde de fark edeceksiniz, filmde yoğun bir masalsı atmosfer söz konusu. Sözgelimi Türkiyede hiç olmayan bir karakol tasviri var. Çetin, bununla ilgili olarak Türk insanındaki karakol korkusunu anımsatıyor. "Zaten böyle sweet, funny, akide şekeri gibi bir film yapayım istedim. Çünkü bu karakolun sertliğinin anlatılan öyküyle kontrastlığının çıkması için zaten renklerde falan da bunu tercih ettim. Türkiye'deki mevcut karakolIarı asık suratlı hallerinden biraz çıkartmaya çalıştığımı da itiraf edeyim. İnsanımızda bir karakol korkusu vardır. 'Karakola düşmek' denir.

Uygar ülkelerde insanlar karakollara müracaat ederler. Problemlerini çözmek için başvururlar. Bizde 'düşmek'tir o. Karakola düşersin yani. Allah düşürmesin durumu vardır. Bu film de Türk polisinin kendisine dışarıdan bakmasını umarım sağlar. Çünkü Türk halkının devlet korkusu biraz da onlar aracılığıyla oluşuyor. Çok da sempatik bir devletmillet ilişkimiz olduğu da söylenemeyeceği için karakolda bir film çekmek her açıdan risk taşıyan bir iş. Solcu aydınlar açısından 'Karakol çok sempatik gösterilmiş' denebilir. Devlet açısından 'Biz daha sempatik karakollara sahibiz, bu karakol biraz sert' şeklinde algılanabilir. O yüzden riskli bir konuydu. Açıkçası filmin politik boyutunu öne çıkarmadan masalı atmosferin üstüne gittim ve bunu bilinçli yaptım. Sonuç olarak, Avrupa Birliği'ne giden yolda uygarlaşma, demokratikleşme, birey haklarının kollanması, birey. devlet ilişkisindeki uygar kriterlerin hayatımıza yerleşmesi konusunda filmin bence entelektüel anlamdaki önemi film gösterildikten sonra ortaya çıkacak. O yüzden bu konuda bir yönetmen olarak 'Şunu yaptım, bunu yaptım' şeklinde bir ukalalık yapmak istemem

 Kötü Türk Filminin Zararları

Sinan Çetin'in en önemli özelliklerinden birisi de her kazandığını sinemaya ve teknolojiye yatırması. Ama o bunun çok da abartılacak bir şey olmadığı kanısında. "Ben başka bir iş bilseydim onu yapardım" diyor, "Mesela borsadan anlasam borsaya yatırırdım. Ne bileyim? Başka bir işten daha çok para kazanacağımı bilsem ona yatırırdım. Ama ben sinemadan başka bir şey bilmiyorum. Fakat belki bunun bütün nedeni şu olabilir: yıllar evvel son derece kötü teknolojik koşullarda çalıştım ve teknoloji beni neredeyse verem etti. Yıllarca 'Allah'ım bu masalarda montaj mı yapılır!', 'Allah'ım bu negatifIer burada mı yıkanır' dedim. Bir kareyi dondurup üzerinden mat almak 15 günümüzü alırdı. Şimdi teknolojiye para yatırmamın tek nedeni bütün bu işleri kolaylaştırması. Yani kendi keyfim için yapıyorum. Bizim içeride şu anda 3 tane Avid'imiz var. Bu montaj masaları şu anda Los Angeles'ta da kulIanıIan masalar. Spielberg de orada montaj yapıyor. Avid'den daha çok gelişmiş bir makine aldık, Smoke dediğimiz. FIame 3D Animation seti ve Silicon Graphics setimiz var. Herkes de kullanmıyor aslında. Bütün bu teknolojiyi bir de bilmek lazım. Eski kuşak yönetmenler teknolojiden de yararlanamıyorlar nitekim, bilmedikleri için. "Burçin S. Yalçın Sinema D. Aralık 2000. Sayı: 69”

 FİLMİ İZLE 



 

KIRIK ZAR (2000)


Yönetmen Yücel Yolcu Senaryo: Attila Engin Görüntü Yönetmeni Volker Mai, Müzik Ümit Sayın Kurgu Erol Adilçe Yapım: Plato Film/Sinan Çetin

Oyuncular: Toprak sergen, Neslihan Yeldan, Levent Özdilek, Attila Engin, Macit Sonkan, Demir Demirkan, Somer Karvan

Konu: Geçmişi kumar ve bela dolu olan Sedat, hapishanede tanıştığı Neyzen’den hayatın anlamını öğrenir ve tüm geçmişinden sıyrılarak sade bir hayat sürmeye çalışır. Ancak Neyzen’in hayatının pahalı bir ameliyata bağlı olduğunu öğrenen Sedat gerekli parayı toplamak için yeniden kumara başlar.

 

ÖDÜL

Avşa Film Festivali’nde (2001)

►Toprak Sergen “en iyi erkek oyuncu”

►Levent Özdilek” “en iyi Yardımcı erkek oyuncu”

Not: Orhan Aksoy’un 1964 yılı yapımı “Bomba Gibi Kız” isimli filminin ikinci çevirimi.

 

HERKES KENDİ EVİNDE (2000) 


Yönetmen Semih Kaplanoğlu Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Özden Cankaya, Serpil Kirel Görüntü Yönetmeni Hayk Kirakosyan MüziK Selim Atakan, M. Can Erdoğan Cold Hause, Yapım Haylaz Production/Ali T. Bilgen Levent Onan, Leyla Özalp Semih Kaplanoğlu Sanat Yönetmeni: Çağla Ormanlar, Kurgu: Hakan Akol, Onur Tan, Yapım Koordinatörü: Leyla Özalp, Görüntü Yönetmen Yrd.: Yusuf Asalanyürek, Ses Kayıt: İsmail Karadaş, Prodüksiyon Amiri: Birol Temizyer,

Oyuncular: Erol Keskin (Nasuhi), Tolga Çevik (Selim), Anna Bielska (Olga), Şükran Güngör (Kemal), Cüneyt Türel (Ergin), Özlem Çınar (Ferdağ), Devrim Parscan (Sabri), Saltuk Kaplangı (Mustafa), Yalçın Akçay (Erdoğan), Eda Özel (Ece), Özgür Onan (Kaan), Yiğit Özşener (Murat), Yaman Ceri (Fırat), Eylem Yıldız (Melike), Levent Güner (Yılmaz), Kaya Gürel (Mezarcı), Necdet Yakın, Süreyya Güzel (Güzin), Banu Fotocan

Konu: Ergin, anne ve babasını kaybetmiştir. Yalnız yaşayan Ergin sevgilisi Ferdağ ile ortalama bir ilişki yaşamaktadır. Ergin'in yaşamında bir şeyler yerine oturmamıştır. Bir arayış içindedir. ABD'nin her sene düzenlediği vatandaşlık hakkı çekilişine başvurur. Bu arada barda tanıştığı New York Üniversitesi öğretim üyesi Selim'le, New York'u çok iyi bilen biri gibi sohbet eder. Ergin, yeni . bir yaşam kurma hayallerinden sevgilisi Ferda'ya bahsetmemiştir. Bu arada Ergin, önem vermiyormuş gibi görünse de, mektupla gelecek yanıtı büyük bir merakla beklemektedir. Beklenen gün geldiğinde, postadan iki mektup çıkar. Babasının ismine gelen mektubu önce açmaz. Diğer mektup beklediği gibi Amerikan vatandaşlığı için çekilişin sonucunu bildiren mektuptur. Mektubun sonucunu arkadaşlarıyla birlikte olduğu bir yemekte açıklar. Erginle birlikte olan Ferdağ, durumu öğrenince çok öfkelenmiştir. Ergin'in samimiyetsizliği onu son derecede yaralamıştır ve Ergin'den ayrılır. Ergin, babasının adına gelen mektubu açtığında, hiç tanımadığı ve uzun yıllardır Rusya' da yaşamakta olan amcasından geldiğini anlar. Amcası Nasuhi Akman, Türkiye'ye geri dönmektedir. Ergin, Beyazıt'ta Rus pazarında verilen randevuya gider. 58 yıl sonra ülkesine geri dönen Nasuhi beyi karşılayıp, evine götürür. Bu arada Ergin'in öyküsüne paralel olarak Olga isimli bir Rus kızı, babası ve uzak yol kaptanı olan babası Igor Aleksiyevich'i İstanbul'da aramaktadır. Nasuhi bey, babasını ararken umudu kırılıp ülkesine dönmek için para sağlamak adına fahişelik yapmayı deneyen Olga'yı, İstanbul'un belirsiz bir semtinde perişan bir şekilde bulup Ergin'in evine götürür

Artık farklı arayışlar içindeki, farklı kuşaklardan bu üç insanın yolları kesişmiştir. Nasuhi beyin ısrarıyla, adamın çocukluğunun geçtiği Alaçatı'ya giderler. Nasuhi'nin çocukluğunun geçtiği Alaçatı’daki ev neredeyse yıkılma aşamasına gelmiştir. Nasuhi, büyük bir hevesle eski arkadaşlarını arar bulur ve pek çok malzeme alarak evi onarmaya girişir. Bu arada buralardan ayrılacağını bir türlü amcasına söyleyemeyen Ergin, evi ve toprağı satar. Amacı ABD' de kendisine maddi destek yaratmaktır. Satıştan elde ettiği 55 bin doların 15 bin dolarını amcasına başka bir ev alması için verir. Adam parayı kabul etmez ve Olga'yla Ergin'in kaldığı otele gönderir. O gece otelde Ergin'le kalan Olga, sabah erkenden parayla kayıplara karışmıştır. ABD'ye yerleşen Ergin'den sonra, Nasuhi bey de Alaçatı'daki evi terkeder.

 ÖDÜL

20. Uluslararası İstanbul Film Festivali (2001

► "En İyi Film",

► "En İyi Erkek Oyuncu" (Erol Keskin),

► "Jüri Özel Ödülü" (Haik Kirokosian);

13 Ankara Uluslararası Film Festivali (2001)

► "En İyi film”,

► "En İyi Senaryo";

12. Orhon Murat Arıburnu Ödülleri (2001):

► "En İyi 2. Film",

► "En İyi Erkek Oyuncu",

► "Jüri Özel Ödülü" (Semih Kaplanoğlu);

1. Şile Büyülü Fener Film Festivali (2002):

► "En İyi Film", "En İyi Yönetmen",

► "En İyi Senaryo",

► "En İyi Erkek Oyuncu".

 & Okullu yönetmen Semih Kaplanoğlu, ilk uzun metrajlı filminde ait olma, arayış gibi temalara çevirmiş kamerasını. Film aslında bir şekilde öyküleri, arayışları birbiriyle kesişen insanların yörüngesinde gelişiyor. "Üç farklı insan, üç farklı hayat. Hatta kolay kolay bir araya gelmeyecek üç kişi" (Okyay, Radikal, 2001). Film inanç, tutunma vb. gibi düzlemler üzerinde yol almaya çalışıyor. Ergin, ailesini kaybetmiş, yaşama tek başına tutunma çabası içinde, ama geleceğiine ilişkin hedeflerini netleştirmemiş bir genç adam. Sevgilisi Ferdağ ona göre çok daha yürekli yaşama daha sıkı tutunan bir kadın. Nasuhi bey de hedeflerine ve inançlarına göre çizmiş yolunu. Pişmanlıklara yaşamında yer yok. Dünya görüşü, inançları uğruna Sovyetler'e gitmiş, bunun için sevdiği Melike'yi bile terk etmiştir. Onunla birlikte gitmeye karar veren arkadaşı Kemal Demir, cesaretsizliğine yenik düşer. Buluşacakları yere gitmez. Pasaportlar kendisinde olduğu için Nasuhi'nin de gidemeyeceğini düşünür. Hiç bir olumsuz koşul Nasuhi'yi kararından vazgeçirememiştir. Sarıkamış 'tan yürüyerek Sovyetler'e ulaşır. Devir Stalin dönemidir. Kızılordu askerlerince yakalanarak, Sibirya'ya sürülür. 13 sene orada kalır. 2 sene ise Leningradda kalmış, savaşta cephe kazmıştır. Üçüncü kesişen kimlik Olga ise, filmin olay örgüsünde biraz yama gibi duruyor. Türkiye'de uzun yol kaptanı olan babasını aramak için bulunuşu çok sırıtmasa da, öyküye neden konulduğu ve yüklü meblağ parayı alarak kendisine yardım eden insanları ortada bırakarak öyküden çıkması sanırım boşlukta kalıyor. Rus kadınlarına ilişkin oluşmuş 'Nataşa' ön yargılarına tepki olarak bir figür gibi işlenmesi de akla pek yakın görünmüyor. "Film ağır temposu içinde ne söylemek istediğini anlatıyor. Ama herkesin hayata geçirmek istediği hayaliyle kişilikleri, geçmişleri, neden öyle yaşamak istedikleri arasında bağ kurulmadığı için karakterler yerli yerine oturmuyor" (Atabek, Cumhuriyet, 18.03.2001:15).

4Herkes Kendi Evinde filminin artı yönlerinden biri görüntü yönetimi. Bir süredir ülkemizde çalışmakta olan Haik Kirokosian'ın görüntüleri, Kaplanoğlu'nun gereksindiği atmosferi yaratmada oldukça başarılı görünüyorlar. "Haik Kirokosian'ın görüntüleri de bu hikayeye yeni bir hayat vermiş ... 'Vizontele'de de oynayan Tolga Çevik, baştan beri gıcık olduğum Selim'de hayli iyi. Polonyaalı Anna Bielska, hem kırılgın hem güçlü karakterine inandırıcılık kazandırıyor. Cüneyt Türel ve Şükran Güngör, kısa rollerinde her zamanki gibi başarılı. Ama filmin esas ağır topu, Nasuhi'ye gerçekten etkemik kazandırmış olan Erol Keskin. Filmin başka hiçbir olumlu yanı olmasaydı bile, onun oyunu için izlenmeye değerdi" (Okyay, 2001).”Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 282

4 Semih Kaplanoğlu ilk kez film yönetmenin yaratabileceği tuzaklara düşmeden, sakin sakin öyküsünü anlatıyor.

Önünde sonunda eve dönmek için yolculuğa çıkarız, derler. Bunu sıla özlemi çekmenin dayanılmaz zorluğunu ve evimize döndüğümüzde duyumsadığımız boşalmayı tatmak için yolculuk yaparız, şeklinde de ifade edebiliriz. Bir yerlere gidip orayı ev belleyen istisnalar da söz konusu muhakkak; fakat bu şekilde kaideler bozulmuyor, bilirsiniz. "Herkes Kendi Evinde", yaşamdaki geleceğini yollarda arayan ve artık ait olduğu yeri bulmak isteyen insanlardan ibaret küçük bir galeri sunuyor bizlere.

Selim (Tolga Çevik) tüm yaşamını Amerika'ya vatandaşlık hakkı veren bir çekilişe bağlamış genç bir adam. "Amerika hayali" kendisine gelen bir mektupla gerçek oluyor ve pılısını pırtısını toplayıp yeni kıtaya göç etme hazırlıklarına girişiyor. Tam da bu dönemde yaşamına amcası Nasuhi (Erol Keskin) giriyor. Feleğin çemberinden geçmiş, ununu eleyip ipine asmış olan Nasuhi'nin tek istediği Alaçatı'daki evin yerine hala çirkin bir yazlık site dikilmediyse ömrünün son demlerini orada geçirmek. Fakat Alaçatı'ya doğru hareket etmezden önce Nasuhi, gemilerde çalışan babasını bulmak üzere yollara düşmüş genç bir Rus kızı olan Olga'ya rastlıyor Ve üçü birlikte Alaçatı'ya doğru yol alıyorlar.

Baştan belirtmeli: Semih Kaplanoğlu gerek senaryo gerekse de çekim aşamasında yapıtı üzerinde bolca kafa yorarak bir ilk yönetmenin geçeceği çetrefilli yolları kolay hale getirmeyi başarmış. Üstelik dizi yönetmenliğinden gelen Kaplanoğlu'nun ilk sinema filmini çekerken bu alışkanlıklarını çabucak unutabilmesi takdir edilecek bir şey. "Herkes Kendi Evinde"de öyküsünü düz bir anlatımla aktarmak yerine, belirli bir üslup tutturup filmine daha özgün bir hava katmayı yeğlemiş. Bu, özellikle karakterlerini bizlere sunarken ve onların haleti ruhiyelerini betimlerken açıkça beliriyor. Filmin en başarılı karakter yapılandırması olan Olga'dan (Anna Bielska) bir örnek vererek bunu açmak istiyorum: Olga'nın babasının denizler ötesinde olmasına açıkça gönderme yaparak Kaplanoğlu onu hep "kıyıda" ve üstelik takaların, teknelerin önünde gösteriyor (Zaten finalde Olga o teknelerden biriyle kaçıyor). Üstelik bu sahnelerde "deniz"den onun ruh haline uygun olarak da yararlanıyor. Olga'nın bunalımlı geçen ilk zamanlarını soluk renklerde, dalgalı bir Boğaz fonu önünde ve üstelik sık sık sıçramalı kesmelere başvurarak veriyor. Nasuhi'yle birbirlerine ısındıkça yavaş yavaş güneş açtığı ve denizin dinginleştiği farkediliyor.

Selim, eğitimini 12 Eylül sonrası dönemde almış, Türkiye'nin tipik bir apolitik, "Amerikancı" genci. Maddiyatçı; öyle ki evlenmeye niyetli olduğu kızı bırakıp gitmek için pek tereddüt etmiyor. Nasuhi eskinin hızlı komünisti. İlginçtir, o da sevdiği kızı 58 yıl önce ideolojisi uğruna terketmekte sakınca görmemiş. Aslında, yanına gelince Tolga onun kendisinin aklını çeleceğinden korkuyor. Çünkü durumları ve sanıyorum ruh halleri çok benzer (Kahvaltı masasında Nasuhi'nin ona "şeytani" bir şekilde son Sovyet elmasını uzatması pek manidar). Olga ise babasının peşinde. Ama ona bir türlü yetişemiyor. Kaplanoğlu her karakteri üzerinde incelikle dursa da özellikle Olga'nın öyküsünü anlatırken son derece özgün bir anlatım tutturuyor. Yazdığı gerçekten başarılı diyaloglar da buna hizmet ediyor. Pedere "Eğer Tanrı'n aç olanları bu kadar önemsiyorsa çok uzağa gitmene gerek yok; yakındaki şu Nataşa pazarına bir bakman yeterli" dedikten sonra fahişelik yapmak üzere "giyiniyor" ve sokağa çıkıyor (Bilhassa Olga'nın girişteki bu sahnelerinde sürekli sıçramalı kesmeler ve bindirmeler yapan Kaplanoğlu sanki az sonra kızın başına gelecekleri önceden duyumsatmak istiyor). Bir sonraki sekans tam tepeden çekilmiş bir açıyla başlıyor (sanki sözünü ettiği Tanrı ona bakıyor). Yavaşlatılmış çekimde bir vinç hareketiyle kamera aşağı doğru hareket ederken bizler de Olga'nın dramına tanık oluyoruz. Vinç hareketinin tamamlanmasına yakın, çerçeveye Nasuhi giriyor. Ve o da ne! Çerçevenin hemen solundan bir uçak, alana "gürültülü" bir iniş yaparken Nasuhi de sendelemekte olan Olga'ya doğru koşuyor (Bunun nefis bir plan olduğunu söylemeliyim). Zaten çekimler sırasında bu şekilde o kadar çok güzel rastlantı gelmiş ki Kaplanoğlu'nun başına... Nasuhi'nin Alaçatı'daki evi ilk gördüğü anda güneşin aniden her tarafı ışıl ışıl etmesi insanın içini ısıtıyor. Çeşme'ye gece vardıklarında Nasuhi meydanda dolaşırken kadraja "başıboş" bir köpeğin girmesi de dramatik etkiyi artırıyor.

Hareketli fotoğraflarla hikaye anlatma sanatı olan sinemanın hakkını veriyor Kaplanoğlu, "Herkes Kondi Evinde"de yarattığı çerçeveler, kullandığı renkler ve kamera hareketleri vasıtasıyla. Oyunculuk da Türk sinemasında alışılmamış bir şekilde iyi. Kurguda ise Kaplanoğlu açıkarşı açı sahnelerinde devamlılıkta ara sıra tökezliyor. Bunların ötesinde filmin teknik alandaki en özgün çalışması, yetkin şekilde döşenen ses kuşağı. Çeçevelerine sık sık uçak, gemi, tren gibi bizlere "yol ve yolculuk" kavramlarını hissettirecek araçlar yerleştirirken Kaplanoğlu ses kuşağını da bu araçlardan çıkan seslerle beziyor. Filmi izlerken bu çerçevelemelere ve ses kullanımına göz atıp kulak kabartmak çok keyif veriyor insana.

Kaplanoğlu söyleşilerinde "Benim referanslarım Antonioni, Tarkovski" diye bas bas bağırırken bunu görmezden gelip (hoş, çoğu onların kim olduklarını bile bilmiyor ya!) sinemayı hızlı planların dur durak bilmeden sıralanması zannedenler hemen suratlarını ekşittiler, ne acı ki film gösterime girince. Böylesi tasnifler sinemaya zarar veriyor ve "Herkes Kendi Evinde"nin iyi bir film olmasını da engellemiyor. Burçin S. Yalçın (Sinema D. Sayı 75, Haziran 2001 Syf: 14)

4  Şehnaz Tango" son yıllarda izlediğim sayılı TV dizilerinden biriydi. Ama ömrü uzun olmadı: bugünkü TV yayıncılık anlayışı içinde kaliteli bir şeyin gerçekten tutunması ve sürmesi çok zor, hatta olanaksız! O dizinin yönetmeni Semih Kaplanoğlu'nun ilk sinema filmiyle karşımıza gelmesine bu açıdan çok sevindim. Karşımızda sinemanın alfabesini bilen, hatta onun çok ötesine geçmiş, hikayesini kafasında mutlaka görsel olarak da kurmuş, gerçek yönetmen kumaşı taşıyan biri var.

Daha ilk çekimden başlayarak Semih Kaplanoğlu'nun yumuşak ve ölçülü kamera hareketlerini, zevkli çerçevelemelerini, yeterince dinamik, ama sıçramalıhoplamalı olmayan bir tempoyu biz izleyicilere sunan kurgusunu çok beğendim. Filmin kişilerini de sevdim. Özel yanlarıyla ve de temsil ettikleri değerlerle ...

Uluslararası bir şirketin pazarlama uzmanı, anababasını yitirdikten sonra hayatta yapayalnız kalmış ve biraz da bu yüzden, baba mirası birkaç malı mülkü sattıktan sonra Amerika'ya göç edip orda yeni bir hayat kurmaya kararlı Selim, kuşkusuz ki kökenlerine çok sağlam biçimde bağlı olmayan ve 'uzak ülke yeni yaşam' hayalleriyle beslenen sayısız genç insanı temsil ediyor. Onun hayatına birden dalan, çok uzun yıllar yaşadığı Rusya'dan dönüp çocukluğunun geçtiği yörelerde yerleşmek ve yaşamını arda tamamlamak isteyen Nasuhi, çok daha özel biri. Bir dönemde Sovyetler Birliği'nin ve onun ideolojisinin çekiciliğine kapılıp kapağı oraya atan (ya da atmak zorunda kalan), artık geride pek üyesi kalmamış bir kuşağın son temsilcisi sanki ... Nerdeyse yarım yüzyılını emeğe dayalı bir toplumda, emeğinin gerçek karşılığını da alamadan geçirmiş tam bir toprak adamı. Paraya ve onunla ilişkili tüm değerlere tümüyle yabancı. Ama iş toprağa, eve, tarlaya, tarıma, emek, çaba ve onarıma gelince, mucizeler yaratabilen, ölü bir toprağı canlandırabildiği gibi, harabe halindeki bir evi de konağa dönüştürebilen bir ermiş sanki…

Ve ikisinin aralarına biraz yapay biçimde karışan bir kadın. Yıllardır gemilerde dünyayı gezmekte olan babasını bulma umuduyla kalkıp İstanbul'a gelmiş, burada çekişme halindeki iki çok farklı erkeğin yaşamına karışmış Rus kadını Olga ... Olga, Nasuhi'nin yıllarını geçirdiği ülkeden geliyor. Ama o, komünizm sonrası yeni değerlere, paranın ve sermayenin buyurganlığına iman etmiş genç Ruslardan, o sık kullandığımız deyimle, Nataşa'lardan biri. Aslında iyi bir insan ... Ama yeni bir hayat kurmak ve en azından babasını gönlünün çektiğince arayabilmek için eline geçen fırsatı kaçırmayacak, elinin altındaki yüklü bir parayı çalıp ortadan kaybolmaktan çekinmeyecek kadar da gerçekçi... Bu üç insan, önce İstanbul' da, sonra bir Ege köyünün zeytinlikleri içinde garip bir serüven yaşıyorlar. Selim hiç bilmediği bir şeyi, toprağın ve mülkün değerini öğreniyor. Nasuhi hiç bilmediği bir şeyi, paranın gücünü ve yararını asla öğrenemiyor. Olga ise kendine gerekli olanı kavrıyor ve iki erkeğin hayatından, tereyağından kıl çeker gibi geçip giriyor. Herkes Kendi Evinde, artıları ve eksileri olan bir film. Konusu ilginç, sineması düzgün. Erol Keskin görkemli bir kompozisyon veriyor. Görüntü ve müzik çalışması ise birinci sınıf. Ama fılm insanı tam anlamıyla doyurmuyor. İdeolojilerin çöküşü sonrası bu simgesel hikaye, sanki tam 12'den vuramıyor. Yönetmen bize ana temalarını, temel kaygılarını tam anlamıyla ulaştıramıyor. Her şeyi paraya dönüştürme peşindeki Selim de, parayı tanımayan Nasuhi de bize tam anlamıyla gerçek ve inanılır gözükmüyor. Olga belki daha gerçekçi, ama onun hikayesi de yeterince işlenmiş değil sanki.. . . Herkes Kendi Evinde, her şeye karşın kaliteli bir film. Ve kesinlikle yeni ve kişilikli bir yönetmeni haberliyor.

 

 

HEMŞO (2000)

 Yönetmen Ömer Uğur, Senaryo Ömer Uğur, Resul Ertaş, Görüntü Yönetmeni Uğur İçbak, Müzik Arto Tunçboyacıyan, Yapım Arzu Film/Ferdi Eğilmez ; Avşar Film/Şükrü Avşar, Kurgu: İsmail kalkan, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Yürütücü Yapımcı: Cengiz Çağatay, Kamera Arkası: Serpil Altın Urkan, Panther Asistanı: Hakan Yamaç, Işık Şefi: Nezir Yücel, Işık Asistanı: Kayhan Yılmaz, Berzan Yücel Yardımcı Yönetmen: Aydın Sayman, Yönetmen Asistanları: Şükran Elmalıoğlu, Görkem Kiter, Mert Keçik, Senaryo Ekibi: Raşit Çelikezer, Nüans Ocak, Hülya Tufan, Altuğ Yücel, Kamera Asistanları: Soykut Turan, Ersan Çapan, Erşen Ersoy, Ses Mühendisi: Levent İntepe, Boom Operatörü: Serkan Akar, Işık Şefi: Nezir Yücel, Asistanları: Berzan Yücel, Abit Eliş, Oruç Demir, Korhan Aysan, Hamit Paksoy, Emrah Yıldırım, Set Amiri: Ahmet Topal, Set Ekibi: Godzilla Selahattin Geçgel, Bedri Uğur, Sonay Dökmeci, Savaş Dökmeci, Taşkın Geçgel, Selmaa Kazgöz, Murat Toprak, Ali İhsan Yurt, Muhammed Ali Erbil, Ali Muhammed Demirci, İlker Balıkalan,

 Oyuncular: Mehmet Ali Erbil (Yaşar), Okan Bayülken (Cebrail), Demet Şener (Tatyana), Özlem Yıldız (Mariana), Sümer Tilmaç (Hamit), Dilaver Uyanık (Kahveci), Yılmaz Köksal (Zülfikar Dede), Cengiz Küçükayvaz (2. Sivil Polis), Levent Kazak (1. Sivil Polis), Ümit Okur (Taksici Kemal), Yıldo (Bakkal), Yıldız Kaplan (Gözde), Oya Aydoğan, Yaşar Güner, Yakup Yavru (Takoz Salih), Oya Aydoğan (Bankamatikçi kadın), Hasan Arslantürk (Mecit’in babası), Doğukan Durmuşlar (Çocuk Yaşar), Mehmet Akşahin (çocuk Cebrail), Ali Tutal (Halil), Can Polat (Hasan Selim), Özgül karaman (Nesime), Aylin Kömürcü (2. Gelin), Tolga Cihan Dirlik (Tolga), Bülent Arslan (barmen), Tezcan Conker (barmen yrd), Yaşar Polat (garson), Alanya Zeynep Kaplaner (bar müşterisi), Recep Bülbülses (bar müşterisi), Meliha Demirel (bar müşterisi), Mehmet Bereket (bayrakçı ), Mürsel Yaylalı (doktor), Ömer Uğur (ustabaşı), Ali Güney (şişme kadıncı adam), Ufuk kayar (Currok Fevzi), İnan Biçer (işçi), Ümit Can Güven (işçi), Neşe Arda, Süleyman Yağcı, Selim Canpolat, Makyaj: Simay Muratoğlu, Asistan: Gülcan Öğe, Aylin Kömürcü, Kuaför: Uğur Yaman, Oğuz Yurttaş

 KONU: 20 yıl önce babası kan davalılarının oğlu Yaşar tarafından öldürülen Cebrail ve dedesi köylerinin ilerisindeki ovada atış talimi yapmaktadır. Bu sırada dede, Cebrail’e öğütler vermekte, kanlısını öldürecek kişide olması gereken vasıfları anlatmaktadır. Bir yandan da torununu atıcılık konusunda yetiştirmektedir. Akşam eve gittiğinde yeğeni Tolga, onu kanlısının yerinin bulunduğu haberiyle karşılar. Ancak evde Cebrail dışında kimse bununla ilgilenmemektedir. Annesi babasının kanlı gömleğini Tolga’ya top mintanı yapmış; ağabeyi de babasının silahını cep telefonu almak için satmıştır. İkisi de bu devirde kan davası kalmadığını düşünmektedir. Yaşar hapis yatmış ve cezasını çekmiştir. Ama Cebrail bunun yeterli olmadığını savunur: Yaşar, Mecit’in kanını kendi kanıyla, törelere göre ödemelidir. Cebrail hemen dedesine gidip ondan silahını ve yolluk parasını alır. Trenle İstanbul’a, kanlısını gördüğünü söyleyen dayısı Zülfikar Pehlivan’ın yanına gider. Ancak onun Romen kadın fotoğrafları biriktiren, bunamış bir ihtiyar olduğunu görünce kanlısı Yaşar’ı kendisi aramaya karar verir. Sokağa çıkar çıkmaz biriyle çarpışır ve iki kişinin onu kovaladığını görür. Bunun mertliğe uymayacağını düşünerek ona yardım eder. Ama Cebrail dövüşüp kafasına sopa yediği sırada adam sıvışır. Cebrail, gittiği kahvede kaçan adamı görür, herkes ona Çavuş demektedir. Çavuş, cebinden çıkardığı bir tomar parayı görünce Cebrail’e teşekkür etme numarasıyla yakınlaşır.

 Cebrail’in alacaklısını aradığını söylediği Çavuş paralarını araklamak için ona yardım edeceğini söyler. O akşam Cebrail’i evine davet eder. Eve geldiklerinde Cebrail, Çavuş’un sevgilisi Romen Tatyana’yı görür ve ona vurulur. Ama o Çavuş’un sevgilisidir. Tatyana onları evde yalnız bırakıp arkadaşı Maşenka ile Laleli sokaklarına iner. Tatyana, Maşenka’yla birlikte fahişelik yapıp doktor ofisi için para biriktirmektedir. Çavuş o akşam Cebrail’i soymayı beceremez. Ertesi sabah kanlısını aramaya çıkan Cebrail yeniden Çavuş’u bulduğu kahveye gider. Çavuş kahvenin sahibi Hamit’in eşi Gözde’nin yanından geliyordur. Bir yandan Hamit’e iktidarsızlığı için sahte ilaçlar satarken bir yandan da birlikte kanlısını aramaya devam etmektedir. Çavuş onu barlardan birine kanlısına aramaya götürür. Cebdail etrafa bakınırken Çavuş da barda sürekli fantezi yapacak erkek arayan bir kadınla mutfak tarafında birlikte olur. Dönüşünde Cebrail’e bunu anlattığında Cebrail bardan kızgınlıkla çıkar. Peşinden giden Çavuş o anda kendisini arayan şişme kadın sattığı bir adamla burun buruna gelir. Çavuş’la adamın arasına girip silah çeken Cebrail’in hamailini gören Çavuş onun kendisini aramaya gelen kanlısı olduğunu anlar. Fakat herkes kendisine Çavuş dediği için Cebrail onun kim olduğunu bilmemektedir. Akşam durumu Tatyana’ya anlatan Çavuş, sabah Gözde’nin zorlamasıyla onunla sevişmeye gider. Fakat Hamit’in evde unuttuğu anahtarını almaya gelmesiyle basılırlar. Hamit onu vurmak ister. Hamit’i atlatıp eve dönen Çavuş, Cebrail’e Hamit’in kanlısı olduğunu detaylar vererek anlatır. Cebrail Hamit’in evine gider ama onun kanlısı olmadığını anlayınca Çavuş’un verdiği detaylardan kanlısının Yaşar olduğunu fark eder.

4 Okullu yönetmen Ömer Uğur'un son uzun metrajlı filmi "Hemşo", çekilmeye başladığı dönemlerde vizyona girmeden önce medyanın gündemini işgal etmişti. Bu durum şüphesiz öncelikle filmin medyatik başrol oyuncularından kaynaklanıyordu. Hemşo, temelde bir kan davasını mizahi bir bakış açısından ve dozu fazla kaçmış argo kullanımıyla ele alıyor. Film günümüzde artık anlamsız olduğu düşünülen kan davası, töre vb. unsurları önemsizleştirirken ya da vulgarize ederken, çağımızın yükselen değerleri küreselleşme, cep telefonları, yozlaşan insan ilişkileri, ahlaksızlaşan kamu görevlileri, Romen fahişeler gibi pek çok eklektik malzemeyi ise filmin ana eksenine oturtuyor ve bunların karşılaştırması üzerinden yol alıyor.

Öncelikle filmin gerek biçimsel açıdan görüntü kalitesi, aydınlatma tasarımı gibi gerekse de oyunculuk açısından özellikle Okan Bayülgen'in yöresel ağızIa konuşarak canlandırdığı Cebrail karakterindeki başarısı, kısmen Demet Şener'in Romen fahişedeki ve Levent Kazak'ın ahlaksız polis rolündeki performanslarından bahsedilebilir. Ne yazık ki Mehmet A. Erbil'in Cebrail'in kanlısı Yaşar'da, Sümer Tilmaç'ın kahveci Hamit'de ve Yılmaz Köksal'ın yıllardır değişmeyen gülüşü ve pala bıyıklarıyla Zülfikar Pehlivan'da kendilerini tekrar etmekten öte yeni bir şey yapmadıklarının altını çizmek lazım. Peki geriye ne kalıyor sorusunun yanıtı ne? Şüphesiz Hemşo gibi öncelikle gişeyi garantiye almaya çalışan filmlerin bazı düşmeler yaşaması olağan. Ama Ömer Uğur, sinema alanında yaşadığı önceki deneyimlerinin de katkısıyla Hemşo'da geleneksel Türk sinema anlatı yöntemine, alt kültürel katmanlara hitap eden espri anlayışına sığınmadan da yolunu açabilirdi. Film dramaturjinin ana elemanlarından komediyi, dramı iç içe geçmiş bir şekilde kullanıyor.

 Fakat bu kullanımın nedeni yok. Film daha başlangıcında otantik bir yörede kendi değerlerini bu kadar önemsemez hale gelmiş ve bunlarla alay eder bir uslupla gerçekçi yaklaşımdan uzaklaşacağının ipuçlarını veriyor, diğer yandan fantezinin sınırları içinde gezinmesi konusundaki beklentileri boşa çıkarıyor. Hemşo aslında 1990'lar sonrasındaki Türk sinemasının değişen yüzündeki öğelerden birini, PR'ı iyi kullanıyor ve istimini de bu bağlamda oluşturuyor. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 279”


FİLMİ İZLE 




 

HALK ÇOCUĞU (2000)

 

Yönetmen Funda Güven Samancılar, Senaryo Nevin Cangür “Memduh Ün’ün 1964 yılında yönettiği aynı isimli filmin ikinci versiyonu, Görüntü Yönetmeni Kâmil Çetin, Yapım Plato Film/Sinan Çetin, Sanat Yönetmeni: Ülfet Keser, Kurgu: Murat Bor, Ses Kayıt: Cem Sancak, Yapım Sorumlusu: Salih Çelik,

 

Oyuncular: Emre Altuğ, Eda Özer, Bülent Şakrak, Aycil Yeltan, Özlem Argun, Suna Selen, Süeda Çil, Sermiyan Midyat, Zuhal Yalçın, Mehmet Gülerbaşlı, Burhan İnce, Nilgün Karababa, Demir Demirkan

 Konu: Milyarder Refik beyin ani ölümü üzerine tüm aile fertleri mirastan pay almak için bir araya gelirler. Avukatları Saadettin vasiyeti okuduğunda aile şaşkınlığa uğrar. Servet bey servetini hiç tanımadığı oğlu Ahmet’e bırakmıştır. Ahmet’in ise bu mirastan haberi bile yoktur. Bunun üzerine mirasçılar, bu güne kadar görmedikleri Ahmet’in peşine düşerler.

 

 

GÖNLÜMDEKİ KÖŞK OLMASA (2000)


 Yönetmen Ellizabeth Rygard, Senaryo Yüksel Işık, Ellizabeth Rygard, Müzik Mazlum Çimen, Yapım Alfa Film/Ömer Kavur, Sadık Deveci, Sanat Yönetmeni: Neslihan Zapçı, Yapım Sorumlusu: Zeynep Çiftçi Ün, Yardımcı Yönetmen: Pelin Esmer, Basın Danışmanı: Ayşe Durukan,

 Oyuncular: Hikmet Karagöz, Bora Akkaş, Mazlum Çimen, Şebnem Kocatürk, Büşra Bora, Menderes Samancılar, Serra Yılmaz, Nurettin Şen, Selçuk Uluergüven, Hülya Savaş, Tomris İnceer, Süeda Çil, Metin Zakoğlu, Gürol Güngör, İbrahim Raci Öksüz, Levend Yılmaz, Mehmet Akşahin

 Konu: Osman arabasıyla yol alırken çocukluk yılları gözünün önünde canlanır. Osman'ın çocukluğundan beri saza tutkusu vardır. Osman, babası Ali ve annesi Elif, dedesi Hacı ve ninesiyle birlikte oturmaktadır. Hacı, kasabanın tefecisi Abdullah emmiye sürekli oğlunu ve gelinini şikayet etmektedir. Günümüze dönüldüğünde Danimarka'da oturmakta olan Osman, babasını ziyarete gelmiştir. Annesi ölmüş, babası ise annesinin yokluğuna alışamamıştır. Osman'ın amcası ölmüş ve babasına para bırakmıştır. Danimarka'da yaşamakta olan adam, oğluyla beraber yurduna dönmek istemektedir. Yeniden geçmişe dönüldüğünde Osman'ın babası ve annesi kırsal arazide kendilerine çadırdan bir barınak yapmış ve çocukları Nazlı ile Osman'la orada yaşamaya başlamışlardır. Babasına kızdığı için onun evinden ayrılan Ali, Osman'ın dedesini görmeye gitmesini yasaklamıştır. Osman, yörede Aşık emmi diye bilinen yaşlı bir adamla konuşmayı sever. Güzel saz çalan yaşlı adam, Osman'a yaşam hakkındaki deneyimlerini anlatır. Bu arada Ali, yeni yapacağı evlerinin temelini atmaya başlamıştır.

 Dedesini ziiyarete giden Osman, temizlikte ona yardımcı olurken, hazine sandığına bakmak ister. Dedesi ona savaş anılarını anlatır. Dedesi, Osman'a Veysel başçavuş'un fotoğrafını gösterip onunla ilgili anılarını anlatır. Osman'ın babası düğünlerde çalgıcılık yapmaktadır. Komşuları Kiraz, Osman'a sesinin güzel olduğunu söyler.

 Babası, Osman'ın dedesini ziyaret etmesine kızmıştır. Babaannesinin evlerine gelebileceğini ama Osman'ın dedesine gitmesini istemediğini söyler. Osman günümüze dönüldüğünde babasına Maria'yı tanıştırmakta ne kadar zorluk çektiğini söyler. Danimarka'lı olan Maria çok utangaçtır. Geri dönüşle lokanta işleten Ayla'nın lokantasına Osman, Aşığı getirir. Babası da oradadır ve çok içerek sarhoş olmuştur. Ali, evin duvarlarını yaparken ziyarete gelen komşulara Elif limonata ikram eder. Ayla, kasaba ortamında boğulduğunu hissetmektedir Ayla kasabada çok sıkıldığından ve kendisi hakkında dedikodu yapıldığından şikayet eder. Biraz parası olsa Ayla'nın tek amacı Ankara'ya yerleşmektir. Kuşku içinde olan Elif, Osman'a Ayla'yla arasında bir şey olup olmadığını sorar. Ali, kasaba pazarında Elif'in yaptığı kilimleri satmaktadır. Bir gün okulda ders sırasında öğretmen, Osman'a andı okutturur. Öğrencilerin çoğu andı ezberleyememiştir. Öğretmen, Danimarka' da olan ve babasından gelen kartı arkadaşlarına gösteren Mehmet'in eline sopayla vurur.

 Osman saz tutkusundan dolayı sık sık Aşıkla birlikte olmaktadır. Hacı, Ali'yi kılıbık bellemiş ve gördüğü yerlerde taciz etmektedir. Osman babasıyla bir marangoza gittiğinde bulduğu bir dut kütüğünü babası saz yapsın diye almasını ister ama Ali pahalı geldiği için alamaz. Günümüze geçildiğinde Ali, Osman'a uzun süredir onun için kiraz ağacından bir saz yaptığını söyler. Geri dönüşle Osman'ın uzun süredir Danimarka'da yaşayan arkadaşı Hakan köye gelir. Osman'ı arabasına bindirerek onu gezdirir. Kasabadaki satıcıdan Hasan kendisine saz, tef gibi aletler alırken Osman'a da bir çakı almıştır. Osman, Hasan'ın kendisine aldığı çakıyla tahtaları yontar. Osman, annesiyle bir gün pazara gittiğinde aniden bir fırtına patlak verir.

 Günümüze dönüldüğünde babası Osman'a çocukluğunda bir ayıyı nasıl terbiye ettiklerini anlatır. Geri dönüşle Ali'nin inşaat halindeki evi fırtına sırasında yıkılmıştır. Çaresiz kalan Ali, Abdullah emmiden para istemeye gider. Akbaba gibi olan Abdullah, Ali'nin evini ipotek etmiştir. Parayı geri veremezse ev ve arsa Abdullah'ın olacaktır. Ali'nin annesi Hacı'ya oğlunun zor durumda olmasına üzüldüğünü, köprü tarafında para eden arsayı satıp yardım olarak ona vermelerini ister ama yaşlı adam tepki gösterir. Bu arada evin inşaatında oynamakta olan Nazlı merdivenden düşmüştür. Nazlı hastaneye kaldırılmış fakat kurtarılamamıştır. Küçük kız defnedilmiştir. Elif için durumu kabullenmek zordur. Osman, kardeşinin ölümünden suçluluk duymaktadır. Ali, Hasan'dan kendisine Danimarka'da iş bulmasını istemiştir. Parasını ödeyemediği için marangoz, Ali'nin evinin camlarını sökerek götürür. Hacı, karısının üstelemesiyle köprünün yanındaki tarlayı satıp parasını Ali'ye vermeyi kabul eder. Hasan'dan mektup gelmiş ve hem Ali'ye hem de Elif'e iş bulduğunu yazmaktadır. Elif ve Ali, Osman'ı dedesine bırakarak Danimarka'ya giderler. Aşık, yalnız kalan Osman'a saz çalmayı öğretmeye başlamıştır.

 Bir kaç yıl sonra Elif'le Ali, köye dönüp Osman'ı da alıp, Danimarka'ya götürmüşlerdir. Günümüze dönüldüğünde Ali, oğlu Osman’la evin bahçesindeki serada yanan ateşin yanında otururken, bir yandan Osman'ın çaldığı "uzun ince bir yoldayım" türküsüne eşlik etmektedir. 'Gönlümdeki Köşk Olmasa', "Danimarka'da yaşayan 'saz şairi Yüksel Işık'ın öz yaşam öyküsünden yola çıkan, ekmek parası için yerini yurdunu terk eden insanların dramını bir çocuğun gözünden anlatıyor" (Milliyet/Sanat, 09.01.2003:. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 276”

 Ödül:

39. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde

►Jüri Özel Ödülü

►Mazlum Çimen “En iyi müzik”

►Bora Akkaş “Jüri Özel Ödülü”

8. Sadri Alışık Sinema Ödülleri

►Tomris İncer “En iyi yardımcı kadın oyuncu”

 * Ortak yapım olmasından dolayı, Danimarkalıı yapımcının isteği üzerine Danimarkalı kadın yönetmen Elizabeth Rygard'ın yönettiği "Gönlümdeki Köşk Olmasa", bir bakıma müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzetilebilir. Filmin yönetmeniyle tek ortak noktası; Almanya, Danimarka, İsveç gibi ülkelere göçün başladığı yıllarda filme konu olan ailenin fertlerinin Danimarka'ya işçi olarak gitmesinden kaynaklanıyor. "1970'lerin başında Türkiye'den yurt dışıına göç eden köylülerin aynı zamanda kendi içlerinde yaşadıkları göçü anlatan film, bir yandan da 'Biz insanlar nefrete düşmeden acıyla başa çıkabilir miyiz?' sorusuna cevap arıyor. Son yıllarda Batılı ülkelerdeki birçok yönetmen gibi Avrupa'da yaşayan göçmenlere karşı duyulan korkuyu yakından gözlemleyen Rygard, bu korkunun umarsızlık, politik fırsatçılık ve medyanın ticari kaygılara dayanan yönlendirmeleriyle gittikçe daha da tırmandığını düşünüyor" (Aktuğ, Radikal, 14.08.2000).

 Aslında yönetmeni dışında neredeyse herkesin Türk olduğu film, naif tanımını hak eden bir özellik taşıyor. Aşık Veysel 'in yaşadığı dönemden izler taşıyan 'Gönlümdeki Köşk Olmasa' da, bu büyük ozanın işlevi, önemi belirsiz bir nitelik kazanmış. Her şeye karşın Elizabeth Rygard, dışarıdan biri olarak bazı ayrıntı hatalarına karşın bir kasaba atmosferi yaratabilmiş. Ama bu atmosfer filmin ele aldığı dönemin yapısıyla ve bölgenin gelenekleri ve kültürel özellikleriyle çakışmayan bir izlenim yaratıyor; Aşık Veysel'in yaşadığı Sivas'ın Sivrialan köyünün, filmde ele alınan ilişkiler ve mekansal özelliklerle buluşmadığı dikkati çekiyor. Aslında bu yorum, yönetmenin oryantalist bir bakış açısından sıralamadığı izlenimini hissettiriyor. "Türkiye'yi ilk kez 1993'te ziyaret eden yönetmen, uzun yıllar Türkiye'de yaşamış ve Danimarka'lı şair Henrik Nordbrand'la ilgili bir belgesel çekti. Bu belgesel sayesinde Rygard, Orhan Veli, Nazım Hikmet ve Rumi gibi şairlerin eserleriyle tanışmış. Sonraki yıllarda Türkçe öğrenen yönetmen Türk kültürüyle ilgili daha detaylı araştırmalara girişti ...

 'Gönlümdeki Köşk Olmasa' filmi de Rygard'ın Batı'ya Türk müziğinin, şiirlerinin ve felsefesinin zenginliklerini anlatan bir film yapma isteğinden doğdu" (Aktuğ. 14.08.2000).

 * Elizabeth Rygard, gerçekçi bir atmosfer ve olay örgüsü yaratmak yerine, kendi kafasında idealize ettiği Elif karakterini ve olay örgüsünü yaratmayı tercih etmiş. Şüphesiz yönetmenin böyle bir özgürlüğü var. Belgesel bir film çekmediği için, ele aldığı dönemin gerçeklerine kelimesi kelimesine bağlı kalması gerekmiyor. Fakat bu özgürlüğün, bir çeşit monografik özellikler taşıyan bir öykülemede gerçeklerle içiçe geçmiş bir yapıyı zorladığı fark ediliyor. Örneğin meyhane Iokanta arası bir yer işleten Ayla karakterini de bu çerçevede yerine oturtabilmek kolay değil. Diğer yandan, köy ve kırsal kültürün açmazlarına yabancı olmasına karşı Rygard, çok da yüzeysel geçmeden, yaşanan tekdüzelik, sevgisiz,. çıkarcılık, geri kalmışlık ve farklı kültürlerin yaşadığı çelişkileri vurgulamak açısından belli bir düzeyi tutturuyor. "Türk folkloru ve kültürüne ilişkin çalışmalar yapan kadın yönetmen Elisabeth Rygaard, adını Veysel'in bir dizesinden almış olan filminde, ayrılıkların yarattığı acılar denli, türkülerin anlamları, sözlerinin altında yatan felsefe üzerinde yoğunlaşıyor" (Milliyet/Sanat, 09.01.2003:9).

 Filmin görüntü yönetmeni Hans Welin'in, çerçeve kalitesi ve aydınlatma çalışması ise filmin önemli artısını oluşturuyor. "Filmin tek zaafı var; öykünün Danimarka kanadı pek işlenmemiş. Odanın penceresinden gördüğümüz yağmurlu bir iklim efektiyle, bu bölüm biraz çalakalem işlenmiş ... yönetmen Elizabeth Rygard, ülkesinin tanıtımına katkıda bulunmak istememiş. Osman'ın yetişkinliği ve Mazlum Çimen'in yaşlılığı da (bir kez daha Danimarka tarafı) filmin sırıtan yanlarından" (Vardan, Radikal, 10.01.2003). 'Gönlümdeki Köşk Olmasa'yı biçimsel unsurların içeriğin önüne geçtiği bir film olarak tanımlamak daha uygun düşüyor.

 FİLMİ İZLE 



 

GÖLGE AŞKLAR (2000)

 

Senaryo ve Yönetmen Nihat Seven, Görüntü Yönetmeni David J. Hart ,Müzik Elizabeth Asfford, Yapım Festival Film Artwork Nihat Seven , Müzik: Elizabeth Asfford, Kurgu: Al Cruickshank,

 Oyuncular: Bridget Dolan, Niomi William, Tuğba Karaer, Juane Harara 2000, Marc Dunbury, Cengiz Saner, Eddie Burton, Adrian Harris, Avis Lity, Tony Cicerille

 Konu: Birbirinden bağımsız olarak gelişen yedi aşk hikayesi. Habersiz yazılan mektuplar, karşılıksız aşklar, tecavüzler, ve cinayetler.